Tarihsel süreç, yöntemler ve çizgi sorunları
Yol Üstünde Kadavralar…
Komünist Devrimciler Hangi Tarihsel Mirasın Devamcısıdır?
Her yılın Nisan ayı üçüncü haftasından itibaren 1915 Ermeni soykırımı argümanı üzerine, birkaç gün sürecek çokça yazılar yazılır. Öyle ki, yazılmadık ve söylenmedik neredeyse bir şey bırakılmaz. Fakat birkaç gün sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, her zamanki rutin yaşam devam ettirilir. Ve olgu, bir dahaki yıldönümünde gündem yapılmak üzere yine tozlu raflara kaldırılır. Salt bir tarihsel anma olarak ele almak, soykırımla köklü-bütünlüklü bir sorgulamayı yapmayıp yüzleşmemek ve çözüm gücü olma iradesini pratikte göstermemek, açık ki katliamcı-soykırımcı devlet politikalarının devamına seyirci kalmaktır. Oysa ne kadar da özledik, tarihsel katliam günlerinde, devrimci askeri eylemsel pratikleri. Her geçen süreçte, kanlarımız daha kurumamışken, düşman beyinlerinde patlamaya, ne kadar da ihtiyaç duymaktayız. Her yılın bu birkaç gününde açıklamayla yetinenlerin, bir de görevlerini yerine getirmiş edasıyla övünmeleri, içimizi daha da acıtmıyorsa, insanlığımızdan biraz daha uzaklaşmışız demektir. Bunun için, özellikle bu yazımızı, biraz farklı bir zaman diliminde yayınlamayı daha uygun gördük. Darısı, gecikmeksizin düşman unsurlarının beyinlerinde birer volkan olup patlamaya.
105 yıl önce yaşanan, Ermeni, Asuri/Süryani, Rum Soykırımı, tarihteki en büyük soykırımlardan biridir. Eşitlikçi toplumların ortadan kalktığı ve ezme-ezilme ilişkisi ve sömürüsünün başladığı ilk süreçlerden bu yana yaşanan zulümler, katliam ve soykırımları; Ermeni, Rum ve Asuri/Süryani Soykırımı özgülünde bir kez daha lanetleniyoruz. 24 Nisan 1915, Ermeni Soykırımı’nın, sembolik başlangıç tarihidir. Ancak soykırım kurbanları, sadece Ermeniler değildir. Aynı zamanda Asuri/Süryani, Rumlar da kitlesel olarak inkar, imha ve sürgünlere tabi tutuldular. Kıyımlardan geçirildiler. Asimilasyon politikasıyla, toprakları, dilleri, kültürleri, sosyal zenginlikleri tarumar edildi; toplumsallıkları hallaç pamuğu gibi sökülüp atıldı. Geçmiş tarihsel süreçlerden bugüne var olan birçok problem, bu soykırımcı ve katliamcı tarihle, yeterince yüzleşil-e-memiş olmasındandır. Oysa bugün, yol üstündeki kadavraları bizzat kitlelere anlatma ve onları bilgilendirme sorumluluğu, ötelenemez ve ertelenemez bir görevdir. Ve yine komünistlerin, hangi tarihsel mirasın savunucuları olduğu gerçekliği de, oldukça stratejik bir husus olduğu için tarihsel kökleriyle ve bütünlüklü olarak, somutlanması ve açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir noktadır.
Tarihi soykırımların yaşandığı sözkonusu coğrafyalar ve bölgeler; Hay, Yüksek Ermenistan Platosu, Anadolu ve Mezepotamya, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan, Kürdistan vb şeklinde adlandırıldılar. Bu topraklar üzerinde kadim topluluklar ve uluslar yaşarken, aynı zamanda nice imparatorlukların egemenlik odağı oldular. Ve bu coğrafyada yaşayan kadim halkların, zapturap altına alınmasıyla, ancak sürekli doğuya doğru gelişme trendi gösterebilecek egemenlik odaklarının da, stratejik yolları döşenmiş oluyordu. Anadolu ve Mezopotamya’nın büyük savaşlar ve kıyımlar odağı olarak tarihe geçmesi, tam bir soykırımlar coğrafyası olarak ifade edilmesi, bundan olsa gerek.
Emperyalist ve kapitalistlerin tarihi, soykırım ve katliamlar tarihidir!
Başlarken, öncelikle bir iki önemli ayrıntının da ayrıca altını çizmek isteriz. Ermeni, Asuri/Süryani, Rum Soykırımı’nda Osmanlı egemenleri içerisinde başat rolleri olan Enver ve Talat Paşalar, bizzat Alman askerleri ile birlikte Güneybatı Afrika’daki Herero halkının katliamında da yer aldılar. Alman emperyalizmi, 1904-1908 yıllarında sömürgesi durumundaki Güneybatı Afrika’da, bugünkü Namibya’da, 90 bin kadar Herero ve Namaları soykırıma tabi tutmuştur. Alman emperyalizmi, Herero ve Namaları, kızgın çöllerde aç susuz bırakarak, katlederek tam bir soykırımdan geçirmiştir. Alman emperyalizminin o zamanki ordusunun başındaki tümgeneral Lothar von Trotha, “Alman sınırları içindeki her Herero silahlı ya da silahsız, sığırlı ya da sığırsız kurşuna dizilecektir. Ne kadın alıyorum, ne çocuk. Halkının içine sürüp onları da öldürün” talimatıyla, pervasız kıyım gerçekleştirilmiştir. Hererro ve Namaların geride kalan bugünkü torunları ise, Alman emperyalizminin bunu bir soykırım olarak tanımasını ve özür dilemesini istemektedir. 24 Nisan 1915’i Ermeni Soykırımı olarak nitelemesine karşın, Herero ve Namalar’a yönelik soykırımı kabul etmemesi ve bu halklardan özür dilememesi, tıpkı diğer emperyalist-kapitalistler gibi, Alman emperyalizminin gerçek yüzünü göstermektedir.
Enver ve Talat, 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak da nitelendirebileceğimiz Güneybatı Afrika’daki bu kıyımda, Alman emperyalizmi ile birlikte iş tutarak, 1915‘teki Ermeni, Asuri/Süryani, Rum Soykrımına hazırlanmıştır. Enver, Talat ve Cemal‘in, sadece Ermeni soykırımı değil Arap ve daha bir dizi katliam ve soykırım organizasyonunda önemli görevler icra ettiği bilinmelidir.
1915 sürecine gelirken, emperyalistlerin soykırımcı- katliamcı bir tarihlerinin olduğu bilinmelidir. Hiç kuşkusuz Alman emperyalizmi, Ermeni, Rum, Asuri/Süryani Soykırımının bizzat örgütleyicisi ve stratejik ortağıdır. Alman emperyalizminin yanısıra, Amerika’nın Kızılderili, İngiltere’nin Aborjinlere yönelik soykırımları, Fransızların Haiti‘deki köleliğe karşı isyanı başlatan siyahilere uyguladığı kıyım, Rusya’nın Çerkez vd lerine yönelik soykırımları, emperyalist-kapitalist güçlerin sicillerinin ne kadar bozuk ve karanlık olduğunu gösterir. Bu ve daha sıralayabileceğimiz nice katliam ve soykırımlar neticesinde söyleyebiliriz ki, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya gibi emperyalist- kapitalist güçler de, Osmanlı‘dan aşağı kalır durumda değildi. İlksel birikimin, çitlemenin yolu, halkların ve emekçilerin kan banyosundan geçmiştir. Ve biz bu yalın gerçeklik karşısında, emperyalist- kapitalist güçlerden, vicdani ve ahlaki bir beklenti içerisinde olamayız. Kim soykırımı tanıdı, tanımadı, bunların bizim nazarımızda hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Ve bütün bunlardan kaynaklı emperyalist efendiler, bu yaşanan gerçeklikleri örtbas etme ve çeşitli yanılsamalar eşliğinde algı operasyonlarıyla, küresel düzeyde manipülasyonlar yaratmaktadırlar. Tek kutuplu ya da çok kutuplu hiç de farketmeyen, uluslararası emperyalist sermaye gruplarının rekabetleri ve çıkarlarının bir gereği olarak, Ermeni soykırımına yaklaşmaktadırlar. Kah biri kah diğeri, uluslararası emperyalist sermayenin o dönemki derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak bir yaklaşım sergilemektedir. Günümüz koşullarında da kimi ülkeler, Ermeni Soykırımını “kabul” ederken, en başta da ABD olmak üzere, daha ziyade durumu idare etmek için ve tarafları yani mağdur edenle, edilen arasında tercih yapmak yerine, pragmatik politika ve argümanlar kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Bu yıl da Trump, benzer bir performans sergiledi ve Ermeni Soykırımı‘nı “büyük felaket, acı olay” vb kavramlarla tanımladı. Çünkü merkezlerinde, ekonomi politika yatmaktadır. Bu temelde de basın ve medya aracılığıyla, yoğun bir algı yönetimine başvurarak küresel emperyalist hegemonyanın bütün araçları kullanılmakta ve çeşitli manipülasyonlar eşliğinde tekelleşmeler yaratılmaktadır.
