21. yüzyılda dünya: Emperyalizm ve savaş – Mehmet Güneş | Komün 9. Sayı

Giriş

Savaş ve siyaset her zaman iç içe olmuştur. Bu gerçeklik bazı dönemlerde tam üst üste çakışır, bazı dönemlerde tümüyle ayrışır, başka koşullarda bazen biri bazen diğeri öne çıkar. Savaş ve siyasetin hangisinin öne çıktığı veya belirleyici ağırlık kazandığı tümüyle somut, nesnel ekonomik ve toplumsal koşullara bağlıdır. Clausewitz “savaş politikanın başka araçlarla devamıdır” derken bu diyalektik ilişkiyi anlatır. Devletler arası veya sınıflar arasındaki politik ilişkiler, sistemler çözümsüz krize girdiğinde, şiddet isteklerden bağımsız olarak politikanın yerine devreye girer ve hükmünü uygular. Kesinlikle, sınıf savaşları uzlaşmaz çelişkiler barındırdığından daha fazla şiddet içerir.

Savaşlar kader değildir, kaderden daha ağır kapitalist emperyalizmin yasasıdır, kapitalist sömürü ve rekabet sürdüğü müddetçe savaşlar da sürmektedir ve sürecektir. Bu bizim iddiamız değil bugüne kadar yaşadığımız sınıflı toplumlar ve en sonuncusu kapitalist dünyanın mevcut halidir. Savaşlar, daha çokta iç savaşlar, öznelerden veya karar vericilerden bağımsız olgunlaşır. Birileri istedi diye savaşlar çıkmayacağı gibi, koşulları olgunlaşmış bir savaşı da birileri isteyerek kolayca önleyemez. Bu gerçekliği anlamayan,  temsil ettiği kesimi yenilgiye götürür. Daha çok bu durum yenilgi bile olmaz çöküş ve tasfiye olarak tecelli eder.

Şiddet, bugün her zamankinden daha fazla politikanın yerini alıyor. Savaş ve şiddetin giderek tahmin etmediğimiz biçim ve boyutlara sıçrayacağı bir süreç, gözlerimizin önünde akıp gidiyor. Kimse Afganistan’da başlayan sürecin buraya varacağını düşünmüyordu. Afganistan ve Irak yanarken Libya ve Libyalılar, Libya işgal edildiğinde Suriye ve Suriyeliler dahil kimse bugün bölgemizde yaşadıklarımızı aklından geçirmiyordu. Irak savaşı Irak’la sınırlı kalmadı, sonrasını; yani bugüne gelen tüm süreci belirledi. İlk hamle doğru olarak anlaşılmazsa, sonrasındaki gelişmeler ve nelere yol açacağı hiç anlaşılmaz.

Yeryüzü sınıf mücadeleleriyle sarsılıyor

Dünya tarihinde sınıflar mücadelesinin en yüksek noktasındayız, sınıflar ve sınıf mücadeleleri de tarihin en keskin dönemini yaşıyor. Günümüzde tüm savaşlar ve devrim için mücadeleler; sınıf mücadeleleri, sınıflar mücadelesinin değişik biçimleridir. Kapitalizm dünya hakimiyetini kurduğundan beri yeryüzündeki tüm çatışmalar emek sermaye çelişkisinin yansımalarıdır. Bugün bin bir çeşit ideolojik görünümünde süren tüm çatışmalar bu çelişkiden kaynaklanmakta ve bu çelişkinin değişik sınıf, zümre ve tabakalarca kendi çıkarları doğrultusunda siyaset dünyasına yansımalarıdır. Ukrayna’daki savaş da bu gerçekliğin tam içindedir ve görünürde dolaylı olarak, esasta öz olarak iki emperyalist kampın savaşı, aynı zamanda bu konjonktürde devrim ve karşı devrim güçlerinin hesaplaşma alanıdır. Bu savaşın sonucunda ya devrim ya karşı devrim kazançlı çıkacaktır. Bu savaşa devrimci yaklaşım bu gerçekliğe uygun olmalıdır.

Devrim için mücadele, bugün çok daha fazla emek ve sermayenin savaşıdır, aynı biçimde süren tüm çatışmalar hangi görünüm ve ideolojik örtü altında sürdürülürse sürdürülsün, özü değişmez; yerküre düzeyinde süren emperyalist kapışmalar, bölgemiz ve ülkemizde halen kıran kırana süren ulusal, dinsel, mezhepsel, kültürel ve diğer değişik biçimleriyle süren tüm savaşlar, tamı tamına sınıf savaşlarıdır. Engels bu gerçeği yüz elli yıl önce söylemiştir: “ister siyasal ister dinsel ister felsefi, isterse başka bir ideolojik alanda yaşansınlar, tüm tarihsel mücadeleler, gerçekte yalnızca, toplumsal sınıfların mücadelelerinin az ya da çok belirgin ifadeleridir” Devamında İrlanda için Mealen “İrlanda’da mezhep savaşları görünümünde süren çatışmalar modern sınıf savaşlarıdır” vb kesin bir değerlendirme yapar. Bu gerçeği kavramayanlar, her olaya şaşı bakmaktan kurtulamazlar.

Günümüzün bu gerçeğini kavrayamayanlar, ABD’nin Irak’ı diktatör Saddam’ı devirmek ve demokrasiyi yerleştirmek için işgal ettiğine inanır. 70 ülke bir araya gelerek ‘Suriye Dostları Grubu’nu kurdular. Bu yapı, ABD, AB, NATO, BM, İslam Konferansı, Arap Birliği, Türkiye dahil tüm uluslararası ve yerli gerici devlet ve kurumların onayı ve desteğini arkasına aldı. Bu büyük gerici, emperyalist koalisyonu Suriye halkını sevdikleri için kurmadılar. Dünya çapında büyüyen kriz ve değişen güç dengeleri sonucu emperyalistler, ön hesaplaşmaya bölgemizden başladılar.  Aynı zamanda, bölgemizi yağmalamak ve bölgemizdeki tüm halk ve devrim dinamiklerini ezmek ve tüm halkları yeniden kölelikten beter koşullara razı etmek için harekete geçtiler.

Emperyalizm ve dünya gericilik cephesi, bölgemizi açıkça işgal etti, ama önce IŞİD vb. örgütler olarak geldiler. IŞİD vb. tüm yapılar, emperyalistler ve yerli gerici, faşist egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda bölge halklarının bağrına sokulmuş milli ve dini gericiliğin kanlı kılıcıdır. Emperyalizm ve yerli egemenler, bölgedeki halkların sınıflar savaşına ve istemlerine, İslami, milli, mezhepçi ve faşist ideolojik ve örgütsel perdeler arkasından saldırıyor. Bu ideolojik motifler emperyalizmin sömürgeci işgal ve zorbalığını bölge gericiliğinin işbirlikçi faşist ve gerici yüzünü kitlelerin gözünde gizlemeye hizmet ediyor ve bu anlamda etkili oluyor. Ama saldırının ve bölgede yaşanan tüm çatışmaların, dünya çapındaki emek-sermaye çelişkisinin yansıması, modern sınıf çatışmaları olduğu gerçeğinin üstünü örtemiyor.

Marksizm ve komünizm adına ortaya çıkmış birçok eğilim, bu çatışmaların sınıf karakterini kavramadıkları veya kavramak işlerine gelmediği için, etrafımızı saran bu kanlı cehennemi ve çatışmaları, kendi dışlarına atmak için her yolu deniyorlar ama asıl olarak kendilerini sınıflar savaşının dışına atıyorlar.  Ve maalesef en çok bu yapılıyor ve birçok eğilim, yıllardır tüm yeryüzünü kanatan bu çatışmaları küçümseyerek sınıf mücadelesi verdiğini zannediyor. Ve doğal olarak hayatın dışında, steril ortamlarda demokrasi ve reform dilenmekten başka bir varlıkları olamıyor.

Her şey, bu tuzu kuru Marksistlerimizin gönlünce olsa ne kadar iyi olurdu. Yoksul emekçiler, hatta fabrikalarda örgütlü proletarya ve müttefikleri bir safta, tüm patronlar, mülk sahipleri ve tüm gericiler karşı safta billurlaşmış olarak saflaşmış ve daha modern yöntemlerle savaş yürütselerdi, istemeyenin gözü kör olsun. Ancak “kader böyle tecelli etmiş” ve seçme hakkımız yok.

Emperyalizm, kapitalizm ve faşizm de dışımızda değil, milyonlarca insan bu sistemin gerici ve faşist ideolojisi ile örgütlenmiş ve silahlanmış olarak bizi kuşatmış durumda ve her adımda mücadelemizin karşısında duruyor. Emperyalizm ve ulusal devletler ve onların gizli açık modern silahlarla donatılmış kırım orduları, bütün bu maddi ve ideolojik örtülerin arkasında kendilerini çok ustaca gizlemiş olarak yer alıyorlar. Kim emperyalizme, kapitalizme, faşizme karşıyım, sosyalizm ve devrim için mücadele ediyorum diyor ve bunda kararlıysa bu maddi gerçekliğin dışında bir savaş alanı ve olanağı yoktur. Kim emperyalizme ve kapitalizme karşı tek bir adım atmak istiyorsa bu kanlı saldırılara karşı net bir görüşe sahip olmak zorundadır.

Kapitalizmin dünya sistemi olarak hakimiyetini kurmasından bugüne, kapitalizmin hakim olduğu tüm ülkelerde emek sermaye çelişkisi temel çelişkidir. Bu sınıfsal düzlemde burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişki olarak yansır ve çözümü sosyalizmdir. Sosyalist sistemin çökmesine rağmen çağımızın niteliği değişmemiştir, kapitalizmin çöküşe gittiği, devrimler ve sosyalizm çağının yeni döneminin içindeyiz. Emeğin kalelerinin çökmesi, ideolojik etkisinin zayıflaması, siyasal örgütlerinin ve mücadele araçlarının etkisizleşmesi, dünya çapındaki temel çatışmayı, emek ve sermaye çelişkisini ortadan kaldırmamış tersine çok daha şiddetlendirmiş ve büyütmüştür. Bugün sınıf mücadelesinin geriye düşmüş olması durumu değiştirmez. Buna rağmen halkların mücadelesi durmuyor, on yıllardır bütün kıtalarda ve tüm ülkelerde iktidarlara karşı, peş peşe patlayan ve sönen isyan dalgaları bu gerçekliğin kendiliğinden ortaya çıkış biçimleridir.

Dünya devriminin bir merkezi gücü ve örgütlülüğü olmamasına rağmen nesnel dünya durumu ve çelişkisi değişmiyor. Bugün yeryüzünde süren tüm çatışmalar ve savaşlar bu nesnel temelden kaynaklanıyor. Emperyalistler, dünya çapında yürüttükleri savaşlara emeğin sömürülmesi ve dünya işçi sınıfının yarattığı artı-değerin paylaşılması için savaşıyoruz diyemediklerinden bin bir bahane uyduruyor, asıl olarak da kendi yarattıkları canavarlıkları ve terörü önleme olarak, demokrasi ve özgürlük teraneleriyle her yere müdahaleden çekinmiyor, kanlı eylemlerine devam ediyorlar.

