2024 Yerel Seçimleri ve Yeni Mücadele Dönemi – Komün Gücü

Son yapılan 14-28 Mayıs seçimlerinin üzerinden daha bir sene dahi geçmemişken, 31 Mart günü, ülke genelinde bir yerel seçim yapılacak. Seçimlere, tıpkı 14-28 Mayıs seçimlerinde olduğu gibi, dünyada ve Türkiye’de yaşanmakta olan derin buhran koşullarında gidiyoruz. Ancak, toplumsal hareket, bu derin buhran koşullarını, 14-28 Mayıs seçimlerinin sebep olduğu yenilgili bir ruh haliyle karşılamakta. Egemen kesimler, seçim öncesinde gündemi oldukça meşgul eden pazarlıklar sonucu, kimi ittifaklar yaparak veya yapamayarak, seçimlerde yarışacaklar. Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye sosyalistleri de, düzen içi ve dışı unsurlarıyla, bu seçim sürecine hazırlanmakta. Seçim sonuçlarının etkisi kuşkusuz önemli. Ama daha önemli olan, faşist rejim tarafından, aylardır ön hazırlıkları yapılan ve kısmen gerçekleştirilmekte olan siyasal ve ekonomik taarruzun, seçimden sonra yoğunlaşacak olması. Devrimci Komünistler, ne ülke gündemini etkileyen bu sürece bigane kalabilir, ne de solun geneline hakim olduğu üzere, seçimi, sınıf mücadelelerinden kopuk bir şekilde, kendinde bir olgu ve mekanizma olarak kavrayabilir. Bize düşen, bu seçimleri, sınıf mücadelelerinde bir an olarak ele almak ve bu an’ı, öncesi ve sonrasıyla, bir süreç olarak değerlendirmektir.

Geçerli bir değerlendirme yapabilmek için işe, önce derin buhran koşullarından başlamak gerekli. Öyle ki, bugün dünyada gerçekleşmekte olan hiçbir olay ve olgu, 2008 senesinden bu yana yaşanmakta olan küresel buhran koşullarından azade düşünülemez. 2008 senesinde, bir banka iflasıyla patlak veren buhranın bugün ulaştığı evre, ötelemeler ve geçici çözümlerle geçen 15 senenin ardından, mevcut kurulu küresel düzenin sonunun geldiğini ve kapitalist-emperyalist sistemin tarihsel sınırlarına dayandığını bize açıkça gösteriyor. ‘90lı yıllardan sonra cilalı sloganlar ile servis edilen küreselcilik, Yeni Dünya Düzeni ve neoliberalizmin modası geçeli çok oldu.Ancak tüm bunların yerine, henüz bir model konulabilmiş değil. Bu ara geçiş döneminin yarattığı siyasal ve ekonomik belirsizlik ise bırakalım toplumları, bireysel ölçekte dahi, ankisiyetenin, adeta bir salgın gibi yayılmasına sebep oluyor. Bu kaygıların maddi temeli, kapitalizmin en genel yasalarından olan “bir kutupta sefalet derinleşirken, diğer kutupta zenginliğin bir avuç azınlığın elinde birikmesi” eğiliminin, bugün, gelir dağılımındaki eşitsizliği, daha önce hiç görülmedik düzeyde, bir uçurum misali arttırmış olmasından başka bir şey değil. Bu uçurumda sağ kalamayan insanlık yozlaşıyor. Yiyecek ekmek bulamayanlar, kendi onurlarını ve haysiyetlerini kemirmek zorunda kalıyor. Yaşam gailesi içinde bir ışık göremeyen kitleler, karanlıkta kalmış bir aklın sonucu olarak, bıçaklarını kendi sınıf kardeşlerine karşı biliyor.

Tüm bunlar, her son gibi, yeni bir başlangıcı çağırmakta.Ancak her yeni başlangıç gibi bu başlangıcın da, sert ve sancılı olacağı çok açık. Öyle ki, 2008 senesinden bu yana yaşananlara, bugün, Doğu Avrupa, Ortadoğu, Kafkasya, Güney Asya ve Afrika’da yaşanan olaylar ve karışıklıklar silsilesinden doğru baktığımızda, çok sert bir fırtınanın yaklaştığını görebiliyoruz. Emperyalistler arasında halihazırda sürmekte olan yeniden-paylaşım mücadelesi, küresel ölçekte yaşanacak olası bir savaşa doğru ilerliyor. Dünyanın tüm kapitalist devletleri, yoğun ya da seyrek, çok yönlü bir kriz girdabının içerisinde debeleniyor. Tüm dünya bir alt-üst oluşa gebe. Dünyanın her yerinde irin ve kan akıyor. Dünyadaki savaş tamtamları, her ülke içinde iç savaşı kışkırtıyor. Bir yanda kendiliğinden isyanlar patlarken, diğer yanda faşizm ve varyantları iktidara yürüyor. Bir şey hariç, her şey olması gerektiği gibi. Bu tabloda eksik olan tek şey, dünyanın herhangi bir yerinde, devrimci komünist bir önderliğin henüz var olmayışıdır. Bugün dünya proletaryasının en önemli ihtiyacı, devrimi, dikey siyaset yöntemleriyle, egemenler arası güç ilişkilerinin veya dış siyaset analizlerinin vb. içerisinde değil, dünya proletaryasının ve tüm ezilenlerinin sınıf mücadeleleri içerisinde arayan; onlara, bilinç aşılayan, cesaret veren ve devrimin mümkün ve gerekli olduğunu gösterebilen devrimci bir komünist önderliğin ortaya çıkmasıdır. Bu alt-üst oluş döneminde, dünyanın, çok daha beter sömürü koşullarına mahkum mu olacağını, yoksa komünizme doğru ilerleyen bir özgürlüğe mi ilerleyeceğini belirleyecek olan budur.