Bugün emperyalist ve tekelci kapitalist devletler, sermayenin çıkarları doğrultusunda Ermeni soykırımını, çeşitli düzeylerde tanıyıp kabul etmektedir. Yer yer bunu, faşist TC devletini sıkıştırmanın bir aracı olarak kullanmaktalar. Oysa bilinir ki mecalsiz ve yaşayan bir ölü ve emperyalist kapitalizmin oyuncağı ve kuklası haline gelmiş bir Osmanlı devlet gerçekliğinde gerçekleştirilen Ermeni, Asuri/Süryani, Rum soykırımında kesinlikle Almanya, İngiltere ve Fransa emperyal devletlerinin rolü söz konusudur. Alman emperyalizminin Bakü petrol bölgesine ulaşma yönelimi, Pantürkizm’in kışkırtılmasına, Berlin-Bağdat demiryolu hattının güvenliği ve Alman burjuvazisinin, Ermeni burjuvazisinin yerine geçme girişimleri gibi olgular, Ermeni soykırımına giden yola döşenen taşlar olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki 1915 Mart’ında Zeytun’a Osmanlı birliklerini gönderme emrini bir Alman subay vermiş, Ağustos 1915’de Musa Dağı’na saklanan Ermenileri kuşatan Osmanlı birliklerine bir Alman komuta etmiş, Ekim 1915’ de Urfa’da toplanan Ermeni sürgünlerin etrafının kuşatılmasını Suriye’deki Alman kurmay Eberhard Graf Wolfskeel von Reihenberg yönetmiş, Bağdat demiryolları şirketi ile Alman ordusu arasındaki ilişkileri sağlayan görevli Colonel Böttrich, şirketin bazı Ermeni işçilerinin tehcirine bizzat izin vermiştir. Ve yine sürgün kafilelerine, saldırı için görevlendirilen sabıkalı timleri örgütleyen Miralay Seyfi’ye propaganda çalışmalarında yardım eden “Kayzer’in Casusu” Max von Oppenheim,“Türk hükümetine karşı, tehlikeli bir ayaklanma içinde olan bir ahaliye, biz yardım edemeyiz” diyen Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Schellendorf, “Ermenilerin şimdi az ya da çok kökleri kazınıyor. Bu katıca, ancak yararlı” diyen Kayzer’in muteber adamı denizci Humann, “Türkler, Ermenilere karşı mümkün olduğunca sessiz ve radikal şekilde yürüyor (bunların dörtte üçü bertaraf edilmiş durumda). Umarım bu dram yakında son bulur.” diyen Amiral Suchon, sürgünlerin acıklı durumlarını anlatan raporları, sümen altı etmekle meşgul olan Büyükelçi Wangenheim’dan bahsedebiliriz. Alman emperyalizmi yetkilileri, Osmanlı İttihatçılarının Ermeni soykırımını, aynı zamanda büyük bir dikkatle seyreylemiştir. 1909-1917’de Almanya başbakanı Bethmann Hollweg bir raporunda; “bizim tek hedefimiz Türkiye’yi savaşın sonuna kadar kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada Ermeniler mahvolur veya olmaz, fark etmez” demiştir. Nitekim bu politika gereğince 1915’de İstanbul’a Alman büyükelçiliğine atanan Metternich, Ermeni tehciri hakkında gerçekleri, fazla vurgulamaya ve rapor sunmaya başlayınca, 1916’da apar topar görevinden alınmıştır. Alman emperyalizmi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, İttihatçıların liderleri ve Ermeni soykırımının Osmanlı devletindeki baş mimarları arasında yer alan Enver, Talat ve Cemal’e kol kanat germiş ve Kayzer’in mirasına sahip çıkarak, bu katilleri korumuştur. Bu gelişmeler bile Ermeni soykırımında, Alman emperyalizmi ve yetkililerinin bizzat yer aldıklarını gösterir niteliktedir.
Emperyalist-kapitalist devletlerin, “büyük felaket, büyük talihsiz olay” benzeri yaklaşım ve değerlendirmeleri, ikiyüzlü ve manipülatif retoriklerden öteye geçmez. Yine “ortada bir dünya savaşı durumu vardı; bu savaş, Osmanlı içerisinde de söz konusuydu, halklar karşılıklı birbirlerini kırdı, karşılıklı katliamlar yaptı, karşılıklı istenmeyen acı olaylar oldu, meseleyi tarihçilere bırakalım” tarzı argüman ve yaklaşımlar, açık ki, soykırımın üzerini örtme, manipülasyon ve algı operasyonudur. Peki öyleyse, 1,5 milyon Ermeni, onbinlerce Rum, Asuri/Süryani halkları nerede o zaman? Buhar olup uçmadıklarına göre, belli ki kıyımdan geçirilmişlerdir.
Tarih, soykırımları ve soykırım karşısında alınan tutumları unutmaz!
Tarihten bugüne, nice kavimler ve medeniyetlerin, kadim toplumların çığlıkları birbirine karışmıştır. Bu çığlık ki, aynı sömürü ve zulüm cenderesinde, kanla yazılan tarih olmuştur. Bu çığlığın isyana, direnişe, mücadeleye ve karşı savaşa dönüşen en ufak kırıntısının bile, paha biçilmez değerini anlamak ve kavramak zorundayız. 1915’de Matheos Sarkisyan (Paramaz) yoldaş da dahil 20 Ermeni sosyalistin Beyazıt’ta idam edilirken “Bugün bedenlerimizi teslim alıyorsunuz, ama fikirlerimizi asla, yaşasın Sosyalizm” haykırışlarının mirasçıları ve onlara layık olmak, o kadar da kolay olmasa gerek. Diğer yandan şu konuda da samimi bir özeleştiriye ihtiyaç var; Osmanlı, Türkiye ve Kürdistan,hatta İran topraklarına kadar uzanan bilimsel sosyalizm ve komünizm fikirlerini taşıyan Ermeni sosyalistler, neden onlarca yıl görmezlikten gelinmiştir? Neden milat, Mustafa Suphi TKP‘si olarak lanse edilmiştir? Ne yazık ki, devrimci hareketin bu konuda bütünlüklü özeleştirel bir tutumu yoktur. Daha yeni yeni Paramaz ve yoldaşları bilinir, anılır hale gelmiştir. Paramaz ve yoldaşlarını, geçmiş devrimci ve sosyalist tarihimizin mihenk taşları olarak zamanında görmeyip, bununla hesaplaşmayı da, sadece sosyal şöven etkiyle ve bilinç yoksunluğuyla geçiştirmek, kabul edilemez ve kesinlikle reddedilmesi gereken bir tutumdur. Belirli tarihsel süreç ve kesitlerde, yaşananlara gözlerini kapatmayan ve tanımlayan, bu anlamda bir kopuş çizgisini ifade edenleri (Kaypakkaya vb örneklerde olduğu gibi), görmezden gelerek, sanki bu konuda, hiç kimse, hiçbir şey söylememiş ve devrimci tavır göstermemiş gibi hareket etmek ise, riyakarlığın bir başka yüzü olsa gerek.
Özellikle Ermeni soykırımındaki özel rolüyle, Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye Alayları’ndan bahsetmeden geçemeyiz. Altmışı geçen Kürt aşireti, bu alayların temel bileşenidir. Soykırımda önemli roller üstlenen bu Kürt aşiretlerinin, bizzat bunu gönüllü ve İslam adına gerçekleştirdiklerini söyleyelim. Soykırım sonrası, Kürt aşiretleri, Ermeniler başta gelmek üzere gayrı-müslimlerin, sermaye ve zenginliklerinin bir bölümünü, ele geçirmiş-gasp etmiş oluyorlardı. Acaba Kürt aşiretlerini, Ermeni soykırımında görev almaya iten ve yönlendiren nedenler nelerdi? Sünni Türk-İslam ya da müslüman ortak konseptinde, bir birleşme mi, bu aşiretleri gayrı-müslim diye tabir edilen Ermeni vd lerini imha etmeye yöneltmiştir? Yine bunun tarihsel kökleri itibariyle Selahaddin Eyyubi komutasındaki İslam yayılmacılığıyla, hiç mi alakası yoktu? Elbette söz konusuydu. O halde, sadece o anki süreçte ortaya çıkan bir durum olarak değerlendirilmemesi, daha doğru olandır. Bu yüzden İslamiyet’in, önemli bir harç olarak kullanılageldiğini belirtmeliyiz. Ortak payda, İslamiyet bayrağı, müslüman-din kardeşliği olunca, gayrı-müslimlerin kılıçtan geçirilmeleri de pekala söz konusu olabiliyordu. Daha fazla uzatmadan salt Hamidiye Alayları’nın bir milyon olmasa da, bir kaç yüzbin Ermeni‘yi kıyımdan geçirdiğini söyleyebiliriz. Soykırımla salt retoriksel bir yüzleşme değil, bizzat tarihsel, sınıfsal, felsefi, ulusal, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak bütünlüklü bir yüzleşmeye ihtiyaç var. Herşeyden önce egemenlik odaklarının, Hamidiye Alayları’ndan Köy Koruculuğu’na uzanan, ezilen ve sömürülenleri, halkları birbirine kırdırma çizgisi ve yönelimini, doğru ve çok yönlü anlamak ve kavramak durumundayız.
Diğer yandan soykırıma, sadece Türkler ve Kürtler katılmamıştır. O dönem bu topraklarda yaşayıp Osmanlılık şemsiyesi altında kendisine yer bulan Çerkezler, Araplar, Lazlar, Aleviler de, şu veya bu düzeyde katılmıştır. Ermenilerle iç içe yaşayan, Türkünden Kürdüne, Çerkezinden Lazına, Arabına; Sünnisinden Şafisine, Alevisine mensup gerici kesimler, İslam bayrağı altında, bu suçun ortağı olmuşlardır. Bazı çevreler, soykırıma Türk devletinin ve Türklerin yanında sadece Kürtler, sadece sünni Kürtler katılmışlardır vb argümanlar ileri sürmektedir. Böyle değerlendirme ve nitelemelerden, özellikle kaçınmak durumundayız. Saydığımız milliyetlere mensup gerici kesimler, dolaylı ya da dolaysızca, az veya çok, İslam bayrağı altında, soykırıma katılmışlardır. Yoksa Dersim, Sivas, Van, Hatay, Urfa, Mardin ve de her bir yerdeki soykırıma katılan farklı milliyetler ve inançlar gerçekliğini nereye katacağız?
Yukarıda önemle vurguladığımız hususlar üzerine, soykırım ve katliamları bizzat planlayıp örgütleyen ve uygulayan esas sınıf ve güçler ile, bizzat kışkırtılıp yönlendirilen ve kullanılan ikincil-tali düzeydeki sınıf ve güçleri, elbette ayırdetmek durumundayız. Tarihten günümüze hiçbir sınıf, ara sınıf, kategori ve kesimin, kesinlikle eleştiri dışı olmadığı, olamayacağı gerçekliğini de belirtmeden geçemeyiz. Bu önemli halkayı, asla bir kenara bırakmamalıyız, bırakamayız da. O halde, hangi kırım, soykırım ve katliam, haksızlık, zulüm ve sömürü olursa olsun, bizzat böyle olgular içerisinde bilinçli ya da bilinçsiz, doğrudan veya dolaylı, çok ya da az, esas veya ikincil düzeylerde yer alıp bir şekilde parçası olunması, üzerinden atlanacak bir şey değildir.
