Bu yıl 1 Mayıs’a seçim konjonktürünün içerisinden gidiyoruz. Türkiye’nin faşist kurumsallaşmayı tamamlama veya burjuva restorasyoncu bir hatta doğru ilerlemesinin söz konusu olduğu tarihsel bir dönemecin içerisindeyiz. Alt üst olmuş bir dünyada, sadece içeride değil, emperyalist güçlerin, bölge devletlerinin de odaklandığı bir seçim sürecini yaşıyoruz.
Seçimler, çok partili döneme geçildiği günden bugüne, sermaye sınıfı ve devleti için -faşizm koşullarında bile- emekçi kitlelerden rıza devşirmenin, kitleleri sisteme yedeklemenin temel araçlarından biri oldu. Bugün de, tekelci burjuvazi, ekonomik, siyasal (bugün yaşanmakta olan rejim krizi ile de sınırlı değil, devlet krizinin tam orta yerindeyiz), toplumsal her cephede kriz içerisinde, kitlelerden nispi de olsa rızalık alarak gemiyi yürütme arayışında. AKP-MHP’nin başını çektiği, paramiliter güçlerle desteklenen faşist blok ile TÜSİAD sermayesinin desteklediği Millet İttifakında temsil olan burjuva resterasyoncu klik arasındaki kıran kırana süren mücadele, kriz yönetiminde hangi araç ve enstrümanların önde olacağının mücadelesidir.
Kriz, hele bugünkü gibi bir büyük dünya krizinin içerisinde yaşanıyorsa, büyük toplumsal patlamalara, isyan dalgalarına, devrimci güçlerin öncülük etme kapasite ve düzeyine göre devrim imkanına kapı aralar. Zira mevcut sınıfsal, toplumsal, cinsel, ulusal çelişkiler; krizle birlikte çok daha derinleşmiş olarak, artık eskisi gibi yönetilemez noktaya gelmiştir.
Çok açık ki AKP-MHP faşist iktidarı, bu seçimi, dönülmez akşamın ufku olarak görüyor ve faşist kurumsallaşmayı sağlamayı esas alıyor. Millet İttifakı, kadın ve Kürt düşmanlığını bayraklaştıran, neoliberal yağma düzenini en pervasız şekilde uygulayarak işçi sınıfı ve emekçi kitleleri açlık sınırına mahkum eden programın icracısı Erdoğan iktidarına karşı, düzeltilmiş bir neoliberal sermaye birikim programıyla çıkıyor. Baskı ve zorun bu kadar çıplak ve önde olmayacağı bir Türkiye vaad ediyor. Güdük de olsa siyasal alanda reform yapma ve toplumsal muhalefeti rahatlatma sözü veriyor. Uzatmaya gerek yok, sistemin bir yol kazasına uğramaksızın (bir halk ayaklanmasına, devrimci dalganın yükselmesine) sürgit devamı için, AKP’nin kitleleri hapsettiği cendereyi gevşetmeyi, açlık ve sefaleti yoksulluk yönetişimi ile katlanılabilir bir düzeye getirmeyi hedefliyor.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz, her bakımdan adeta dünya çapında yaşanan krizin bir prototipini oluşturuyor. Ve Mİ’nin ortak mutabakat belgesi ile de çözülemez. Dünyada ve Türkiye’de toplumsal anlamda dehşet bir kutuplaşma yaşanıyor. Bu devrim-karşı devrim dinamiklerinin iç içe gelişeceğinin bir başka ifadesidir. Türkiye’de kim iktidara gelirse gelsin, depremle birlikte derinleşen ekonomik krizi kolay kolay çözemez. Koşullar, 2001 krizinden hemen sonra iktidara gelen AKP döneminden farklı; o dönemdeki gibi bir mali genişleme, sıcak para akışı ufukta görünmüyor.
