12 Eylül’ün 42. yılında: Kontrgerilla nerede? – Mehmet Güneş

Türkiye’de derin devlet, askeri vesayet, darbecilik denilen tüm karşı devrimci faaliyetler, örgütlü faaliyetlerdir ve örgütü de kontrgerilladır. Türkiye’yi 12 Eylül’e kontrgerilla getirmiştir. Bugün Türkiye’de 12 Eylül’ü kontrgerillanın hazırladığı konusunda hemen herkes hemfikir ama bu kocaman örgütün nereye gittiği, ne olduğu bilinmiyor. Kontrgerilladan söz edilmiyor. Türkiye’yi 12 Eylül’e hazırlayan örgüt adeta uçup gitti. Türkiye 12 Eylül’e nasıl geldi? Binlerce suikast, pusu, sokak infazları ve kitlesel provokasyonlarla geldi. Söz konusu binlerce eylemi düzenleyenler, yönlendirenler kimlerdi ve şu an neredeler? Biraz geriye giderek, kabaca olayları hatırlayarak, bu sorunun cevabını araştırmaya çalışalım.

Türkiye’de siyasal güçler ve iktidarlar, Rus matruşka bebeklerine benzerler; hepsi birbirinin içinden çıkarlar. Birbirine ters, zıt akımlar değildir, genetik yapıları itibariyle hepsi aynıdır, birbirinin devamcısıdır. “Yeter, söz milletindir” sloganıyla kurulan Demokrat Parti, CHP’nin içinden çıkmıştır. DP’yi kuran Bayar-Menderes ikilisi ve arkadaşları, tek parti CHP’nin kodamanlarındandır. Tek partinin halka yaptığı zulmü ve sömürüyü dillerine dolamışlardır. Öte yandan ayrılıncaya kadar tek parti CHP’de başbakanlık, bakanlıklar düzeyinde görevli olarak bu politikaları uygulayan ve köşeyi dönenler de onlardır.

Bayar-Menderes’in bayrağını 1965’de Demirel devralmıştır. 1990’larda laik camianın yaşlı cengâveri pozisyonundaki Demirel, 1980’li yıllara kadar anti-komünist milliyetçiliğin ve İslamcılığın hamisi durumundadır. Zamanın Demirel’ini dinleyenler, bugünkü Tayyip konuşuyor zannederler. Demirel de Tayyip gibi %50, hatta yüzde ellinin de biraz üzerinde oyla iktidara gelir. Bugünkü tüm tarikat ve cemaatler, Demirel’in arkasında hatta partisinin içindedir. Demirel’in hem milletvekilleri arasında hem kabinesinde direkt veya dolaylı tarikat mensupları yer almıştır.

Demirel döneminde iki gelişme öne çıkar. Birisi tek parti döneminde savaş zenginliği, spekülasyon ve devlet vurgunculuğuyla büyüyen sermaye (Menderes döneminde uluslararası sermayeyle ilişki içinde tüm Türkiye’ye yayıldı ve büyüyerek tüm ekonomik hayata hakim hale geldi) Demirel döneminde holdingleşerek TUSİAD’ı oluşturur. İkinci gelişme de geleneksel kanalları içinde akan tarikatçı dinci birikim, siyaset sahnesine çekilirken ideolojik-politik ameliyeye tabi tutulur. İmam-hatiplerden ilahiyat fakültelerine eğitimli bir dindar kesim çoğaltılırken Komünizmle Mücadele Dernekleri, Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti türünden güçlü, sermaye ve devlet destekli bir ideolojik cephe oluşturulur. Türk-İslam sentezi bu dönemin en önde gelen hakim ideolojik rengidir. Daha sonra Refah Partisi olacak MSP de, MHP de, tasfiye edilen Gülen cemaati de, Komünizmle Mücadele Dernekleri de, MTTB de, Yeniden Milli Mücadeleciler de Demirel’in kanatları altındadır.

1960’ların ikinci yarısı, Türkiye’de yeni başka seslerin de güçlü olarak duyulmaya başladığı dönemdir. Şehirleşmenin hızla büyümesi, kapitalistleşmenin gelişmesi, sömürünün artması beraberinde bunların sonucu olarak işçi, köylü ve gençlik hareketlerini doğurmuştur. 1960’ın sonlarına doğru Türkiye tarihinde bir daha görülmeyecek boyutlarda yoksul köylü ve küçük üretici köylüler, toprak işgalleri ve üretici mitingleriyle hakları için yollara dökülürler. Bütün sanayi bölgeleri, grevler ve işgallerle sarsılır. Ayrıcalıklı ve iktidarlarla o döneme kadar çok keskin çelişkiler yaşamayan üniversiteliler, velinimetleri devlete ve patronlar düzenine isyan ederler. Bütün sert tedbirlere rağmen, ekmek ve adalet isteyen bu yeni sesler susturulamaz. Devlet güçleriyle ve yasal sınırlar içinde düzen bu mücadeleyi durduramaz. İşte bu dönemde 12 Eylül’e ve bugüne varan gelişmeler planlanır. Türkiye tarihinde ilk defa efendilere karşı koyan bir hak ve adalet damarı ortaya çıkmıştır. Bu, düzeni çok korkutur ve ezilmesi kararı alınır.