Yaşadığımız çağda hukuk, demokrasi, insan hakları, evrensel değerler vb kavramların hükmü geçmez. Emperyalizmin dünyasında, bunlara inanan ve bunlar üzerinden karşıtlık oluşturmaya çalışanlar veya bu kavramların gölgesine sığınanlar, devrimci siyasetçi değil acizdir.

Emperyalizmin dünyasında güçler konuşur ve güçlü olmayan ve güçlenmesini bilmeyen düşer ve düşeni paramparça ederler. Emperyalist alemin ikinci özelliği, netlik ve kararlılıktır, her türlü tereddüt zaten zayıf olanı bu arenada kolayca yem eder. Yem olmak istemeyenler politikada her dönemdekinden daha uyanık ve net olmak zorundadır. Emperyalizm ve dünya durumu kurtlar aleminden daha tehlikelidir. Kurt dumanlı havayı severmiş, buradaki hava, kurtları da ürkütecek vahşiliktedir. Bu vahşiler alemi emperyalizm ve dünya durumudur ve bu gerçeği çok net ve berrak olarak kavramak zorundayız.

Ukrayna’da savaş başladığından beri, emperyalizm üzerine tartışmalar derinleşerek sürüyor. Devrimcilerin bu konuda fazla laf yığınına, edebiyata değil somut, taş gibi elle tutulur, temel yol gösterici kazıklara ihtiyacı var. Yazdıklarımız ve söylediklerimiz kağıda dökülüp orada kalmayacak, sıcak bir kavgada bize yol göstermelidir. Yazdığımız her belirlemenin, her satırının sorumluluğu var. Bugünkü dünya gerçekliğinde, emperyalist kapitalist dünyaya karşı dövüşmek için onu, işbirlikçilerini, güçlü ve zayıf yanlarını, taktiklerini doğru ve net olarak kavramak ve kendimizi emperyalizme karşı mücadelenin zorlu görevlerine hazırlamak zorundayız.

Bölgemizde halklara ve devrimci güçlere yönelik tüm kanlı saldırıların içinde emperyalistlerin eli var. Bizim emperyalizm üzerine konuşma ve yazdıklarımız bu gerçeklikle uyumlu olmalıdır. Emperyalizmin hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz, emperyalist dünyanın, hele de kriz evrelerinin yasası, hız ve kararlılıktır. Başka dönemlerde yıllara sığacak gelişmeler ve olaylar, üstelik hiç beklenmedik boyutlarıyla bir anda olur ve biter. Yaşamın ve olayların gerektirdiği gücü, kararlılığı ve hızı kazanamayanlar, çok hızlı ve kötü kaybederler. Tahmin edilen ve beklenen gelişmelere hazır olmak yetmez, beklenmeyen ve tahminlerimiz ötesindeki gelişmelere de hazır olmak, halklarımızı ve emekçi  kitleleri hazırlamak durumundayız. İdeolojik, politik ve örgütsel olarak her bakımdan ve her düzeyde, her zamankinden daha duyarlı olmak ve görüşlerimizi, araçlarımızı, örgütümüzü, militanlarımızı, silahlarımızı keskinleştirmek zorundayız.

2022 yılı dünya için emperyalist savaşın yeni ve sert bir etabı olarak değerlendirilirse, önümüzdeki günler ise kapıları ardına kadar açılmış olan cehenneme giriş olacaktır. Dünyanın en güçlü ülkeleri, uçakları ile gökyüzünün ve gemileriyle dünyamızın bütün denizleri üzerine üşüşmüşler ve her türlü ölüm aletlerini dünya halklarının üzerine çevirmişler. Bunlar zamanımızın akbabalarıdır, kan kokusu almasalar böylesine hep birden faaliyete geçmezlerdi. Son ferdine kadar dünya halkları tehdit altındadır, bu akbabalar sürüsü, ilk olarak işçi ve emekçilerin kanını dökmek için hareket halindedir. İdeolojik, siyasal her hangi bir değerlendirme yapmadan önce bu temel gerçeğin tespit edilmesi halklarımıza karşı borcumuzdur.

Bölgemize ve halklarımıza olduğu kadar, dünya halklarına karşı da aynı oranda sorumluyuz. Karşı karşıya gelen emperyalist haydutlar ve her bölgedeki işbirlikçileri, bugün daha önce iki defa yaptıkları gibi tüm insanlığı kana bulayacak üçüncü bir savaşın tamtam borularını çalmaktadır. Tarihte görülmedik boyuttaki büyük rakip koalisyonlar, kara, deniz ve hava filolarıyla son model savaş araçlarıyla denizler, dağlar ve gökyüzü dahil bütün yeryüzünü silahlara boğmuş olarak devam eden savaşı yaygınlaştırarak yeni bir emperyalist dünya savaşına yükseltmek için hazırlanıyorlar. Bütün bu devasa savaş gücünün uluslararası hukuk, evrensel değerler benzeri lakırdılar için hareketlendiğine kargalar bile güler. Peki bütün bu emperyalist devletler kara, deniz ve hava filolarıyla niçin dünyanın her yöresine yayılıyor? Bu sorunun tek cevabı yeni bir paylaşım içindir, bütün bu yığınak hem dünyayı talan edip hakimiyet kurmak hem birbirlerine karşı mevzi tutmak içindir. Tüm dünyayı sarmakta olan çatışmalar, daha da büyürse kimse dışında kalamaz. Saldırganlarla aynı safta olmayan herkes hedef durumundadır. Hedef olanlar kurbanlık koyun olmayı kabul etmiyorlarsa kendi tedbirlerini almak zorundadır.

Dünya halkları ve emekçi sınıfları, tüm dünyayı saran bu çatışmaların hedefi durumundadır. Kendi isteğinden öte bu çatışmaların hedefidir ve bu savaşları kendi çıkarları doğrultusunda yürütmek zorundadır. Devrimci güçler olarak, bu büyük çatışmalarda gücümüz veya güçsüzlüğümüz üzerinden tereddüt geçiremeyiz. Böylesi dönemlerde güç ve güçsüzlük, yürütülen politika ve taktiklerle yakından ilişkilidir. Şimdiki durumumuz ne olursa olsun bu büyük hesaplaşma, güçsüzlüğümüz gibi devrimci ortamdaki çözümsüzlüğün de aşılacağı büyük devrimci olanaklara sahiptir. Devrimci Hareketin bu günkü çözümsüzlüğünden çıkış yolu da bu zor görevlere cesaret edip etmeyeceği ile ilgilidir. 

Ukrayna savaşıyla ilgili birçok yorum ve değerlendirme yapılıyor, ancak bu savaşın gerçek sebebi doğru olarak kavranmazsa, savaşa karşı doğru tavır da geliştirilemez. Ya taraflardan birinin destekçisi veya genel geçer sloganları tekrarlayan apolitikler durumuna düşülür. Bu savaş üzerine neler neler söylenmiyor: En başta doğrular ve yanlışlar iç içe değerlendirmeler yapılıyor, bazıları emperyalist ülkelerin politikaları üzerinden, bazıları ekonomik gelişmeleri öne çıkararak, başkaları dünya güçler dengeleri üzerinden, kimileri de emperyalist ülke liderlerinin politikaları üzerinden görüşler öne sürüyor. ABD’nin, AB’nin, Rusya ve Çin’in, NATO’nun mevcut durumları ve politik tavırları üzerinden sonuçlar çıkarıyor. En çok Rusya ve Çin üzerine, bu ülkelerin emperyalist olup olmadıkları, Çin’in sosyalistliği vb tartışmalar sürüp gidiyor. Tabi ki, doğru değerlendirmeler de var ama savaşın sebeplerinin bir boyutunu doğru anlayanlar, başka bir boyutunu karartıyor. Tartışmaların tümü “körün fili tarifini” hatırlatıyor. Bu yazıda da benzeri sorunlu ve tartışılacak yanlar olabilir, bu sakıncalardan kaçınabilmek için sorunun temel sebebinin doğru kavranılması ve diğer yan unsurların bu temel üzerinden değerlendirilmesi önemli yanlışları engelleyebilir ve tartışmalarla zenginleştirilecek bir düzey yakalanabilir.

Eşitsiz gelişme

Bugünkü saflaşma ve kapışmayı doğru tanımlayamayanlar doğru tavır alamazlar. Bu savaş Allah’ın hükmü gibi bir toplumsal gelişme yasasının sonucu yaşanıyor; eşitsiz gelişme yasası işliyor ve ABD emperyalizmi geriliyor. Ukrayna savaşı, asıl olarak emperyalist rekabetin tetiklediği, ABD’nin İngiltere’yi de yanına alarak hegemonyasını koruma için zorunlu olarak başlattığı ve zorlayarak oluşturduğu uzun sürecek bir dünya tarihsel dönemin başlangıcıdır. Bu konuda eski formüller yetmez, mevcut dünya gerçekliği bambaşka bir boyuta yükselmiştir ve bu kapışma şu veya bu saldırgan gücün kararından önce, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durumun bir sonucudur.

Dünya halkları, emperyalist kapitalist güçler tarafından nasıl iki büyük savaşa itildiyse, bugün değişik koşullarda halklar, savaş sahnesine, birbirlerini boğazlamaya itiliyor. Önce bu gerçekliği net olarak kavramak şart. Nasıl ki, 1. Emperyalist Dünya Savaşı bir arşidükün öldürülmesi veya 2. Emperyalist Dünya Savaşı yalnızca Hitler’in kişisel sapkınlığı sonucu değilse; nerede duracağı belli olmayan ve tüm bölgelere yayılma eğilimi gösteren bu savaş da şu veya bu muhteris liderden önce kapitalizmin kaçınılmaz sonucudur. Kapitalizm, savaşlar olmadan varlığını sürdüremez. Kapitalizmin bunalımı şiddetleniyor,  ABD silah ve finans gücüyle ya bu süreci durduracak veya yerini geriden gelen emperyalist odaklara terk edecek. Bütün bunların somut anlamı; ABD, hızla yükselen Çin’in önünü kesmek istiyor. Tarih bunun nafile bir çaba olduğunu gösteriyor. Bütün yükselen ve çöken imparatorluklar gibi ABD imparatorluğu da ebedi değil, ölümlüdür. Bütün yükselen ve göçen imparatorluklar gibi, ABD imparatorluğu da hegemon olarak kalamayacaktır, baş aşağı gitmektedir ve kaybedecektir. Ama insanlığa pahalıya ödetecektir.

Eşitsiz gelişme, hayatın her alanına etki eden evrensel bir gelişim yasasıdır, yalnız ekonomik düzeyde işlemez, siyasal süreçlerde de hükmünü sürdürür, sınıfların gelişimi ve sınıflar mücadelesi de eşitsiz gelişir. En gelişmiş haline kapitalist üretim tarzında kavuşur, kapitalizm hem uluslar arası düzeyde hem de ülke içinde eşitsiz gelişir. Bu yasa kapitalizme içkindir, içsel süreçler ve dinamikler neticesinde ortaya çıkar. Dünya kapitalizmi, uzun bir zincirin birbirine bağlı, her biri diğerine göre eşitsiz gelişen halkaları durumundadır ve birbirleriyle çelişkili bütünlük içindedir.

