12. Kongre: Paradigma değişimi mi yoksa dönüşüm mü? – Mehmet Turan

Son yıllarda çok sık kullanılan paradigma ve dönüşüm kavramları, bazen aralarında bir fark gözetilmeksizin birbirlerinin yerine kullanılabilmekte, bazen de her türlü değişim için bilimsel uygunluğu var mı yok mu diye araştırılmadan kullanılmaktadırlar.

Paradigma, mevcut durumda bir alan için geçerli olan kuralların tamamını ifade eden modeldir. Eğer bu kurallarda temelli bir değişiklik ortaya çıkmışsa buna paradigma değişikliği denir. Böyle bir değişimin ortaya çıkmasına karşın eski modele fazlasıyla bağlılık, yeni bir modeli kabul edip ona geçmeye engel oluşturabilir.

Karşılaştığınız sorunları, yarattığınız eski düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı bir pencereden yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyorlar.

Paradigma; yığılan, artan, çözümlenemeyen sorunlara bir cevap olarak ortaya çıkar. Çözülemeyen ve biriken sorunların insan açısından tahammülsüzlüğü sebebiyle yenilikçi ve devrimci fikirler filizlenmeye başlar ve belli süreçleri izleyerek topluma (veya bir sisteme) hâkim olur.

Dönüşüm, paradigma değişiminden daha kapsamlı ve köklü bir değişimi ifade ediyor. Dönüşüm olduğundan daha başka bir biçime geçmeyi ifade ettiği için bir anlamda paradigma değişimini de kendi içinde barındırıyor. Dönüşüm, paradigma değişiminin ardından gelen yapısal değişimi anlatıyor.

Mesela, Kopernik evrenin merkezinin güneş olduğunu ortaya attığında eski paradigmayı savunanlar buna karşı çıktılar. Sonra bu görüşün de doğru olmadığı ve “evrenin merkezi” kavramının da çok tartışmalı olduğu geçerlik kazandı.

İnsanın avcı-toplayıcı göçebelikten toprağa yerleşmesi paradigma değişikliğidir. Bu yerleşim sonrasında olanlar ise; hayvanların evcilleştirilmesi, tarıma geçiş ve “boş zaman”ın oluşmasıyla sanatsal faaliyetlere, yapı işçiliğine, tohum üretimine vb. geçilmesi büyük bir toplumsal dönüşümdür.

Vestfalya Anlaşması, 30 Yıl Savaşları’yla başlayan paradigma değişimini büyük bir yapısal dönüşüme çeviren bir gelişmedir. Yine aynı çerçeveden değerlendirirsek Fransız Devrimi’yle başlayan paradigma değişimi, onu izleyen yapısal dönüşümlere –ulus devlet ve sanayi devrimi– yol açmış bir gelişmedir.

Sanayi devriminin en önemli dönüşümlerinden biri, esnaftan (zanaatkâr, atölye üretimi yapan yarı sermayedar-yarı emekçi) sanayi ve ticaret burjuvazisi yaratmış olmasıdır. Atölyelerden fabrikalara geçiş ikinci sanayi devrimi, 1970’lerde fabrikalarda otomasyona geçiş ise üçüncü sanayi devrimi olarak görülmelidir. Dijital teknoloji ve yapay zekânın sanayiye girmesi sanayi devriminin bugünkü son aşamasıdır. Merkantilizmden bugüne kadar gelen sanayi devrimlerini her birini toplumsal dönüşümler olarak görüyoruz.

Bu anlamda PKK 12. kongresini bir paradigma değişimden çok bir dönüşüm olarak kabuk etmek çok daha doğrudur. PKK’nin yukarıdan aşağıya tüm coğrafi parçaları, Kürt halk sınıflarını, Toplulukları ve örgütsel bileşenleri içine alan “kongre” tarzı örgütlenmesi nerdeyse kendi otomatizmiyle hareket eder hale gelmiş fiili bir yarı devlet gibidir. Burada meydana gelen ideolojik ve stratejik değişim, mevcut kütle ve tüm bileşenlerini tabiri caizse saatin ters istikametine doğru yön değiştirmeye zorlarken artık burada söz konusu olan sadece PKK’nin SM’ye son vermesi değildir, etrafındaki tüm örgütsel bileşim, sınıflar ve toplulukların da bu değişim doğrultusunda yeniden örgütlenmesi gerekliğidir. Bu içinde paradigma değişiminin de olduğu ideolojik ve toplumsal bir dönüşümdür.

