Hafızalarımıza kazınan bu fotoğrafı hiç unutmayacağız!
19 Aralık 2000 tarihinde, binlerce askerle 20 cezaevine girdiler. Daha ilk saatlerde 30 devrimci, uzun namlulu tüfeklerle, zehirli-yanıcı gaz bombalarıyla katledildi.
120’nin üzerinde devrimci ölüm orucunda şehit düştü.
Operasyonu büyük bir zafer edasıyla tüm dünyaya canlı yayınlarla izlettiler.
Devrimciler ölüm orucunda iken, annelerini yerlerde sürüklediler, hapishanelere attılar.
Oğullarını, kızlarını, kışın o soğuğunda ziyarete gelen annelerin, babaların ısınmak için boş arazide ateş yakmasını bile engellediler.
Öyle bir katliamdı ki zamanın kimi cezaevi savcıları bile Jandarma’nın kendilerine imzalatmak istedikleri operasyon tutanaklarını -artık Allah korkusu mu diyelim, devrimcilerin korkusuyla mı diyelim- imzalamadılar.
Zamanın Adalet Bakanı (Hikmet Sami Türk) bile üzerine sorumluluk almamak için bin bir dereden su getirdi. Kendisinin hiçbir dahli yokmuşçasına, suçu tümüyle İçişleri ve Jandarma’nın üzerine attı.
19 Aralık Hapishane katliamı, Türk özel savaşçılığının, kontrgerillacılığının kendi kanlı tarihine yeni bir sayfa ekledi. Sonraki yıllarda açılan davalardaki mahkeme kayıtlarına göre; operasyonun gizli tutulan müdahale planlarının kod adının “Tufan” ve “Bora” olduğu ortaya çıkarıldı. Gerçekleştirenler ise: Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı’na (JÖAK) bağlı birliklerdi. TC’nin Kürdistan’ da kullandığı özel kuvvetlerdi bunlar.
Bayrampaşa C1 Koğuşu “katliam içinde katliam” yapılan kadınlar koğuşudur. Altı devrimci kadın burada çok bilinçli bir şekilde diri diri yakılmıştır. Bu koğuşa, mevcut alanı düşünüldüğünde, öldürücü dozda yanıcı-parlayıcı gaz ile niteliği hala tespit edilemeyen kimyasallar atıldığı adli tıp raporlarında gösterilmiştir.
*******
ÖO Direnişi, en başta devrimci katılımın yoğunluğu ve süresinin uzunluğu ile dünyada bugüne dek benzeri yaşanmamış bir direniş örneği olmuştur. Bu sürece dair eleştirilerimiz baki kalmak kaydıyla, diyebiliriz ki yüzlerce ölüm oruççusunun bu çapta ve kitlesellikte bu kadar uzun süre yürüttüğü ve 122 devrim ve komünizm savaşçısının şehit düştüğü, beş yüzden fazlasının değişik düzeylerde sakat kaldığı bir başka ÖO direnişi yoktur.
*******
Ak Güvercin
Ters kelepçemin anahtarını kaybettikleri için beni çırıl çıplak soyamadılar, yere yatırıp saçlarımı kazıyamadılar.
Zavallı Asker, bir yandan anahtarı kaybettiği için başçavuşundan zılgıt yiyip tekmelenirken, eline verilen çekiçle kelepçelerimi parçalamaya çalışıyordu. Kan revan içinde bırakana kadar.
Vur ha vur. İşkenceden geçirilmeyen tek bir kişi dahi bırakmadılar. Yoruldukça ekiplerini değiştirdikleri anlaşılıyordu.