Eşitsiz gelişme yasası, yalnızca kapitalizmle başlamaz, dünya tarihinde her dönem hükmünü yürütmüştür. Kapitalizmle birlikte karmaşık çelişkilerin, tekel ve rekabetin derinleşmesiyle evrensel ve yerel olarak toplumsal yaşamın bütün alanlarında her düzeyde keskin eşitsizlikler olarak gelişimin ve değişimin hareket yasası olmuştur.

Dünya tarihi yükselen ve düşen imparatorlukların tanığıdır. Cengiz Han’ın Moğol imparatorluğu dünyada en geniş coğrafyaya yayılan imparatorluktur, kısa zamanda dağılmıştır. En uzun süre yaşayan Roma imparatorluğu da dünya imparatorluğu düzeyine yükseldiğinde düşüşe geçmiş ve paramparça olmuştur. Ardından Arap, Osmanlı imparatorlukları, Roma Cermen ve Avusturya Macaristan imparatorluklar yükselmiş ve gerileyip küçülmüştür. Aynı gelişmeler kapitalizm döneminde de yaşanmıştır. Kapitalizm aşamasında son yükselen güç Fransa’dır. Emperyalist dönemin parlak gücü “üzerinde güneş batmayan”, dünyanın yarısını sömürgeleştiren ve sanayi devrimiyle kapitalizmi dünyaya yayan Britanya imparatorluğu, dünyanın hegomon gücü haline geldi. İngiltere’nin yükselişini 20. yüzyıl başlarında ABD takip etti ve 2. Dünya savaşından sonra tartışmasız dünya üzerinde hegemonyasını pekiştirdi. Sonrasında Almanya ve Japonya da sıçramalı gelişmeler kaydetseler de hegomon güç düzeyine varamadılar. 2010 yılından beri Amerika duraklayıp gerilerken, görülmedik bir hızla ÇHC öne fırladı.

Ta, MÖ Çin bilginleri kendilerince eşitsiz gelişimi anlatırlar. 15. Yüzyılda İbn-i Haldun kendi döneminde dünya tarihini eşitsiz gelişme yasası temelinde açıklar. Marks’ın kapitalizm tahlilleri rekabet ve tekel üzerine yazdıkları kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının serimlenmesidir. Bu yasayı “eşitsiz gelişme” olarak ilk kullananlar Lenin ve Troçki’dir. Lenin’in emperyalizm tahlilleri eşitsiz gelişme üzerine oturur, kapitalizm eşitsiz gelişmenin itilimiyle emperyalizm aşamasına yükselir.

Marks’ta ve kurucu metinlerde emperyalizm

Hegel doğru nedir sorusuna, “tarihe direnendir” diye cevap veriyor. Marks’ın “Kapital”, Lenin’in “Emperyalizm” eserleri, bunca zaman sonra hala tartışılıyorsa, tarihe direndikleri açıktır. Hegel’in söylediği ucu açık bir tespit, bir mutlaklaştırma değil. Diyalektik ve tarihsel materyalizmde mutlak doğru yoktur, doğru sürekli gelişme ve değişim içindedir. Dolayısıyla Marks’ın kapitalizm tahlilleri de Lenin’in emperyalizm değerlendirmeleri de tarihe direniyor, ama yeni biçimler alarak değişim geçirerek… Ne Marks’ın ne de Lenin’in görüşleri, tartışılmaz hakikat veya kehanet olarak değerlendirilebilir. Herhangi bir görüş veya analiz, tarihe ne kadar direnirse dirensin, değişimim dışında kalamaz, çünkü; bu görüşlerin maddesi olan olgular devinim halindedir, mutlaka değişirler.

Birçok yerde, Marks’ın emperyalizmi göremediği, “serbest rekabetçi” kapitalizmi anlattığı ileri sürülür, bu tür görüşler tamamen yanlıştır. Bu konuda Marksist tarihçi Taner Timur, Marks emperyalizm sözcüğünü kullanmaz, emperyalizmi anlatır, diyor. Marksizmin kurucuları, daha 1848’de, kapitalizmin bir devrimle yıkılmaması durumunda, tüm toplumsal yapının çöküntüyle karşılaşacağını yazarlar: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” (Marx ve Engels, Komünist Manifesto)

Marks, “tarihe direnen” eserinde (Kapital’de) kapitalizmin, genlerinden başlayarak adeta anatomik yapısının röntgenini çeker ve gelişmesinin ileri aşamalarında -günümüzde de geçerliliği devam eden- nasıl evrileceğini anlatır. Marks, açıkça serbest rekabetin kaçınılmaz olarak üretimin yoğunlaşması ve tekelleşmeye varacağını ve kapitalizmin sistem olarak tüm dünyaya yayılacağını yazar. Tekel ve rekabeti birbirinden ayırmaz, Marks. “Gerçek yaşamda yalnızca rekabeti, tekeli ve bunlar arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı değil, bu ikisinin sentezini de buluruz ki bu bir formül değil, bir harekettir. Tekel rekabet, rekabet de tekel üretir. Tekelciler kendi aralarında yarışır, rakipler tekelci olurlar.” (Marks, Felsefenin Sefaleti) Marks, kelime olarak emperyalizm demez, ama en özlü biçimde kapitalizmin hareket yasasının varacağı aşamayı anlatır, bu satırlarda anlatılan emperyalizmdir. Alman İdeolojisi’nde Engels’le birlikte şunları yazar: “Üretici güçlerin gelişimi sürecinde öyle bir aşamaya ulaşılır ki, üretici güçler ile ekonomik ilişki araçları mevcut koşullar altında yalnızca zarara yol açar, üretici olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelir.”

Sermaye birikim süreçleri her yeni evreye sıçradığında, bir gelişme yaşar ama bu uzun sürmez, çeşitli tıkanıklıklar baş gösterir. Kapitalist sistemin gelişme dinamikleri, sermaye birikiminin yasalarıdır ve Marks, berrak biçimde, bu yasaların işleyişinin bunalımlardan ayrı olamayacağını göstermiştir. Sermayenin gelişme ve büyümesi, bizzat burjuva mülkiyet ilişkileri ve azami kar arayışı kapitalist bunalımların kaynağıdır. Kapitalizmin sistemik krizleri, sermayenin kendisinden kaynaklanır: “Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizzat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak zorla tahrip edilmesi, pılını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır.” (Marks, Grundrisse, s. 683)

Marks’ta emperyalizmi anlatan benzeri sayısız tespit vardır Kapitalizmin günümüzde ulaştığı ve halen de içinde yaşamakta olduğumuz son evresini, yani mali sermayenin egemenlik çağını da kredi sermayenin bir eğilimi olarak ileri sürer: “(kredi sermaye) rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve nihayet sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” (Marx, Kapital, c.1, s.664)  Marks, sermayenin merkezileşmesini rekabetle açıklar ve kredi sermayenin yeni bir dünya piyasasına varacağını söyler: “dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır”.  (Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, s.61)

Marks, kapitalizmi analiz etmiş, çözümlemiş ve eleştirmiştir ama bunlarla yetinmemiş, kapitalizmden sosyalizme geçişin, yani kapitalizmin yıkılışının, sermaye birikim sürecinin hareketinin, kapitalizmin kendi özsel dinamiklerinin bir sonucu olacağını söyler.  Kapitalizmin eşisiz gelişmeyi daha baştan içinde taşıdığını, bunun sermayenin yoğunlaşması ve sınırlı ellerde merkezileşmesini, böylece tekelciliğin kaçınılmazlığını ve kapitalizmin zamanla ulus-devlet  sınırlarını aşarak tüm dünyaya yayılacağını net olarak açıklar. 

Burada parantez açarak, emperyalizmin burjuvazi için en gerçekçi tanımını ve kapitalizm için can alıcı önemini, dönemin dünya gücü olan İngiltere finans-kapitalinin sözcüsü Cecil Rhodes’den dinleyelim: “Birleşik Krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide sorunudur. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.” (akt: Lenin, Emperyalizm, s. 89)

Lenin ve emperyalizm

Toplumsal mücadelelerden bağışık veya kopuk bir emperyalizm tartışması akademinin işi olabilir, ama siyasal mücadelede boş konuşmaya tekabül eder. Emperyalizmin teorik analizi, devrimcilere siyasal görevler yükler. Emperyalizm üzerine tartışmamız, devrim mücadelesi ilişkisi ve ekseni üzerine kurulmazsa hiçbir anlam ifade etmez. Dünya devrim güçlerinin zayıflığı buna engel değildir. 1. Dünya savaşı döneminde Lenin “savaşa karşı iç savaş” ve devrim sloganını attığında bu hiçte gerçekçi değildi ama gerçek oldu. Kriz ve sınıf hareketi arasında doğrusal bir ilişki kurulamaz, derinleşen kriz koşulları devrimci yükselişler için ortam yaratır ama krizlerden devrim çıkar mantığı kendiliğindenciliktir. Devrimler, emperyalist savaşlar, sömürgeci işgal, derin krizler ortamında gerçekleşmiştir ama bu, örgütlü öncü partiler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Emperyalizm kitabı acil ve güncel bir durumda, dünya savaşı sürerken dünya sosyalist hareketi içerisinde hala Papa rolü oynayan Kaustky’ye karşı yazılmış ideolojik-siyasal bir polemiktir. İkinci Enternasyonal’in ihanetine karşı, dünya devrim hareketine yeni bir stratejik yön çizme hedefini gütmektedir. Nitekim bu eserden önce ve sonra yazdıklarının ve yaptıklarının büyük çoğunluğu, dünya devrim sürecine ideolojik, politik ve örgütsel yeni bir rota oluşturmaktır. Dünya komünist hareketinin devrimci temellerde yeniden kuruluşudur. O andan başlayarak Lenin, tüm dünyada devrimci sosyalistlerin oportünizmden kopmasını başa aldı ve sonrasında uluslararası işçi sınıfının ezilen halklarla bağını kurarak emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş için mücadele eden güçlerle dayanışmayı ve komünistlerin bu mücadele içinde devrimci kesimleri desteklemesini gündeme getirdi.

Lenin’in hemen tüm eserleri, şu veya bu oranda dönemin siyasal sorunlarıyla ilişkilidir, hangi sorun üzerine yazarsa yazsın, mutlaka bu sorunu proletaryanın mücadelesiyle ve dönemin devrimci görevleriyle bağlamıştır. Lenin, emperyalist savaşın sonuna kadar emperyalizm üzerine yazdıklarında, bugün için de önemini koruyan temel devrimci yönelimleri belirlemiş, emperyalizm analizinde çıkardığı sonuçları politik görevler, devrimci hedefler olarak işçi sınıfının önüne koymuştur.

Lenin’in emperyalizm tezlerinin politikaya en daraltılarak tercümesi, emperyalizmin savaşlar olmadan var olamayacağı, rekabet ve savaşların kapitalizmin varoluş hali olduğudur. Emperyalizm eseri 100 yıldan fazla bir zaman sonra hala yaşıyorken, her dönemde değişik biçimlerde ileri sürülen kapitalizmi savaşlar ve yıkımlardan arındırma çabaları ise hep hayat karşısında boşa düşmüştür. Bu tartışma, ilkin 2. Enternasyonal içinde Kaustky şahsında sosyal şovenizmin ihanetine karşı başlamıştır ve 1. Emperyalist Savaş’tan günümüze gelen tüm tarihçe de doğrulanmıştır. Bu yazı, güncel emperyalizm ve savaş sorununu, bu eksen üzerinden anlama ve devrimci görevlerimizle bağlamak amacındadır.