Türkiye’deki bu büyük hak ve adalet uyanışı ilkin 12 Mart faşist darbesiyle ezilmiştir. Sonrasında düzenin bütün güçleri ittifak halindedir. TC Devleti’nin polis kuvvetleri yetmemiş MHP ve Ülkü Ocakları üzerinden “Komando Kampları” kurularak devreye sokulmuştur. Komünizmle Mücadele Dernekleri bütün Türkiye’ye yayılmıştır. MHP ve Ülkü Ocakları’nın 12 Eylül’e kadar bütün Türkiye çapında cinayet, pusu, toplu kırım, toplu saldırılar dahil binlerce eylemi vardır. Hepsi “Ya Allah Bismillah Allahüekber” sloganlarıyla ve “Komünizme ölüm” naralarıyla, grev yapan işçilere, mahallelerde direnen kitleye, Alevilere ve devrimci gençliğe karşı eylemlerdir. Kontracılık bundan başka bir şey değildir. Bütün bu dönemler boyunca, bunların ABD’ye, İsrail’e, patronlara, zenginlerin arsızlığına, devletin zulmüne ve düzenin adaletsizliğine karşı tek bir  hareketleri yoktur. 12 Mart 1971’e gelen Türkiye’de kalın ve kesin hatlarıyla iki cephe vardır. Bütün düzen partileri Adalet Partisi, CHP, MHP, MSP, TÜSİAD, TİSK, TSK hepsi aynı cephedir. Bu cephenin arkasında ABD ve NATO vardır. NATO kanalıyla kontrgerilla vardır. Bütün bunlar belgeleriyle açıklanmış, yaşanmış ve tarih olmuştur. Ülkücü Bozkurtlar, Komünizmle Mücadele Dernekleri, MTTB bu cephenin paramiliter saldırı kuvvetleridir. Düzen cephesinin karşısında yalnız ve tek başına ekmek, adalet, onur için ayağa kalkan ve yeni oluşan devrimci güçler vardır. Henüz yeni filizlenmektedir, tecrübesizdir, toydur, hataları ve yanlışları çoktur. Ne karşısındaki düşmanı ne de bu halkı doğru olarak tanıyordur. Biraz yabancı, biraz taklit ve slogancıdır. Ama bütün bunlara karşın tepeden tırnağa azimli, cesur ve onurludur. Çılgınlık derecesinde cesur, ölümü tekmeleyecek kadar pervasız, bu düzene ve düzenin nimetlerine, düzenin nimetlerinden öteye düzen yapısının her şeyine tekme atacak kadar tok gönüllüdür.

Tekelci Türk burjuvazisi 1971 yılına gelirken hem kendi eski ayakbağı devlet bürokrasisi hem ortak olduğu toprak sahipleri ve mülk sahiplerinden kurtulmak için hedefe yeni canlanan ve serpilmekte olan devrimci güçleri yerleştirerek, emperyalizm ve NATO’nun içinde olduğu 12 Mart faşist askeri darbesini gerçekleştirdi. 12 Mart faşizminin hedefinde resmi açıklamasındaki “yükselen terör ve anarşi” teranesiyl devrimci güçler vardır. On binlerce işçi, öğrenci, ilerici ve aydın tutuklanmış, tüm devrimci güçler üzerinde TSK ve polis eliyle sürek avı uygulanmıştır. Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de katledildi. Deniz Geçmiş ve arkadaşları Ankara’da idam edildi. Sinan Cemgil ve arkadaşları Nurhak Dağlar’ında, İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır zindanında işkenceyle katledildi. İşkence ve sokak infazlarında da onlarca devrimci katledildi.

12 Mart darbesi iç ve dış koşulların zorlaması sonucu tüm programını uygulayamadan geri çekilmek zorunda kaldı. 12 Mart darbesine karşı tavır alan Bülent Ecevit, düzenin en parlak “sol” söylemlerle öne çıkan politikacısı oldu. 12 Mart’ın idam, katliam, işkence ve zindanlarla boğmak istediği devrimci güçlerin sesi tüm toplumda güçlü bir etki bıraktı. Türkiye tarihinde ilk defa devletin ve patronların dışında bir ses toplumsal vicdanı kıpırdatmıştır. Faşist darbenin ezdiği devrimci hareket, toplumsal alanda büyük bir birikim yaratmıştı. Yenilmiş, ama tüm Türkiye’nin özgürlük ve adalet arayan ezilenleri arasında kurtuluş ve gelecek için bir umut ışığı olmuştur. Devrimciler, bu birikimi görürler ama tam anlayamazlar; ama devlet ve düzen güçleri birikimin boyutlarının farkındadır. İşçi ve emekçi kesimlerin, yoksul köylülerin umut  arayışlarından, mücadelelerinden oluşan en büyük dalgadır bu. Ve Türkiye emekçilerinin bu büyük  şahlanışı Ecevit eliyle düzenin içine çekilerek boğulmuştur.

Bu devimci birikimi arkasına alan Ecevit ve devlet partisi CHP, tarihinin ve düzen siyasetinin en “sol” sloganlarıyla meydanlara çıkarak iki defa üst üste (1974-1977) birinci parti olarak seçimi kazanmıştır. Ecevit kurduğu iki uğursuz hükümetle, Türkiye tarihinde ilk defa düzene muhalefet için ayaka kalkan yoksulları ve emekçileri düzene ve sermayenin kollarına itmiştir. İş, ekmek, adalet, bekleyerek arkasına toplanan yoksul milyonları; zamlarla, emekçi düşmanı gözükara uygulamalarla, devlet ve düzene kölece bağlılığı ve demagojisiyle, kısa zamanda büyük bir moral çöküntüsüyle ve kurtuluş kapısı olarak gerisin geriye faşist düzen partilerine savurmuştur. Devrimci hareketi 12 Mart faşizminin uyguladığı katliam ve zulüm sadece geriletmiştir, ama asıl büyük sol potansiyel Ecevit eliyle  tasfiye edilmiştir.