PKK’deki “dönüşüm”ü, bu çok radikal değişimi bir türlü kabullenememek veya inanmak istememek bizi objektif değerlendirmelerden uzaklaştırır. Örneğin Marksist Teori yazarı İbrahim Çiçek ETHA’ya verdiği röportaj boyunca sürekli “Kürt halkımız” derken, Kürt halkının artık mücadeleye ayrı bir yoldan devam edeceğine gözlerini kapatıp bunun ileride değişebileceği umudunu yitirmediğini ifade ediyor sanki. Bu anlayış ülke değiştirirken saatin yeniden kurulması gerektiğini unutan, hala yola çıktığı ülkedeki zaman dilimiyle hareket eden, değişimi göz ardı eden bir anlayış. Oysa mevcut dönüşüm, saatlerin yeniden kurulmasını zorunlu kılıyor.

Nitekim röportaj boyunca gördüğümüz, bir yandan Kürtlerin devrimci mücadelesini takdir ederken diğer yandan, “PKK silah bıraksa da devrimci hareket Kürt halkımızın hakları için fiili meşru mücadele yürütmeli” diyor. Peki, bu, ciddi olduğundan şüphe duymadığımız bir temenni olmanın ötesinde bir anlam ifade ediyor mu, ya da bu gerçekten mümkün mü? Sadece Marksist Teori yazarında değil, Komünist hareketin birçok yayın organında benzer bir yaklaşım var. Oluşan saat farkına aldırmadan biz kendi yolumuzda yürümeye devam edeceğiz deniliyor. Elbette buna hiç kimse kısıt koyamaz. Ama Kürt özgürlük hareketi henüz yeni stratejisi temelinde kendini alanlarda göstermeden böylesi değerlendirmeler için çok erken değil mi? “PKK silah bıraksa da” derken sanki PKK mücadeleyi tümden bırakacakmışçasına şüphe uyandıran bir vurgu yapılması doğru mudur?

Kürt halkını, gönlünü verdiği, evlatlarını feda ettiği 50 yıllık partisinin yeni stratejisinin dışında harekete geçirmek ne kadar mümkün? Röportajdaki diğer yanılgılı nokta, devlet ve PKK’nin “her iki tarafın askeri olarak yenişemedikleri için uzlaşmak zorunda kaldığına” dair belirlemedir. Bu çok yanlış bir bakış açısıdır. Salt askeri hareketliliği gözetmektedir. Oysa İmralı’nın kapısını çalan devlettir. Bölgede Suriye’nin düşüşe geçişi; burada Rojava Devrimi’nin yükselişi; İsrail’in Gazze, Lübnan ve Suriye’de İran’ın vekil güçlerini yenilgiye uğratması; TC’nin bölgedeki durumunu dara sokmuştur. İran’ın yalnızlaştırıldığı koşullarda ya Doğu Kürdistan’daki Kürt kuvvetleri de diğer parçalar gibi özgürlük ortamı yakalarlarsa? Devlet bölgede daha da güçlenecek, uluslararası etkisi artacak birleşik demokratik bir Kürt ulus dinamiğinin önüne geçmek için İmralı’nın kapısını çalmıştır. PKK açıkçası önderlerinin özgürlüğü için, özgür koşullarda yapacağı siyasetin her şeye bedel bir kazanım olacağını düşündüğü için, uluslararası planda kendinden yana esen rüzgârı da arkasına alarak Kürdistan devriminin çok kendine özgü yolunu terk edip onu Türkiye Devrimi’nin içine kanalize etmiştir. Biz meseleye böyle bakıyoruz.