Türkiye de hiç kuşkusuz, tüm bu yaşananlardan ve yaşanacak olanlardan derin bir şekilde etkileniyor. Son 20 seneye şöyle bir baktığımızda, bu fırtınanın, Türkiye’de, birçok ülkeye göre çok daha yoğun bir şekilde hissedileceğini söylemek gerekiyor. Tıpkı dünyada olduğu gibi, Türkiye’de    de, gök kubbenin altında bir kaos yaşanıyor. Ancak devrimci bir önderliğin yokluğu, bu kaosun bir devrime dönüşmesini, en azından şimdilik, olanaksız kılıyor. Bu acı verici gerçekliğin şeraiti altında, kendi tarihsel-yapısal sınırlarına dayanmış olan TC devleti ve Türkiye sermaye sınıfı, 14-28 Mayıs seçimlerinden bu yana, içlerinde her ne kadar birbiriyle kavga eden kesimler olsa da, gelmekte olan bu fırtınaya uygun konumlanarak, içinde debelendikleri geçiş evresini atlatabilmek için -hem içeride hem dışarıda- yerel seçimlerden sonra büyük bir taarruza hazırlanıyor. Özellikle, 14-28 Mayıs seçimlerinde, mevcut faşist iktidarın, egemen güçler arasındaki dengelerden faydalanarak yaptığı manevralar sayesinde gerçekleştirdiği siyasi darbenin, toplumsal harekette yarattığı yenilgi ve bozgun havası, eğer bir direniş hattı örülemezse, bu taarruzun başarıya ulaşma şansını artırıyor. Faşist rejimin, bu darbenin ardından başlattığı siyasal ve ekonomik saldırılar sürekli yoğunlaşırken, bunlara karşı herhangi bir geçerli direnişin gösterilememesi, son 10 senedir sürekli yoğunlaşan, seçimden sonra da soluyanı nefes alamaz hale getiren bu atmosferden kaynaklanmakta.   

Seçimlerden hemen sonra, zam ve ücret kısıntısı olarak uygulamaya başladıkları, IMF’siz IMF programı, adı konulmamış “neoliberal kemer sıkma” siyaseti, bu taarruzun ilk adımıydı, denilebilir. Bu “kemer sıkma” siyaseti yüzünden, daha bir sene dahi geçmeden, zaten öncesinde de derin bir yoksulluk içinde boğulan ezilenler, iyice nefes alamaz hale gelmiş durumda. Zaten, kronikleşmiş enflasyon yüksekliği, maaşı ve yapılan zammı, daha bir ay geçmeden kuşa çeviriyor. Adına Türkiye denilen bu coğrafya, kira fiyatlarının yüksekliği noktasında, açık ara dünya birincisi. Değil bir ev, bir ranza kiralamak bile, binlerce lira! Gıda enflasyonu desen, halihazırda sıcak bir iç savaş yaşamakta olan ülkelerden bile daha fazla. Semt pazarları ve market reyonları adeta sergi alanları gibi; sadece bakıp, inceleyebiliyorsunuz… Alabiliyor musunuz? Hayır! Faturalar ocak söndürürken, bulduklarını iddia ettikleri doğalgaz ve petrolün ise kimse henüz bir hayrını görebilmiş değil! Durum böyle olunca da, memleket sathında, neredeyse herkes, kredi kartlarına ve ihtiyaç kredilerine bağımlı hale gelmiş bir şekilde, bir borç batağının içerisinde, hayatta kalmaya çalışıyor. Ancak bunlar da yetmiyor; azami kâr hırsıyla hareket eden sermaye, doğamızı ve kentlerimizi talan ederek, sürünerek de olsa yaşayabileceğimiz bir ülkeyi bile bize çok görüyor!

Bir de, tüm bunlar yetmezmiş gibi, bu sömürü ve zulüm düzeninin katmerlenerek devam edebilmesi için; tüm toplumu, kendileri gibi yapmak, baş eğdirmek, itaat ettirmek, susturmak ve uyuşturabilmek için, sürekli daha da yoğunlaşan ve yeni-Osmanlıcı/post-İslamcı bir ideoloji etrafında sürdürülen, açık-örtülü bir faşist teröre, baskıya ve zora başvuruyorlar. Her ne kadar başarısızlık ve sonuçsuzlukla malul olsa da, yayılmacı ve sömürgeci savaşı, başta Kürdistan olmak üzere, coğrafyanın dört bir yanında sürdürmeye; savaş suçları işlemeye; başka halkların özgürlüklerini, zenginliklerini ve emeklerini gasp etmeye; bunun bir sonucu olarak, en geniş kitleleri, cinsiyetçilik, militarizm, mezhepçilik, şovenizm ve milliyetçilik ile zehirlemeye devam ediyorlar. Mülteci, Kürt, Alevi, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığını, toplumun her bir yerine yayıyor; linç saldırılarının ve katliamların zeminini hazırlıyorlar. Kendilerine karşı en ufak bir itirazı dahi, hiç beklemeden cezalandırmaya, susturmaya, yok etmeye çalışıyorlar. Giydiğimizi, yediğimizi, içtiğimizi, düşündüğümüzü, en basit ritüellerimizi vb. bile tayin etme; tüm yaşamımızı, bir kalıba dökme niyetindeler. Şimdilerde ise yarattıkları suni krizler (Can Atalay davası vb.) sayesinde sürekli gündemde tuttukları “yeni anayasa”yla, halihazırda tesis ettikleri bu faşist kara düzeni, hukuki bir temele oturtarak kalıcılaştırmak ve hem kendilerini, hem de yarattıkları bu faşist düzeni, koruma altına almak niyetindeler.