1975 ve 1979’da Demirel sahnededir. Demirel’in Adalet Partisi, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş ile MSP ve MHP ile Milliyetçi Cephe Hükümetlerini kurar. MC dönemleri 12 Mart’ta yeniden düzenlenen Türklük ve İslam’ın devlet ve toplum hayatında yerleştirilmesi ve kontralaştırılması dönemidir. Bütün topluma ve tüm yaşam alanlarına devlet desteğinde amansız ve imansız bir savaş başlatılır. Bu savaşta düzenin bütün resmi ve sivil kurumları, maddi ve manevi güçleri, sahneye sürülmüştür. Sadece yerli gericilik değil, NATO destekli ve ABD-CIA patentli, (o dönem, benzerleri tüm ülkelerde uygulanan) kontrgerilla yöntemleri en gelişmiş ve en kitlesel biçimde bu ülkede uygulanmıştır.

12 Mart Faşist askeri darbesi, Türkiye’de yükselen emekçi, yoksul hareketleri ezip sindirirken Türk milliyetçiliği ve bir tür güdümlü İslam’ı yeniden yapılandırıp devlet ve sermayenin desteğinde güçlendirmiştir. Devrimcilerin imha edildiği, hapishanelere doldurulduğu tüm alanlar, bir tür hormonlanmış İslam ve sermayenin vurucu gücü Türk milliyetçiliği ile doldurulmaya çalışıldı.

‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleri

Türkiye’de, 1965’lerden başlayıp 12 Eylül faşist askeri darbesine kadar düşük yoğunluklu bir iç savaş yaşanmıştır. Bugünkü Türkiye siyaseti ve düzeni, tümüyle 1965-80 arasındaki çatışmalarda şekillenmiştir. Bugünkü ‘müesses nizam’ın temelleri o zamandan atılmıştır. Bizzat bu politikalar, Türkiye’yi 12 Eylül’e hazırlamıştır. Düzeni koruma ve düzen adına düzen dışı muhalefeti ezmek olan bu siyasetlerin ve faaliyetlerin ikinci ve nihai hedefi tartışmasız, net ve kendi ifadeleriyle faşist bir diktatörlük kurmaktır. Nitekim topluma karşı asıl gerekçe olarak bu çatışmalar gösterilmiş ve halk kitleleri 12 Eylül darbesine hazır hale getirilmiştir.

TC devleti tüm kurumları, valilikleri, kaymakamlıkları, emniyet teşkilatı, TSK, Özel Harp Dairesi; Nato ve Gladyo kontrolündeki kontrgerillanın emrine verilmiştir. Düzen partilerinin hepsi birer askeri kışla gibidir. Tarikatlar en dipteki ve en canı yanan kitleleri din, iman için savaşa ve devrimcilerin üstüne sürer. Cami ve kışla Türkiye tarihinde ilk defa karşıtlıklarını bir tarafa bırakır, düzen ve sermayeyi korumak için domuz topu olurlar. Bu dönemin en aktif ve saldırgan eğilimi, MHP ve Nurcu Fethullah Gülen tarikatıdır. Biri ırkçılığın diliyle öbürü Türkçü islamın kılıcıyla kanlı ve Amerikancı anti-komünist saldırganlığın öncüleridir. Devlet desteğinde tüm düzen güçleri, tam bir savaş düzeninde, devrimcilere karşı saldırıya geçerler.

Türkiye’yi 12 Eylül’e ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleri hazırlamıştır. Süleyman Demirel’in başını çektiği MC, Necmettin Erbakan’ın MSP’si ve Alpaslan Türkeş’in MHP’sinin 1975-80 arasında birlikte kurdukları iki koalisyon hükümetinin adıdır. Türk sermaye gericiliğinin bütün bölükleri bu koalisyonun arkasında saflaştılar. MHP ve Ülkü Ocakları, “Yeşil Kuşak” İslam’ının etkisindeki tüm tarikatlar, Komünizmle Mücadele Dernekleri, MTTB, arkalarında TÜSİAD olmak üzere düzen cephesinin savaş bölükleri olarak, 12 Mart faşizmine rağmen durdurulamayan emekçi ve devrimci güçlerin üzerine yürüdüler.

MC dönemleri, 12 Mart’ta yeniden düzenlenen Türkçülük ve islamcılığın devlet içinde ve düzende yerleşikleştirilmesi ve kontralaştırılması dönemidir. Türkiye sathında, bütün toplum kesimlerine dönük, topyekün savaş hazırlıkları bu dönemde başlatılmıştır. Düzenin bütün resmi ve sivil kurumları, maddi manevi tüm güçleri sahneye sürülmüştür.

MHP, bu kanlı savaşın ve bu güçlerin hepsinin öncüsüdür. CIA’de zamanında kontrgerilla eğitimi alan Albay Türkeş, kontrgerillacılığın sivil ve devlet kanatlarını birleştiren konumdadır. CIA desteğindeki düzen güçleri, tam bir savaş düzeni içinde halka karşı saldırıya geçerler. MHP silahlı ve gözü dönmüş bir kan dökücülük içindedir. Bu, o zaman çok bilinçli olarak söylemleştirilen iki tarafın (sağ-sol) kör bir çatışması değildi. Bu, bir düzen ve devlet aklıyla oluşturulmuş, arkasında uluslararası destek olan planlı bir saldırıydı. Sokağa hakim olarak, tüm düzene karşı muhalefeti boğmak istiyorlardı. Önceleri tek tek devrimci ve muhaliflerin sokak ortasında güpegündüz katledilmeleri, giderek toplu katliamlara dönüştü.