Sol Parti yöneticilerinden Alper Taş’ın You Tube kanalı Medyascope’ta konuk olduğu programda “lider kültü” diyerek anti-demokratik ilan ettiği Öcalan gerçekliğine Bahçeli ve Türk Dışişleri Bakanı “kurumsal önderlik” diyor mesela. Devlet değişimin anahtarını çoktan beridir biliyor ve onu sık sık ziyaret ediyor. Şimdi bunu anlamak lazım, çok objektif bir durum. Kürtleri ve devleti birleştiren ortak nokta Öcalan gerçekliğidir. Devletin en güçlü yanı Öcalan’ı esaret altında tutmasıdır. Devletin en zayıf yanı ise Öcalansız ne Kandil, ne Avrupa, ne Rojava ne Doğu Kürdistan ne de DEM partiyi ikna edemeyeceğini sonunda anlamış olmasıdır. PKK’nin en güçlü yanı Öcalan’a manevi bağlılığı ve onun ideolojisini bıraktığı yerden en iyi şekilde devam ettirmesidir. En zayıf yanı ise önderlerinin son 4 yıldır esaretin ötesinde mutlak izolasyona tabi tutulmasından duydukları acıydı. Bir adada uzun yıllar tek başına izole edilen, buna rağmen partisi ve halkının onu hiç yalnız bırakmadığı, sürekli onun özgürlüğü için eylemler yükselttiği bir liderlik var. Bunun “lider kültü” denilerek küçümsenmesi gerçekten de büyük bir politik cehalettir. Sosyal medyada, TV ve yazılı basında burjuva liberal ve sağ muhafazakâr yazar, gazeteci ve siyasetçilerin bile heyecanla karşıladığı 12. Kongre hakkında kendine sosyalist diyen bir Zat’ın bu kadar geri konumda olması Sol Parti etrafında toplanan kitleler açısından çok üzücüdür.

Devlet PKK’nin, PKK de devletin en zayıf yanları üzerinden birbirlerine yüklendi. İşte uzlaşmanın bölgedeki jeopolitik değişiklikler dışındaki eşit derecedeki nedeni budur, askeri olarak denge durumunda olmaları değildir. Öcalan’ı öne çıkaran her iki tarafın güçlü yanları değil zayıflıkları olmuştur. Devlet PKK’ye İmralı’nın onlar için ne denli önemli olduğu, onun düşüncelerini yabana atamayacakları üzerinden; PKK de devlete başta Rojava devrimi olmak üzere uluslararası dengenin bölgede Kürtler lehine dönen rüzgârı üzerinden yüklenmiştir. Her iki tarafın fiziki-askeri olarak güçlü olduğu bir dönemde, ancak Kürt özgürlük hareketinin Rojhilat’tan Rojava ’ya kadar stratejik üstünlüğü yakaladığı koşullarda devlet en beklenmedik arabulucu üzerinden PKK’ye “önderliğinize umut hakkı karşılığında silahları teslim edin” dediğinde bu elbette karşılıksız bırakılmayacak bir teklifti. Barış ve demokrasiye giden yolda denenmesi gereken bir başlangıç etabı olabilirdi.

Öcalan  “Kürdistan uluslararası bir sömürgedir” dedi, 15 Ağustos’ta Kürtlerin “düşürülmüşlüğüne” ilk kurşunu sıktı, böylece onlara siyasal bir kimlik verdi, başarıya ulaştı. Zindandan “demokratik konfederasyon” dedi; Kürt halkı bunu da benimsedi, uyguladı. Rojava onun konfedere anlayışıyla inşa edildi. Şimdi de yasal-demokratik mücadele, “silahlara veda” diyor. Baştan beridir, hiç kimse için tatmin edici olmayan, sürekli uzak durulan tüm bu stratejiler hep başarıyla sonuçlandı. Türkiye solu en baştan beri PKK’nin her stratejik değişikliğinde onu eleştirdi, onunla mesafesini giderek açtı. Bu son durumda da aynı hatayı tekrarlıyor. İçinde yer alarak eleştirmek yerine geçmişteki mesafesini aynı şekilde koruyarak kendi kendisini etkisiz kılıyor.