En geniş kitleler, bu düzenin, nasıl bir şey olduğunu, her ne kadar henüz bilince çıkaramıyor olsalar da, her gün, deneyimlemekteler. Öyle ki, tarikatlar, çeteler, envai çeşit faşist örgütlenmeler, bekçiler ve polis, tüm yaşam alanlarımızı, kuşatmış ve istila etmiş durumda. Her sokak arasında, her köşe başında onlar var. Ya devletten koparılan ihaleler ve hibeler sayesinde dağıtılan ulufe veya sadakalarla ya da uyuşturucudan, kumardan veya fuhuştan gelen paralarla, yoksullaştırdıkları kitleleri yemleyerek, kendi pisliklerine ortak etmeye çalışıyor ve kendileri gibi olmaya zorluyorlar. Normalden biraz daha makul bir iş bulmak isteyen herkes, ya parti ya da bir vakıf-tarikat üyesi olmak zorunda! Ortak olunmadığında veya en ufak bir itirazda dahi, ellerinde jop, ağızlarında düdük, katliam tehditleri savurarak, olmadı kendi yargılarında fiilen uygulamaya aldıkları düşman hukukuyla, hizaya çekmeye uğraşıyorlar. Bir kadının istediği gibi giyinip yolda yürümesine, bir arkadaş grubunun herkese açık bir alanda şarkı söyleyip dans etmesine vb. bile tahammül edemeyip saldırıyorlar. İş yerlerinde, örgütsüzleştirerek kuşattıkları kitleleri, bir haksızlığa karşı en ufak bir ses çıkarttıklarında dahi, envai çeşit yasal düzenlemeyle baskılıyor, yeri geldiğinde fiziki zor kullanarak, kıdem tazminatlarını vb. yakıp işsiz bırakıyorlar. Cezaevlerinin tıka basa doldurulması, tutsaklara her türlü işkence ve tecridin uygulanması yetmezmiş gibi, yaşamın tümünü de bir cezaevine çevirmiş durumdalar!

2024 yerel seçimleri, işte, tüm bu koşullar altında gerçekleşecek. Bu seçimin, üç özgün konu ve içinde gerçekleştiği koşulların ağırlığı dışında, çok fazla bir öneminin olduğunu söylemek zor. Öyle ki, 2019 yerel seçimleri hatırlanacak olursa, CHP öncülüğündeki Millet İttifakı’nın (Mİ), HDP’nin (DEM Parti) desteğiyle, önemli sayılabilecek tüm büyükşehirleri kazanmış olması, 2023’e kadar gelişen dört senelik süre içerisinde, her ne kadar yer yer zorluklar yaratsa da, faşist iktidarın yürüyüşüne ve 14-28 Mayıs gecesi bir darbe yapmasına mani olamadı. Ayrıca, önümüzde, 2019 yerel seçim sonuçlarının etkilerini taşıyan ama hem oradaki, hem 14-28 Mayıs seçimlerindeki saflaşmadan farklı bir saflaşmayla gerçekleşecek bir seçim var. Bu saflaşmanın değişmesinde en önemli etkenler, kuşkusuz, daha da ağırlaşan kriz koşulları ve 14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçları. Bu etkenlerden doğru, seçime giden süreçte, faşist Cumhur İttifakı (Cİ), eriyen AKP oylarına talip olan Yeniden Refah Partisi’nden (YRP) doğru bölünmüş durumda. Mİ diye bir şey zaten artık sözkonusu değil. DEM Parti kendine yeni bir taktik hat belirlemişken, onların öncülüğünde kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) ise sadece yerel işbirlikleri (kent uzlaşısı) üzerinden hareket ediyor. Türkiye “sosyalistlerinin” en geniş kesimleri de, yanlış veya doğru bir biçimde, bu süreçte adaylar çıkararak seçime dahil olacaklar.

Tüm bunlardan hareketle, seçimleri ve sonrasını anlayabilmek için, bu saflaşmaya daha ayrıntılı bir şekilde göz atmakta fayda var.