Kontrgerillanın aletleri bugün iktidardadır

Bugün müesses nizam olan üç güçlü akım tam olarak bu savaşın, Türkiye’nin emekçi ve devrimci yanını kıran kanlı savaşın içinden çıkmıştır. Bugünkü MHP de, bir dönem iktidar ortağı olan Fethullah tarikatı da, Millet İttiakı içindeki İYİ Parti ve diğer partiler de AKP de buradan geliyorlar. Bugün Türkiye devlet ve siyaset ortamına hakim olan bu akımların tarihlerinde, 12 Eylül işbirlikçiliği ve devrimci kırımından başka hiçbir şey yoktur. Doğuşları, beslenmeleri, büyütülüp savaşa sürülmeleri, tümüyle devlet ve sermaye eliyledir. Ve yalnızca ekmek ve adalet isteyenlere karşı savaştılar.

Herkesin lanetlemek için bugün yarış ettiği 12 Eylül, gökten zembille inmedi. Bugün, 12 Eylül suçlarına bulaşanlar, en küçük bir hicap duymadan darbe karşıtı, demokrasi kahramanı pozunda ortalıkta dolaşmaktadır. Bizzat 12 Eylül işbirlikçileri ve bugünkü varlıklarını 12 Eylül’e borçlu olanların 12 Eylül’ü yargılamaya kalkmaları ise her şeye tüy dikmiştir. Bugün siyasal alanı tümüyle kontrol edenler AKP, MHP, BBP, Tarikatlar, tasiye edilen Gülen tarikatı, toplumun 12 Eylül’e hazırlanmasında başrol oynadılar. Hiç kimse bu süreçte bunların saldırganlıklarını, kontrgerillanın aleti olarak provokasyonlardaki izlerini silemez.

12 Eylül bir NATO ve TÜSİAD darbesidir

12 Eylül, ABD ve NATO darbesidir. 12 Eylül, TÜSİAD darbesidir. 12 Eylül, TÜSİAD ve kontrol ettiği tüm siyasetler, tarikatlar, basın, devlet dahil Türk sağı denilen kesimlerin hepsinin darbesidir. 12 Eylül, MHP, Ülkü Ocakları, Türkçü Müslümanlık, tarikatlar ve MTTB üzerinden yürütülen kontrgerilla darbesidir. Bütün bu güçlerin desteğinde TSK darbesidir.

12 Eylül’ün içerdeki en büyük destekçisi, dayanağı TÜSİAD’dır. TÜSİAD demek devlet ve düzeninin tüm muktedir odakları demektir. Türk medyası demektir. TÜSİAD düzen demek, düzen partileri demektir, basın üzerinden ve ekonomik bayilikleri üzerinden tüm Türkiye’nin kontrolü demektir. TÜSİAD, 12 Eylül’e gelen tüm sürecin arkasında olduğu gibi, 12 Eylül sonrası bizzat holdingçi finans oligarşinin kendisi Koç, Sabancı vb.nin ağzından faşist darbecileri kurtarıcı olarak selamlamıştır.

12 Eylül’ün bir ABD ve CIA darbesi olduğu konusunda kimsenin bir itirazı yok.  Peki CIA, bu işi nasıl ve kimlerle yapmıştır. Herhalde Amerika’dan on binlerce ajan getirip yapmadı? CIA, birçok ülkede darbeler yapmış, komplolar tezgahlamıştır. Ama hiçbir yerde darbeleri, kendi başına yapmamıştır. Her yerde işbirlikçileri eliyle yapmıştır. Türkiye’de 12 Eylül’e gelişte CIA’ya, kontrgerillaya yardım eden işbirlikçiler kimlerdir?

12 Eylül, ABD ve NATO’da planlanmış gerçek anlamda emperyalist bir darbedir. ABD, NATO, CIA, Türk devlet mekanizması başta TSK ve emniyet kuvvetleri olmak üzere, MİT ve yüksek bürokrasinin tepelerinde yuvalanmış kontrgerilla ağları vasıtasıyla bu darbeyi tezgahlamıştır. 12 Eylül’ün vurucu gücü, asıl son darbeyi vurup iktidarı alan TSK’dır. Ama 12 Eylül’ü asıl tezgahlayan, yıllar öncesinden adım adım işleme koyan, toplumsal ortamı hazırlayan kontrgerilladır. 12 Eylül öncesi toplumsal yaşamı terörize eden tüm büyük provakasyonlar, İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerin üzerine bomba atılması, 1 Mayıs 1977 katliamı, Sivas, Maraş, Çorum katliamları kontrgerillanın katliamlarıdır. Bütün bunlar ve benzeri büyük katliamların hemen hepsi direkt veya dolaylı olarak MHP ve Ülkü Ocakları’yla ilgili provokasyonlardır.

12 Eylül ve kontrgerilla işbirlikçileri, gizli ve üstü örtülü değil. Kim 12 Eylül öncesi askeri müdahale istemişse ve bu yolda saldırı ve provokasyonlara girişmişse onlar bu işin açık ortaklarıdır. Bu ortaklar bellidir; MHP ve Ülkü Ocakları, yalnız katliam ve saldırılarıyla bu yolu döşemekle kalmamış aynı zamanda kendi yayınladıkları bildirilerle askere çağrı yapmıştır. MHP adına sürekli tüm Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilmesi istenmiştir. Fethullah Gülen’in bütün konuşma ve vaazlarına bakılabilir. 12 Eylül öncesi bütün vaazlarında, askeri darbe yapmaya çağırmıştır. Darbe sonrasında da “Asırlık beklentimiz nihayet gerçekleşti, Mehmetçiğe selam duruyoruz” diye demeç vermiştir. Bugün bütün AKP kurmaylarının övünerek yetiştiklerini söyledikleri dernek olan MTTB’ye bakın. Öncesinde darbe çağrıcılığı ve bu yönde faaliyetler, sonrasında darbe işbirlikçiliğinden başka bir şey bulunmaz.