Hücreye getirildiğim o uzun gecenin sabahında, en gencimiz, TİKB’den Tuncay, bizi sevinçle uyandırdı. Ne kadar civan, mert bir gençti. Sanki o kadar zehirli gazı, onca dipçik ve jopu yememişiz, ters kelepçelerle 8-10 saatlik onca yolu tepmemişiz gibi. Genç Tuncay yıllardır tanışıyormuşuz gibi “Hadi kalkın” diye bağırıyordu. Avlu duvarında bir beyaz güvercin! Ne kadar da şanslıyız! Ben ve TKP/ML’den Adil pencereye yöneldik. Onca hengâmeden sonra sanki büyülenmiş gibi beyaz güvercine bakıyorduk. Gözlerimizi ovuşturduk bu gördüğümüz gerçek mi hayal mi diye. Kurt ulumalarının, onca zehirli-yanıcı gazın ve kurşun seslerinin içinden kalk gel ve avluda bir ak güvercin! Oysa operasyon öncesi kaldığımız bir önceki hapishanelerde beyaz güvercinleri, takla atanlarını dahi elbette görmüş, beslemiştik. Ama yine de şaşkındık. 19 Aralık’la birlikte zaman durmuştu sanki. Ya da başka bir zamana ışınlanmış gibiydik. Bu beyaz güvercinin çok zor bir anımızda karşımıza çıkması güzel bir sürpriz, çok hoş, acı ve öfkemizi biraz olsun azaltan bir karşılaşmaydı. Büyük bir lütuf bile denilebilirdi. Savaşta verilen küçük bir mola, ruhumuzu okşayan küçük bir esinti. Uçup gözden kaybolana kadar onu sessizce, usul usul, ürkütmeden izledik.
Sanki sıfırdan yeniden başlanan bir cezaevi hayatının ilk konuğuydu o bizim için. Tuncay, alt kata indiğimizde yanıma gelerek sessizce, “bu güvercinin tek olmayabileceği, bir düzinesinin devrimcileri destekleyenler tarafından bu bölgeye salıverilmiş olabileceği ihtimalini” bana fısıldadığında, nedense bunu hiç garipsemedim. Bu iyimser düşüncelerin faşizmin bizi adeta başka bir zamana ışınlamasıyla ilgili olabileceğini içimden geçirmeden edemedim. Ne yazık ki ak güvercin bir daha bizim oralara hiç uğramadı. Sanırım o ilk günkü gelişi bize direnişimizde başarı dileklerini sunmak içindi! İlerleyen günlerde duyduğumuz, sadece Puhu kuşlarının o ürkütücü sesleri oldu.
Tuncay, gecekondu semtlerinin antifaşist genç devrimcisi, Adil ise TİKKO’nun efsane komutanlarından Baba Erdoğan’dan etkilenerek eşi ve çocuğunu uzun yıllar kaldığı Paris’te bırakarak mücadele için tekrar ülkeye hicret eden bir devrimciydi. Çok kısa sürede uyumlu bir üçlü olduk. Her sayım kavga dövüş geçiyordu. Elbette en bıçkınımız Tuncay’dı, bizden fiziken genç ve direngen olduğu için az hırpalanalım diye hep önümüze atılıyordu. Ondaki atılganlığa, hesapsız devrimci özelliklere günümüz gençliğinde ne yazık ki çok fazla rastlanmıyor. Adil ise ağırbaşlı, ciddi bir devrimciydi. Her iki siper yoldaşım ölüm orucuna sürgünle geldikleri hapishanelerde başlamışlar ve burada, adeta ‘zamanın başka bir boyutunda’ -ne de olsa devrimcilerin hızlı bir uyum kabiliyetleri vardır- devam ediyorlardı!
İdare, ilerleyen aylarda baharın ilk günlerinde katliama (‘Hayata Dönüş’e) direnmekten cezalı olduğumuz söyleyerek, her birimizi apar topar tek kişilik hücrelere gönderdi. Buralarda on beş gün kalacaktık. Günde sadece bir saat havalandırma hakkımız olacaktı.
Koza!
Şans yine benden yana! Tek kişilik hücremde yeni bir durum var!
Islak gazete kâğıtlarından yaptığımız haberleşme toplarıyla yeni durumu herkesle paylaşıyorum. Havalandırma duvarımda bir kelebek kozası vardı çünkü!
Günlerini saymayı unuttuğum ülkemde bahar zamanıydı. Penceremin karşısında gördüğüm bir kozaydı. O metamorfozu izledim gün be gün.