14-28 Mayıs seçimlerinden önce son biçimini alan faşist Cİ’nın, özellikle büyükşehirlerde, kendi içinde yaptığı anlaşmalarla, 2019 yerel seçimlerinde kaybedilen belediyelerin geri kazanılmasını hedeflediğini, herkes biliyor. Seçimlerden sonra gerçekleştirilecek taarruzun daha kolay gerçekleştirilebilmesi için bu belediyelerin geri kazanılması önem arz ediyor. Faşist iktidar, rant-talan siyasetini devam ettirilebilmek ve toplumun üzerinde hakim kıldığı siyasal gücünü pekiştirebilmek için, başta İstanbul olmak üzere, büyükşehir belediyelerini geri kazanmak zorunda. Ayrıca, yerel seçimlerin kaybedilmesinin, tesis ettiği rejimi kurumsallaştırarak olduğu yere kazık çakmayı hedefleyen iktidar için, uzun vadede sorun yaratacağını söyleyebiliriz. İstanbul’da, seçimlerden sonra başlatılacak rantsal dönüşüm operasyonunu yönetebilsin diye aday gösterilen TOKİ’den mektepli Kurum ile Ankara’da Yavaş’a kaçan MHP’lileri kazanmak için aday gösterilen ülkücü-faşist Altınok örnekleri; Kürdistan’ın birçok yerinde görülen taşıma seçmenler; olmadı “bizi seçmezseniz hizmet gelmez ha!” söylemleri vb., iktidarın seçim stratejisini anlatmaya yeterli. Tam bu noktada, AKP’nin çözülme sürecinin bir ürünü olarak güçlenen YRP’nin, AKP ile pazarlıklarda anlaşamayınca, birçok yerde eski AKP’lileri aday göstererek, seçimlere ayrı katılacak olması ise işleri bozan bir yerde duruyor.

Başta CHP olmak üzere, 14-28 Mayıs seçimlerinde büyük bir hezimet yaşayan Mİ bileşenlerine baktığımızda ise, karşımıza, muhatapları için fecaat olarak tanımlanabilecek bir tablo çıkıyor. Salt AKP karşıtlığı üzerinden kurulan ve belli çıkarlara dayalı olan ittifak, içinde biriktirdiği tüm cerahati akıtarak dağıldı. Önce, İmamoğlu ve Özel el birliği yapıp Kılıçdaroğlu’nu götürdüler. Sonra, İYİP, hiç beklemeden faşist özüne döndü; şu an, seçimdeki en büyük amacı, Kürt düşmanlığını köpürterek, CHP’ye olabildiğince kaybettirmek. CHP’den vekillik koparmış tüm partiler de kendi yoluna gitti zaten. Ama tüm fecaate rağmen, CHP’nin, 2028 seçimlerinde (ki olursa!) ileriye dönük bir şansının olması ve ikinci bir yenilgi yaşayarak kendi içerisine doğru büzüşmemesi için, bu seçimlerde, en azından, 2019’da kazandığı İstanbul ve Ankara’yı, tekrardan kazanması gerekiyor. Bunun için, İmamoğlu ve Yavaş’ın beş senelik süreç içerisinde yarattıkları sempati ve toplumun çoğunluğunda hakim olan rejim karşıtlığından hareketle, “Türkiye İttifakı” söylemi üzerinden, başta DEM Parti olmak üzere, diğer partilerden seçmen “tırnaklamayı” hedefliyorlar. Ancak, senenin başında, Kürtler’e cici gözükmeye çalışan; sonra, yapılan eylemlerin ardından, savaşın dayanılmaz ağırlığının altında kalarak, devletli özüne dönen CHP de, İmamoğlu ve Özel şahsında temsil olan kesimlerin arasında, bir rekabet olduğu çok açık.

Öyle ki, çok kısa süre önce sonuçlanan aday belirleme süreci, CHP içerisinde, adeta, “en büyük payı kim yiyecek” yarışına dönüştü; rantiyelik noktasında iktidardan bir farklarının olmadığına, tüm memleket ayan beyan şahit oldu! Bir de, Antakya’da deprem suçlusu olan Lütfü Savaş’ın (halk kitlelerinin karşı koyuşuna rağmen) ve geçen sene partiden ihraç edilen, Bolu belediye başkanı, kadın ve mülteci düşmanı ırkçı-faşist Tanju Özcan’ın, ısrarla tekrardan aday gösterilmesi, rantiyeliğin yanında ilkesizliğin de, düzen siyasetine ne kadar hakim olduğunu tekrardan ve tekrardan gözler önüne serdi. Ayrıca, Özel’in defalarca dillendirdiği “Türkiye İttifakı” taktiğine tezat bir biçimde, yine aynı Özel’in “DEM’lenme sırası iktidarda” söylemi ve Afyon adayının son konuşmasındaki örneklerde olduğu gibi, rejimin Kürt düşmanı söylemlerini kullanarak, karşı tarafa temas etme niyetindeler; aslı varken, suretini, çakmasını satmaya çalışıyorlar! İmamoğlu, örneğin son yaptığı miting konuşmasında, Kürtler üzerinden kurduğu söylemlerle, her ne kadar, bu tezat davranışı telafi etmeye ve İstanbul’da oldukça önemli olan Kürt oylarını kazanmaya çalışsa da, tüm bu yaşananlar, ilkesizliğin ve düzen pisliğinin, nasıl bir karmaşa yarattığını, her şeyin yanı sıra, bir de böyle gösteriyor herkese. İktidarın ve muhalefetin yaptığı tüm bu hamlelere şahit olan bizlere de, “bu pisliği devrim temizler!” demekten başka bir şey kalmıyor!