Katliam ve Soykırım Planlaması ve Yöntemi;
1. Döküman toplama-arşivleme; yok edilmek istenen ulus, milliyet, grup, cemaat, inanç kesimi vb hakkında birey ve coğrafi bilgilerin toplanması şeklinde olmaktadır.
2. Nüfus düzenlemesi ve politikasını değerlendirme.
3. Bölge, şehir, kasaba, nahiye ve köyleri kategorilere ayırma.
4. Fonksiyon, görev ve sosyal konumuna göre değerlendirme.
5. Sosyal, etnik, durumuna-çeşidine göre; a- Irka bağlı, biyolojik ayrım b- Değer, değersizlik
6. Askeri şiddetle yok etme.
7. Katletme; a- Katletmenin stratejisi b- Gönderme c- Sürgün (Tehcir) d- Açlıkla yok etme e- Zorla yaptırma (susuz bırakma gibi).
Soykırımı tanımlama ölçütleri;
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’ne göre soykırımın tanımı 6. Maddede yapılmaktadır. Bu maddeye göre soykırım, bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan aşağıdaki davranışlardır:
(1) Grup üyelerini öldürmek.
(2) Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek.
(3) Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak.
(4) Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek.
(5) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek.
Soykırım, sadece milletin ya da yukarıda vurguladığımız herhangi bir kesimin, tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumları içermez. Soykırım, bir milletin, anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle, grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan, çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi, ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve ekonomik (iktisadi) varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.
Soykırımın gerçekleşmesi için, bazı önkoşulların olması gerekir. Öncelikle insan hayatına çok büyük bir değer vermeyen, bir milli kültür olmalı. Üstün olduğu varsayılan bir ideolojiye sahip, totaliter bir toplum da, soykırıma yönelik hareketlerin önkoşullarındandır. Ayrıca baskın olan toplum, potansiyel kurbanlarını daha az insani görmelidir: “Paganlar”, “ilkeller”, “yontulmamış barbarlar”, “kafirler”, “yozlaşmışlar”, “dinsel sapkınlar”, “aşağı ırk”, “sınıf düşmanları”, “karşı-devrimciler” vb gibi. Kuşkusuz, tek başına bu koşullar, faillerin soykırım yapması için yeterli değildir. Bunu yapmak için -yani soykırıma kalkışmak için- faillerin güçlü, merkezi bir otoriteye ve bürokratik örgütlenmeye olduğu gibi, hastalıklı bireylere ve suçlulara da ihtiyacı vardır. Ayrıca faillerin kurbanlara yönelik bir karalama ve dehümanizasyon kampanyası yapması gerekir; bunlar genellikle yeni bir ideolojiye ve toplum modeline güven aşılamaya çalışan, yeni devletler ya da yeni rejimlerdir.
M. Hassan Kakar’ın aşağıda tablo şeklinde gösterdiği gibi, soykırıma tabi tutulanlara yönelik aşamalar ve özellikler vurgulanırken, sosykırıma karşı önlemlere dönük de bir açılım sözkonusudur.
Aşama | Özellik | Önlem |
1- Sınıflandırma | İnsanlar “bizler ve onlar” diye bölünür. | “Bu erken aşamada alınacak başlıca önlem ayrımları aşacak evrensel kurumlar geliştirmektir.” |
2- Simgeleme | “Nefretle birleştiği zaman simgeler dışlanan grubun gönülsüz üyelerine dayatılabilir…” | “Simgelemeyle mücadele için nefret simgeleri ve nefret sözleri hukuki olarak yasaklanabilir.” |
3- Dehümanizasyon | “Bir grubun üyeleri diğer grubun insanlığını inkar eder. Grubun üyeleri hayvanlar, parazitler, böcekler ya da hastalıklarla özdeşleştirilir.” | “Yerel ve uluslararası liderler nefret söyleminin kullanımını lanetlemeli ve kültürel olarak kabul edilemez ilan etmeli. Soykırıma teşvik eden liderlerin uluslararası yolculukları yasaklanmalı ve yurtdışı finans kaynakları dondurulmalı.” |
4- Örgütlenme | “Soykırım her zaman örgütlüdür… Özel ordu birlikleri ya da milisler genellikle eğitilir ve silahlandırılır…” | “BM soykırımsal katliamlara katılan hükümetlere ve kişilere silah ambargosu uygulamalı ve ihlalleri incelemek için komisyonlar kurmalı.” |
5- Kutuplaşma | “Nefret grupları kutuplaştırıcı propaganda yayınlar…” | “Önlemler ılımlı liderleri emniyet altına almak ya da insan hakları gruplarına destek vermek şeklinde olabilir… Radikallerin darbe yapmasına uluslararası yaptırımlarla karşı çıkılmalıdır.” |
6- Hazırlık | “Kurbanlar etnik ya da dinsel kimlikleri nedeniyle belirlenip ortaya çıkarılırlar.” | “Bu aşamada soykırım acil durumu ilan edilmelidir.” |
7- İmha | “Bu katillerin gözünde “imha”dır çünkü kurbanlarının insan olduğuna inanmazlar.” | “Bu aşamada soykırımı yalnızca hızlı ve yoğun silahlı müdahale engelleyebilir. Ağır silahlı uluslararası koruma gücü tarafından gerçekten güvenli bölgeler ya da mültecilerin kaçacağı yollar yaratılmalıdır.” |
8- İnkar | “Failler… herhangi bir suç işlediklerini inkar ederler.” | “İnkara cevap uluslararası ya da ulusal mahkemelerce verilecek cezalardır.” |
Soykırım suçu, uluslararası ceza mahkemelerinin baktığı davalar arasındadır. Buna göre uluslararası ceza mahkemelerinin görevi, tüm toplumları ilgilendiren en ciddi suçlarla sınırlıdır. Bunlar; soykırım suçu, insanlık suçları, savaş suçları, saldırganlık suçları.
Soykırım zihniyeti ve suçunun altını kazıyın, altından özel mülkiyet dünyası ve sistemi çıkar!
Yukarılarda ifade ettiklerimizden hareketle, en başta altını kalın bir şekilde çizelim ki, bütün kötülüklerin baş sorumlusu, özel mülkiyet dünyasıdır. Ve bütün sınıflaşmaların, ataerkil erkek egemenliğinin, tekçiliğin ve ötekileştirmelerin temel kaynağı, özel mülkiyetin imtiyaz haline getirilerek hayata geçirilmesidr. Özel mülkiyet ve her türlü imtiyazın, günümüzde emperyalist-kapitalist egemen dünya sistemi olarak kendisini var ettiğini vurgulayalım. O halde tarihten bugünlere kadar süren, hemen bütün baskı ve sömürünün, özel mülkiyet çıkarları uğruna gerçekleştirildiğini ve hala devam eden günümüzde de bu durumun baş mimarının, emperyalist-kapitalizm dünyası ve sistemi olduğunu, bir kere daha belirtmek isteriz. Günümüz dünyasında bütün sömürü ve zulümlerin, inkar ve imhaların, asimilasyonların, fiziki ve kültüreli de dahil katliam ve soykırımların baş sorumlusu, emperyalist-kapitalizmdir. Dolayısıyla ezilenlerin tarih okuması ve tarih yazımı, her şeyden önce, sömürü ve zulümkar düzen ve sistemlerin tarih okuması ve yazımından, teorik ve pratik düzlemde köklü, bütünlüklü, temelli ve stratejik olarak kopmak zorundadır. Bu bağlamda burjuva medeniyetçi paradigmadan ve onun uygarlık anlayışı, kültürü, çizgisi, ideolojisi, tarihi, tekçi ulus devletçi, inanç ve politikalarından da bu temelde koparak, ezilen ve sömürülenlerin kendi tarih okuması ve yazımına yönelmek durumundayız. Zira toplumları, ezilen ve sömürülenleri ileri-geri, ilkel-modern, barbar-çağdaş, yabanıl-uygar, medeni-ayaktakımı, çapulcu vb argüman ve kavramlarla kategorize edip birbirlerine karşı kırdırtanlar da, yine aynı şekilde emperyalist kapitalizmin ve onun her bir ülke ve bölgedeki işbirlikçi uşak rejmlerinin ta kendisidir. Sermayenin her şeyi ama her şeyi, kendi özel mülkiyet çıkarlarıdır, paradır, servetleridir, zenginliklerine daha fazla zenginlik katma güdüsüdür, aşırı kar hırsıdır. Pervasızlığı ve vahşeti de, buradan gelmektedir. İlkel komünal toplumun son evrelerinden başlayarak köleci, feodal, kapitalist ve emperyalist-kapitalist toplumsal sistemlerdeki özel mülkiyet dünyası, sömürü ve zulümleri, katliam ve soykırımları tecrübe ederek ve kendi içine yedirerek ve içleştirerek bugünlere kadar gelmiştir. İçerisinden geçtiğimiz konjonktürde de dünya genelinde, kültürel soykırım ve asimilasyon başta olmak üzere fiziki baskı, katliam ve soykırımlar sürgit devam etmektedir.
Fiziksel soykırımın tam olarak başarılamadığı durumlarda ise, asimilasyon politikaları devreye sokulmaktadır. Emperyalist kapitalizmin, Kara Afrika’da gerçekleştirdikleri katliam ve soykırımlar, Sri Lanka’da Tamillere uygulanan katliam, Fildişi‘ne yönelik katliam, Bosna-Hersek’deki katliam, Ruanda, Afganistan, Irak, Suriye, Ortadoğu, dört parça Kürdistan’da, Halepçe, Şengal, Rojava, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen inkar ve imha eksenli asimilasyon ve kültürel soykırımlar, katliamlar, hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmektedir. Her şey gelip özel mülkiyet dünyasında köklenir. Bu bilinçle, hangi gerekçelerle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin Ermeni, Asuri, Süryani, Keldani, Rum, Arap, Ezidi, Türkmen, Kürt, Yahudi, Kızılbaş vd katliam ve soykırımlarıyla ezen ve sömürenler, asla mağdur ya da masum gösterilemez. Modernleşme hamlesi adına, modernleşme potansiyeli olan medeniyet ve uygarlıklar, Anadolu ve Mezopotomya’nın kadim toplulukları ve halkları, kılıçtan ve süngüden geçirilmiş ve kıyımlara tabi tutulmuş, üzerinde yaşanılan topraklar işgal ve ilhak edilip, hallaç pamuğuna çevrilerek çoraklaştırılmıştır. Dünyanın diğer özel mülkiyet ve azınlık diktatörlüklerinde olduğu gibi, Osmanlı ve TC gerici ve tekçi devleti ve tarihi, karanlık dünyanın bir parçası olmuştur. Kemalist hareket, İttihatçı artığıdır. Irkçı ve faşisttir. Türk ulus devletçiliğinin temelinde, soykırım olduğu ve Osmanlı’dan başlayarak soykırımlar temeli üzerinden yükselme gerçekliği oldukça somuttur, nettir ve sabittir. Burjuva medeniyetçi paradigmanın ve onun ilerici-gerici temelindeki anlayış, çizgi, düşünce, tarih, politika olarak tekçi ve ötekileştirici yöneliminin, nasıl da ezilen ve sömürülen yüz milyonların tarihi, belleği, hafızası, kültürü ve medeniyetini yok ettiği somut bir gerçekliktir.