Lenin’in emperyalizm çalışmasında ele aldığı uluslararası durum, emperyalist kamplar arasındaki kapışmalar, dönemin dünya siyasal dengeleri tümüyle değişmiş ve bugün için geçerliliğini yitirmiştir; emperyalizmi tanımlayan kıstaslar, emperyalizmi tanımlayan ölçütler de belli yönleriyle değişmiştir. Bugünü, Marksizm Leninizm adına, Emperyalizm broşüründeki emperyalizmi tanımlayan 5 maddeyi aynı şekilde tekrar ederek anlamaya çalışanlar ve bugünkü dünyayı salt orada yazılanlarla kavrayanlar katı dogmatiklerdir. Düz bir okumayla yüz yıl önceki emperyalizmi tanımlayan 5 kriteri terennüm edenler ve buradan bugünü kavramaya çalışanlar, yöntem olarak Lenin’i değil Kaustky’i takip etmektedirler.

Emperyalizm çalışmasının bugüne gelen devrimci uzanımı, dönemin ekonomik ve siyasal dengeleri üzerine yazılanlar değil dönemin Marksizminden kopuş tezleridir. Lenin’in emperyalizm teorisinde ileri sürdüğü, yeni dönemin devrimci sıçrayışı, “kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasıdır.” Marks’ın geliştirdiği kapitalizmin devrevi krizlerini, dünya kapitalizminin bir bütün olarak eşitsiz gelişmesinin ve bunun sonucu olarak savaşların kaçınılmazlığı düzeyine yükseltmesidir.

Günümüzde emperyalizm sorununu doğru kavramak, dünya devrimi hedefine bağlı ve bu hedefin gerektirdiği acil taktik ve stratejik görevleri belirleyeceği için hayati derecede önemlidir. Bunun önündeki en büyük engel teorik mistifikasyondur. Bugün birçok eğilim, Lenin üzerinden Kaustky çizgisine buradan düşüyor. Bunun anlaşılması önemlidir. Dönemin sosyal demokrasisinin klasik çizgisinden; Marks ve Engels’in “dünya devrimi” öngörüsünden sapan Kaustky değil, Lenin’dir. 

Lenin, eşitsiz gelişim tespitinde durmaz, Marks’ın ve Engels’in söyledikleriyle yetinmez, Marksizmin diyalektik materyalist yöntemini uygulayarak yeni dönemi açıklamayı devrimci görevlerle tamamlar. Eşitsiz gelişme yasasını “zayıf halka” tespitiyle ve “tek ülkede devrim”in olanaklı olduğu teziyle, Ekim Devrimi ve dünya devriminin önünü açar, devrimleri güncelleştirir. Bu adım, Marksizmi güne uyarlayan ve ileri sıçratan muazzam bir devrimci adımdır.

Lenin, Emperyalizm broşüründe bütün söylediklerini bağlayan genel bir sonuç çıkarır; sınıflar mücadelesi tarihinde bir dönemin bitip yeni bir dönemin başladığını ilan eder ve bu yeni dönemin devrim stratejisini kurmayı başa alır. Bu devrimci tezler doğrultusunda, 2. Enternasyonal içindeki tüm oportünist eğilimlerle keskin bir ideolojik mücadele başlatarak, emperyalist savaşta kendi hükümetlerini destekleyen sosyal şovenlerden ve bu konuda tereddütlü tüm eğilimlerden kopuşu gündeme getirir. Emperyalizme karşı tavrı devrimci olmanın temel kriteri olarak koyarak, yeni bir döneme geçildiğine dikkat çekip bu yeni dönemin ideolojik sorunlarının yanı sıra parti, mücadele taktikleri dahil her alanda eskiyi geride bırakan yeni bir devrimci çizgiyi geliştirir. Lenin kapitalizmin emperyalist aşamasıyla yeni bir dünyaya geçildiğini tespit eder ve bu yeni dünyanın devrim stratejisini çizer.

Lenin’in “emperyalizmin zayıf halkalarından kırılabileceği” tespiti, bugünkü dünyaya daha fazla uyuyor. Kriz ve savaş dönemlerinde zayıf halkalar çoğalıyor. Bölgemizde emperyalizmin direk işgali ve açık desteğinde 20 yıldır süren savaşlar, tüm bölge ülkelerini zayıf halkalar durumuna getirmiştir, zayıf halkaların kopmamasının tek nedeni devrim partilerinin zayıflığıdır.

Lenin’in yazdığı dönemde emperyalizmi tanımlayan 5 özellik yalnıza İngiltere ve Almanya için geçerli denilebilir. Hatta Almanya için bile tam olarak beş göstergeyi bulamayız, sanayi ve finans tekellerinin kaynaşması tamamlanmış finans-kapital oluşmuştur ama sermaye ihracı sömürgelere sahip olmadığı için geridedir. Fransa kapitalizminde ise finans sermaye güçlü sanayi sermayesi yeterince gelişmediği için bankalar ve sanayi arasındaki ilişki finans-kapital düzeyine yükselmemişti. Lenin bu ayrıma işaret eder: “sömürgeci İngiliz emperyalizminden farklı olarak, Fransız emperyalizmini tefeci olarak adlandırabiliriz.” Bütün bu ülkeler ve emperyalizm bambaşka bir düzeye yükselmiştir, bu gelişim ve değişim görülmezse bugünkü emperyalizm ve dünya gerçekliği hiç anlaşılamaz. Lenin’de sermaye ihracı çok önemlidir, bu ölçüt belirleyici kriter olarak alınırsa, ABD ve İngiltere’de yüzlerce milyar dolarlık şirket satın alan ve finans alanına yatırım yapan Suud ve Körfez ülkeleri de emperyalist ilan edilmelidir.

Lenin, yalnız Emperyalizm adlı broşürü yazmadı bu bir giriş, bir temel atmadır. Sonrasında emperyalizm ve somut emperyalist girişimleri değerlendiren onlarca makale yazdı. Bunlarda genel ilkeler kadar onlarca somut gelişmeler karşısında alınan tavırlar var. Bu politik tavırların hiçbirini mutlaklaştırmaz ve somut durumun belirleyici olduğunu söyler. Bir koşulda destek belirttiği gelişmeye başka bir koşulda kesin karşı tavır almayı savunur. UKKTH’nı ikirciksiz savunmayı esas alır, karşı çıkanları sosyal şoven ve hain ilan eder ama başka bir durumda bu şartsız desteği belirli koşullara bağlar. Bu tavırlar, çelişki veya ilkesizlik değildir, teori ve pratik veya ilkeler ve yaşam arasındaki kaçınılmaz açıdır. Bundan dolayı Marksistler hiçbir ulusal, genel veya uluslararası önemli sorunlara salt ilkeler üzerinden yaklaşmazlar. Lenin’in bu konuda hep öne aldığı şey; dünya devrim mücadelesini hangi tarzın geliştireceğini aramaktır.

Yüz yıl boyunca gelişen süreci ve altüst oluşları görmeyen, 20. yüz yıl başındaki emperyalizmin “beş” özelliğini (Ki Lenin’de bu beş özelliğin birbiriyle iç bağları vardır.) dogmatik bir şekilde bugüne taşıyanlar, bugünü doğru değerlendiremezler. Rusya o dönem için de Lenin’in bu beş özellikli emperyalizm tanımına uymaz, ama Lenin somut durumda Rusya için şöyle der: “Rusya’da yeni tipte bir kapitalist emperyalizm, İran, Mançurya ve Moğolistan’a karşı güdülen çarlık politikasında kendini açıkça ortaya koymuştur; ama genellikle Rus emperyalizminde egemen unsur, militarizm ve feodalizmdir.” (Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, sf.19) Bugün de Rusya’nın emperyalistliği bazı bakımlardan Lenin’in tanımına uymuyor ama bugün savaş gücü ve emperyalist rekabetin son aşaması olan paylaşım için savaşa girişme gücü görülmelidir. Bugün dünyayı yeniden paylaşım mücadelesinde, dünya hegemonyası için başa güreşecek güçler emperyalisttir. Rusya da bu güçlerden biridir.

Devrimciler, emperyalizmi 1900’ler başında Lenin’in tahlilleri üzerinden anlamaya çalışıyor. Bizzat Lenin’in kendisi, kendi döneminde yazdıklarının yeterli olmadığını ve her gelişmeye şablon olarak uygulanamayacağını açık belirtir: “Emperyalizmin ekonomik ve politik görüşlerinin doğasını tam anlamıyla anlamadan ve bu bilgileri dayanak yapmadan, günümüzdeki savaşın somut tarihi analizini yapmanın mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. Bundan başka, son 10 yılların ekonomik ve politik durumunu anlamak mümkün olmaz ve bunu anlamadan savaş hakkında doğru bir görüş belirtmek komik olur.” Devamında bu tür yaklaşımların: “ bilimsel” değerine ancak gülünüp geçilir.”der (Lenin – Buharinin Emperyalizm Kitabına Önsöz – Aralık 1915) Yüz yıl önce tanımlanan emperyalizmin özelliklerini o dönemde dondurup, ülkeleri bu kaskatı kriterler üzerinden anlamaya çalışmak Marksist yöntemi reddetmektir. Günümüz emperyalizmini, yüz yıldan fazla bir zaman sonra, o zaman yazılanlar üzerinden anlamaya çalışmak da “komik” oluyor.

Emperyalizmin gelişim süreçleri

DKP programında emperyalizm bölümüne giriş şu tespitle başlıyor: “Günümüzde gericiliğin ana kaynağı emperyalizmdir. Yeryüzündeki tüm faşist ve askeri diktatörlükler, tüm yerel gerici iktidarlar, dinsel faşist gericilikler, yükselen neo-faşizmler emperyalizmden beslenirler ve emperyalizm tüm gericiliklerin kaynağıdır. Emperyalizm dünya halklarının baş düşmanıdır.” (DKP Program) Bu tanım doğruysa, emperyalizm dünya halklarının baş düşmanıysa, bu büyük düşmanın bütün yönleriyle ve doğru olarak anlaşılması, dünya devrim mücadelesinin en önde gelen sorunudur. Emperyalizm üzerine yoğun tartışmalarımız devam ediyor. Bu yazıda, acil savaş koşulları önde olarak emperyalizme bu savaş üzerinden sınırlı girişler yapılacaktır.

Lenin, kapitalizmin emperyalist aşamaya geçiş sürecini ve bunun habercisi gelişmeleri şu olaylarla açıklar: “Kapitalizmin Amerika’da ve Avrupa’da ve daha sonra da Asya’da en yüksek aşaması olarak emperyalizm, son biçimini 1898-1914 döneminde almıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898), İngiliz-Boer Savaşı (1899-1902), Rus-Japon Savaşı (1904-05) ve 1900’deki Avrupa ekonomik bunalımı, dünya tarihinin yeni dönemindeki belli başlı tarihsel kilometre taşlarıdır.” (Lenin, Emperyalizm ve sosyalizmdeki bölünme, 1916) Bu satırlarda dikkat çeken emperyalizm ve savaş ilişkisidir, emperyalizmi savaşlar dönemiyle başlatır.