Düzen partilerinin durumu böyleyken, DEM Parti de, 2019’dan bu yana uyguladığı “faşizme kaybettirme” taktiğini, Haziran 2023’den bu yana sürdürülen bir iç tartışma sürecinin sonunda değiştirmiş oldu. Hatırlanacağı üzere, 2019 yerel seçimlerinde, o zamanlar adı HDP olan DEM Parti’nin, “faşizme kaybettirme” taktiği üzerinden yaptığı destekle, CHP öncülüğündeki Mİ, önemli sayılabilecek bütün büyükşehirleri kazanabilmişti. Bu durum, her ne kadar Kürdistan’da kazanılmış belediyelere el konulmuş olsa da, faşist iktidarın, bu tarz bir “seçim ittifakı” ile yenilebileceği algısını oluşturmuştu. Nitekim, 14-28 Mayıs seçimlerindeki taktikleri etkileyen ve teşvik eden en önemli şeylerden biri de, 2019-2023 arasında oluşan bu tabloydu. Bu bağlamda, 2019-2023 süreci, DEM Parti’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin, tabiri caizse, Mİ ile “yaşanan her şeyi alttan alma”sı ve kendi “öz kimliğini bir adım geri çekme”si ile karakterize oldu. Ancak, 14-28 Mayıs seçimlerinde, işler biraz ciddileşince, salt “seçim ittifakı”nın faşizmi durduramayacağı, bu sefer ayan beyan bir şekilde açığa çıkmış oldu. Kasım 2015’ten bu yana yapılan tüm seçimleri hileyle gasp etmiş faşist iktidar, aynı şekilde, sonuçları sokakta etkin bir anti-faşist direnişle savunulamayan 14-28 Mayıs seçimlerini de gasp etmesini bildi.     

Tüm bunların üstüne, Mİ’nın, HDP ile yapılan ittifaka, kendilerine yakışır şekilde, HDP’yi ve Kürt halkını yok sayarak yaklaşması ve Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanmak için Özdağ denilen alçak ırkçı ile masa altında yaptığı anlaşma da eklenince, zaten ezelden beri dolmuş olan bardak taşmış oldu. Bir de, 2019’dan sonra oluşan “alttan alma” ve “öz kimliğini bir adım geri çekme” tarzı, başta Kürdistan’da olmak üzere, HDP’ye oy veren özellikle genç kitlenin, CHP’ye doğru gitmesine sebep olunca, tabandan tavana doğru ciddi bir tartışma süreci yaşandı. Tüm bu tartışma sürecinin sonucunda; halkın iradesini esas alan ön-seçim düzeneğinin işletilmesine; “birilerine kaybettirme ya da kazandırma değil kazanma” taktiğinin uygulanmasına; partilerin değil, başta Kürt halkı olmak üzere, kitlelerin çıkarlarını gözeten “kent uzlaşısı” anlayışının oluşturulmasına; kadın iradesinin daha fazla öne çıkarılmasına; yine başta Kürt halkı olmak üzere, tüm ezilen kesimlerin sesinin, kendi öz kimliklerinden taviz vermeksizin, toplumun en geniş kesimlerine, radikal bir şekilde ulaştıracak bir hareket tarzının benimsenmesine karar verildi. Bu kararların alınması, eksikler ve yanlışlar olsa da, kesinlikle olumlu. Bugün baktığımızda, tüm bu kararların, bazı aksaklıklara rağmen, uygulandığını görüyoruz. Böyle bir tartışma sürecinin yaşanıp sonuçlanabiliyor olması, daha sonra da uygulamaya geçilmesi dahi, DEM Parti’nin, düzen partilerinden farkını net olarak ortaya koymakta.

Ayrıca, DEM Parti’nin, bu tartışmalar sonucu belirlenen “kent uzlaşısı” anlayışı etrafında, bazı yerellerde, aday çıkarmayarak, CHP ile ittifaklar yaptığı ortada. Bu durumun, ulusal bir hareketin tarihsel-yapısal nitelikleri çerçevesinde ele alınması gerekiyor. Bu ittifak girişimlerinin, rejim karşıtı en geniş toplumsal kesimlerin bugün maalesef temsilciliğini üstlenen, ama tekelci burjuvazinin bir kliğinin de temsilcisi olan CHP ile Kürt gerçekliğinin kabulü temelinde geliştiğini söyleyebiliriz. Ulusal bir hareketin, devrimci bir strateji doğrultusunda hareket ettiği müddetçe, kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi doğrultusunda, egemen kesimler arası çatışma ve çelişkileri, kendi hareket alanını genişletme hedefiyle, taktik esnekliğin konusu yapması anlaşılabilirdir. Burada bizim eleştirel değerlendirmemiz, yapılan bu manevralar sırasında meydana gelen, düzen siyasetinin içinden doğru denklemler kurmaya yönelik hamlelere dair olabilir. Bu temelde yapılan bir ittifak adına eğer ilkeden taviz verilmiyorsa ya da böyle bir yanlıştan dönülebiliyorsa, bunun üzerine tartışacağımız çok bir şey yok.