Çok sonradan öğrendim, bir tırtılın kozasından çıkması on dört gün sürermiş
Bir sabah voltaya çıktığımda boş kozasını buldum onun. Veda etmeden çekip gitmişti kelebeğim
Yakışmıyordu ona zaten bu taş duvarlar
Ben o karanlık Aralık günlerinden beri,
Günleri saymayı unuttuğum bir ülkenin zamanında
Bambaşka bir hayata kanat çırpmaya hazırlanan bir kelebek olamam artık!
İçinde büyüdüğüm kozayı unutamam!
Yoldaşlarım,
Kozalarını birer birer terk ederken
Ben, asla
Evimi bırakıp gidemem.
Önce Adil, aradan bir hafta geçtikten sonra da Tuncay’ı kaybettik. Adil’in ölümsüzlüğüne bizzat tanık oldum. Tuncay son günlerinde kendi yoldaşlarının yanındaydı, şehadetini yoldaşları haber verdi. Tahliye olduktan yıllar sonra, Timur Selçuk’un “Beyaz Güvercin” isimli bir şarkısına denk geldim. İlk kez dinliyordum bu şarkıyı. Timur Selçuk’un onca şarkısını dinlemiştim ama bunu daha önce hiç duymamıştım. Elbette hemen o an, Edirne’de ilk günden direnişimizi selamlamaya gelen o ak güvercini hatırlayıverdim. Şiir yazmanın uzun yıllar adeta günah olduğu o karanlık dönemden seneler sonra -ki mahpushane hayatında şiir yazmayan devrimci çok azdır- ben de Onların Anısına “Koza” dan sonra devam niteliğinde ikinci şiirimi, “Ak güvercin”i yazdım.
O karanlık Aralık günleriydi
Günleri saymayı unuttuğumuz bir ülkenin zamanıydı
Ortalıkta keton kokusu
Karşımızda
Gökyüzünün griliğine tezat
Trakya’nın kışına inat
Bir ak güvercin.
Unutulanların inadı mıydın sen?
O an öğrendik bir kez daha hayatın manasını
Seninle “bir çift güvercin olmak” yokmuş bu dünyada
Dönmeliyiz dedik
Günleri saymayı unuttuğumuz o ülkenin zamanına.
Artık hücremde yapayalnızdım. Hüzün, öfke, direniş, umut hepsi bir arada. 96 ÖO direnişinde, TİKB direnişçisi Hicabı Küçük’ün Bursa hapishanesinde, kapı altında cenazesini ailesine teslim ederken, Mustafa’nın havada ufak hıçkırıklar duyulduğunda “Ağlamak Yok” diye haykırdığı aklıma geldi birden. Yutkundum, gözyaşlarımızı kendimizden bile esirgemeliydik. Böylesine acımasız, böylesine hain bir zamanla başka türlü nasıl mücadele edebilirdik?
Adeta başka bir zamana ışınlanmış devrimciler ordusu gibiydik. Tüm fiziki, politik şartların aleyhimizde olduğu, daha önce hiç bilmediğimiz bir sahada düşmanla karşı karşıya gelmiştik. Onlar bedenlerimizi esir aldı, fiziki olarak bizi yendi, devrim mücadelesini -bizim de hatalarımızdan dolayı- onlarca yıl ileriye öteledi.
Hapishane direnişleri, siyasi mücadelelerin her zaman çok önemli bir parçası oldu. Ama onu bir bütünün parçası olmaktan çıkararak “herşeyleştirme” yanılgısının bedelini bile henüz tam ödeyemedik. Siyasi mücadelelerde her gecikme, düşmana karşı saldırı için yeni sahalar açmış, yeni olanaklar tanımıştır. F tiplerinden “yüksek güvenlikli hapishanelere” (kuyu tiplerine) geçişte devlet bizim zamanı heba eden eksiklik ve yanlışlarımız üzerinden kendini yeniden yapılandırmıştır.
2000-2007 yılları arasında şehit düşen devrimci ve komünistler, onlar hiç unutulmayacaklar.
Mücadelemizde onları her zaman yanı başımızda taşıyacağız.