Bir Türk sosyalistinin PKK’nin aldığı karara rağmen “Kürt halkından umudunu kesmediğini” söylemesi, özünde Kürt halkının bu karara uymamasını istediği anlamına gelmiyor mu?  Kürtler AKP faşizminin gerekli açılımları yapmayacağını, bu süreci daha çok kendi hegemonyasını pekiştirmek için kullanacağını bilmelidir demeye getirerek, niyetlerden bağımsız PKK ile Kürt halkı arasında çelişki yaratmaya hizmet etmiyor mu bu?  Oysa bu olasılığı zaten en iyi gören ve tahlil eden Kürdistan İşçi Partisi’dir. Buna rağmen, bu riskli kararı almış bulunmaktadır. Kürt halkı da bunu çok iyi bilmektedir.

Elbette hiç kimse bu rejime güvenmiyor. Meselenin hiç beklenmeyen bir zamanda bu boyuta kadar gelmesinin nedeninin, Ortadoğu’da TC’nin hayati çıkarlarını zedeleyecek derecede değişen dengeler olduğunu,  hemen herkes önceden deklere etmişti zaten. Bu dengeler ki AKP-MHP faşizmini İmralı’nın kapısını aşındırmaya zorlamıştır.

Birleşik Devrim’in bir tarafı aynı zamanda güçlü tarafı, mücadele stratejisinde çok radikal bir değişiklik ilan ettiğinde diğer zayıf taraf (Türkiye Devrimci Hareketi) elbette hiçbir şey olmamış gibi hareket edemez. Bu dönüşümü yanlış bulsa da bulmasa da artık koşullar eskisi gibi olmayacağından Birleşik Devrim’in karakterinin değiştiğini kabul etmek zorunda ve mevcut stratejiyi onlarla ya da onlarsız yenilemek zorundadır. Ayrı ayrı akan Dicle ve Fırat nehirleri Basra körfezine dökülmeden önce Şat tül Arap’ta birleşirler. Birleşik devrimi artık bu şekilde hayal edemeyeceğimiz ortaya çıkmıştır. Artık aynı coğrafyada yaşayan iki farklı halkın ayrı güzergâhlardan yürüyüp bir noktada birleşeceği bir devrimden değil, iki halkın aynı güzergâhı birlikte kat edeceği tekleşen ortak bir devrimden bahsetmek gerekmektedir. Sömürgeci devletin ezilenleri ile sömürge halkın kaderi tek bir çizgide buluşmuştur. Bunu geçmişte sadece teorik bir olabilirlik ya da politik bir temenni olarak ifade ediyorduk ama bugün bu pratik bir zorunluluk olmuştur.  Sömürge halk kendi kaderini ayrı bir devlet kurmaktan, federasyondan ya da kültürel özerklikten yana kullanmamış, kurtuluşu ezen ulusun emekçileriyle birlikten yana kullanmıştır. Bu arada belirtmek gerekir ki yasalarla bağıtlanmamış olsa da sömürge halk 50 yıllık mücadelesiyle kültürel özerkliği aşan fiili bir otonomiyi zaten birçok alanda (parlamento, belediyeler, sendikalar odalar vb.) elde etmiştir. Eğer elde etmemiş olsalardı bu kadar milletvekili, belediye başkanı hapislere atılmaz bu kadar belediyeye kayyum atanmazdı.  

Bu noktada elbette reformist sol güçlerle ihtilalci sol güçler arasında ciddi bir farklılık olacağı aşikâr. Reformistlerin ilk değerlendirmelerinden bu dönüşümün gerek demokrasi planında gerekse Kürt halkının demokratik-siyasi hakları konusunda olumlu değişimlere yol açabileceği yönündedir. Eh bu kadarını da söylesinler! Ama TKP hariç! Onlar “Kürt meselesinin demokratik programın üstünde değil, zaten içinde olduğunu, bu yüzden bu dönüşümün olması gerektiği yere oturduğunu” ifade ediyorlar. Yani dönüşümü sıradan bir gelişme olarak görüyorlar. Bu noktaya nasıl gelindi, hangi bedeller ödendi umurlarında bile değil. Kürtlerin böylesi bir feragatinden sonra bile sosyal şovenizmden vaz geçmemeleri onları sağ muhafazakârların dönemsel pragmatizminin bile gerisine düşürüyor. Çok daha tehlikeli kılıyor.