Katliam ve soykırımlar tarihi, nasıl inşa edildi?
Ermeni soykırımı, feodal despotik Osmanlı devletinin, yaklaşık iki yüz yıla yakın çözülme-dağılma sürecinin son örneklerinden biridir. Bilindiği gibi Balkan toplulukları, uluslaşma sürecine 19. yüzyıl başlarından itibaren girerken, Ermeni ve Türklerin uluslaşma süreci ise daha gecikmeli başlamıştır. Bu da kuşkusuz sermaye birikiminin, daha fazla merkezileşmesi ve yoğunlaşması yöneliminin ya da bağımlılık ilişkisinin sonucu olarak gelişmiştir ve haliyle daha fazla uluslararası bir niteliğe bürünmüştür. Bu anlamda, uluslaşma sürecini, ekonomik, politik ve stratejik yaklaşımların belirlediğini söyleyebiliriz.
Ermeni uluslaşması, Türkler’inkine oranla daha erkendir. Diğer yandan Türkler, devlet sahibi olup uluslaşma süreci ile birlikte yoğunlaştırılmış, kapsamlı ve stratejik bir hamle olarak asimilasyon temelinde bir Türk uluslaşma çizgisi ve politikası izlemiştir. Bu, o zamana kadar uluslaşma sürecini tamamlayamayıp devletleşemeyen Ermeni ve diğer kesimlerin de, bu Türk ulus devlet paradigması-şemsiyesi altında, ya tam asimilasyon ya da tam bir kökten kazıma operasyonlarıyla, soykırımdan geçirilmesi yönelimini ortaya çıkardı. Bu kapsamda uluslaşma süreci, aynı zamanda kurbanlaştırılarak ortadan kaldırılması için, hedeflenen kadim halkların ve ulusların da yok edilme ve kırımdan geçirilme sürecidir. Bunda tam bir başarı yakalanamayınca yine, aslında yok oluşun başka bir ifadesi olan, tek bir kimlik altında yasal ya da anayasal, legal ya da illegal, açık ya da gizli tam da kökleri ve temelleriyle her şeyini başkalaştırarak, deyim yerindeyse katiline göre uydurulan, bütünlüklü-topyekün asimilasyon politikasının gerçekleştirilmesidir. Bundandır ki, emperyalist devletlerin elinde çocuk oyuncağı ve tam bir kukla haline gelen İttihatçı katil Osmanlı devletinin, başta Almanya olmak üzere bizzat emperyalist efendilerinin eliyle, Ermeniler’in hem uluslaşması, hem de bu kapsamda ulusal temelde devletleşmesinin de önüne geçmekte gecikmediler. Ermeni soykırımı, Türk ulus devletinin yolunu da döşedi. Talat Paşa, 1916’da “Ermeni meselesi hallolunmuştur, artık öyle bir sorun yok” diyebilmiştir. Anadolu ve Mezepotomya’nın kadim halkları-topluluklarından koparılarak, arazinin elverişli hale getirilmesi, bizzat emperyalist devletlerin ekonomik politik konseptleriydi. Bu eksende Kendi Kaderini Tayin Hakkı zorla ellerinden alınan Ermeniler, bir bağımlılık ya da sömürge, yarı-sömürge vb ilişkisi temelinde de değil, tam bir çökertme ve göçertme konseptiyle, ortadan kaldırılma operasyonuna tabi tutulmuştur. Ve soykırım siyaseti, kendisinden sonraki sömürücü zulümkarlara da örnek olmuştur. Tıpkı Hitler’in Yahudiler’e yönelik soykırımında olduğu gibi. Hitler, 1939 yılında, “bugün Ermeni halkını kim hatırlıyor?” diyerek, aslında yaşanan kanlı tarihin olumsuz öğretmenlerine atıfta bulunmaktaydı.
1915 Ermeni, Rum, Asuri/Süryani Soykırımı’na nasıl gelindi? Bu süreçten önce yaşanan kırımlar var: 1871, 1895 Adana Kilikya bölgesinde; 1896 Musa dağı-Antakya’da; 1898 İstanbul’da; 1909 yine Adana’da yaşanan katliamlar, yine bu tarihsel süreçlere tekabül eden ülkenin diğer bölge ve yerellerindeki katliamlar, 1915’te Osmanlı devleti hakimiyetindeki bütün topraklarda örgütlenen soykırım sürecinin yolları döşenmiştir.
Çok fazla dağıtmadan söyleyecek olursak; Ermeni soykırımının en başta ekonomik özü ve bunun üzerinden yükselen ideoloji, kültür, örgüt ve politikalar itibariyle, sebepleri söz konusudur. Nitekim yaklaşık yüz yıl öncesindeki objektif verili koşulları, genel bir kuşbakışıyla ele aldığımızda üretimden ticarete, zanaatten inşata, sanattan siyasete, alt yapıdan üst yapının hemen tüm özelliklerine kadar gayrı müslim olarak nitelendirilen Asuri, Süryani, Ermeni, Yahudi, Rum, vb lerinin bariz bir üstünlük durumu toplum içerisinde bulunmaktadır. Pek tabi ki, bu durumun farkında ve bilincinde olan emperyalist-kapitalizm ve onun kuklası haline gelen Türk-İslam eksenli Osmanlı feodalitesi ve devamı yarı-feodal, yarı-sömürgeci tekçi TC gericiliği, gayrı-müslimlerin, mallarına el koymak için, türlü senaryo ve politikalar yürütmüş, anayasal ve yasadışı türlü oyunlar çevirmişlerdir. Zira emperyalist efendilerine yaranmak için, palazlanmaları ve daha rahat bir hareket alanı gerekmekteydi. Bunun için de belirli bir sermayeye ihtiyaçları söz konusuydu ki, bu da Ermeniler başta olmak üzere gayrı-müslimlerin ellerinde bulunmaktaydı. Ve bu temelde, topyekün seferberliğe geçilerek, bunun ilk örnekleri olarak ise toptan çökertme ve genelin birer parçası olarak her bir bölge ve yerelde operasyonlar düzenleyerek, baskı ve kırımdan geçirme, talan etme, bunların alt yapısını oluşturmak için özel yasalar çıkartıp, özel kanunlar ve yasalarla zorunlu vergilendirme, mallarına zorla el koyma, sürgün ve tehcir politikalarıyla, toprağından ve yerinden yurdundan alıkoyma ve göçertme, asimilasyona tabi tutarak bellek yitimi sağlama ve çökertme, o da yetmediyse katliam ve soykırımla fiziken ortadan kaldırma gibi pratikler sergilenmiştir.
Türk hakim sınıflarının tekçi Sünni-Türk İslam sentezli faşist niteliği diğer ulus, azınlık milliyetler ve inanç gruplarına baskı, inkar ve imha uygulamış ve hala da uygulamaktadır. Açık bir şekilde ifade edelim ki Asuriler, Ermeniler, Kürtler, Araplar, Süryaniler, Lazlar, Ezidiler, Rumlar, Çerkesler vb vd ulus ve milliyetlerin yanısıra, Aleviler başta olmak üzere diğer inanç gruplarına uygulanan baskı ve şiddet, inkar ve imha, katliam ve soykırımlar, Osmanlı’dan TC’ ye ve bugünlere uzanan devletin, egemen niteliğidir.
Türk ulus devlet paradigmasının kökleri, oldukça eskilere dayanmaktadır. Kısaca değinirsek; Jön-Türkler, dünyadaki kapitalizm koşullarında imparatorluğun, güne uygun bir kurtarma stratejisi olarak ortaya çıktılar. “1908 Devrimi” denilen Kanuni Esasiye sistemi, sermaye dünyasının o günkü koşullarına bir adaptasyon girişimiydi. Tanzimat vb girişimler de o günlerin koşullarıyla alakalı uygulamalardı. Bu Türkçü İttihatçılar, imparatorluğu elbette kurtaramazlardı. İşte faşist Mustafa Kemal, bütün bu tecrübelerin de birikimiyle, gerici Jön Türkler ve İttihat-Terakki’nin devamı ve onların tam bir izleyicisi olarak, ortaya çıkmıştır. Sultan Vahdettin’in bu paşası, Jön-Türklerin yeni bir versiyonudur. İslam ümmeti, Türk milleti, batı medeniyeti (o zaman ki adıyla namı diğer muassır medeniyet) bayrağı altında, bir ulus devlet projesi bayrağı kaldırılmıştır. Bu bayrağın sonuçlarını, ne yazık ki inkar, imha, sömürgeleştirme ve ilhaklarla, tehcir, asimilasyon, katliam ve soykırımlarla hep birlikte gördük. Bu bayrak altında ezilen uluslar, azınlıklar, ezilen inanç grupları, işçi ve emekçi (amele ve rençberler) yoksulları, kapitalist uygarlık paradigması gereği, ya ortadan kaldırılmalıydılar ya da hizaya getirilmeliydiler. Abdülhamid döneminde Teşkilat-ı Mahsusa önderliğindeki Hamidiye Alayları, tamamen bu çizgi ve gayenin ürünü olarak organize edildi ve pratiğe geçirildi. 1925 Şark Islahat Kanunu, 1935 Tunceli Kanunu, Takrir-i Sükun Kanunları, Olağanüstü Hal Kanunları, koruculuk vb de bu planın devamı olarak şekillenmiştir. Mevcut süreçteki kanun hükmünde kararnameler de, bu minvalde değerlendirilmelidir. Bu planda Sünni ve Türk olmayan herkesin bir tek hakkı vardı, o da biat etme; yani kölelik hakkı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü, 1925 Şark Islahat Planı’nı şöyle formüle eder; „Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğü ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.“ Herkes Türkleşmeliydi, Türkleştirilmeliydi. Çünkü emperyalist-kapitalist sermayenin o dönemki ihtiyaçları bunu gerektiriyordu. Buna uymayanlar, “medeniyet düşmanı barbarlardı”. Tam da bu yüzden uymayanlar, katliam ve soykırımdan geçirildiler. İttihatçıların Ermeni, Asuri/Süryani soykırımı tecrübesi, Rum vd soykırımlar, Kürt katliamları, Ezidi, Keldani katliamlarıyla devam ettirildi. Koçgiri’deki kıyım da, tarihsel belleklere vurulan prangalara önemli bir örnekti. 1937-38 Dersim soykırımıyla „barbarlar“ uygarlaştırılıyordu. Böylece Kürdistan’ın işgal ve ilhakıyla sömürgeleştirilmesi, emperyalistlerin bizzat çizdiği çerçeve perspektifiyle, Sykes-Picotlarla tamamlanıyordu.