Kuyu Tipi (Yüksek Güvenlikli) Hapishaneler
Yüksek Güvenlikli Cezaevi / Buca ( Başında F, L, T gibi harf ön takısı yok!)
F-Tipi mücadelesinde örgütler yenildi, ama ardında yüzlerce kahraman bırakarak. Her biri bir kor parçası. Örgütler yenildi ama tarihimizdeki hiçbir ders yüreğimizde bu kadar büyük bir acı, izi silinmeyecek kalıcı yaralar bırakmadı. İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun, Bobby Sands de dâhil olmak üzere, 10 devrimcinin öldüğü 1980/1981 açlık grevinin anlatıldığı filmin (Hunger/Açlık) bir sahnesinde, işkenceci gardiyan vicdan azabını azaltmak için arkadaşlarından gizli havalandırmaya çıkıp duvara yumruk atıyordu. Bizde ise, tüm direniş boyunca kurt ulumaları hiç eksik olmadı! Nerdeyse “düşman askeri” olarak muamele gördük. Aralarında çok fark olmasa da TC İsrail, biz Filistinliydik! Türkiyeli devrimciler olarak “düşman hukuku”, ilk kez F tipleriyle bizim üzerimizde uygulamasını buluyordu.
Türk basını, Şam’ın ele geçirilmesinden sonra, kameralarını Suriye’deki “hapishaneler gerçeği”ne çevirdi. Uluslararası medya tekellerinin, büyük yalan ve çarpıtmalarla anlattığı Sednaya Askeri Hapishanesi, Halep zindanları ve Lazkiye’deki cezaevi. Haber spikeri, bazı sahnelerde kameramana mevcut çağdışı, insanlık için utanç verici sahneleri kayda almaması için uyarı yapmak zorunda kalıyor, “buraları çekmeyelim” diyordu! Peki, aynı Türk medyası, güneşin içeri girmediği, tam beş adım uzunluğunda, penceredeki sık aralıklı ince çelik filtrelerden dolayı taze havanın bile hücreye zor girdiği, gardiyanlarla iletişimin kapı yanlarındaki megafonlarla sağlandığı “Kuyu tipi” yüksek güvenlikli Türkiye cezaevlerini hiç ziyaret etmiş miydi? Ailelerinden, yargılandıkları şehirlerden kilometrelerce uzaklıktaki, kuş uçmaz kervan geçmez hapishanelerin kapısı onlara elbette hiç açılmadı. Bilmez onlar kendi ülkelerindeki, “yeraltı” hapishanelerini. Anlatır dururlar, zafer sevinci ile Suriye’de kurtarılan yeraltı hapishanelerini. Kuyu tipi mi? Böyle bir cezaevi var mı Türkiye’de? Onlara sözü edilen, gayet hijyenik, mahkumların hücrelerinde kafa dinlediği, ‘vicdan muhasebesi’ yaptığı, koğuş kalabalığından kurtarılıp birey olmayı öğrendikleri (!) modern hapishanelerdir! F tiplerinden amaçlanan buydu. Kuyu tiplerinde ise devlete muhalif olmanın her gün misliyle acısının çıkarıldığı, ideolojik rehabilitasyonun artık ikinci plana atılıp, “düşman hukuku”nun alenen ön plana çıktığı bir konsepte geçilmiştir.
F Tipi, hücredir. Kuyu tipi, hücre içinde hücredir. F tipi yalnızlaştırarak rehabilite etme, Kuyu tipi ise yalnızlaştırarak yavaş yavaş öldürme pratiğidir. F tipinde kapıyı döversen, slogan atarsan disiplin cezası alırsın. Kuyu tipinde ise “susma hakkını” kullandığın için ceza alırsın! Susmak, idarenin sorularına cevap vermemek, doğal bir insan hakkı değil, bir infaz yakma gerekçesidir. Fazla kitap okumak kadar hiç kitap okumamak da suçtur kuyu tipinde! Çok uzak değil, yakın bir dönemde bir avukatın anlatımı ikisi arasındaki farkı çok daha çarpıcı şekilde anlatır bize. Ayaktakımı faşizmi, (müdür, müdür yardımcısı, başgardiyan, infaz koruma memuru, jandarma, psikolog ve imam) devrimci tutsağın önüne kendisini asması için yağlı urgan fırlatmıştır. Suriye’deki yeraltı hapishanelerinde açlık, soğuk, karanlık, susuzluk, kaba işkence bunların hepsi vardı. Orada şahit olunan insanlık dışı bir yaşam ise, TC’nin kuyu tipi pratiği için nasıl bir adlandırma uygun olur sizce?