Diğerleri için ise Türkiye’de devrim, sosyalist bir ihtilal diye bir dertleri, böyle bir ufukları olmadığı için bu dışı evrimci gözükse de içi hala devrimci olançizgiyle, ilan edilen bu barışçıl politik çerçeveyle bile ilişki kuracakları şüphelidir. Büyük bir muammadır! Mesela Alper Taş, Ruşen Çakır röportajında (Medyascope-14 Mayıs)  devletin bu sürece “İçerde daralan iktidarın Kürtleri yanına alarak bunalımdan çıkmasına, ikinci olarak bölgedeki hegemonya mücadelesinde dışlanmamak için” girdiğini söylüyor. Peşi sıra ekliyor, “Bu, emperyal bir vizyondur, Kürt ve Türk egemen sınıflarının bir projesidir”. “PKK askeri olarak zaten yenilmişti, fesih sürecinin asıl nedeni budur” “Demokratik Toplum Sosyalizm” diye bir kavram kullanılıyor, bu bir kakofonidir. Son olarak, “Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan her üçü de ‘tek adamdır.’ Türkiye’nin geleceğini bunlara teslim edemeyiz” diyerek bitiriyor. “Emperyalist vizyon”, ”askeri yenilgi”, “kakofoni” ve “lider kültü” şeklinde özetlenecek bu yaklaşım, sol şovenizmi demokrasi cilasıyla gizlemeye çalışan bir yaklaşımdır. Sol Parti’nin elini taşın altına koymayacağı çok açıktır. Türkiye’nin EMEP dışında sözde barışı savunan yasal sosyalistlerinin durumu berbattır. Sözlerinde, ne ortak vatan ne ana dil hakkı ne de eşit yurttaşlık gibi en basit demokratik taleplere ilişkin tek bir samimi, içten gelen bir söz dahi yok! Kimi emekli generaller, yabancı askeri doktrinerler bile “askeri dengeden” bahsederken Alper Taş askeri yenilgiden bahsediyor! Bunu da son 10 yılın savaş bilançosuna bakarak değil,  “hendek savaşlarında alınan yenilgi”ye (katliama değil!) dayandırıyor. Sur, Cizre katliamlarından sonra yürütülen profesyonel gerillacılığı kaale bile almıyor. “Devrimci olmayana komünist denmez”, sanki bu arkadaşlar için söylenmiş bir sözdür. Dev Yol geleneğinin geldiği nokta içler acısıdır. Onlara göre Lenin, Stalin, Mao, Castro, Ho Şi Min kendi yoldaşlarının ve halklarının modern liderlikleridir, ama söz konusu Öcalan olunca akıllarına gelen Ortadoğu’nun feodal kültürü, en fazla köylü sosyalizmi oluyor. PKK’nin 71 devrimci çıkışından ilham alarak geliştiğini düşünmek bile istemiyorlar. Öcalan’ı Bahçeli ve Erdoğan ile aynı kefeye koyarak değerlendirmesinin cevabını ise Kürt devrimcilerine bırakıyoruz.

Dönüşüme gözlerimizi kapatıp ilerleyemeyiz. Düşman kalemler bakın şimdiden şunları yazıyor: “DEM Cumhur İttifakının yeni bileşeni olur. DEM içindeki Türk Solu ile ayrışma başlar. TİP ve Sol Parti öncülüğünde yeni bir sol cephe oluşur. DEM Türk solunun prangasından kurtulur. CHP de ileride seçimlerde DEM ittifakını kaybeder.” Şamil Tayyar’ın bu sözleri egemen sınıfın gelecek hayalleri içindeki seçeneklerden sadece biri olarak görülebilir. Yasal sosyalistler (TİP, TKP, Sol Parti)  şimdiden egemenlerin içinden geçen bu dilekleri yarı yarıya gerçekleştirmiş bulunuyorlar.

İmralı’nın Kürt halkının politik gücüne, uluslararası konjonktürün Kürtlerden yana esen rüzgârına ve Rojava Devrimi’nin bölgesel karakterine olan inancı ve güveninden dolayı “kültüralist hakları” çok öne çıkarmaması Türkiye sol ve devrimci güçlerinin de bu talepleri öne sürmemesini beraberinde getirmemelidir. Nasıl olsa Kürtler istemiyor biz de bunun peşine düşmeyelim demek büyük bir oportünizm olacaktır. Kürtlerin genel demokratik taleplerinin yanı sıra, anayasal hukuk çerçevesinde eşit vatandaşlık hakkını şimdilik öne çıkarmamaları, zamanı geldiğinde elbette bu talepleri yükseltmeyecekleri anlamına gelmiyor. Bu konuda ciddi ve sarsılmaz bir irade var. Yoksa neden böylesi bir yola girmiş olsunlar ki?