Yüz yıl önceki koşullarda olmadığımız açık, bu yüz yılda emperyalizm de değişerek ilerlemiş ve çeşitli aşamalardan geçmiştir. Tarihin ve toplumun gelişiminde milat anlamında aşamalar belirlenemez ancak süreçler olarak dönemlendirmeler yapılabilir. Bu konuda emperyalizmi birçok aşamaya ayıran (dönemleştirme yapan) değişik görüşler var. Bu yazıda emperyalizmin üç ayrı dönemini değerlendirerek asıl olarak günümüze gelen süreç üzerinden duracağız.

Emperyalizm öncesi kapitalizm de sömürgecidir, üstelik bunu kanlı istila, işgal ve ilhaklarla gerçekleştirir. Emperyalizm aşamasıyla sömürgecilik doğal zenginlikleri talanla yetinmez, mali sermaye ve bazı üretim dallarına yatırım üzerinden sömürü daha derinleştirilir. Emperyalizme geçiş aşamasında, sömürgelerin paylaşımı çok ilerlemiştir, emperyalizmle birlikte rekabet artık yeni sömürge alanları kazanmaktan çok, mali sermayenin yeni alanlara nüfuz etme biçimini almıştır. Kapitalizm tekelcileşerek emperyalizm aşamasına geçmesiyle sanayileşme hızlanır daha önce sınırlı alanlarda etkiliyken dünyaya yayılır ve 20. yüzyıl başlarında dünya sistemi haline gelir.

Kapitalizmin gelişmesi hem farklı coğrafyalarda hem farklı sektörlerde çok değişik ve çelişkili özellikler taşır. Yalnız kapitalizmin yeni geliştiği ülkelerde değil, dünya ekonomisinin bütün alanlarında ve bütün sektörlerde bazı bölgeleri ve bazı sektörleri geliştirirken başka alanlar ve sektörlerde duraklamalar, hatta çöküntüler yaratır. Ama bu durum kalıcı değil, değişkendir. Kapitalizm eşitsiz ama aynı zamanda bileşik gelişir. Sermayenin yoğunlaşması ve tekellerin tüm ekonomiyi kontrol eder düzeye yükselmesi, kapitalist gelişimin doğal yasasıdır, emperyalizme geçiş bu sürecin derinleşerek yayılmasıdır. 

Emperyalizm döneminde kapitalizm hem dünya çapında yayılarak tek bir dünya pazarı yaratarak gelişmesini sürdürür ve ülkeler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisini derinleştirir. Ama aynı zamanda tüm kapitalist ülkelerde, hatta aynı ülke içinde coğrafi ve sektörel olarak eşitsizlikleri büyüterek gelişir. Sancılı, çelişkili biçimde gelişen ve dünyayı bütünleştiren kapitalizm, kendi gelişme yasası zorunluluğuyla birleştirdiği ve büyüttüğü dünya pazarında, daha önce yaşanmamış şiddetli eşitsizlikleri geliştirir. Bu öyle bir süreçtir ki, hem bütünleşme ve iç içe geçme büyür hem de eşitsizlikler büyür ve şiddetlenir. Bir dönemlerin büyük sayılan sermaye grubu zamanla gerilerken arkadan gelen beklenmedik biçimde en ileriye fırlar. Geriden gelen ülkeler, ilerideki ülkelerin en gelişkin üretim tekniklerini alarak ileriye fırlayabilir.

Genel kabul olarak 19. yüzyılın son çeyreğiyle emperyalizm aşaması başlatılır. Bu dönem ikinci dünya savaşına kadar gelişerek devam eder.

Emperyalizm kendi gelişimi, tekelci rekabet koşullarında, meta üretiminde çeşitliliğin artması, teknolojik yenilenme, pazar ihtiyacı ve karlarını artırmak için geri ülkelere sanayi yatırımları yapmak zorundadır. Kendi gelişkin pazarı ve teknolojik yeni ürünlerini talep edebilecek yeni bölgeler yaratmak zorunda kalır. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim yeni metalar üretirken makinalar üreten makine üretimine geçmesiyle birlikte bu makinaları talep edecek pazarları da geliştirmektedir. Makinalaşmanın geniş pazarlara açılması geri kapitalist ülkelerde kendiliğinden sanayileşmeyi getirmiştir.

Sömürgeci dönemden farklı olarak, emperyalizm kapitalizmin gelişmediği alanlara yayılarak feodal ve prekapitalist aşamadaki ülke ve bölgeleri de zamanla kapitalist sisteme bağlar, kendi ekonomisinin alt birimleri haline getirir. Bağımlı kapitalist ülkeler, gelişmiş emperyalist ülkelere benzer bir süreçten geçerler ama bu ülkelerin ekonomik ve toplumsal yapısı bunalımlara açık, son derece kırılgan bir nitelik kazanır.  Lenin, emperyalizm dönemini, sömürgelerin paylaşımından öteye, ülkelerin iç pazarlarının uluslararası tröstlerce ekonomik olarak egemenlik altına alınması, dünya pazarının paylaşılması olarak değerlendirir. Sömürgecilik dönemi sonrasını, yeni sömürgecilik biçimini çok önceden görür; “siyasal ilhaka başvurmaksızın ekonomik ilhak gerçekleştirilebilir ve bu yola geniş ölçüde başvurulmaktadır.”

1945 sonrası yükselen ve yayılan ABD merkezli sermaye, Avrupa’dan sonra “Marshall yardımı” olarak Türkiye’ye de girer. Türkiye’de kapitalist gelişmenin iki dalgasından ilki, 1950’lerde başlayan ve 1960’ların sonlarında tıkanan birinci dalgası, tarımda makinalaşma ile kırdan kente göç ve şehirlerde sanayileşme sürecini geliştirir. 1960-80 arası yükselen kitle hareketleri ve devrimci hareket bu sürecin sonucudur. İkinci dalgasında, 1980’lerde özellikle Özal dönemiyle kapitalizm yaygınlığına gelişir, tüm Anadolu’ya ve Kürdistan’a yayılır. Türkiye’nin kırları sayılan Konya, Kayseri, Maraş, Malatya, Antep, Elazığ, Urfa işçi yataklarına dönüşür.

1970’li yıllara kadar hemen tüm geri kapitalist ülkelerde, gümrük duvarlarıyla sıkı kontrol edilen içe dönük ithal ikameci sanayileşme ve ulusal paralarını koruyan bir model uygulanıyordu. Bu tarihten sonra, dünya ekonomisindeki giderek ağırlaşan kriz, sermayenin yeni alanlara daha yoğun yönelmesini getirdi. Dünya üretimi mekansal olarak genişledi ve küresel iş bölümü yeniden düzenlendi. Teknolojik sıçramalar bu genişleme ve yeniden yapılanmayı kolaylaştırdı. 1970 ortalarında emperyalist merkezlerde başlayan ekonomik kriz, geri ülkelerdeki içe dönük ithal ikameci ekonomilerde daha şiddetli krizler yarattı. Emperyalist merkezlerin dayatmasıyla daha önceleri içe dönük ithal ikameci sanayileşme modeli uygulayan ülkeler, ihracata dayalı büyümeyi hedefleyen, dışa dönük ve dünya ekonomisiyle entegrasyonu benimseyen bir modele geçtiler. İhracata dayalı kalkınma bir yanıyla merkez ekonomilerin ihtiyaçlarına dönük bir bağımlılaşmaydı. Bu gelişmeler sonucunda da geri kapitalist ülkeler dünya ekonomisinin parçalarına dönüşerek, uluslararası sisteme derinlemesine entegrasyon sürecine girdiler. Bu süreç 1980’lerde neoliberalizmin önünün açılmasına hizmet etti. Bu gelişmelere rağmen neoliberalizm (globalizm, küreselleşme) her bölge ve ülkede değişik dozlarda baskı, zor, darbeler eşliğinde yerleştirildi.

Yeni sömürgecilik bir dönemin olgusudur ve bugün de emperyalizmin, geniş bir ülkeler grubuyla yürüttüğü ilişkiye yeni sömürgecilik demek yanlış değildir.

Bağımlılık kavramı geniş bir anlam setidir; en geniş anlamıyla emperyalist ülkeler dahil tüm kapitalist ülkeler birbirine kopmazca bağlanmıştır. Gene, emperyalist ülkeler arasında da bağımlılık ilişkisi vardır. Görece zayıf emperyalist ülkeler daha gelişkin emperyalistlerle bağımlılık ilişkisi içindedir. Henüz emperyalistleşmemiş ülkeler arasında da farklı bağımlılık ilişkileri sürmektedir. Bu hiyerarşik zincir içinde yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı kıyasıya bir birlik ve çatışma devam eder. En üsttekiler, kendi aralarında en güçlü olma temelinde ve alttan yükselenlere karşı konumlarını korumak için, alttakiler de bölgesel ve yerel hakimiyet için birbirleriyle ve üste sıçramak için güçlü emperyalistlerle hem iş birliği hem çıkar çatışması içindedir. Ama hepsi kapitalizmin içinde ve kapitalistler arasında süren kavgadır.

Emperyalizmin geldiği aşamada “tam bağımsız ulusal devlet” isteği kendi burjuvazisine yedeklenmektir. Devrimcilerin görevi emperyalist sermayenin alt kurumlarına dönüşen sistemlerin bir devrimle yıkılmasıdır. Proletaryanın ulusal birlik ve bağımsızlık için mücadelesi klasik sömürgecilik döneminin sona ermesiyle; çok özel gelişmeler ve durumlar dışında bitmiştir.

Günümüz dünyasında, “ulusal kapitalizm” savunuculuğu, açık kapitalizm savunuculuğudur ve mücadele etmemiz gereken son derece tehlikeli bir sapmadır. Zira, ulusalcılık nasyonal sosyalizme evrilmeye çok yatkındır. 1980 sonrası Türkiye solunun ana gövdesi, ulusalcılık temelinde sahte bir antiemperyalizm anlayışıyla sisteme yerleşmiş, bir kesimi faşizm ve gericilikle bütünleşmiştir.

Yüz yıl önce Lenin, kapitalizmin geldiği aşamadaki ekonomik gelişmeleri irdeleyerek, burjuvazinin hiçbir kesiminin antiemperyalist olamayacağını söylemiştir. Günümüzde bu durum çok daha ileri seviyelere ulaşmıştır; dünya, hata paylarını bilerek, tek bir entegre ekonomik birim haline gelmiştir denilebilir, hiçbir kapitalist tekel veya devlet bu bütünden bağımsız davranamaz. Günümüzde bu bütünleşmeden bağımsız (emperyalizm tam da budur) bir kapitalizm olamaz. Sermaye ihracı emperyalist ülkenin arzusu veya isteği hilafına girdiği ülkede ekonomik gelişmeyi hızlandırır. Emperyalizm, genişletilmiş yeniden üretiminin ihtiyacı olan pazarları yaratmak zorundadır. Bu çelişkili bir gelişmedir; bir yandan ülkenin bağımsız ekonomik gelişimini yıkarken, aynı zamanda ürettiği ürünleri talep edebilecek pazarı yaratır.