Bugün 2008 kriziyle birlikte belirginlik kazanan neoliberal sermaye birikim rejimindeki tıkanmanın ekonomik, siyasal, toplumsal, askeri cephede dünya çapında sarsıntı yarattığını tespit etmek için kahin olmak gerekmiyor. 1929 Büyük Bunalımı ile karşılaştırılabilecek bir dünya krizinin içerisindeyiz. Emperyalist kapitalist sistemin, tek kutuplu bir dünyadan (Çin’in ekonomik alandaki yükselişi, Rusya’nın enerji ve doğal kaynaklar avantajını da kullanarak askeri ve siyasi güç olarak kendisini toparlamış olması ile) çok kutupluluğa doğru evrilmesini zorlayan hegemonya krizi, Ukrayna savaşı ile bir üst boyuta sıçradı. Nükleer savaş tehdidini de içeren Üçüncü Dünya Savaşı’nın kapısını aralayan birçok gelişme üst üste bindi. Böylesi kriz süreçleri, ara güçlerin dengeci politikalarla alan buldukları süreçlerdir. Bölgesel bir güç olarak Türkiye, Erdoğan iktidarında, bu realiteyi de kullanarak bölgede pozisyon aldı, Kürt halkına dönük savaşı, TC sınırlarını aşan, cepheyi Rojava ve G. Kürdistan’da kuran, bir düzeye yükseltti. Kürt halkının kazanımlarını yok etmeyi TC’nin beka sorunu olarak sorunsallaştırdı.
Öte yandan kimse, bölgede emperyal bir güç olarak konumlanmanın, sadece Erdoğan iktidarı ile sınırlı olduğunu iddia edemez, zira Türkiye tekelci burjuvazisinin geldiği düzey ekonomik-siyasi-askeri güç yükseltimini zorunlu kılmaktadır. Erdoğan, bunu daha nobran biçimlerde (Kürtler söz konusu olduğunda ise doğrudan askeri kartı sürekli kullandı), zaman zaman ABD ve AB emperyalistlerinin bamteline basarak uyguladı, daha fazlasını değil. Olası bir Mİ iktidarı ise bu düzeyin gerisine düşmeden, daha öngörülebilir hamleler şeklinde, Türkiye’nin tarihsel, jeostratejik, ekonomik, siyasi, askeri birikiminin gerektirdiği bir hat izleyecek, bir emperyalist kliğin doğrudan uzantısı olmaktan öte (Türkiye’nin ekonomik, askeri, nüfuz sahası olarak düzeyi bu kalıba artık sığmayacaktır) hangi kampta yer aldığını belirsizleştirmeksizin emperyalist dünyanın hegemonya krizinden azami faydalanmaya bakacaktır.
Bunları, Kılıçdaroğlu kazandığında içeride ve dışarıda güllük gülistanlık bir sürecin bizi beklediği beklentisi ve umudunu yayanlara karşı ifade etmek zorunludur. Diğer yandan yazdıklarımız üzerinden iki sermaye kliğininin yordam farklılığını önemsizleştirdiğimiz de düşünülmesin. En başta şunu söyleyebiliriz; Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatleri, kitlelerin yakıcı talep ve özlemlerine ucundan kıyısından bile değinmiş olsa Kılıçdaroğlu kazandığında, kitleleri daha talepkar bir noktaya getirecektir. Özgürlük ihtiyacı ise önü bir kez açıldığında öyle kolay kolay geriye bastırılabilecek, birazcık ucu açılarak kontrol altında tutulabilecek bir şey değildir. Nispi bir rahatlamanın yaşanması, AKP-MHP faşist iktidarını göndermiş olmanın kitlelerde oluşturacağı kazanmış olma duygusu ile birlikte, her alanda sınıf mücadelesinin önünü açacaktır. Her ne olursa olsun, Millet İttifakı ne ekonomik ne siyasal özgürlükler ne de toplumsal hak ve talepler anlamında kitlelerin beklenti ve arzularını karşılamayacaktır. Ve bu, faşist baskı ve zorun kısmen gevşetildiği bir ortamda, çok daha büyük mücadelelerin gelişme dinamiğini sağlayacaktır.
Çok açıktır ki faşist iktidar, Kürt düşmanlığının yanı sıra kadın düşmanlığı ve heteroseksizmle kendisini tanımlarken aynı zamanda hayalindeki Türkiye’nin şifrelerini de verdi. Faşist iktidarı zorlayan bir güç olarak, dağda ve “ova”da Kürt özgürlük hareketinin yürüttüğü mücadele önemli bir yerde durdu. Kürtler cephesinden, sonrasında daha büyük bir savaşa tutuşmaya yol açsa bile 8 yıllık savaş hükümetinin düşmesi, Kürt özgürlük hareketinin soluklanması, güç tahkimatını sağlaması ve kendisini yeniden organize etmesi ile sonuçlanacaktır. Keza kadınların tüm baskı ve saldırılara, erkek-devlet şiddetinin geldiği boyuta rağmen dinmek bilmeyen öfkesi ve mücadelesi de AKP-MHP faşist iktidarını yıpratan temel mücadele dinamiklerinden biri oldu. AKP-MHP faşist iktidarının gitmesi durumunda, bu sonucun gerçekleşmesinde büyük bir pay sahibi olması ile mücadele azmi daha da artmış olarak kadınlar ve LGBTİ+lar, patriyarkal kapitalist sisteme karşı mücadelelerini daha da büyütecektir. Çünkü hiçbir burjuva restorasyoncu program aile kurumuna dokunmayacağı ve kadının görünmeyen emeği ile emek gücünün yeniden üretimini sağlamaktan vazgeçmeyeceği için kadının özgürlük ihtiyacını karşılayamaz.