İhtilalci komünizmi savunan güçler asıl bahis konumuz. Birleşik devrimin bir ayağı her ne kadar anti-faşist devrimle gelecek bir sosyalizmden vazgeçse de çok bilinçli, politikleşmiş bir kadın-gençlik-işçi ve aydın tabanına sahip olması nedeniyle orta vadede şu ana kadar kazandıkları mücadele deneyim ve birikimini heba etmeyecekleri de ortadadır. Onlar açısından bu kazanımların korkusuzca, hiçbir baskı ve engellemeye izin vermeksizin sergilenmesinin, kurumsallaşmasının, hukuk yoluyla yasallaşmasının zamanı gelmiştir.  

Artık oldukça eşitsiz biçimde ayrı ayrı- farklı kanallardan akan nehirlerden değil, tek bir nehir yatağından bahsetmek gerekir.  Yani dememiz o ki iki ayrı devrimin ileride birleşerek tek bir devrim haline gelecek anlayışından doğan Birleşik Devrim, bugünden itibaren istesek te istemesek tek bir kanal boyunca ilerleyecektir. Bu kanalın içinde mi olacağız yoksa “Kürt devrimciliği reformize oldu” diyerek bu kanalın dışında yeni bir kanal arayışında mı olacağız? 50 yıllık mücadele ile artık Kürdistan İşçi Partisi ile kenetlenmiş Kürdistan halkını kurulacak ayrı bir kanalda kendi etrafında toplayacak komünist bir parti ya da bir cephe örgütü hali hazırda yok. Bırakın bunu kendi işçi sınıfı ve ezilen halk kesimlerini örgütleyecek derecede gelişmiş bir komünist parti de yok! 

İleride Kürt halkını kendi çevresinde örgütleyecek bir güç oluşur mu bunu bilemeyiz, elbette imkânsız değil, ama çok düşük bir olasılık. Türkiye devrimciliği bu dönüşümü elbette eleştirecektir ama bundan önce, bugüne kadar onu ideolojik, moral, taktik, teknik ve lojistik planda ayakta tutan çok ciddi bir dayanağını kaybettiğinin hesabını yapması lazım. Üzülenlere söyleyelim, bu bir yarı yolda bırakılma olayı değildir, herkes kendi gerçeğini yaşar, herkes mücadeleyi daimi kılmak için şeytanla bile masaya oturur ama çok az insan kolay kolay kendi özgün devrimini sömürgesi olduğu devletin egemen ulustan devrimcilerine sonuna kadar açar! Aklı olan bir devrimci bu gerçeği görmeden tek kelime etmemelidir! Bir an hayal edelim, Kürt ve Kürdistan kelimelerinin yasak olmadığı, Kürt illerinin kayyum korkusu olmadan özgürce yönetildiği, muhalif gazete, TV ve radyoların engelsiz yayın yaptığı, basın üzerindeki baskıların kalktığı vb. Koşullar oluştuğunda T. Solu bu demokratik meşru alandan yararlanmak yerine hala bugünkü gibi yüksek perdeden konuşmayı mı tercih edecektir?

TC için öncelikli, birincil düşmanın SM’den vazgeçip yasal-meşru-demokratik planda kitlelerin politik gücünü esas alması, PKK’yi yasadışı-gizli örgütlenme zorunluğundan çıkaracaktır. En mühim noktalardan biri budur. Keza Türk Devleti bunu özellikle vurgulamaktadır. “Sadece silahların bırakılması değil, illegaliteden vazgeçilmesi”nden söz etmektedir. Politikleşmiş askeri mücadeleden kitlelerin demokratik-toplumsal mücadelesine geçilen bu süreçte Türkiyeli komünistlerin yeni bir mücadele anlayışına ihtiyaçları yok mu? Bizce halkların nehir yatağı değişmemiş ve aynıdır. İçindeki aktörlerin anlayış değişikliği bu nehrin akış yönünü değiştiremeyecektir. Sadece önündeki engelleri çok daha zorlaştıracak ve erişilecek mesafe biraz daha uzayacaktır.