UKKTH, yani ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalist merkezleri kuşatan dev patlayıcı alanlar haline gelmişti. Lenin, bunların burjuva karakterini hemen her belirlemesinde görüyor ve söylüyor, bu uyarıları sürekli yapıyor ama çubuğu bükerek siyasetini, emperyalizmi yıkma hedefi ve dünya devriminden yana kuruyor. Bu büyük potansiyeli, sömürgecilik sistemini yıkmak yönünde ve Batıdaki yükselen proleter devrimlerinin müttefikleri kılmaya çalışıyor. Ancak dünya devrimine doğru gelişme, Avrupa’daki devrim dalgasının yenilgisiyle akamete uğruyor. Bugün ise, istisnalar dışında, bu mücadelelerle bağımsızlığını kazanan tüm ülkeler, dünya emperyalist sisteminin tamamlayıcı parçaları haline dönüştüler. Bu dönem çoktan bitti. Ulusal kurtuluş veya bağımsızlık üzerine kurulacak tüm siyaset, bugünün dünyasında gevezelik dışında, kapitalizmin gelişmesine hizmet eder.

Belucistan, Batı Sahra, Tamil Ülkesi, Kürdistan aralarında farklılıklarla halen sömürge statüsünde ülkeler denilebilir. Ama klasik sömürge dönemi ilişkilerinden çok farklılaşmış, yoğun kaynak transferi sürmekle birlikte, tamamen sömürgeci ekonomiye entegre edilmiştir. Ekonomik olduğu kadar toplumsal, sınıfsal yapılar ve ilişkiler de iç içe geçmiştir. Ezilen ulusun, ulusal hak ve özgürlükler ve ulus devlet kurmak için mücadelesi, haklı ve komünistler bu hakkı ikircimsiz savunurlar. Kapitalizmin gelişmesi ve dünya güçler dengesindeki değişikliklerle birlikte, bu ülkelerin  toplumsal ve siyasal özgürlük mücadeleleri, ezen ulusun işçi sınıfının kurtuluşuyla birçok yönden birleşmiş ve ortaklaşmıştır. Buna rağmen, beklenmedik çok özgün gelişmeler ve sınırlı durumlar olabilir ama genel olarak ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihini doldurmuştur. Sosyalizm  hedefinden kopuk tüm ulusal kurtuluş eğilimleri, gerilla savaşı yürütenler dahil dünya kapitalist sistemine doğru çözüldüler. İstisnai örnek PKK’dir. PKK de kendi stratejisini, ulusal kutuluşu aşan bölgesel devrim ve antiemeryalist bir çizgiye evriltmiştir.

2. Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dünya düzeni oluştu: İki kutuplu dünya. Bu dünyada emperyalizm kendisini ciddi bir tehdit altında hissetti, kapitalizmi yıkmayı amaçlayan devasa bir sosyalist sistem kurulmuştu. Emperyalizmi tehdit eden yalnız sosyalist sistemin varlığı değildi; ondan önce, dünyayı Nazizm’den kurtaran Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizme tüm dünya halklarında yükselen sempati, tüm emperyalist sistemi tehdit ediyordu. Aynı zamanda faşizme karşı mücadeleye öncülük eden komünist partiler, bütün Avrupa’da iktidar alternatifi haline gelmişti. Bu dünya gerçekliği, kapitalizmin bekasını tehdit ediyordu. Bu durum kapitalist sistem içinde büyük uzlaşıyı ve “sosyal devlet” olgusunu getirdi. İki savaşın da dışında kalan ABD, devasa bir ekonomik sıçrama yaptı, dünya kapitalist sisteminin hegemon gücü haline geldi ve aynı dönemde Truman doktriniyle sosyalist dünyaya karşı soğuk savaşı başlattı. Bu dönemde, kapitalist ülkeler içinde ve ülkeler arası çelişkiler ortadan kalkmadı, ama zoraki uyum dönemi yaşandı, rekabet çeşitli önlemlerle dengelenmeye çalışıldı.

Savaştan büyük bir sermaye birikimiyle çıkan ABD, Marshall Yardımı ile sermaye akıtarak, savaşın yıktığı Avrupa’nın kısa sürede toparlanmasını sağladı. Kapitalizmin asalaklaşması ve çürüme eğilimi devam ediyordu ama aynı zamanda, hem bilimsel gelişmede hem teknolojide hem de ekonomik gelişmede devasa büyüme gerçekleştiriyordu. Düz bir Lenin okumasıyla, emperyalizmin girdiği yere gericilik taşıması ve aynı zamanda dünya çapında emperyalizmin can çekişen kapitalizm olarak yıkılması gerekirdi. Lenin yanılmış mıydı? Oysa Lenin kapitalizmin çürüyen ve can çekişen emperyalizme evrildiğini tespit ederken; buradan kapitalizmin artık gelişmeyeceğini savunan anlayışları sert eleştiriye tabi tutmuştur.

Nazizmin yenilmesiyle biten savaş sonrası, sosyalizm Doğu Avrupa ve Balkanlara yayıldı. 10 yıl sonra Çin’de, 20 yıl sonra Küba’da devrim oldu ve sosyalist blok genişledi. Sömürgecilik sistemi çöktü, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da bağımsızlığını kazanan ülkeler “Bağlantısızlar Blokunu” oluşturdu. Bu dönem, emperyalizmi siyasal olarak geriletti ama ekonomik olarak kapitalizm, “Altın Çağ” denilen 30 yıllık rekor denilecek bir tarihsel büyüme yaşadı. Ancak ne tür gelişme yaşanırsa yaşansın, hangi uzlaşmalar yapılırsa yapılsın, kapitalizmin “altın yılları” kapitalist tekeller arasındaki rekabeti ve kapitalizmin temel çelişkisini; emek sermaye çelişkisini yok edemedi tersine,  kapitalizm geliştikçe çelişkiler derinleşti, hem tekeller arasındaki rekabeti hem de sömürüyü büyüttü.

Kapitalizmin altın yıllarında, ekonomik yükselişin yanında, ayrı ve birbirini reddeden iki sistemin karşıtlığı yaşanmaktaydı. Yukarıda belirttiğimiz gibi; sosyalist sistemin varlığı ve güçlenen bağlantısızlar hareketi ve Avrupa’da komünist partilerin güçlenmesinden dolayı büyüyen korku, emperyalistler aralarındaki çelişkileri geriye ittiriyordu. Bugün iki ayrı ve düşman kamp ve emperyalistleri domuz topu gibi birbirine bağlayan korku yok. Bu gerçeklikten dolayı, bugünkü birliktelik konjonktüreldir; kriz ve savaş derinleşiyor, birleşikler arasındaki ittifakları her an dinamitleyecek sert çelişkiler keskin değişikliklere gebedir.

Günümüz emperyalizmi ve yeni sömürgecilik

Emperyalizmin azgelişmiş ülkeleri geri bıraktırmasının mutlaklaştırılması ciddi bir yanlıştır. Emeryalizm, az gelişmiş ülkelerle doğası gereği eşitsiz ilişkiler kurar, çeşitli biçimlerle onlar üzerinde hegomanyasını sağlamlaştırır, ama aynı zamanda onları geliştirir. Bu hem bir yapısal özelliktir; bileşik gelişmenin zorunlu sonucu olarak hem de kendi gelişkin ürünlerini talep edecek pazarlar ihtiyacından dolayı kendisine bağımlı tutarak geliştirir. Nitekim kapitalizmin bu özelliğini Marks açık olarak belirtir. Kapitalizm, girdiği tüm bölgelerde, oralardaki tüm geri ilişkileri çözerek kendi suretinde bir dünya yaratır.

Günümüz dünyasında; tüm ülkeler tek bir dünya pazarının uzantıları durumunda, bu bütünlük içinde eşitsiz, çatışmalı ve bağımlı bir ilişki gerçekleşmiştir ve bu ilişkide tüm güçler çok yönlü ve eşitsiz ekonomik ve politik rekabet içindedir. Büyük kapitalist devletler arasında her düzeyde ve çok yönlü rekebetin keskinleştiği bugün, tüm kapitalist dünyada kamplar ve ittifaklar kaygan ve neredeyse her gün değişmekte; siyasi, ekonomik, askeri, her alanda oluşan büyük hegomanya boşluğunda sürekli aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı hiyerarşi de değişmektedir. Ama bu hiyerarşi temelinde tüm kapitalist ülkeler, dünya proletaryasının yarattığı artıdeğeri paylaşmak için ortaktırlar ve bu ortaklık temelinde keskinleşen bir rekabet içindedirler. Bu koşullar, sömürgecilik ve yeni sömürgecilik dönemlerinin etkilerini taşısa da yeni bir sömürü ilişkisidir. Bu ilişki biçimini ve değişimi kavramayan tüm anlayışlar, Türkiye’de çok yaygın olan sakat bir antiemperyalizm anlayışının etkisinde gerici bir ulusallık savunculuğuna savruldular.

Emperyalizm bu ülkelerde içselleşmiştir, emperyalist kurumlar da Türkiye gibi ülkelere dış olgu değil içseldir. Türkiye egemenleri her koşulda NATO’nun en büyük ordularından biri olduğuyla sürekli öğünürler. Gerçekte NATO, TC devletinin içindedir. NATO vb. emperyalist kurumları dışarıda görmek, bilerek veya bilmiyerek kendi devletinin savunuculuğudur. TC devleti ve sermayesi, emperyalizmin sömürgesi değil ortağıdır. Bu durum Türkiye’deki emperyalizmin sömürüsünü ve kaynak transerini görmeyi engellemez ve emperyalizme karşı mücadeleyi küçümsemeyi gerektirmez. Tersine, emperyalizm, dünya emekçilerinin baş düşmanıdır ama emperyalizme karşı mücadele kendi egemenleriyle veya egemenler içinde ulusallık payesi verilen bir kesimle ortak antiemperyalist mücadelenin olanaklarının ortadan kalktığı ve emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme ve kapitalizmin koruyucu gücü kendi devletine karşı mücadelenin içindedir. Geçmiş dönemde bazı ülkelerde gerçekleşen, ulusal buruvazi ile  antiemperyalist bir cephede birleşme, bugün mümkün değildir. İMF ve NATO, dışarıda bir güç değil, Türkiye finans kapital iktidarıyla iç içe geçmiştir. Zorlama bir denklemle; TC egemen sermayesi ve devleti ne kadar ulusalsa İMF ve NATO da o kadar ulusaldır. Birini yenmeden diğerini yenemeyiz, MDD’nin önce milli buruvaziyle birlikte emperyalizmi kovalayacağız, sonra yönümüzü burjuvaziye döneceğiz millici tezleri derinleşerek “ulusal solculuk” denen bulaşık bir eğilime dönüştü ve bugün evrilmiş biçimde, 1980 öncesi solun ana gövdesini kapsayarak devlete ve burjuvaziye yedeklendi.