Sednaya Askeri Hapishanesi
Tek başına tutulduğu hücrede, iletişimin mekanik bir aygıtla sağlanması bile çok ince düşünülmüş bir detaydır. Mahkûm bu şekilde gardiyan da olsa, gerçek insan sesinden mahrum bırakılmaktadır. Burada kimler tutulmaktadır? Sadece ağırlaştırılmış müebbete mahkûm olanlar değil. Örneğin Kırşehir ve Buca “yüksek güvenlikli” cezaevlerinde Grup Yorum emekçileri kaldı bir dönem. Hayata ritim, neşe, coşku ve ya hüzün veren o güzel sesleri de yerin altına gömmek istediler. Cezasının bitimine bir iki yıl kalanları da buraya atma zalimliği gösterdiler. Oysa geçmişte cezası az kalanları ilçe cezaevlerine bile yollarken, şimdi özgürlüklerine yaklaştıkça zindan içinde zindan yaratmak, faşizmin yeni bir konsepti olmuş durumda. F tiplerinde onca tecrite rağmen, en azından insan doğasının reddedilemeyecek ihtiyaçları olan gökyüzü, güneş ve taze hava vardı. Hatta devrimciler, mücadelelerle bir araya gelme olanaklarını bile kısmen kazanabilmişti
41 yıl yatıp kurtarıldığı söylenen Suriyeli bir vatandaş özgürlüğüne kavuştuğunda bunu kadraja alan, manşet yapan Türk medyasının, 30 yıl hapis yatıp devrimci ilkelerine karşı nedamet getirmediği için infazı yakılan, salıverilmesinin önü kesilen devrimci tutsaklardan haberi var mıydı acaba? Devlet Bahçeli’ye sorsanız, Avrupa hapishane sistemindeki “umut hakkı”nı bir tanımlar mısınız diye, sus pus kesilir. Yahu siz bu kavramın anlamını bilmek bir yana, tahliyesi gelmiş bir mahpusun özgürlük hakkını dahi gasp ediyorsunuz. Bunu da hiçbir ülkede örneği olmayan “Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulları” gibi uyduruk faşist bir kurum üzerinden -kendi yasal, anayasal mevzuatınızdan kaçırarak- yapıyorsunuz. Hukuken yok hükmünde olan, hiçbir yasal, meşru zemini olmayan bu hilkat garibesi yapıyı (Gözlem Kurulları) sadece devrimcileri cezalandırmak için kurmuşsunuz.
Cezaevinde 41 yıl yatırıldığı söylenen Suriyeli muhalif için neredeyse destan yazan, kendi ülkesinin hapishane gerçekliğine gelince gözlerini kapayan Türk medyası hakkında ne söylense azdır! 41 yıl en ağır koşullarda hapiste tutulan bir insanı en iyi anlayacak olan yine bizleriz, siz değilsiniz! Türkiyeli medya mensupları çıldırmış olmalılar. İngiliz üniforması ve postallarıyla Şam’a giren Cihadistlerin ‘zaferinden’ bu kadar sarhoş olmak niye? Habercilik peşinde koşmadıkları kesin. Siz son bir yıl içinde Türkiye hapishanelerindeki “intihar etti” denilen 42 şüpheli ölüm vakasını araştırsanıza!
01.01.2021 tarihinde yürürlüğe giren “Gözlem ve Sınıflandırma Merkezleri ile Hükümlülerin Değerlendirilmesine Dair Yönetmelik” ile birlikte denetimli serbestlik, koşullu salıverilme gibi mahpus lehine olan uygulamalarda “iyi halin belirlenmesi için” bir takım yeni kriterler getirilmiştir. Bunların en başında ise, mahpusun “işlediği suçtan dolayı pişmanlık duyması” kriteri gelir.