‘Bayrak Planı’

Bütün katliam ve benzeri büyük provakasyonlarda MHP, Ülkü Ocakları, Fethullah ve diğer tarikatlar direk veya dolaylı işin içindedirler, kiminde suikast timleri olarak, kimisinde komünistleri ve Kızılbaşları katleden kitleler olarak. Kontrgerilla asıl görevini bu anti-komünist, karşı devrimci sivil odaklar ve bunların etkisindeki kitleler üzerinden yürütmüştür. Bu karşı devrimci sivil ayaklar ve bunların etkilediği milyonluk kitle desteği olmadan, kontrgerillanın eylemleri bu derece etkili olamazdı.

12 Eylül, TSK tarafından 1978’de “Bayrak Planı” olarak kodlanıp devreye sokulmuştur. TSK olarak darbenin planı yapılmış, iktidara nasıl el konulacağı, askeri birliklerin nasıl hareket edeceği, yapılacak hazırlıklar ve alınacak tedbirler, tastamam hazırlanarak karara bağlanmıştır. Bundan sonraki tüm süreç, kontrgerillanın kanlı provokasyonlarla, toplumun bir askeri müdahaleye hazırlanmasıdır. Ve 1978, planlı ve sistemli olarak kontrgerilla faaliyetlerinin devreye girdiği yıldır.

1978 yılına kadar da kontrgerilla faaliyetleri devrededir. Türkiye çapında emek mücadelesine ve devrimci harekete yönelik sistemli imha faaliyetleri sürmektedir. Devlet ve sivil uzantıları, paramiliter güçler, okullarda, mahallelerde, olduğu tüm alanlarda devrimci güçleri söküp atmak için saldırılarını sürdürmektedir. Ancak 1978’de “Bayrak Planı”nın devreye girmesiyle saldırılar, farklı bir boyut kazanır. Okullarda, mahallelerde, sokaklarda faşist terörün hakimiyet kurma saldırıları ve bunlara karşı direniş sürmektedir. Kontrgerilla eylemleri bundan öteye, tüm topluma yönelik ürkütücü ve korkutucu provakasyonlar ve kitlesel kırım hareketleridir.

Hiç kimsenin güvenliği yoktur

Herkesin üzerinde hemfikir olduğu Türkiye’yi 12 Eylül’e getiren kontrgerilla, kuş olup uçmadıysa bu muazzam aygıt nerede? Kim bunlar ve şu an ne yapıyorlar? 12 Eylül’ün bütün kanlı ve kirli işlerini yürüttüler. Kürt savaşının yükselmesiyle Susurluk, mafya, JİTEM olarak bir dönem fiili iktidar oldular.  12 Eylül’ün yıktığı sistemi yeniden inşa ederken kurucu görevler üstlendiler. 12 Eylül oturduğu ve sistemleştiği oranda müesses nizam haline geldiler.

16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerin üzerine bomba atılarak 8 öğrencinin katledilmesi, daha fazlasının yaralanması, 8 kişinin ölümünden öte tüm topluma yaydığı terör açısından önemlidir. Aynı dönemde güpegündüz otobüsten veya sokaktan kaçırılan birer ikişer rastgele insanların ETKO-TİT gibi kontra örgüt isimleriyle “domuz bağı” diye tabir edilen korkutucu yöntemlerle boğulması ve bunların tüm basında özel biçimde öne çıkarılarak kamuoyuna yansıtılması aynı korku ortamını büyütmek amaçlıdır.

8 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li devrimci, gece evleri basılarak boğulmak ve kurşunlanmak suretiyle öldürülür. TİP, o dönem şiddet kullanmayı reddeden pasifist, barışçı bir çizgiyi savunuyor ve şiddet kullanan diğer devrimci örgütleri de eleştiriyordu. Buna rağmen, bilinçli olarak TİP üyeleri hedef seçilir. 8 Ekim 1978 Bahçelievler Katliamı, tipik ve en bilinen kontrgerilla eylemlerindendir. Bu eylemle birçok mesaj verilmiştir. En başta bütün topluma, yalnız sokakta ve gündüz değil gece sıcak odanızda da güvende değilsiniz, güvende sandığınız evinizde de  boğazınızı kesebiliriz, denmiştir. İki, kim olursanız olun, barışçı siyaset yapmanız önemli değil “ya sev ya terk et” benzeri “ya bendensin ya ölüm” mesajıdır.

Sivas, Maraş, Çorum kitlesel katliamlarıyla, kontrgerilla, eylemlerini bir üst aşamaya sıçratır. Artık evler, sokaklar, okullardan öteye köyler, kazalar, şehirler tehlikelidir, hiç kimsenin güvenliği yoktur. Tek tek suikastlarda da hedefler yükseltilir. CHP milletvekilleri ve yöneticileri hedef alınır. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ve gazeteci Abdi İpekçi cinayetleri kontrgerillacılığın zirvesidir. Tipik bir kontrgerilla eylemi de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul suikastidir. “Üçlü çapraz” tabir edilen profesyonel bir yöntemle katledilir. Cevat Yurdakul, öldürüldüğü dönemde savcı Doğan Öz gibi kontrgerilla ve MHP ilişkilerini takip etmektedir ve bu örgütlenme ve ilişki ile ilgili dönemin başbakanı Ecevit’e sunmak üzere dosya hazırlamıştır. Öldürüldüğü anda makam odasında özel kasadaki bu dosyalar da yok edilir.