Ulusal solculuk değişik kanatlara ayrılır, içlerinde MHP ile yarışacak düzeyde faşizan görüşleri savunan, devrimcilere düşman, şovenist eğilimlerden, kendisini antiemperyalist olarak tanımlayan sol görünümlü kesimlere uzanan geniş bir yelpazedir. Ulusal solculuk, 12 Eylül öncesindeki milyonlara ulaşan, devrimci birikimin değişim geçiren, metamorfoza uğrayan tabanıdır. Bugün Türkiye devriminin ve devrimci güçlerin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Bütün kanatlarıyla bir tür sol renklerinden dolayı solun eski coğrafyasını kaplamış durumdadır. Bu ulusalcı damar, solda TKP ve türevleri ile şimdilerde kendisini Sol Parti olarak adlandıran kesimlerin içinde de güçlü etkileşim içindedir.

Emperyalist ülke ekonomilerinde yeni teknolojik sıçramalı gelişmeler sonucu, kendi eski sanayi temellerini geri kapitalist ülkelere taşımıştır ve finansal yatırımlarla birlikte bu ülkeler bir nevi emperyalist merkezlerin alt birimlerine dönüşmüştür. Küreselleşme denilen neoliberalizmin tüm dünyaya yayılması sonucu, tüm kapitalist ekonomilerin emperyalist merkezlere entegrasyonu tamamlanmıştır. Bunun sonucu emperyalist ekonomilerdeki tüm gelişmeler, değişimler, sıçramalar belirli düzeylerde geri kapitalist ülkelere de yansımıştır. Aynı biçimde emperyalist merkezlerin ekonomik bunalımları, daha şiddetli olarak yansımıştır. Bu gerçekler, artık günümüzde bağımsız bir kapitalizm olamayacağının göstergesidir. 

Günümüz kapitalist emperyalist sistemde bağımsız devlet olamaz, bağımsız devlet yoktur. Kapitalist devlet kapitalizmden, dolayısıyla emperyalizmden bağımsız olamaz. En bağımsız olduğu iddiasında olan İran, bağımsız bir ülke midir? İran’ın politik bağımsızlığından söz edilebilir ama bu ne derecededir? İran ekonomisi tüm üretim dalları, sektörleriyle ve pazar ilişkileriyle dünya pazarının içindedir, dünya pazarından kopuk bir İran olabilir mi? Dünya pazarından kopuk bir İran’dan ne kadar bahsedilebilirse, İran’ın bağımsızlığından da o kadar söz edilebilir. Türkiye’de en çok solun kafa karışıklığı ve solun geçmiş tabanının devlete ve sisteme savrulması bu kanaldan yürüyor; bağımsızlık, antiemperyalizm…

Bağımsızlık sorunu kapitalizmin geldiği aşamada daralmış veya olanaksız hale gelmişse, geçmişteki bağımsızlık ve antiemperyalist mücadele sorunu da yeniden ele alınmak zorundadır. Bu konuda Mahir Çayan’ın emperyalizmin iç olgu haline dönüştüğü tespiti, günümüzde daha büyük bir derinlik kazanmıştır. TDH, Mahir Çayan’ın bu tespitini kabul eder ama devrim stratejilerini olduğu gibi devam ettirir. Hemen bütün programlarda antiemperyalizm ve emperyalizmden kurtuluş, dış olgu olarak anlaşılır ve mücadele taktikleri de dış bir güce karşı mücadele boyutu daha önde tarif edilir. Bu anlayış, devrim ve ittifaklar sorunu başta olmak üzere, son derece yanlış yaklaşımlara açık kapı bırakır.

Dünya kapitalizmindeki yeni teknolojik atılımlar sermayenin yapılanmasında ve siyasal yaşamda alt üst oluşlar yaratmıştır. Eski hakim sermaye grupları ve üretim dalları gerilerken yeni sermaye grupları ve üretim sektörleri ileri sıçramıştır. Emperyalist ekonomilerde yeni teknoloji şirketleri dev adımlarla büyümüştür. Bir zamanlar; “General Motors için iyi olan ABD için iyidir” deniliyordu, bugün General Motors vb zamanın devleri gerilerde kalmıştır. Aynı eğilim, Brezilya, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde de ekonomik, siyasal yaşamda ve devletlerin yapısında sancılı değişimler yaratmıştır. Bu ülkelerde eski ve yeni sermaye grupları arasında yaşanan şiddetli rekabet, siyasal yaşamda egemen sınıf içi çatışmaları keskinleştirmiştir. 

Türkiye’de bu süreç Turgut Özal döneminde başlamış, iç ve dış siyasette köklü dönüşümlerin önü açılmıştır. 1990’lara kadar, iç pazarda ağır sömürü ile “şişmiş sülüklere” dönüşen Türk sermayedarları, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile büyük bir iştahla Türki cumhuriyetlere akın etmiştir. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne, Türklük dünyası” sloganıyla Türk sermayesinin emperyal arzularını dile getirmiştir. AKP’nin 20 yıllık iktidarı döneminde bu eğilim, ekonomik, siyasal ve askeri olarak derinleşerek sürmektedir. Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine ekonomik, diplomatik, askeri olarak yayılmıştır. Bu gelişmelerin iç politikadaki yansımalarını, hem burjuva rakip klikler arasında siyasal düzeyde  hem sermaye kesimleri arasındaki şiddetli rekabet ve çatışmalar olarak yaşıyoruz. Aynı gelişmeler Brezilya, Hindistan vb tüm ülkelerde de yaşanmaktadır.

Kapitalizme öyle veya böyle geçmiş her ulus devlette büyüyen sermaye, kendini daha da büyütmek ister. Emperyalist merkezlere bağımlıdır ama büyümek ve gelişmek zorundadır, bu zorunluluk onu emperyalist merkezlerle belli alanlarda rekabet etmekle karşı karşıya bırakır, bunun için uygun koşulları bekler ve fırsatları değerlendirerek kendi konumunu güçlendirmek ister. Uygun koşullar emperyalist rekabetin keskinleştiği kriz dönemleridir. Krizin kendisini vurduğu koşullarda emperyalistleri yardıma çağırır. Emperyalist sistemin dinamiği böyle işler; hem ortaklık hem rekabet! Lenin geri ülkelere emperyalist yayılma ve çelişkiyi anlatır: “Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi, bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak bozar, fakat hiçbir durumda yok etmez”

Zamanı anlamak, içinde yaşadığımız dönemin dünyasını anlamaktır, anlamak değiştirmek içindir. Lenin döneminde siyasal arena daha dar ve ayrıca sade ve net bir dünya vardı. Bugün ise her bakımdan iç içe geçmiş girift, zikzaklı, çelişkili ve değişken bir dünya gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu karmaşık dünya gerçekliğini doğru tanımlamak hem daha zor hem daha önemli. Dünya siyasetini ve güçler dengesini doğru belirlemek, her dönem ve her devrim gücü için hayati derecede önemlidir. Yaşanmış ve iflas etmiş yanlış bir dünya analizinin dünya devrim sürecinde, nasıl büyük ve yıkıcı etkiler yarattığını, bir dönemin “Üç Dünya Teorisi” üzerinden irdeleyebiliriz. 

1970’lerde Mao, millici “Üç Dünya Teorisi”ni ileri sürdü. Birinci dünya, emperyalist ABD ve “sosyal emperyalist” SB nin oluşturduğu “İki süper devlet”ten oluşuyor. İkinci dünyayı, AB ve diğer gelişmiş kapitalist ülkeler oluşturuyor. ÇHC dahil dünyanın geri kalan tüm ülkeleri de “üçüncü dünya”yı oluşturuyor. Bu teze göre; İki süper devlet, dünya halklarının baş düşmanıdır ve iki süper devletten ABD emperyalizmi gerilemekte ve “sosyal emperyalist” SB güçlenen emperyalist olarak en tehlikeli emperyalisttir, güçlenen “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”ne karşı gerileyen emperyalist süper devlet ABD ile, iki süper devlete karşı, gelişmiş kapitalist ülkelerle (AB) ittifak yapılmalıdır. İki süper devlet ve gelişmiş kapitalist ülkelere karşı da, üçüncü dünya ülkeleri birleşerek mücadele yürütmelidir. Uluslararası dünya devrimci cephesi olarak dünya devrimi için birlik ve ittifak oluşturmalıdır. Tabii böylece, SB ile dayanışma içinde olan Küba, Kuzey Kore ve Sosyalist Bloku oluşturan Doğu Avrupa ülkeleri düşman; Şili, Pakistan, T.C. benzeri ABD kampındaki gerici ve faşist devletler dost ülkeler olarak tasnif ediliyordu.

Küreselleşme

Küreselleşmenin önü neoliberalizm denilen ekonomik ve siyasal uygulamalarla açılmıştır. Neoliberalizm kanlı diktatörlükler ile eşlik ederek yayılmıştır. Bunların ilk adımları Şili (1973) ve Türkiye (1980) faşist askeri diktatörlükleridir. Reagan ile ABD, dünyada militarizmi ve silahlanmayı yükseltmiş, Teacher aynı politikaları Avrupa’ya taşımıştır. Teacher ve Reagan iktidarlarıyla yeni ve daha yıkıcı nükleer silahların üretilmesi, uzayın silahlanması ve bunun dünya ölçeğinde yaygınlaşması; gerginlik ve savaş kışkırtıcılığını yükseltilmiştir. Avrupa’da sosyal devlet ve sosyal demokrasinin neoliberalizme eklemlenmesi gerçekleştirilmiş, devrimci ve direniş eğilimleri güçlü olan geri kapitalist ülkelerde faşist darbeler gerçekleştirilmiştir. Küreselleşmenin önü dünya üzerindeki bütün direniş hatlarının terör ve zor yoluyla, kanla bastırılmasıyla açılmıştır. 

Kapitalizmin gelişmesi ve büyümesi demek, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi demektir, kapitalizm büyüdükçe sermayeler ulus çapını aşan uluslararası tekellerin elinde birikir. Günümüzde bu süreç en keskin biçimler almıştır. Uluslararası tekeller birleşerek veya bir sektördeki tekelin diğerlerini kontrol ettiği, ülkeleri aşan büyüklükte zenginlikleri kontrol eder hale geldi. Bu durumda ulusal pazarlar ve ulus devletlerin egemenliklerini paylaşır hale geliyorlar. Ama bu durum ulus devletlerin bittiği, dünyanın ulus ötesi dev bir tekeller “imparatorluğuna” dönüşeceği yeni Kaustkici görüşler, ileri sürüldükten kısa bir zaman sonra gerçekler tarafından çöpe atılmıştır. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde da çelişkili süreç devam ediyor. Sermaye grupları arasında gerçekleşen evliliklere rağmen, emperyalist uluslar arası tekeller arasındaki çıkar çatışmaları veya hegemonya mücadelesi varlığını sürdürüyor. Bir yandan uluslararası tekeller büyüyor ve ulusal devlet kabuklarını zorluyor, aynı zamanda üretici güçlerin son atılımları ve teknolojik sıçramalar, tüm dünyayı daha fazla iç içe geçirerek tek dünya pazarı olarak bütünleştiriyor. Ama Amerikan, Avrupa veya Japon sermayesi arasındaki çıkar çatışmaları veya hegemonya mücadelesi varlığını sürdürüyor. Daha önemli olarak ekolojik yıkım ve durdurulamayan kitlesel göç akınları ulusal devletler düzeninde çözülemez boyutlara gelmiştir.

