Bundan tam 21 yıl önce, 19 Aralık günü sabaha karşı 20 cezaevine birden düzenlenen merkezi operasyonla yakın tarihimizin en kanlı cezaevi katliamı gerçekleştirildi. Bir yıl önceden hazırlığı yapılan askeri müdahale planlarını devreye sokarak gerçekleştirilen ve 3 gün süren operasyonda 30 tutsak yaşamını yitirirken yüzlercesi de ağır biçimde yaralandı.
Siyasi tutsaklara savaş açan devlet güçleri skorsky helikopterlerle iş makinalarıyla, yüksek kinetik enerjili silahlarla, çatıları delip duvarları yıkarak cezaevlerine girdi. Binlerce askerin, polisin katılımıyla ve binlerce mermi, gaz bombası kullanılarak, kimyasallarla insanların yakılıp boğulduğu, kurşunlandığı, işkence gördüğü bu kanlı operasyonun ardından tutsaklar zorla F Tipi Cezaevlerine götürüldüler.
Faşizmin yalan, vahşet ve imhaya dayalı karakterine uygun biçimde adına “Hayata Dönüş” denilen bu katliamın amacı yalnızca devrimci hareketi ezerek teslim almak değildi. Diyarbakır, Ulucanlar ve diğer cezaevi katliamlarının ardından gerçekleşen bu operasyonla birlikte elbette ki Türkiye Devrimci Hareketinin örgütlü direniş odaklarının imhası hedeflenmişti. Ancak operasyonun yapıldığı döneme bakıldığında egemenlerin amacının bununla sınırlı olmadığı, derin ekonomik ve siyasi krizin yaşandığı bir süreçte hapishanelere yönelik saldırıyla birlikte toplumun da zorbalıkla susturulmak, sindirilmek istendiği açıktır.
Nitekim dönemin başbakanı Ecevit’in ifadesiyle “İMF politikalarını hayata geçirmek için” yapmak zorunda oldukları bu operasyonun kararı MGK’da alınmış ve asker-sivil bürokrasi eliyle uygulamaya konulmuştu. Ağırlaşan krizin faturasını yükleyecekleri işçi ve emekçi kitlelerin devrimci yapılarla bağ kurmasını ve örgütlü bir mücadeleyle karşı koyuşlarını engellemek, bir bütün olarak toplumu cendereye almak amacıyla hareket ettiler. Bir yandan da muhalefeti dizginleyerek düzen içi sınırlara çekmeye, tasfiye etmeye çalıştılar. Bu yanıyla, 19 Aralık yalnızca bir cezaevi katliamı değildir, devletin bütün ezilenlere ve sömürülenlere yönelik saldırı konseptidir.
Bu yüzdendir ki her türlü kirli propagandayla ve medya desteğiyle yürüttükleri psikolojik harekatı boyutlandırarak günlerce süren vahşeti seyirlik bir gösteriye dönüştürdüler. Ölüm orucu yapanları örgütlerin elinden kurtarmaya ve içeride devlet otoritesini tesis etmeye çalıştıklarını söyleyerek yalanlara başvuranlar, hücreleştirmeye çalıştıkları cezaevleriyle birlikte toplumu da tek tipleştirmeye ve boyun eğdirmeye çalıştılar.
Katliamın ardından gerçekleştirilen ölüm oruçlarıyla birlikte 122 tutsağın yaşamını yitirdiği bu süreçte “yüksek güvenlikli” F Tipi Cezaevleri’nde tecrit ve izolasyon politikası uygulamaya konuldu. ABD ve AB emperyalizminin yıllardır zorbalıkla uyguladığı bu egemenlik ve yönetim modelini örnek alanlar, yine onların onayıyla yeni bir vahşet politikasına yöneldiler.
Ancak koğuş sisteminden hücrelere geçişi sağlayan egemenlerin kıyıcılığına karşı direnen tutsaklar bugün hala örgütlü mücadelenin en güzel örneklerini gösteriyorlar. Bütün teslim alma politikalarını boşa çıkararak, siyasi kimliklerinden ideolojik duruşlarından vazgeçmeyerek ezilenlerin hafızasında unutulmaz izler bırakıyorlar. Devletin acımasız şiddet politikalarına, insanlık dışı uygulamalarına tecrit ve tretman yöntemlerine karşı birlikte direnip birlikte mücadeleyi örgütlüyorlar.
Selam olsun 19 Aralık’ta zulme karşı direnenlere!
Selam olsun zindanlarda isyanı örgütleyenlere!