Osmanlı’dan TC’ye soykırım ve katliamlar, istisnalar hariç, münferit ve tesadüfi, sadece bir kralın-padişahın, bir başkan ya da başbakanın, bir bireyin, bir düzen partisinin, asla özel ve salt şahsi bir tercihi değil; Türk egemenlerinin tek ulus ve İslam devleti projelerinin, ortak paydasıydı. Bu planda, egemen sınıfların tüm blokları ve klikleri birleştiler. Tekçilik, “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek inanç, tek dil” bugün de olduğu gibi, dün de tüm Türk egemenlerinin ortak referansı ve yönelimiydi. Herkes Türkleştirilecek ve herkes Müslümanlaştırılacaktı. Zira öteden beri, İslam bayrağı altında bütün Müslümanların söz de kardeşliği, ortak harçlarıydı. Türk ve Müslüman olmayanların, her türlü varlığının talan edilmesi, Tanzimat’tan bugüne Türk ulus devlet projesinin, stratejik bir karakteristiğidir. Bunun biraz daha eskilere dayandığını da vurgulamak isteriz.
Hem devlet ulusu, hem de ulus devleti, homojen ulus projeleri vb tümü, kapitalist pazarın ihtiyacı olan argümanlardır. Ulusal eşitsizliklere, tam hak eşitliği zemininde son verme yerine, anayasal burjuva devlet yurttaşları eksenindeki yönelim, fiili eşitsizlikler ortamına rağmen hukuki sözde özgür yurttaş, kapitalist sömürüyü gizleyen bir perdedir. Ulus, bazılarının iddia ettiği gibi bir inanç birliği, bir zihniyet birliği falan değildir. Ya da eşitsizlik ve imtiyazlılık gerçeğine rağmen cins, renk ya da sınıfın kaynaştığı bir kategori de değildir. Emile Durkheimcı, bu tür tek bir ulus yaratma zihniyeti Kemalistler’in, Mussoliniler’in de rehberiydi. Mussolini’nin bu temeldeki korporatif çizgi ve pratik yönelimini, herkese hatırlatmak isteriz. Zira bu faşiste göre ezen ile ezilen, zengin ile yoksul, proletarya ile burjuvazinin çıkarları bir ve aynıdır ve de korporatif devlet anlayışı ve politikasıyla, bu kaynaşma sağlanabilir. Türk ulus devletçi, tekçi faşist Kemalist egemenlik sistemi “köylü milletin efendisidir” söylemleri ile tam bir aldatma operasyonu ve büyük bir demagoji eşliğinde kendisini inşaya girişmiştir. “Gericiliğe karşı batılılaşma ve modernleşme” hamleleriyle, çökertme operasyonları devreye sokulmuştur. Ve böylece, üzerinden yükselen coğrafya; burada yaşayan ve bizzat bu coğrafyanın gerçek sahipleri olan topluluklar, uluslar ve halkların kıyımdan geçirilmesiyle kan deryasına dönüştürülmesi olmuştur.
Soykırımın fiziksel olarak yok edemediği ama, kılıç artığı olarak “yaşayan ölü”lere dönüştürdüğü kadınlar!
Fiziki ve kültürel soykırımda kadın olmak, ayrı ve başlı başına özel bir konu ve problemdir. Zira kadın bilinci ve bedeni de dahil, en onulmadık işkence ve zulümlerle açılan yaraların sarılması ve tedavisi daha zordur ve daha bütünlüklü bir yaklaşımla ele alınmasını gerektirir. Soykırımda Ermeni kadınlarına yönelik vahşetin boyutu, oldukça derindir; adeta insanı insanlıktan çıkararak, tam bir yıkımla çökertme operasyonudur. Geride kalan Ermeni kadınlar ve kız çocukları ise, tam bir kimliksizleştirilme saldırısına maruz bırakılmış ve celladına bütün yönleriyle teslimiyete zorlanmıştır. Onların yaşadığı, tarifsiz acılarla, bir de utanç eşliğinde, celladına karşı çığlıksız boyun eğme ve paradoksal bir sendrom halidir. Yaşanan acı gerçekler, adı sanı, tarihi ve ulusal kimliği, inancı ve emekleriyle yaratılan değerlerinin, buzlu sulara gömülerek tarihten topyekün silinme ve yok edilme operasyonudur. Yaşananlar, büyük bir trajedidir. Hem varsındır, çünkü soluk alıp verirsin, hem de yoksundur, çünkü kimliğin, kişiliğin, tarihin, kültürün yani her şeyin yada hiçbir şeyin, artık yoktur. Tam bir belleksizleştirme operasyonu ile “soykırım artığı” olarak, sadece cismen varlığına izin verilmiştir. Onmaz acılarla yoğrularak kökten bitirilme seferberliği, ama aynı zamanda sürekli sineye çekilen ve bir parça ya da en küçük bir anın dahi hatırlanmak istenmemecesine, nefretle karışık akan gözyaşlarıyla, sel olup deryalaşarak kendinden geçiren ruh halleri. Sözün bittiği yer, burası olsa gerek. Soykırımda kadın olmak, işte böylesi karanlık dehlizler içerisinde, tüm dillerin varamadığı, söylenecek sözlerin hala bulunamadığı bir durumdur. Bu düzlemde soykırıma uğrayan ve kimliksizleştirilerek tam olarak ötekileştirilen kadınları, bin kere, milyon kere anlamaya çalışmalı ve değerlendirme yaparken, buna göre oldukça hassas olunmalıdır. Çünkü orada, sadece çifte sömürü yoktur, bellekleriyle birlikte topyekün kırımdan geçirerek, tarifi imkansız hale getirme durumu vardır.
Asimilasyonun en kirli yüzü; katliamcı ve soykırımcı sisteme entegre etme!
Jön-Türkçü ve İttihatçılığın devamı; resmi Türk tarih tezi, güneş dil teorisi, tekçi ve ilhakçı ulus devlet paradigması, inkarcı gericiliğin ve bütün türevleri-tüm yönleriyle sistematiğinin ürünü olan TC, böylesi bir genetik dokudan kaynaklı bir Ermeni çocuktan, masum olarak doğan bir bebekten, Sabiha Gökçen adında bir katil yaratmıştır. Bir Ermeni olarak doğan Gökçen’in gerçek ismi, Hatun Sebelciyan’dır. Faşist TC, aynı zamanda devşirme politikasıyla da, işte böyle kirli ve karanlık bir tarihe sahiptir. Sabiha Gökçen, 1938‘de, tekçi faşist Türk devletinin katil bir pilotu olarak, Dersim soykırımında görev almıştır. Sonra da, çağdaş- modern Türk dünyanın, ilk kadın savaş pilotu hezeyanlarıyla, İstanbul‘da havaalanına ismi verilmiştir. Ancak özel konseptlerle ’’enderun mekteplerinde’’ yetiştirilerek ezen ve sömüren iktidarların, sadık birer koruyucusu haline getirilen, farklı milliyetlere mensup nice insanın, sistem içerisinde aldıkları pozisyon ve işledikleri suçlar, onların özel suçları olarak telakki edilemez. Belirli bir yetişme durumu sonrasında, artık insanlar farklılaşmış ve azınlık ve onların özel mülkiyet temelindeki devlet iktidarı ve organlarının bileşimi olan çarkın dişlileri haline gelmişlerdir. Osmanlı’dan TC’ye devşirme konsepti, yeterince kavranmak durumundadır. Bugün de devşirme çizgisi, özü ve yöneliminden hiç bir şey kaybetmeden sürdürülmektedir. Yani devşirilerek, düşmanlaştırma ve karşı-devrimcileştirme durumu devam etmektedir.
Karşı-devrimci taktikler ve manevralar ile, tekçi faşist Türk egemenlik sistemi ve sözcüleri, bugün ikili bir çizgi ve siyaset izleyerek, ezilen ve sömürülenleri manipüle etmek istemektedir. Faşist devletin başına getirilen zat, bir yandan “affedersiniz bana Ermeni dediler” diyerek, hala aynı zihniyetini korurken, diğer yandan ise Ermenilerin katledilmesi karşısında ’’üzüntüsünü’’ dile getirmekte ve yaşananlar karşısında Ermenilerin acılarını paylaştıklarını deklere etmektedir. Aynı şekilde Dersim meselesindeki “özürlerde” de görüldüğü gibi, kimi zaman bir havuç siyaseti izlemektedirler. Bu yolla kendi beyaz Ermenisini, Kürdünü, Romenini, Alevisini yaratma planı ve amacı gütmektedirler.