Kontrgerilla tetikçilerinin salıverilmesi

2012 yılında çıkarılan özel yasayla bu en bilinen kontrgerilla eylemlerinin tetikçileri serbest bırakılmıştır. Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu, hem Bahçelievler Katliamı’nın hem Kemal Türkler suikastinin tetikçileridir. Muhsin Kehya, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul cinayeti ile Nevşehir CHP İl Başkanı cinayetinin tetikçisidir. Yurtdışında yıllarca kaçak olarak yaşayıp bu afla dönenler de benzeri tipik kontrgerilla eylemlerinin tetikçileridir. Soru şu, kimler ve neden özel bir yasayla bu çok özel kontrgerilla tetikçilerini kurtarmıştır.

Hiçbir boyutuyla savunulamayacak bu kalleş cinayetlerin failleri, kopacak gürültü ve gelecek tepkiler göze alınarak niçin kurtarılmıştır. Bahçelievler canileri, kümese giren tilki gibi canlı bırakmadan herkesi boğazlamışlardır. Boğazladıklarının üzerinde kendilerini savunacak tırnak çakısı bile yoktur. Bu kalleş katilleri kim niye kurtardı?

12 Eylül’ün sivilleşmesi

1987 yılında yapılan referandum, burjuva partilerinin 12 Eylül’le uzlaşması ve 12 Eylül’ün meşrulaştırılmasıdır. Daha sonra kurulan Demirel-İnönü koalisyonu olan DYP-SHP hükümeti 12 Eylül’ü gerileterek, mücadele ederek gelmedi, tersine 12 Eylül’ün hizmetine girdi. ANAP ve Özal yıpranmış, güçlü bir muhalefet oluşmuştu. Süreç 12 Eylül’ün gerçekten sorgulanmasına doğru gelişiyordu. DYP ve SHP hükümeti bu süreci kontrol altına alıp Özal karşıtlığı üzerinden 12 Eylül’ün stepnesi oldu.

Gerçekte 1984 yılından sonraki tüm hükümetler, savaş hükümetleridir. Bu dönemde devlet, hükümetler, partiler, yargı, bürokrasi, hukuk, kültür, ideoloji her şey savaşın emrindedir. Bu dönemlerde tüm dönem siyasetleri tek bir programda birleştirilmiştir. Uluslararası sermayenin dayattığı neoliberal soygun politikaları, tavizsiz uygulanmış, Kürtlere karşı imha ve inkar siyaseti savaşla sürdürülmüştür.

1995 yılında Erbakan’ın Refah Partisi, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. DYP ile ortak REFAHYOL hükümeti kuruldu ve Erbakan Başbakan oldu. Çok tartışmalı bu koalisyonun kurulmasında Kürt sorunu temel rol oynamıştır. 12 Eylül’den beri uygulanan neoliberal  soygun politikalarıyla memnuniyetsizliği artan dindar yoksul kesimler, RP ile kontrol altına alınmış ve 12 Eylül sistemine çekilmiştir. Sistem güçleri, Kürt savaşına karşı tabanın genişlemesi, islamcı kesimlerin de hükümete ortaklığı üzerinden savaşa çekilmesi için bu koalisyona göz yummuştur.

12 Eylül sonrası tüm düzen partileri içinde bir tek RP, 12 Eylül sistemiyle çelişkiye düşmüştür. Necmettin Erbakan’ın, dış politikada İslam Ortak Pazarı ve İsrail karşıtlığı, ekonomide tekellere ve holdinglere akan kaynakları sınırlamaya kalkması, Kürt sorununda savaş ve imha politikalarına kısmen mesafeli yaklaşması, onu 12 Eylül sistemi ve kontrgerilla ile karşı karşıya getirdi. 28 Şubat 1997’deki muhtıra sonrası hükümetten düşürüldü.

28 Şubat: Sistem AKP’yi doğurtuyor

28 Şubat’ta; kontrgerilla neymiş, nerelere uzanır, nelere muktedirmiş bir kere daha yaşayarak gördük. Her şey gözlerimizin önünde ve bu ülkede yaşandı. Necmettin Erbakan bir muhtıra ile düşürüldü. ABD ve Yahudi Lobisi’yle içli dışlı, zamanında herkesi susta durduran TSK generali Çevik Bir, tankları devreye soktu. Aydın Doğan medyası ve tüm medya, kendi “tankları” Hürriyet, Sabah ve hemen tüm TV kanalları Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin rezilliklerini başımızdan aşağıya boca ettiler. TÜSİAD, Erbakan’ın ülkenin kaynaklarını heba ettiğini yırtınarak ilan etti. Dışişleri’nin masonik bürokratları, Erbakan’ın dış dünyada Türkiye’nin itibarını yerle bir ettiğinden yakınmaya başladılar. Fethullah Gülen de aynı dönemde bu koroya dahil oldu. TV ekranlarından Erbakan’ı beceriksizlikle suçlayıp istifasını istedi.

Kontrgerilla, Erbakan’ı hükümetten düşürmekle yetinmedi, partisini de kapattı. Fazilet Partisi kuruldu, kısa süre sonra Fazilet Partisi de kapatıldı. Yalnızca parti kapatmakla yetinilmedi. Erbakan ve yakın çevresine siyaset yasağı koyuldu. Bu arada asker ve Demirel eliyle ANASOL-M (Anavatan Partisi-DSP-MHP) Hükümeti kuruldu. Her şey, kamuoyu yoklamaları, gelecek ilk seçimde Erbakan’ın oylarını daha da artırarak geleceğini gösteriyordu. İşte bu dönemde Aydın Doğan ve Dinç Bilgin medyası sabah akşam RP’deki “muhafazakarlar”, “yenilikçiler” ayrımını öne çıkartmaya; muhafazakar ve ülkeye zararlı Erbakan’a karşı “yenilikçi” Erdoğan-Gül kanadının şakşakçılığını yapmaya başladı. Partilerle oynamalar yetmeyince de direkt Erbakan’a 2 yıl 4 ay hapis cezası verildi. Erbakan ve çevresi Çin işkencesine tabi tutularak, partisinden nur topu gibi bir AKP doğurtuldu.