Yine gençlik ve bugüne kadar faşist iktidar karşısında konumlanan herkes bir rahatlamanın yanı sıra faşist iktidara karşı mücadele içerisinde kazandığı itilimi devam ettirecektir. Keza açlık ve yoksullukla sınanan emekçi sınıflar, mevcut durumu daha fazla sürdüremeyecek (ekonomik krizi Millet İttifakı gelse de çözemeyeceği için) sokakları ısındıracaktır.
Sandıkta gitmemek için her şeyi yapacaklar, biz göndermek için ne yapacağız?
Hiçbir zaman sandık işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin iradesini yansıtmamıştır. Çünkü işçi sınıfı ve emekçiler için hep “zarlar hileli” oldmuştur. En gelişkin temsili demokrasinin olduğu zaman ve yerlerde de bu yalın gerçek değişmez. Ama bugün faşist AKP-MHP iktidarının Türkiyesinde, Cumhur İttifakı dışındaki herkes için oyun zaten hileli. Bu da yetmezmiş gibi faşist iktidar, ekmeğe ve hürriyete aç işçi ve emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, tüm ezilenlerin “yeter artık/edi bese” seslerini bastırmak, yok saymak için her şeyi yapmaya ant içmiş durumda. HüdaPar’la kurulan ittifak bunun içindir. Paramiliter tüm güçlerin yavaş yavaş varlıklarını hissettirmeleri de bu yüzdendir. Faşist iktidar, seçime kadarki süreci ısınma turu olarak değerlendiriyor. Toplumsal muhalafet güçlerini sindirmek ve sokaktan uzak tutmak, işçi sınıfı ve tüm ezilenleri biat ettirmek için elinden geleni ardına koymayacaktır.
Biz bu tabloyu, iç savaş düzleminin inşası olarak okumadığımız ve buna karşı somut adımlar atmadığımız koşullarda, 14 Mayıs Tayyipli günlerin finali olmayacağı gibi faşist kurumsallaşmanın yolu bir bütün olarak düzlenmiş olacaktır. Bu seçimleri bir dönemeç haline getiren de budur.
Tam da bu konjonktürde 1 Mayıs’a yürüyorsak, yapıp edeceğimiz her şey, ufak ufak başlayan, saldırılara, sosyal medyadan her gün yapılan tehditlere karşı öz savunmayı, antifaşist mücadeleyi örmeliyiz. Faşist iktidarın 14 Mayıs’ta sandıktan çıkacak olanı tersyüz etme hamlesini göğüslemek için “sokak savaşlarını” geliştirmek, meydanın boş olmadığını göstermek zorundayız. Antifaşist mücadele, öz savunma, boğazımıza bıçak dayandığında değil mücadele içerisinde adım adım örgütlenebilir.
1 Mayıs’ı kazanmak, sınıfsal restleşmeyi sağlamaktır
“Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz seslerden daha güçlü olacaktır!”. Bu sözlerin sahibi, 1886 1 Mayısını, Haymarket’te 8 saatlik iş günü mücadelesini örgütleyen, tüm yasaklamalara rağmen 4 Mayıs’ta yeniden işçileri sahneye çağıran işçi önderi August Spies. Bu uğurda dört yoldaşıyla birlikte yaşamını verecek ama asla boyun eğmeyecekti. Evet onların ölümleri, o gün ipe çekilenlerin seslerinden çok daha güçlü bir karşılık buldu. 1 Mayıs, yalnızca 8 saatlik işgünü mücadelesi olarak değil burjuvaziye karşı bir kavga günü olarak dünya işçi sınıfı tarafından sahiplenildi. Şimdi biz bu kavga gününün arifesindeyiz.