Temsil ettiklerini iddia ettikleri sınıf ve tarihsel-programatik amaçları itibariyle, DEM Parti’den farklı olması gereken Türkiye “sosyalistlerine” baktığımızda ise seçimlere dair tutum konusunda birden çok yanlış, sapma ve oportünist eğilimin sözkonusu olduğunu söyleyebiliriz. Oturdukları rahat koltuklarına rağmen, mücadelenin esas alanlarında kafasını kaldırmaya mecal bulamayan “sosyalist” örgütler, mevzu bahis seçim olunca bir anda canlanıverdiler.Bu canlanmanın sonucunda gelişen yerel seçim tartışmalarında gördüğümüz en net şey, 90’ların başında (birkaç öznesinde) ortaya çıkan, 2000’lerden sonra yaygınlaşan ve özellikle 14-28 Mayıs seçimine giden süreçte belirginleşen, düzen içiliğin ve parlamentarist eğilimin, iyice güçleniyor olması. Devrimciliğin en temel ilkelerini unutan veya unutmuş gibi yapan “sosyalistler”, kazanılacak belediyeler üzerinden yapılması hedeflenen ve devrimci bir stratejinin belirleyiciliğinden yoksun bir “sosyalist-komünist belediyecilik” ile, uzun zamandır uzak oldukları kitlelere, tekrardan temas etmeyi umut etmekte. Bir de, bu parlamentarist eğilimin üzerine, sol halkçılık teorileri ile meşrulaştırılmaya çalışılan, bırakalım “sosyalisti”, tek niteliği fenomen olmak olan ve solcu dahi olmayan adaylar boca edilince, açıkçası her şey biraz daha netleşiyor. Bu da yetmiyor, bu sefer, “taktik esneklik” vb. retoriklere sığınanlar,    düzen partileriyle ve kendisine “komünist” diyen sosyal-şovenist partilerle, ilkesiz ittifaklar kurarak, küçük hesapların peşinde koşuyor!

Seçime yönelik saflaşmalar ve konumlanmalar bu şekildeyken, bu seçim sonuçlarının, etkide bulunacağı, üç özgün konu olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, ilk turu, İstanbul seçimleri olarak, 2019’da yapılmış olan Erdoğan-İmamoğlu referandumunun, ikinci turunun nasıl sonuçlanacağı. Bu seçimi, İmamoğlu yeniden kazandığı taktirde, rejimin tahkim ettiği siyasal gücünde bir zayıflama olacağını ve İmamoğlu’nun, düzen içinde herhangi bir alternatifi olmayan Erdoğan’a karşı, bir alternatif olarak çıkacağını söyleyebiliriz. İkincisi, DEM Parti’nin, yüksek olasılıkla Kürdistan’daki belediyelere atanacak kayyumlara karşı, etkin bir direniş geliştirip geliştiremeyeceği. Eğer böylesi bir kayyum ataması sözkonusu olursa, geliştirilecek olan etkin direniş, hatırı sayılı bir süredir geri çekilmiş Kürt halkını harekete geçmeye itekleyebilir. Eğer bir etkin direniş gelişmezse, en azından geri çekilmenin devam edeceğini, daha kötüsü ise ciddi bir yılgınlığın oluşacağını söyleyebiliriz. Üçüncüsü ise 14-28 Mayıs seçimlerinden bu yana hazırlanan ve seçimden hemen sonra başlatılacak olan taarruzun yoğunluğunun ne kadar olacağı. Faşist iktidar, eğer büyükşehir belediyelerini kazanır ve bu zaferle siyasal gücünü pekiştirmeyi başarırsa, başlatmak için yerel seçimleri beklediği taarruzu, çok daha güçlü ve pürüzsüz yapabilecektir. Öte yandan kazanamasa da bu taarruzu başlatacağı kesin.

Yerel seçimlerden sonra başlayacağı kesin olan bu taarruzun üstünde biraz durmak gerekiyor. Yapılacak olan bu taarruzun, ekonomik karakterinin, en son yayımlanan “Orta Vadeli Program” ve “12. Kalkınma Planı”nda belirlendiğini söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir ekonomik-mali bir krizle boğuşan TC devleti ve Türkiye sermaye sınıfı; rant-talan siyaseti üzerinden yeni birikim alanları açarak; vergilere ve hizmet bedellerine ek zamlar yaparak; toplanan bu vergilerle sermayeye fazladan teşvikler-hibeler vererek; yüksek faiz oranlarıyla işçi sınıfından gasp ettiği artı-değerin önemli bir kısmını yabancı sermayeye peşkeş çekerek; asgari ücrete sabitlenen ücretler ve açlık sınırının altına çekilen bir asgari ücretle çarkların dönmesini sağlayarak, Haziran 2023’den bu yana sessizce uyguladıkları “kemer sıkma” siyasetini, çok daha pervasızca uygulamaya geçip, bu krizi atlatmayı planlamakta. Bu sayede işsizlik tehlikesini de savuşturmayı hedefliyorlar. Özellikle son 10 yılda sömürgeleştirdikleri ve işgal ettikleri topraklardan gasp ederek getirdikleri değerler de bu konuda önemli bir rol oynuyor ve oynayacak. Bunlara baktığımızda ise gördüğümüz şu: Eğer başarılı olurlarsa, sermaye büyümeye ve yayılmaya devam edecek, GSYH artacak ama halk, yavan ekmeğe tamah etmeye, ucuzluk kuyruklarında ömür çürütmeye, çöpten yiyecek toplamaya, ay sonu fatura ve kira stresiyle yaşamaya, “vatan-millet-sakarya” ajitasyonuyla bir hiç uğruna ölmeye devam edecek! Üstüne bir de, esasen sermayenin yeni birikim alanları olarak açılan rezerv alanlarla, oturduğu evinden olacak, doğası ve çevresi talan edilecek, toprağı elinden alınacak!