AKP, Türk siyasi tarihinde gerçek anlamda bir imalattır. 12 Eylül’ü tezgahlayanlara bakın, AKP’yi imal edenleri bulursunuz. 12 Eylül’ün sacayağı burada da devrededir. ABD ve AB, AKP’nin arkasındadır. TÜSİAD, AKP’nin arkasındadır. ABD, NATO ve TÜSİAD’ın desteklediği bu oluşumu, TSK Genel Kurmayı da metazori desteklemek zorunda kalmıştır. Tayyip Erdoğan’ın 4 aylık hapis ve başbakanlığının engellenmesi, sadece iktidara hazırlık için terbiye dönemi olarak anlaşılmalıdır.

28 Şubat, sözkonusu olduğunda ağzını açan her AKP’li cengaver de demokrasi şampiyonluğunu kimseye bırakmıyor. Ama nedense şimdi yalancı pehlivanlar gibi böğürlerini döverek meydan okuyan bu kabadayılar, o tarihlerde hiç ortalıkta görünmediler. Kimse bir tek sözlerini, amellerini hatırlamıyor. 28 Şubat kellesini isterken, hiçbiri Erbakan Hocalarının arkasında durmadı.  Erbakan’ı 28 Şubat kadar bu AKP taifesi yıktı. Çıkıp ortaya partimizi kapatamazsınız demediler, batan gemiyi terkeden fareler misali partiyi ilk kendileri terk ettiler. Terk eder etmez de eski gömleklerini -“Milli Görüş”ü- fırlatıp atmakta beis görmediler…

28 Şubat sonrasında düzen işlemez hale geldi. Bir yıl önce Susurluk skandalıyla kontrgerilla bütün çıplaklığıyla ve pislikleriyle sokağa saçılmıştı, üzerine gitmek bir yana üstü örtüldü. Çeteleşme bütün toplumu sardı, kontrgerillacılık azdı, Jitem, Özel Tim, Mafya, Hizbullah ve kontrgerillacılık yönetim düzeyine yükseldi. Bu dönemde 2001 krizi patlak verdi. Kriz, hem yama hükümetleri hem rejimi ciddi biçimde sarstı, tüm burjuva partileri kontrgerillanın ve ekonomik krizin altında kaldı. Bu ağır kriz ortamında, terbiye edilmiş ve Erbakan’dan kopmuş AKP, arkasında toplanan yoksul müslüman kesimlerini sisteme yedekleyerek rejime taze kan aşısı oldu.

AKP iktidarından sonra TSK içinde cunta klikleri arasında şiddetli bir rekabet başlamıştır. Kürt savaşının boyutlanması, uzaması ve çözümsüzlük, ordu içindeki klikleşmeyi artırmıştır. Ergenekon operasyonları bu klikleşme ve cuntalar savaşının sonucu devreye girmiştir. 2004-2007 yılları arasında ard arda başarısız darbe girişimleri olmuştur. Her şey dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlüklerinde yazdığı gibi gelişmiştir. Bütün darbe teşebbüsleri, ABD tarafından ve TSK Genel Kurmay Karargâhı devreye sokularak engellenmiştir. Şimdi efelenerek ortalıkta dolaşan Erdoğan ve her fırsat bulduğunda generallere zılgıt çeken AKP kurmayları, bütün darbe hazırlıkları kendilerine bildirildiği halde “süt dökmüş kedi misali” köşelerine sinmiştir. İsteyen açıp bakabilir aynı dönemde hiçbirisinin gıkı çıkmamıştır.

Mevcut sistemin tümü, kurumsal olarak 12 Eylül’ün devamıdır. Ancak doğrudan devamı değil gelişmiş, sistemlileşmiş ve çürümüş devamıdır. Derin devlet veya kontracılığı, darbeciliği tasfiye ediyoruz diye açılan Ergenekon operasyonlarının kendisi gerçekte kontrgerilla operasyonudur. Kontrgerilla, bu operasyonlarla kendi kendisini aklamaya çalışmıştır. Teşhir olan ve yeniden yapılanmaya uyum sağlayamayan kesimlerini atarak, bağırsak temizliği yaparken kendi iktidarını devletin ve toplumun derinliklerine yayarak daha da güçlendirmiştir.

Yeri geldiğinde Kemalist laik oligarşi Müslümanlığı kimseye bırakmaz. Nitekim bir çok dönem en klasik ritüelleriyle bir çeşit İslam’la laik oligarşi iç içedir. Bayar ve Menderes en az Kemalistler kadar Batıcı, modernisttir. Hatta İsmet İnönü bir çok bakımdan başta aile ve ahlak anlayışı bakımından çok daha mütevazı ve muhafazakardır.  Süleyman Demirel’in masonluğu nerede başlar, müslümanlığı nerede biter bilinmez. Keza Özal tam bu kozmopolitizmin ve bozulmuşluğun ibretlik bir örneğidir. Amerikancıdır, tarikatçıdır, sermayedardır, devletçidir, Türkçüdür, İslamcıdır hatta yerine göre solcudur. Tipik bir sermaye oportünizminin timsalidir. Türkeş’in İslamla ilişkisi de tam bir tahterevallidir. Devletin çıkarları islamdan yana olmayı gerektiriyorsa islam öndedir, fazla öne çıkınca islamı tırpanlamak gerekiyorsa faşist Başbuğ laik cephenin ön safındadır. Türkiye burjuvazisinin genel anlamda islamla bir sorunu yoktur. İslam da iman da para düzeninin emrinde olmalıdır, sistem böyle bir islamı hem istemiş hem desteklemiştir ve AKP ile bu isteğine kavuşmuştur.