Ancak bu yönetmelikle beraber, hapishane idareleri mahpus hakkında “ancak ve ancak yargı makamlarının karar verebileceği hallerde” onların yetkilerini dahi aşan karar mercii haline getirilmiştir. Maddi ceza hukukuna göre verilebilecek kararların, infaz hukukunun alanına dâhil edilmesi, bir hukuk faciası olarak hukuk fakültelerinde ders konusu olarak okutulacak cinstendir. Bu da hapishane idarelerinin, mahpuslara karşı sınırsız yetkiyle donatılarak keyfi kararlar alabileceği anlamına gelmektedir. Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulları’nın verdiği kararlara yapılan itirazlardan olumlu bir sonuç elde etmek de mümkün değildir! Hangi ülkede var böylesine bir saçmalık, hukuksuzluk? Bunun adı faşizmin en demlenmiş halidir. Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ne kafa tuttuğu, bundan güç alan yerel mahkemelerin de aynı faşizan yolu takip ederek, iyi kötü burjuva hukukunun elde kalan tek mercii olan Anayasa Mahkemesi’ni de kaale almadığı koşullarda; birkaç faşist cezaevi müdürü, başgardiyan ve psikoloğun insan hayatı hakkında aldıkları kararın meşru görülmesi çok ters bir şey mi diyeceksiniz? Demek ki bu devletin aynı zamanda ayaktakımı faşizmine de ihtiyacı var. Ayak takımına, onun entelektüel kapasitesini, asli görev ve sorumluluklarını aşan yetkiler vermek, tam da bir kara gömlek faşizmidir.
Kuyu tiplerinde direnişin bir yönü, ayaktakımı faşizminin bizler tarafından yok hükmünde sayılmasıdır. Buralarda direniş, politik olduğu kadar ideolojik-felsefi bir karakter kazanmıştır. Bedenlerimizden çok zihinlerimizin silah olacağı bir döneme girilmiştir.
“Neden suyu idareli kullanmadın” diye bize ceza basan ayaktakımı ile elbette fazla bir işimiz olamaz.
Uyduruk, saçma hatta komik gerekçelerle infazımızı yakmaya çalışanlara buradan tebessümlerimizi gönderiyoruz.
Mehmet Turan
17.12.2024
EK:
Mahpusun yargılandığı şehirden çok uzaktaki bir hapishaneye konulmasındaki amaçlardan biri de onu SEGBİS’e mahkûm ederek savunma hakkının gasp edilmesidir. Avukat Ezgi Çakır Bianet’e yaptığı açıklamada, SEGBİS ile yargılamanın “sanıksız yapıldığını” belirterek uygulamanın sakıncalarını şöyle özetliyor: 1 ) “Yargılamanın temel ilkelerinden bir tanesi yüz yüzelik, bir diğeri duruşmada hazır bulunma hakkı ve ayrıca doğrudanlık. SEGBİS ile tüm bu temel haklar gasp ediliyor. 2 ) Sanık, mahkemede olmadığı her yargılamada, kendisi hakkındaki suçlamalara hâkim olma ve delillere doğrudan temas edebilme hakkından da mahrum bırakılıyor. Sadece kendisinin ifadesi esnasında mahkemeyi ufak ekrandan görüyor. Bağlantı kesilirse de yargılama devam ediyor, süreç sanıksız bir yargılamaya evriliyor. Sanığın kendi hakkında iddiaları defetme hakkı var ama SEGBİS ile bu hak onun elinden alınıyor. 3 ) Ayrıca SEGBİS uygulamasında, sanığın avukatı da yanında değil. Avukatına soru sormak istese soramıyor, belgeyi incelemek istese inceleyemiyor. Müştekinin katıldığı, tanığın katıldığı dosyada kendisi yok, hukuktaki ‘silahların eşitliği’ ilkesine de aykırı.” -BİANET |