1 Mayıs, dünya işçi sınıfı tarafından kendi davasına sahip çıkmanın, mücadele içerisinde kendisini kurmanın ve sınıfsal restleşmenin adı oldu. Proletaryanın sınıf kinini bileyen bir gün olarak tarihe kazındı. 1 Mayıs Türkiye’de Haymarket’ten 1977 Taksim’ine bağlanarak, iki kat daha büyük bir öfke, sahiplenme ile karşılandı bugüne kadar. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde bir bir simge olan Taksim, bugün de meydanları ve sokakları bize yasaklayan faşist iktidarla bir çarpışma alanıdır.
İşçi sınıfını ve onun kavga gününü dar işçici bir bilinçle ekonomik mücadeleyle sınırlı bir zeminde ele almıyor, bu 1 Mayıs’ı seçim savaşlarının büyük bir muhaberesi olarak kavrıyoruz. İki sınıf var; proletarya ve burjuvazi. Ancak bizim cephenin bunu bilince çıkarması ve kendi sınıf ekseni doğrultusunda konumlanması ancak mücadeleler içerisinde sınıf olmaklığının bilincine varmasıyla mümkündür.
Mülksüzleştirme ve yıkıcı proleterleştirme süreçleriyle toplumun büyük bir kesimi proleterleştiği halde, işçi sınıfı hiç bu kadar dağınık ve atomize bir durumda olmamıştı. Türkiye işçi sınıfı, bu nedenle yeniden oluşum halinde bir sınıftır. Birliğini duyumsamaya, sınıf mücadelesi içerisinde özneliğini kurmaya ve mücadele kapasitesini geliştirip devrimi yapabilecek toplumsal bir özne olarak kendisini kurmaya ihtiyacı var. Ve bu, kendiliğinden gelişebilecek bir süreç değil, komünist öznenin öncülüğünde, sınıfsal ve toplumsal mücadeleler içerisinden geçerek olabilecektir. Bugün orta sınıflardan çözülerek proleterleşen büyük kitleleri toplumsal proletaryanın ileri bir bölüğü olarak örgütleyebilmek, işçi sınıfının salt ekonomik bir varlık olmadığının bilinci ile hareket etmemize bağlı. Proletaryayı bilişsel-sosyal-kültürel-siyasal bir bütün olarak kavramak ve örgütlemek durumundayız. İşte bunu böyle kavrayabilirsek sınıf mücadelesine, sadece üretim alanı içindeki ekonomik talepleri izafe etmemiş oluruz. Toplumsal kurtuluşun öznesi haline gelecek bir sınıf, ücretli kölelik zincirini taşınabilir kılmak için değil bu prangayı parçalamak için kavgaya tutuşmalıdır.
Nasıl bir yoksulluk ve sefalet kıskacına alındığımızı, toplumsal ve sınıfsal mücadelelerle kazandıklarımızın nasıl elimizden kopartılıp alındığını unutmayacağız. Ve evet işte bu uğurda mücadele ederken, sınıf kavgasını büyütürken burjuvazi tarafından katledilenlerimizi asla unutmayacağız. Türkiye işçi sınıfı, ’77 1 Mayısı’nda Taksim’de katledilen sınıf kardeşlerinin öcünü alma bilincini kuşanmadan, toplumsal kurtuluşu sağlayacak özne olarak inşa olamaz. 1989’da Taksim’i yeniden 1 Mayıs alanı yapmak için elinde taşla kurşunların üzerine yürüyen Mehmet Akif Dalcı’yı ve ’96 1 Mayıs’ında polis arama noktasında kurşun yağmuruna inat barikata yüklenirken düşen dört sınıf kardeşini kendisine bayrak edinmeden sınıflaşamaz.
1 Mayıs’ı sömürü koşullarını ortadan kaldırmanın, yani devrim mücadelesinin büyük bir çarpışma alanı olarak kavradığımızda kazanacağız. Ve yine 1 Mayıs, işçi sınıfına, sermayeyi vareden ve büyüten bir sınıf olmaktan çıkma itkisini, yani kendisi için sınıf olma bilincini kazandırdığımızda bayramımız olacaktır. Tam da bu yüzden 1 Mayıs’a seçim konjonktürünü es geçerek değil onun içinden geçerek, faşist iktidarın her türlü saldırısına karşı hazırlığımızı yaparak, günün devrimci görevi olan antifaşist mücadele dinamiklerini örgütleyerek yürümek zorundayız.