Türkiye’nin tepesinde tepiniyorlar

Girişte bir soru sormuştuk; herkesin üzerinde hemfikir olduğu Türkiye’yi 12 Eylül’e getiren kontrgerilla kuş olup uçmadıysa bu muazzam aygıt nerede? Kim bunlar ve şu an ne yapıyorlar? Görevleri 13 Eylül günü bitmedi, tersine yeni başladı, 12 Eylül’de iktidar oldular. 12 Eylül’ün bütün kanlı ve kirli işlerini yürüttüler. Kürt savaşının yükselmesiyle Susurluk, mafya, JİTEM olarak bir dönem fiili iktidar oldular. 12 Eylül’ün yıktığı sistemi yeniden inşa ederken kurucu görevler üstlendiler. 12 Eylül, oturduğu ve sistemleştiği oranda müesses nizam haline geldiler.

Bugünkü devlet ve siyaset dünyasının tümüne yakını, kontrgerillanın kurumsallaşan ve yasallaşmış uzantılarıdır. AKP, MHP, BBP, İYİ Parti ve AKP’nin yavru partileri siyasi örgüt olmaktan çok halk düşmanı özel aygıtlardır. AKP milletvekilleri, parti teşkilatları, belediyeleri, tarikatları, sivil paramiliter örgütleri, devlet içindeki uzantıları, sermayedarları ve değişik mafya çeteleriyle iç içe en büyük kontrgerilla aygıtıdır. MHP, BBP, İYİ Parti kontrgerillanın gözden düşmüş ama hala kullanışlı eli kanlı aparatlarıdır.

Bu düzenin bağırsaklarında Kemalistler de, dinci, ırkçı faşistlerle kucak kucağadır.  Bir dönemki MHP’nin parti yöneticileri ve milletvekilleri içinde, onlara dönük siyasi cinayetlerin failleri yer almaktadır. Aynı gerçekler İYİ Parti ve BBP için fazlasıyla geçerlidir. İYİ Parti lideri Meral Akşener, Millet İttifakı içinde bugün hangi pozları takınırsa takınsın, geçmişindeki kirli ve kanlı lekeleri silemez. Meral Akşener, CIA güdümlü, kontra elemanı Abdullah Çatlı’nın ekibindendir. Kurmaylarının çoğunluğu bu dönemdeki cinayet ve katliamların içindedir. Millet İttifakının bu parlamenter sistem şampiyonu, 1990’ların en kanlı döneminin sorumlusu Başbakan Tansu Çiller ve Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş’le birlikte İçişleri Bakanı olarak görev başındadır. İYİ Parti, tıpkı içinden çıktığı MHP gibi, siyasi bir örgüt değil kontrgerilla aygıtıdır.

Kontrgerillanın CHP’deki sivil uzantılarının bir kısmı, Muharrem İnce ile birlikte ayrıldılar. Ayrılanlardan asker kökenli M. Ali Çelebi ve eski Musul Başkonsolusu Öztürk Türkyılmaz sicilli kontra elemanlardır. Yalçın Küçük, bir tarihte isim vererek bugünkü CHP kurmaylarından birçoğunun MİT elemanı olduğunu açıkladı, ama hiçbiri bu açıklamayı yalanlamadı. TSK’dan Ergenekon operasyonlarıyla askeri kliğin tasfiye edilmesiyle, CHP üzerindeki kontrgerilla denetimi zayıladı ama tümden etkisizleşmediler.

Kim ne yaparsa yapsın gerçekler şimdiden ortadadır, zamanla herkes tarafından daha açık görülecektir. Bu saatten sonra hiçbir güç, devlet ve sermayenin gücü dahil, 12 Eylül’le ilgili gerçekleri gizleyemez. Bugün de gizlediler diyelim, daha ne kadar gizleyebilirler? Kenan Evren’in ölmüş cesedi üzerinde istedikleri kadar tepinebilirler. AKP, Fethullah Cemaati, MHP, Türk basını, bugünkü bürokrasi, yargı, akademi dünyası, Türk sermayesi… hepsi Kenan Evren’in dizinin dibinde büyüdüler, onun kanlı bahçelerinin mahsulleridirler. Kenan Evren emrindeki 1 milyona yakın ordu, polis gücü, gizli açık ajan ağları, sivil faşistler kontrgerilla olarak; ekmeği için greve çıkan işçileri, sermaye ve devlet zorbalığına başkaldıran devrimcileri, hakları ve özgürlükleri için ayağa kalkan Kürtleri, tüm muhalifleri kırdılar. Tam bir kanlı kırım yaşandı. Bu kanlı bahçelerde bugünkü düzen oluştu. Ekmek ve özgürlük için başkaldıranlar ezildikçe bugünün muktedirleri semirdi, beslendi, büyüdü. Başı dik Türkiye halkları, yoksul işçi ve emekçileri, devrimci güçleri, ulusal özgürlük mücadelesini yükselten Kürt halkını ezmek ve sindirmek için tezgahlanan 12 Eylül darbesiyle  ve düzeniyle meydan sinsi iktidar avcılarına kaldı. Ve onlar, şimdi Türkiye’nin tepesinde tepiniyorlar. Ancak tüm kontragerilla güçlerini ve burjuva faşist devlet düzenini yıkacak güç; tüm katliam, baskı ve sindirme politikalarına rağmen mayalanıyor.