Bu temelde de, sömürü ve zulüm sisteminin bir parçası-bileşkesi ve temsilcisi haline gelme durumu vardır. Etyen Mahçupyan, Sünni Türk-İslam temelli faşizmin yeniden yapılanmasında, bilfiil yer almıştır. Daha yakın zamanda, dönemin başbakanı Davutoğlu’nun baş danışmanı olarak, dedelerini soykırımdan geçiren faşist devlete, aktif olarak hizmet etmiştir. Bunlar, işbirlikçilikte ve uşaklıkta sınır tanımaksızın, adeta birer “beyaz Türk” olarak efendilerine hizmet etmekte kusur etmemişlerdir. Yine aynı şekilde Jön-Türkçü ve İttihat-Terakkici, Ermeni ticaret burjuvazisinin bir kesiminin, Ermeni soykırımında ’’beyaz Türk’’ olarak rol oynadığını da, vurgulamakta yarar vardır. Bu bilinçle ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci, sosyalist ve komünistlerin, bu ve buna benzer kişilere yönelik mücadelesi, aynı zamanda onların sistemlerine ya da tersten ifadeyle bu temeldeki sisteme karşı, mücadeleden kopartılamaz. Dolayısıyla sömürü ve zulmün kurulu düzenine karşı mücadele, aynı zamanda onun her bir parçadaki bileşkesi ve uzantısına yönelik mücadele olarak da anlaşılmalı ve bu durum asla gözlerden ırak tutulmamalıdır. Kabul edilmeli ki kurulu düzene karşı mücadelede, ilk olarak karşımıza çıkacak olan-lar, hep o sistemin her bir alanda ve andaki parçaları-uzantıları olacaktır. Bunlar da kuşkusuz bireyler olabileceği gibi, kurumlar ya da kurum temsilcileri ve onların bizzat en yakın çevremizde veyahut da ulaşabileceğimiz en yakın hedeflerimiz arasında yer alanlar olacaktır. Kaldı ki işgal ve ilhak edilen, inkar ve imhalarla soykırımdan geçirilen başka bir milliyete ya da inanca sahip olup da, tekçi faşist Sünni Türk egemenlik sisteminin bir parçası haline gelmiş bireylerin, milliyeti ve inancına bakarak, böyle bir kurulu düzene ve sisteme hoşgörüyle yaklaşamayız. Düşkünleşmiş ve düşürülmüş insanlar üzerinden, sisteme hoş görüyle asla yaklaştırma eğilimlerine karşı, uyanık olmak zorundayız. Bu durumu, sınıf farklılıkları ve tekçiliği, bunların dayandığı bütün üretim ilişkileri ve bu temel üzerinden yükselen tüm gerici değer ve geleneksel fikirlerden bağımsız ele alamayız.
Soykırımlar ve katliamlar tarihiyle köklü bir hesaplaşma, ancak burjuva aydınlanmacı, ilerlemeci tarih anlayışı ile köprüleri atmaktan-köklü yıkmaktan geçer!
Ermeni, Rum, Asuri/Süryani, Kürt ve Dersim vb ile Anadolu ve Mezopotamya’da gerçekleştirilen kırımlar, katliamlar ve soykırımlar, feodalizme karşı bir uygarlık ve medenileşme, demokratikleşme (bazı sapkınlar gibi devrimcileşme) hamleleri ve girişimleri olarak, asla selamlanamazlar. Bu temelde geliştirilen kapitalist ulus-devlet konsepti ve paradigması, asla kabul edilemez. Yüzyıllardır uygulanagelen bütün bu perspektif ve yönelimlerin, devrimci ve komünistler tarafından kesinlikle reddedilmesi, lanetlenmesi, ezilen ve sömürülenlerin tarihi olarak kabul edilmemesi gerekmektedir. Bilinir ki Amerika kıtasında da beyaz burjuvazi Amerikan yerlilerine karşı, uygarlık ve demokratikleşme hamleleri adına, katliam ve soykırımlarını gerçekleştirdi. İngiliz emperyalist-kapitalist ‘modern uygarlıkçılığı’, Avusturalya’daki Aborjinler’i kıyımdan geçirdi. İngiliz, Fransız, Alman vd emperyal devletler, dünyanın değişik bölge ve coğrafyalarındaki mazlum ulus, milliyet, azınlık ve değişik inanç gruplarına mensup toplulukları bu temelde kırımdan geçirdi. Dünyanın birçok bölgesindeki birikim ve zenginlikler, “coğrafi keşifler” vs denilerek burjuvazi tarafından gaspedildi. Buraların yerli halkı ve kadim toplulukları köleleştirildi, kıyımdan geçirildi. Osmanlı ve TC’ de, başta kendi gerici egemenlik paradigması olmak üzere, akabinde de emperyalist efendilerinden aldıkları icazetle, aynı perspektif ve yönelimle, Anadolu ve Mezepotomya topraklarındaki kadim toplulukları kılıçtan ve kırımdan geçirerek, bu coğrafyayı çoraklaştırmıştır. Böylesine karanlık tarihi gerçekliklere rağmen, nasıl işgal ve ilhak; baskı ve zulüm; asimilasyon, inkar ve imha; katliam ve soykırımlar demokratikleşme ve uygarlaşma hamleleri olarak meşrulaştırılabilir ki? Gerici feodal-despotik Osmanlı imparatorluğunun kıyımları, nasıl uygarlık ve atılım hamleleri olarak telakki edilebilir ki? Emperyalist- kapitalist dünyanın ve onun bir parçası haline gelen Osmanlı ve TC’nin şimdiye kadarki bütün vahşetleri ve eylemleri, nasıl alkışlanabilir ki? Jön-Türk, İttihat-Terakki ve Kemalist cumhuriyetçi, tekçi burjuva faşist paradigma ve onların katliam ve soykırımları, sömürge ve ilhakçılıkları nasıl alkışlanabilir, desteklenebilir ve meşrulaştırılabilir ki? Tüm bu yaşanan katliam ve soykırımlar, nasıl burjuva medeniyetçi paradigmayı ilerici kılabilir ki? Yakın süreçte cereyan eden “bana Kürtler ile Türkler’in eşit olduğunu asla söyletemezsiniz” diyen ırkçı faşizme, nasıl hoşgörüyle bakılabilir ki? Devrim ve sosyalizm, nasıl yüksek düzeyde gelişmiş üretici güçler çerçevesiyle sınırlı bir biçimde tasavvur ve telakki edilebilir ki? Bu şekilde gerçekleştirilen vahşetlerle, burjuva cumhuriyetçi kalkınma strateji ve modelleri, nasıl ilerici devrimci görülebilir ve selamlanabilir ki? Katliam ve soykırımdan geçirilenlerin son derece haklı, meşru ve sonuna kadar demokratik direniş ve mücadeleleri, nasıl burjuva cumhuriyet ve ulus-devletlere karşı ilkellik, gericilik ve barbarlık olarak telakki edilebilir ya da böyle kabul edilebilir ki? Bütün bu yaşanan vahşetler, inkar, imha ve kıyımlar, nasıl ezilen ve sömürülenlerin tarihi olabilir ki? Hayır, asla olamazlar. Bunun için kendisine insanım, tutarlı bir demokratım, ilericiyim, devrimciyim, sosyalist ve komünistim diyenin, akıl tutulmasına girmesi gerekir. Bunun için insanlıktan uzaklaşması, tekçi faşist bir zihniyete sahip olması gerekir. Bunun için, insanın kendisine ve tabi ki emeğine yabancılaşarak, düşmanlaşması gerekir.
Ezilen ve sömürülenler, mücadelenin; egemen güçler ise katliam, imha ve soykırım suçunun failidir!
Onlar, yani düşmanlarımız, ne kadar ezilen ve sömürülenleri çeşitli argümanlar ve gerekçelerle fail olarak ilan ederlerse etsinler (ki zulme, sömürüye karşı mücadele etmek, ezilen ulusun özgürlük arayışı fail olmaktır), biz komünist devrimciler de biliyor ve anlıyoruz ki, ezilen ve sömürülenlere karşı baskı ve zulüm, inkar ve imha, asimilasyon ve genel-özel politikalar, katliam ve soykırım düzeneği ile kendi özel mülkiyet temelindeki azınlık-sınıf çıkarları ve tekçi, gerici ideolojik politikalarını hayata geçirmektedirler. Düşmanlarımız, ezilen ve sömürülen kitleleri fail olarak göstererek kırımdan geçirirken, bizler ise bütün bunlara hayır diyerek, bizzat ezilen ve sömürülenlerin doğrudan savaşımıyla, bu azınlık diktatörlük sistemlerine karşı olduğumuzu ilan ederek, farklılığımızı ortaya koyuyoruz. Düşmanlarımız, ezilen ve sömürülenleri suçlu görür. Zira onların egemenlik sistemlerine karşı, mücadele eden faillerdir onlar. Evet mücadele eden ezilen ve sömürülenler faildir; ama nasıl? Ezilen ulus, etnik ve dinsel/mezhepsel toplulukların kendi kaderlerini ellerine almak için, işçi ve emekçilerin, sömürü düzenini yıkmak için ayağa kalktığı yerde, elbette bir faillik durumu vardır. Bu durum hiç kuşkusuz, sadece mağduriyet üzerinden tanımlanamaz. Diğer yandan, bir de özel mülkiyet dünyasını korumak ve kollamak için tüm katliamları, soykırımları, baskı ve imha saldırılarını yapanlar vardır. Bunlar da faildir; katliam, imha ve asimilasyonun, soykırım suçunun failleri.
Bizzat tekleştiren ve ötekileştirenler orta yerde dururken, bir orman gibi kardeşçesine, tüm farklılıkları ve renkleri, tamamen kendi öz ve içerikleriyle kabullenerek bir arada yaşayan, çok yönlü ve kültürlü, seküler-komünal bir yaşam ve topluma karşı kim-ler daha yakın durmaktadır? Bu düzlemde modernite denilen şey de nedir ki? Bilinmeli ve kabul edilmeli ki “barbarlık ve yabanıllık”, “doğallık ve özgüç-öz yönetimcilik”, ’’öz irade ve özgür iradecilik’’, “ayaktakımı, baldırıçıplak, çapulcu” gibi kavramlar, aslında tam da bizleri yani kendi öz ve içeriklenen durumumuzu göstermektedir. Bütün bunlardan asla gocunmadık, gocunmuyoruz da. Varsın bize ilkel, yabanıl vs desinler. İşte bu sebepten ötürüdür ki, dünyamızda toplumların bağrında, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum ve dünya tasavvuru babında, çok daha ileri eğilimler taşıyan nüfus bileşenleri, grupları, ne yazık ki modernleşme projeleri ya da argümanlar uğruna, kırımdan geçirilmişlerdir. Ermeni soykırımını da, bu kapsamda ele almak gerekmektedir. Ermenilerin, ekonomik alt yapı ve bunun üzerinden yükselen üst yapının çeşitli özellikleriyle, yaklaşık yüz yıl önceki verili objektif koşulları itibariyle, o dönemki yaşanan toplumsal konjonktürde oldukça ileri ve nitelikli bir durumu söz konusudur. İşte bu niteliğinden ötürüdür ki onları, kendi özel mülkiyet dünyası ve çıkarlarına katmak isteyip de harekete geçen, karanlık dünyanın zebanileri tarafından, alt yapı ve üst yapı kurumları talan edilmiş ve kendi gerici sistemi ve ilişkilerine adapte edilerek içerilmiştir.