Bu ekonomik program uygulanırken, siyasi baskı-terörün de, katlanarak artacağını söylemeye gerek bile yok. Ancak bu taarruzun siyasi karakterini belirleyen tek şey, bu ekonomik taarruzun sürdürülebilir kılınması değil. Öyle ki, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, iktidarın, halihazırda tesis ettiği faşist rejimi kurumsallaştırma amacı, son süreçte ortaya çıkmış bir durum değil. Yerel seçimler sonrasında, bu amaç doğrultusunda, uygulamakta oldukları tüm saldırıları çok daha sertleştirecekleri kesin. Özellikle yapmayı planladıkları “yeni anayasa” üzerinden adımlar atacaklarını söylemek gerekiyor. Fiilen uyguladıkları tüm tekçi-faşist siyaseti, bazen ayaklarına dolanan ufak-tefek pürüzleri ortadan kaldırmak için, hukukileştirmek istediklerini ve bu yöndeki uygulamaları en başta serimledik zaten. Eğer yerel seçimlerde başarılı olurlarsa, pazarlığa açık olduklarını 14-28 Mayıs’tan hemen sonra ilan eden meclisteki sağcı-faşist partilerin de desteğini alarak, bir referanduma gitmeye çalışabilirler. Başarılı olamazlarsa da, uzun zamandır yapmak istedikleri ve bunun için son aylarda çokça mekik dokudukları işgal hamlelerini, değişen küresel koşulları da fırsat bilerek gerçekleştirip, buradan sağladıkları siyasal tahkimatla referanduma gitmeye çalışabilirler. Elbette operasyonlar yapılması hedeflenen referanduma endeksli değil ama bunu bu yönde değerlendirebilirler. Öyle ki içinde debelendikleri bu geçiş evresinden kurtulabilmek için bu kurumsallaşmayı sağlamak zorundalar. Çok açık ki, bu kurumsallaşma, tüm ezilenlerin boynuna geçirilecek yağlı bir urgandan başka bir şey değil!

Tüm bu söylenenler doğrultusunda yapılması gerekenler belli aslında: Tüm dünyada ve Türkiye’de yaşanmakta olan derin buhran koşulları altında, faşist iktidarın, yerel seçimlerden sonra yoğunlaştıracağı bu taarruz ve artacak olan saldırılar, devrimciler tarafından, yeni bir mücadele döneminin başlatılmasını gerekli kılmakta. Bu taarruzu püskürtebilmek ve bu buhran koşullarında devrime doğru giden bir yol açmak, ancak, böylesi bir mücadele döneminin başarıya ulaşması ve devrimci komünist bir önderliğin örgütlenmesiyle mümkün olabilir. Birleşik mücadele anlayışı etrafında örgütlenecek böyle bir mücadele dönemi, devrimci komünist önderliğin filizleneceği toprak olmaya uygundur. Bu bağlamda, devrimci komünistler, bu yeni mücadele döneminin ön gününe denk düşen bu yerel seçimlerde doğru bir tutum takınmalı ve buradan aldıkları güçle hızlıca bu mücadele dönemini başlatmalıdırlar.

Devrimci komünistlerin, bu yerel seçimde takınacakları tutumun çerçevesi, 100 seneden fazladır yürütülen tartışmaların ışığında ve tarihsel deneyimlerin yol açıcılığında az-çok belli. Bizim için, yasal alan çalışmalarının ve bu alanda ortaya çıkan olanakların mümkün olduğunca istismarı, devrimci savaşın temel taktiklerinden birisidir. Buradan hareketle, devrimci komünistler, ne seçimlere katılmayı, ne seçim atmosferini düzenin teşhiri için kullanmayı, ne meclisten yararlanmayı, ne de belediyelerden faydalanmayı, ilke düzeyinde reddetmezler. Ancak, tüm bu çalışmaların, sadece bir taktik olduğunu, bir devrimci strateji içerisinde, anlam ve geçerlilik kazanacağını da bilirler. Öyle ki, devrimci bir stratejinin yokluğunda uygulanacak bu taktiklerin varacağı yer, yasalcılık ve reformizmden başka bir şey değildir. Yine aynı şekilde, herhangi bir yerel seçimde, devrimci bir stratejiye bağlı olmaksızın uygulanacak bu taktiğin varacağı nokta ise “belediye sosyalizmi”dir. “Belediye sosyalizmi”ni, en basitinden, “küçük yerel iktidarlar oluşturarak işçi sınıfını kazanma ve bu küçük yerel iktidarlardan doğru merkezi iktidarı ele geçirme” şeklinde tanımlamak yerinde olur. Devletin tüm merkezi ideolojik ve baskı aygıtlarının, kapitalistlerin hizmetinde olduğu bir dünya gerçekliğinde, böyle bir anlayışın uygulanmaya çalışması, açıktır ki, ya ham hayaldir ya da oportünizm!