Çok araştırmadık ama dünya tarihinde faşizmin zirve yaptığı, etrafındaki ülkelerin hemen hepsinde emperyalizmin hegemonya savaşlarının yürütüldüğü herhangi bir ülkede baş düşman ilan edilen devrimci bir parti ile gerçek anlamda bir barış yapılması pek mümkün değildir. Peki, o zaman demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet diye hiçbir kaygısı olmayan bu rejimin hesabı nedir? Önümüzdeki seçimlere Kürtlerin bir kısmını da yanına alarak sandığın karşısına daha güçlenmiş olarak çıkmak mı? Bölgedeki ABD-İsrail hegemonyasına dâhil olmanın tek çaresinin Kürt meselesini çözmekten ya da en azından sınırlı bir uzlaşmadan geçtiğini anladığı için mi? Ortadoğu’da karşılarında bir Kürt engeli olmadığında askeri, siyasi ve ekonomik olarak çok daha geniş olanaklara sahip olacakları için mi?  Avrupa Birliği’nin Kürt meselesi üzerinden kendilerine dayatılan demokratikleşme kriterlerini boşa düşürmek için mi? Kürt meselesi ve onun dolaylı sonuçları nedeniyle kendisine silah, mühimmat ve uçak satışını sınırlayan ülkelerin bu kısıtlamasını kaldırmak için mi?  Savaşa harcanan milyarlarca doların yükünü azaltmak için mi? Elbette bunların hepsi. Yoksa bugüne kadar Kürtlere karşı uyguladığı zulümlerden kendini affettirmek için değil! Barış ve demokrasi karşısında çok samimi olduğu için de değil! Hele hele Abdülhamit ve İttihatçılardan günümüze kadar gerçekleştirilen katliam ve soykırım tarihiyle yüzleşmek için ise hiç değil! Mevcut ulus ve devlet kibiri henüz bunları kabul etmeye hazır değil. Eğer mevcut rejimin bu pratik-konjonktürel zorunluluğunu anlıyorsak, Kürdistan ve Türkiye halkları için önümüzdeki dönem,  kelimenin gerçek anlamında çok zorlu yeni bir mücadele dönemi olacaktır. 19 Mart ile yekinen güçlerle 12.Kongre’de yeni mücadele hattı oluşturan güçlerin öncelikli görevi bu pespaye rejimin zorunlu Kürt uzlaşması ( çözümü değil!) üzerinden kendini restore etmesinin önüne geçmektir. Bu anlamda Kürt devrimci dinamiğinin de rejimin ‘19 Mart’a savaş, 12.Kongre’ye barış,’ anlamına gelecek politikalarına karşı durması gerekmektedir. Savaş ve barış, bu ikisi bir arada yürümez. Türkiye devrimcilerine, demokratik gençlik hareketine, işçi sınıfı ve emekçi halklarına dünyayı dar ederek Kürtlerle bir barış yapılamaz! Bu ne mümkündür ne de buna cüret edilebilir. Kürtler rejimin seçmeli caydırıcılık politikalarına karşı uyanık olmalıdırlar. Devrimci komünistlerin önündeki ilk görev aynı şekilde bir tarafa barış diğer tarafa savaş tarzındaki halkları birbirine düşürme politikalarına karşı durmaktır. Devrim stratejisi tartışması ancak bundan sonraki en önemli tartışma konusu olabilecektir.

Hiç kimse Kürt halkının demokrasi mücadelesini küçümsememelidir. Ankara Tuzlu Çayır’da PKK’nin 12. kongresiyle nerdeyse eş zamanlı olarak Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan için bir anma gerçekleştirilmesi gelecekteki zorlu mücadele günleri açısından çok anlamlı, ümit ve güven verici olmuştur. Kürdistan devriminin doğduğu mahallede Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın 50 yıl sonra anılıyor olması, bir anlamda Kürdistan İşçi Partisi’nin kendi kaynağına yeni bir strateji ile geri dönmesinin işaret fişeği olmuştur.

Mehmet Turan