Yaşananları, adlı adınca anmak ve soykırımcı geleneğin sürdürücüleri ile mücadele!
Kapitalizmin ihtiyacı olarak vatan denilen pazar, ekonomik politika olarak görülmek durumundadır. Bütün bu gerici tarih ve sözde uygarlıkçı, burjuva medeniyetçi paradigma, teşhir ve tenkit edilmesi gerekirken, ne yazık ki hala ondan çeşitli biçimlerde medet umanlar az değildir. Bizzat sorunların kaynağı olan ve hala sorun yaratarak eşitsizlikler, inkar ve imhalara rağmen, tekçi egemen ulus devlet konseptli projelere, biat çağrıları yapılmaktadır. Buna paralel faşist TC’ye “bu acılı tarihle yüzleşme” çağrısı yapılmaktadır. Ve yine uluslar arası sermaye güçleri ve lobilerine yaranma eğilimi gösterilerek, “barışçıl yol” ya da “pasif direniş” eksenli mücadele salık verilerek, tam da emperyalist kapitalizmin hali hazırdaki, eşitsiz ve tekçi, düzen içi sınırlarına entegre olma çağrıları ve nakaratları yinelenmektedir. Şıracının şahidi bozacı misali, tarih boyunca günümüze kadar, bütün zulüm ve sömürü politikalarının bizzat yaratıcıları ve ortakları, kesinlikle çözüm projesi kapsamında görülemez, kabul edilemezler.
Yüksek Ermenistan Platosu ve ondan çok daha öncesinden ise Hay olarak bilinen Batı Ermenistan coğrafyası, Anadolu, Mezopotamya ve şimdiki adıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın kadim halklarına yönelik Ermeni, Asuri/Süryani, Rum soykırımının 105. yılında, komünist devrimcilerin görevlerinden biri de, yüzyılı geçen süreçtir inkâra karşı çıkarken, gerçekleri doğru olarak sürekli dile getirmektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve ardılı olarak devamında bugünkü Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, egemen güçlerin içerisinde yer aldığı İttihat- Terakki örgütlenmesi ve Türk burjuvazisi tarafından gerçekleştirilen Ermeni, Asuri/Süryani, Rum soykırımını haklı çıkaracak veya izafileştirecek hiçbir gerekçe olamayacağı gibi, bu şekilde asla mazur da gösterilemez.
Aynı zamanda soykırım inkârı da, insanlığa karşı işlenen suça ortak olma anlamında, aynı derecede bir suç olarak kabul edilmelidir. Soykırımın olmadığı ya da başka şekillerdeki istenmeyen vs acı olay, felaket, büyük felaket vb demek veya tehcir nedeniyle meydana gelen kıyımların tarihsel özelliği olmadığı ve devletin, düşmanla işbirliği yapan isyancılara karşı girişimlerini, meşru müdafaa ve olağan-normal sonuçlar ve gelişmeler şeklinde savunular içerisinde olmak, düşünce özgürlüğü şeklinde tasavvur edilebilecek bir hak olarak bile, kabul edilemez. Bütün bunlar, büyük bir yalancılık eşliğinde yürütülen, demagojik kuşatmadır. Bu tür iddialar, değerlendirmeler ve savunular açık ki, tarihsel, somut, nesnel gerçekleri tersyüz eden ırkçılık, iftira ve suça teşvik suçu olarak görülüp değerlendirilmelidir. Nitekim, yoğun kamuoyu baskısı nedeniyle, bazı emperyalist-kapitalist ülkelerde, soykırım reddi, suça tekabül edecek şekilde yasalaştırılmış ve böyle değerlendirilmektedir.
Ezen ulus şovenizmi ile ezilen ulus milliyetçiliğine yaklaşımda, mihenk taşıdır İbrahim Kaypakkaya!
Hiç ezen ulusun şovenizmiyle, ezilen ulusun milliyetçiliği, bir ve aynı görülebilir ya da tasavvur edilebilir mi? Hiç, ezen Türk ulus şovenizminin, mesela ezilen Ermeni ulusu ya da Kürt ulusuna yönelik faşizmi, inkar ve imhası, katliam ve soykırımları meşrulaştırılabilir mi? Bilinmeli ki ezen ulus şovenizmi, faşizmin ta kendisiyken, ezilen ulus milliyetçiliği ise ancak gericilik olarak değerlendirilebilir. Ama aynı zamanda ezilen ulusun, son derece meşru ve demokratik, kendi kaderini tayin hakkı görülmek ve kabul edilmek zorundadır. Peki ezen ulusun milliyetçiliğinin-ki şovenizm ya da faşizm daha doğru ve yerinde bir nitelemedir-, neresinde bir meşruluk ve demokratiklik bulunabilir ki? Asla bulunamaz ve bu yönüyle ezen ulus şovenizmi de, hiçbir suretle selamlanamaz ve alkışlanamaz. Selamlayan ve alkışlayanların bilinci ve vicdanı, şovenizmle kirlenmiş kara yüzlerdir. Diğer ulus ve azınlıklara uygulanan milli baskı politikaları, kesinlikle en küçük bir içerik ve biçimde dahi olumlanamaz. Kaypakkaya yoldaş’ın, Şeyh Said hareketiyle ilgili “İngiliz emperyalizminin parmağı dahi olsa, ezen ulus şovenizmini asla meşrulaştıramayız” diyen sözleri, devrimci mirasımızda önemli dönemeçlerdendir. Kaypakkaya yoldaşın bu anlayış, çizgi ve izlediği politik tutumu, biz komünist devrimcilere önemli stratejik bir referans ve rehberdir, yolumuzu aydınlatmaktadır. 1970’lerdeki komünist devrimci hareket; Ermeni, Kürt, Dersim vd katliam ve soykırımlara bu temelde karşı çıkmış, Jön-Türkçü, İttihatçı ve Kemalist cumhuriyetçi mirası, kökleriyle reddetmiştir. Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddinler, Babailer, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Rumlar, Ezidiler, ezilen Kürt ulusunun isyanları vd lerinin ilerici, kahraman, demokratik ve devrimci miraslarını sahiplenmiştir.
Hiç kuşkusuz ki bu durum, mevcut dünya, Türkiye ve Kuzey Kürdistan gerçekliğinde, güçlü bir tarih bilinci ve tarihsel kopuşu da ifade ediyordu. Bu kopuşun önderi ve devrimci komünizmin özüne sarılan Kaypakkaya yoldaşın devrimci metoduyla, geçmiş ve dönemin gerçekliklerini çözümleme gücünün üzerinden atlayamayız. Kaypakkaya, diyalektik materyalizmin bilimsel ideoloji ve perspektifine, felsefe ve politikasına yaslanarak, ezilen ve sömürülenlerin ilerici, demokratik, devrimci ve komünist tarihini, kendi tarihimizin geçmiş öncelleri olarak kabul etmiştir. Bu temelde önder Kaypakkaya yoldaş, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı ve Avrupa merkeziyetçi, üretici güçler temelli kalkınmacı ve ikameci, reçeteci bütün paradigmalara ve onların tarih anlayışı, çizgi, felsefe, ideoloji, siyaset ve kültürlerine karşı gelerek stratejik olarak, komünizmin bayrağını yükseklerde dalgalandırmıştır. Onun için tekçi faşist Sünni-Türk İslam devleti ve bütün kaşarlanmış ve ufkunu revizyonist tezlerle karartmış ve yelkenlerini düzeniçi-sistemiçi tezlerle doldurmuş bilumum reformistler, Kaypakkaya’nın görüşlerini itibarsızlaştırmak için, elinden geleni ardına koymamıştır. Ama ezilen ve sömürülenlerin son derece haklı, meşru ve sonuna kadar demokratik, ilerici gerçek tarihi üzerinden yükselen Kaypakkaya’nın değerinden, zerre kadar bir parça koparamamıştır. Zayıflatmanın aksine Kaypakkaya’nın çizgisi, tezleri ve perspektifi bugün de, üzerinden yükselmemiz gereken doğru ve bilimsel temel ve yöntem olarak, yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir.
Nitekim Kaypakkaya önderliğindeki bu nitel çıkış, çok geçmeden karşılığını bulmuş ve Orhan Bakır, Nubar Yalım, Manuel Demir, Hırant Dink, İmam Boztaş, Nubar Ozanyan ve ismini sayamadığımız Ermeni devrimci ve komünistler, mücadele saflarında yerlerini almıştır. Komünist devrimciler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini öngörürler ve bu temelde ezilen ve sömürülenlerin tarihinin, ilerici yönlerini de kendilerine referans alırlar. Bu temelde yol üstünde kadavralara karşı da, genetik kodları üzerinden yükselerek, mücadelelerini doğru ve bilimsel olarak güncelleştirirler. Bu bilinçle, tarihin ve insanlığın başına gelmiş en büyük kıyımlardan biri olarak Ermeni soykırımını lanetlerken, Ermenilerin ve diğer bütün ulus, azınlık milliyet ve ezilen inanç kesimlerine yönelik tarihi haksızlıkları kınıyor, somut ve güncel haklı talepleri ve en demokratik meşru haklarını savunuyor ve mücadelemizin bir parçası olarak görüyoruz.
Tarih okumasını, zamanın ruhuna ve özüne uygun olarak, sürekli doğru yere oturtma uğraşı içerisindeyiz. Yıllarca Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a komünist fikirlerin ilk olarak, Mustafa Suphiler tarafından taşındığı yönlü yanlış anlayışı savunduk. Fakat yaşanan tarihi gerçeklikler komünist fikirlerin, sistematize olmasalar da, M. Suphilerden önce de var olduğunu açığa çıkarmıştır. Komünist Manifesto, Suphiler’den önce, Ermeni komünist aydınlar tarafından çevrilmiş, ancak yayınlanması egemenlerce yasaklanmıştır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, Komünist Parti Manifestosu’nu ilk çeviren Ermeni sosyalistlerine, 15 Haziran 1915’de İstanbul’da asılan Ermeni sosyalisti Paramaz Sarkisyan ile 19 yoldaşına ve yasaklı Türkiye Komünist Partisi’nin Ermeni üyelerine, bugünlere kadar devrimci sosyalist ve komünistler içerisinde saflarını alan yiğit Ermeni devrimci ve savaşçı yoldaşlarımıza şükranlarımızı vurgulamak isteriz. Kızıl anıları önünde bir kere daha eğilirken tüm inkar, imha, katliam ve soykırımların hesabını da sorma bilinciyle, devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesini sürdürme kararlılığımızı ifade etmek isteriz.