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, bugün herhangi bir devrimci strateji çerçevesinde hareket etmedikleri ayan beyan ortada olan Türkiye “sosyalistleri”, bu ham hayali, “devrimcilik” namına kitlelere servis ediyorlar. Sosyal-şoven TKP gibileri, buna “komünist belediyecilik” demekten bile utanmıyor. İngiliz fabianlarından miras bu akımı, cehennemden hallice bir dünyada ve o cehennemin bir parçası olan Türkiye’de, satmak niyetindeler. Sanki, sınıf mücadeleleri tarihinde, daha önce böyle başarılı bir örnek varmış gibi! Sanki, Türkiye’de, 2015’ten bu yana kazanılan tüm seçimler çalınmamış veya daha önce belediyelere kayyum atanmamış gibi! Bu ham hayal yetmeyince de, bu taktiği kullanmak adına, yaptıkları ittifaklar veya kurdukları söylemlerle, bugün Türkiye’de en geniş kitleleri kuşatan, şovenizm, milliyetçilik ve mezhepçilik gibi tüm geri eğilimleri beslemekten de geri durmuyorlar zaten. İlkesizlik ilkesizliği besliyor; başka bir şey değil!

Açıkça söylemek gerekiyor: Bugünkü Türkiye koşullarında, eğer siz, “sosyalizm” veya “komünizm” namına, bir belediyeyi kazandıysanız ve oraya bir süre sonra bir kayyum atanmadıysa, bu sizin siyasi uyanıklığınız vb. sayesinde değil, faşizmin dayattığı koşullarla uzlaşan oportünist tutumunuzdan kaynaklanmaktadır! Faşist iktidarın, saldırıların sivri ucunu, Kürt halkına ve direnen tüm devrimcilere yönelttiği bir Türkiye’de, size kayyum atanmamasının tek gerekçesi, iktidarın çizdiği çemberleri kabul etmenizdir. Ve ama eğer siz, namınıza layık bir tutum içerisinde iseniz bu kazandığınız mevzide, kayyım siyasetine ve çizilen çemberlere karşı geliştireceğiniz tutumla -ki bu tarihsel sorumluluğunuzdur- düşmanın hedefi olursunuz. Değilse, bu göstermeniz gereken tutumu göstermemiş olmanızdandır. Ezcümle; siz, her kim olursanız olun, tüm gücün faşizmin elinde olduğu bu koşullarda, yasal alan taktiklerini kullanırken, öyle kolayından “uyanık” davranamazsınız! Ki zaten, hatırlatmak gerekirse, tarihte ün yapmış birçok oportünist, “çok uyanık” ve “çok akıllı” olduklarına dair övünmeleriyle ünlüdürler! Aksine dair örnekler için Kürt halkının zindanlarda esir tutulan siyasi temsilcilerine bakmak yeterlidir…

Tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki:

Devrimci komünistler, bugünkü Türkiye koşullarından ve sahip oldukları en temel ilkelerden hareketle; rantiyelik, ilkesizlik ve şovenizm noktasında iktidardan çok da bir farkı olmayan, hiçbir düzen partisine veya sosyal-şovenist partiye, o ya bu gerekçeyle, oy verme çağrısı yapamaz. Aksine, onları, her fırsat bulduklarında, en geniş kitlelere teşhir etmekle yükümlüdürler.

O yüzden, bugünkü koşullarda alınacak en geçerli tutum, seçimlerde, kendi bağımsız çizgimizi korumak kaydıyla, Kürt halkının haklı mücadelesine birleşik devrim çizgisi çerçevesinde omuz verip, Kürt halkının tek meşru temsilcisi olan DEM Parti’ye, aday çıkardığı her yerde, destek vermektir. Yine aynı şekilde, olası kayyum atamalarına karşı gelişecek her direnişe, sonucu her ne olursa olsun katılmak, Kürt halkıyla omuz omuza dövüşmek, bugün devrimcilerin, devrimci olmaktan ileri gelen görevleri arasındadır.

Ayrıca, yukarıda sıraladığımız yanlış, sapma ve oportünist eğilimler dışında, işçi-emekçi kitlelerin içerisinden gelen, ilkesiz değil mücadeleci bir pratik sergileyen ve sosyalist kimliği ön planda olan kimi adayların, seçilemeseler bile görünür olacak olması, yeni bir mücadele dönemine gireceğimiz bugünlerde, elbette olumludur. Bu bağlamda, devrimci komünistler, mekan, kurum ve şahıs ayrımını gözeterek, en genel ilkelere uygun olan devrimci-demokrat öznelerin kimi adaylarına elbette destek verebilirler. Devrimci komünistler, bu tutumda ısrarcı oldukları taktirde, yukarıda da söylediğimiz üzere, yeni mücadele dönemini, çok daha sağlam zeminlerde başlatabileceklerdir. İfade etmeye çalıştığımız tüm çatışkı ve çelişkileri kapsayabilecek, açlığa-sömürüye-baskıya-zulme-ataerkiye karşı biçimlenen bir mücadele programı etrafında, öncü çıkışlar ve fiili-meşru mücadele bileşkesi aracılığıyla yürütülecek bu mücadele döneminin temel hedefi ise kitlelerin öz-örgütlülüklerini, anti-faşist ve gündelik mücadele dolayımıyla oluşturmalarının önünü açmak olarak konulabilir. Bu hedefe doğru giden yolda, devrimci komünist bir önderliğin yaratılmasına dair uygun koşullar kuşkusuz oluşacaktır! Yeter ki dik duralım, cüret edelim!

Kaynak: Komün Gücü