Biz komünistlerin tutumu!
Bilinir ki uluslar, ulusal baskı, ulusal eşitsizlikler, kapitalizmin yaratıp gündemleştirdiği olgulardır. Bunlar elbette sonsuz-sürekli kategoriler değil, tamamıyla tarihsel bir durumun ifadesi ve gerçeklikleridir. Komünist devrimciler, bu yaşanan olguların bilincindedirler ve ulusal eşitsizliklerin de amansız düşmanıdırlar. Hiç şüphesiz ki komünist devrimciler, ulusçu da değildirler. Ama başka ulusu ezen egemenlere, kardeşlik ve enternasyonalizm bayrağını yükseltenler seyirci kalamazlar. Ulusal hareketlerin dinsel, kültürel, anayasal haklar, özerklik, federasyon biçimli yönelimlerinin, kapitalizmin dışına çık(a)mayan gerçeğine rağmen, ezen ulus egemenlerine yönelen mücadelesinin meşru ve demokratik yanını, tabi ki görmekteyiz. Tam da bu perspektiften kaynaklı olarak, günümüz koşullarında Kürt ulusal hareketinin bazı çizgi hatalarına rağmen, ortaya konan taleplerinin meşru ve demokratik yanlarının bulunduğu ve bu yanıyla, ilkesel olarak desteklediğimizi özellikle vurgulamak isteriz. Dün Şeyh Sait önderliğindeki Kürt ulusal hareketine yön veren feodal dinci dokusu ve çizgisine rağmen, Türk egemenlerine yönelen isyanı, meşru ve demokratikti. Aynı şekilde milliyetçilik ve gerici dinsel doku ve çizgilerine karşın, çeşitli düzeylerde baskı ve sömürüye tabi tutulan, işgal ve ilhak altına alınarak katliam ve soykırımdan geçirilen ezilen milliyetler ve çeşitli inanç grupları ve hareketlerinin, Türk egemenlerine yönelik, meşru ve demokratik yanlarını desteklemek gerekiyor. Bu destek, basit bir olgu olarak tasavvur edilemez ve son derece tarihsel arka planı da olan, ideolojik politik bir dokuya sahiptir. Bu düzlemde, ezen tekçi faşist Sünni-Türk İslam eksenli ulus-devlet konsepti ve diktatörlüğünü lanetlerken, ona okun sivri ucunu yöneltmeyi de ihmal etmedik, bugün de edemeyiz. Komünist devrimciliğin, doğru ve bilimsel bir gereği olarak burjuva cumhuriyetçiliği, kapitalist uygarlığı, kapitalist pazarın gelişimini, burjuva aydınlanmacı çizginin kalkınmacı-ilerlemeci argümanlı uygarlık siyasetini ve paradigmasını önceki süreçlerde olduğu gibi, şimdi de reddediyoruz. İlericilik gericilik, laiklik anti-laiklik, devrimcilik yobazlık ayrımını, üretici güçlerin gelişme seviyesiyle ele alanlardan asla olmadık. Bugün de Kürt ulusal hareketine, onun kimi yanlış bulduğumuz yönlerine rağmen, onun hangi biçimde olursa olsun haklı-meşru ve demokratik tüm taleplerine karşı, ilgisiz kalmadık-kalamayız, kalmıyoruz da.
Tarihin her bir evresi-aşaması ya da kendi verili koşullarında, yaşanan kıyımların salt tarihte kalıp, tarih okumalarıyla sınırlı bırakılması anlayışı da, oldukça tehlikeli bir yanlışı barındırmaktadır. Yaşanan inkar, imha, katliam ve soykırımlar “geçmişte-mazide kalmıştır” ve artık bu tür sorunlar “tarihçilerin” konusudur deniliyorsa, bunun ideolojik ve siyasal arka planı ve günümüzdeki devamcıları-ardıllarının kimler, hangi sınıf ve sınıf kesimleri ve onların siyasal iktidarı olduğu gerçekliği örtbas ediliyor demektir. Ve bugün, dünün özü ve içeriğinden esaslı bir değişikliğin olmadığı gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda, günümüz egemen sömürücü sınıfların ecdatlarını bilmemizi de sağlayacaktır.
Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında Ermeni, Asuri/Süryani, Rum soykırımı özgülünde, yaşanan soykırımlarla tarihsel ve toplumsal yüzleşmenin ve hakların iadesi önündeki en önemli engellerden biri de, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki Sünni-İslam ve muhafazakâr çoğunluğun varlığı ya da başat olma gerçekliğidir. Önceki dönemlerin egemen sınıfları ve iktidarlarının gerçekleştirdiği soykırım(lar)a, aynı coğrafya(lar)da ve aynı dönem(ler)de yaşayan Türk, Kürt, Alevi ve diğer milliyetler ve mezheplerden Müslüman ahalinin doğrudan ya da dolaylı katılımları söz konusu olmasaydı, soykırımlar bu derece olanaklı olamazlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun her sınıftan, her milliyetten ve değişik mezheplerden Müslüman kesimlerin büyük bir çoğunluğu, katliamlar ve soykırımlara doğrudan katılarak, soykırımların bir parçası olarak ya da onlara göz yumarak, sessiz kalarak; yerlerinden edilen Ermeni vd komşularının mallarına ve mülklerine zorla el koyarak veya el koyulmasına sessiz kalarak, işlenen bu vahşi insanlık ve savaş suçunun suç ortağı olmuşlardır. Bazı Alevi, Kürt, Kızılbaş vb Müslüman köylerde veya tehcir yollarında, Ermenilere çeşitli biçimlerde yardımda bulunulması, bu somut nesnel gerçeği değiştirmemektedir. Bu bilinçle devrimci komünistlerin önemli bir görevi de, bu somut gerçeği tüm açıklığıyla ifade etmek, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan değişik mezheplerden Müslüman ve İslam eksenli nüfusun bu gerçekliği bilmesini sağlamaktır. Bu eksende günümüzde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki kitleler içerisinde, tarihsel ve toplumsal bir yüzleşmeyi somutlaştırabiliriz.
Biz halkların, devrimci ilerici mirasını sahipleniriz. Zira tarihimizde böyle kahramanca ve onurla, gururla sahiplenebileceğimiz miraslar mevcuttur. Baba İshakların, Torlakların, Börklücelerin, Pir Sultanların, Şeyh Bedreddinlerin, Celalilerin, Çakırcalıların, Karayılanların, Ermenilerin, Rumların, Ezidilerin, Süryanilerin, Lazların, Koçgiri isyanının, Kürt ulusal hareketi ve azınlıkların zulme yönelmiş mücadelelerinin demokratik mirasını, Paramazlar, Suphiler, Mahirler, Denizler, Kaypakkaya ve Mazlumlar şahsında bedellerle örülü devrimci hareketin kazanım ve miraslarını, sosyalizm ve komünizm perspektifiyle sahipleniyoruz. Tekçi Osmanlı ve devamcısı TC‘nin ve söz konusu sistemlerin, egemen sınıf bloklaşmalarının ve kliklerinin hiçbir mirası, bize ait değildir, olamaz, olmayacak da! Söz konusu egemenlerin mirası, Hamidiye Alayları ile ezilenleri katletme mirasıdır. Köy koruculuğu ile Kürtleri birbirine kırdırma mirasıdır. Onların mirası Asuri, Ermeni, Keldani, Süryani, Rum, Türkmen, Ezidi, Kızılbaş vd lerine yönelik katliam ve soykırım mirasıdır. Ermeni ve Rumları tehcir mirasıdır. Kürtlere inkar, asimilasyon, imha ve katliam mirasıdır. Her milliyetten emekçilere, azgın sömürü mirasıdır. Onların mirası, emperyalizme uşaklık mirasıdır. Bu mirasla “kardeşleşmek”, sağ tasfiyeci uzlaşma anlamına gelmekle birlikte, suçtur.
Ezilen milliyetlere yönelik sosyalist çözüm projemiz; yerinde kendi kendini yönetme perpsektifidir. Bu perspektifle Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da azınlık milliyetlerin meşru, demokratik ve haklı taleplerini karşılayacak alt ve özgün programların oluşturulması ve bu bölge ve alanlarda, bu temeldeki programların pratik siyaset olarak örgütlenmesi yöneliminin oturtulması görevini öngörüyoruz. Bu kapsamda ilk olarak, şimdiden özel yayınların çıkarılması, yayınların çok dilli hale getirilmesine ağırlık verilmelidir. Ezilen milliyetlere mensup azınlıkların sorunlarında, kendi kendini yönetme perspektifinin, bu kitlelerin yaşam alanlarında ve pratik örgütlenmelerinde, dikkat edilecek ana unsur olarak işlenmesi ve işlerlik kazandırılması gerektiğini ve bu yönelime pratik çalışmalarımızda özel bir önem verilmesi gerektiğini belirtelim.
Emperyalist- kapitalist dünya sistemi ve onun stratejik uşakları, her bir toprak parçası, ülke, bölge ve yereldeki her türlü vahşeti ve çirkeflikleri, tüm tarihsellikleriyle yine sahnededir. Dünya halkları ve ezilen ulus ve inanç gruplarının eşit, özgür ve gerçekten yaşanabilir dünyası pekala mümkündür. Bunun için Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi ve emekçiler, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin son derece meşru ve haklı, silahlı devrimci savaşını yükseltelim.
Not: Tehcir (Deportation); tehcir veya zorunlu göç, politik, etnik veya dini bir topluluğu, devletin yasalarına dayanarak zorla başka yere götürmesi. Gidilen yerde bireysel yaşam hakkının kısıtlı olması, yaşam için gerekli olan gereksinimlerin sınırlı olması ve üretimden koparılması demektir.