Küreselleşme, emperyalist yayılmacılığın yeni adıdır ama bu özü bilinerek ve tarihsel gelişme eğiliminin Marksist analizi yapılarak tavır geliştirilmezse nesnel gelişimin karşında geliştirilecek tüm politikalar boşluğa düşmeye mahkumdur. Marks, kapitalizmin yıkıcı gelişme dinamiklerini ve bunun insanlığa getireceği tehlikelere dikkat çeker ama kapitalist gelişmeye karşı durmayı önermez, bunun durdurulmaz bir süreç olduğunu belirterek kapitalizmi yıkmak için dünya proletaryasının görevlerini belirtir.

Neoliberal sistemi siyasi, ideolojik hatta askeri gücüyle tüm dünyaya yayan emperyalistler, konjonktürel olarak kendi sistemlerine savaş açmışlardır. Günümüz dünya sistemi kapitalizm, tek bir dünya pazarı olarak organik bir bütünlüktür. Neoliberalizmin çökmesi sonucu, güncel olarak ulusal pazarların güçlenmesi yönünde eğilimler gelişse de zaman içinde nesnel süreç bütünleşmeden yana işlemektedir. Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin iç içe geçerek bütünleşme süreci kapitalizmin ve genişletilmiş yeniden üretiminin devam etmesi için yapısal bir zorunluluktur. Bütünleşme çelişkili ve istikrarsız bir süreç, ama geri döndürülemez yapısal bir durumdur. Hiçbir ülkeyi bu çatışmalı ve istikrarsız bütünleşme süreci dışında anlamak mümkün değildir. Bugün emperyalizmin bu yapısını anlamadan ve çözümlemeden, hiçbir gelişmeyi doğru olarak analiz etmek mümkün değildir.

Emperyalizmin krizi 2008’den bugüne ağırlaşarak ve toplumsal, siyasal krizlerle sarmallaşarak derinleşiyor. Hegemonya savaşları başladı. Dönemin özellikleri çok karmaşık ve çelişkilidir. Bir yandan derin ve keskin dalgalanmalar devrimci durumlar yaratırken, devrimci önderliğin yokluğunda, faşizmin yaygınlaşması gelişmiş ve belirli ülkelerde tam veya yarı iktidarlaşmasına yol açmıştır. Emperyalist kriz, kitlesel devrimci durumlar yaratmakta ama öznel faktör gelişmediğinde, boşluğu gericilik ve faşizm doldurmaktadır. Kesinlikle günümüz dünyasının temel bunalımı, işçi sınıfı ve ezilenlerin alternatifsizliği yani devrimci önderlik bunalımıdır. Genişleme eğilimi gösteren yeni emperyalist savaş öncesinde devrimci önderlik boşluğu ölümcül etkiye sahiptir.

Savaşa karşı tavır

Teorinin genel ilkeleriyle siyaset yapılmaz daha doğrusu devrimci siyaset yapılamaz. Devrimci siyaset, her zaman teorinin genel ilkelerinin, nesnel gerçekler üzerine kurulmasını zorunlu kılar. Özgül bir olayda teorinin genel ilkelerini tekrarlamakla yetinmek, her gelişmede, her tarihsel koşulda ve her spesifik olayda farklılıkları göz ardı edip, elmalarla armutları aynı sepete doldurmakla sonuçlanır. Bu tarzın en belirgin sonucu siyasetsizleşmektir. Devrimcilerin temel tutumu her özgül gelişmede sorunlara devrimin çıkarları açısından bakmayı zorunlu kılar.

Bu savaş, savaşlar karşısındaki genel devrimci tavırlarla açıklanacak bir savaş değildir. Lenin’in: “Savaşlar son derece çeşitli, farklı, karmaşık bir şeydir. Onlara genel bir kalıpla yaklaşılamaz” sözünden daha öteye; bir savaş olmaktan ziyade, tüm insanları ilgilendiren, hiçbir sınıf veya devletin dışında kalamayacağı, dünyanın geleceğini belirleyecek uzun sürmesi ve yaygınlaşması muhtemel bir savaş sürecinin içindeyiz. Bu gerçeklerden dolayı “her iki taraf da emperyalist”, emperyalistler arası kapışma denilip geçilecek bir durum değildir. Bu savaşta doğru tavır geliştirmek, dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarının geleceği ve çıkarları açısından varlık yokluk derecesinde önemlidir. Ukrayna’daki savaş, savaşlardan bir savaş değil, kapitalizmin zorunluluğu sonucu başlayan ve bütün dünyayı içine çeken nesnel temellerden kaynaklanıyor. Bu yanıyla dünya emekçi halklarının geleceğini ilgilendiren ve tarihin bundan sonra nasıl seyredeceğini belirleyen, tarihsel bir kırılma anına tekabül ediyor. Bundan dolayı her türlü ezberden uzak durarak, önümüzdeki sürecin tüm boyutlarıyla kavranması zorunludur.

Emperyalist savaşlar karşısında en kafa karıştıran ve hakim eğilime hizmet eden tavır, genel geçer barış çağrılarıdır. Savaşlar konusunda komünistlerin tavrı bellidir ve komünistler savaş sorununa ayrımcı yaklaşırlar; haklı savaşları destekler, haksız savaşlara karşı da barış çağrılarıyla yetinmez, savaşa karşı savaş dahil, somut şartlara göre birçok taktik uygularlar. Emperyalistler arasındaki savaşlara karşı komünistlerin tavrı ilk olarak kendi devletinin yenilgisi için savaşmaktır, bunun için; emekçilerin emperyalist çıkarlar için birbirlerini kırmalarını değil, savaşa karşı iç savaşı gündeme getirirler. Gene iki burjuva devletin savaşında aynı ilke daha fazla geçerlidir; kendi devletinin yenilgisi için çalışmak, yani krizi devrime evriltecek bir savaşım yürütmek. Sömürge ve ilhak hedefli savaşlara ikircimsiz karşı çıkar ve ulusların kaderlerini tayin hakkından yana tavır alırlar. Ancak genellemeci yaklaşımdan uzak dururlar. Afganistan’da, bizzat ABD emperyalizminin, Suudi ve Pakistan gericiliğinin yarattığı antikomünist katiller topluluğu Taliban’a terkedilen oyunu, ulusal görmezler. Aynı biçimde, Ukrayna’yı NATO savaşının merkez karargahı haline getirip yakıp yıkılmasına zemin hazırlayan Nazi eğilimli iktidarı da ulusal direnişçiler olarak göremeyiz.

Emperyalist paylaşım savaşlarına karşı bu temel ilkelerden vazgeçmeyiz ama her zaman “teori gri yaşam yeşildir”, her durumda somut şartların somut tahlili zorunludur. Yaşadıklarımız iki emperyalist kampın rekabetinden çok dünya hegemonyasını kaybetmek istemeyen ve dünya jandarmalığını korumak isteyen ABD ve NATO’nun saldırganlığıdır. Yürüyen bir emperyalist politika var bunu görmemek, görüp de sorunu yalnızca Rusya’nın işgalciliğini eleştirme ve barış savunuculuğuyla geçiştirmek açıkça kitleleri kandırmak, gerçekleri gizlemekle aynı kapıya çıkar.

Genel doğruları sıralamakla yetinmek, her zaman siyasetsizliğin örtüsü olmuştur; genel doğruları sıralamak, soyut ilkeleri tekrarlamak boşluğa yumruk sallamaktır. Bu savaşta tarafların herhangi birine bakmadan önce, emperyalizmin krizinin doğurduğu bu savaşın sebeplerine bakmak ve sistemin kendisine karşı tavır almak doğrudur. Bugünkü dünya gerçekliğinde savaşan tarafların haklılığı haksızlığı üzerine hakemlik yapmak devrimci bir tavır değildir, devrimci tavır bir bütün olarak savaş üzerinden, sistemin kendisini hedefe koyan emperyalist kapitalizmin yıkılması dışında savaşların bitmeyeceği gerçeğini kitlelere götürmektir.

Saf ilkecilik öldürücü bir siyasal körlüktür, ben ilkeleri savunurum, yaşam ne yöne akarsa aksın diyenler; “Büyük Amerika geri dönüyor, dünyayı yeniden dizayn edecek” diyen, The Washington Post yazarı Ferid Zekeriya ile aynı görüşü savunuyorlar.  Ferid Zekeriya şunları söylüyor: “Ancak Batı’nın yeni bir birlik ve güç kazanması için tek bir temel koşul var: Ukrayna’da başarılı olması gerekiyor. Bu nedenle, o anın acil gerekliliği, Putin’in galip gelmemesini sağlamak için maliyet ve risklere katlanmak, gerekeni yapmaktır.”

Her zaman olduğu gibi, böylesi dönemlerde Birikim taifesi devrede ve hep bir ağızdan Rusya ve Putin’e veryansın ediyorlar; ne var bunda diyenler çıkabilir? Çok şey var, dostlarımızın da düşmanlarımızın da çıplak gözle herkesin gördüğü olaylarda bile, Birikim taifesi bir şey söylüyorsa durup düşünmek zorundayız. Bir zamanlar Erdoğan ve AKP’ye Türkiye’nin “demokratik devrimini” yaptırmışlardı! Şimdi Rusya’yı eleştirmiyor, NATO’culuk yapıyorlar. Bu yeminli NATO şebekeleri, şimdi oligarklar üzerinden Rusya düşmanlığına devam ediyor. Bu işte de her zaman olduğu gibi Birikimciler başı çekiyor. Gerçekte yaptıkları, oligarkları eleştirmek değil, oligarkları hedefe koyarak Batının kanlı yüzünü örtmek, sömürgeciliği gizlemektir. Bunlar, açık NATO severlik yapmak için kalemlerinden kan damlatıyorlar.

Savaş için söylenenler

Savaşı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali olarak görüp fırtına koparanlara Papa Francis’in değerlendirmesi Marksizm dersleri niteliğindedir. Papa, sol liberal ve antiemperyalist geçinen birçok anlayışa, emperyalizm üzerine ders vermektedir: “Kabul edelim ki; dünya parça parça bir savaş durumundadır… Savaştan bahsettiğimde, gerçek savaşı kast ediyorum. Bir din savaşı değil. Hayır. Çıkarların savaşı. Para için savaş. Doğal kaynaklar için savaş. Halkların tahakkümü için savaş. Asıl savaş budur.”

Papa yalnız değil, ABD’nin uzun dönem dış işleri bakanlığını yapmış, emperyalizmin saygın ideologlarından H. Kissinger temsil ettiği müesses nizam içinden, olabilecek en açık biçimde, Ukrayna savaşının başlatıcısı olarak kendi emperyalist kampını sorumlu tutuyor. Der Spiegel’in savaş üzerine sorusuna şu yanıtı eriyor: “Ukrayna sorunundaki askeri problemin bir veçhesi iki nükleer grubun, elbette bizden birçok silah edinmiş üçüncü bir ülke toprağı üzerinde konvansiyonel bir savaş vermeleridir.” H. Kissinger birçok sol görünümlü açıklamalar gibi Rusya, Ukrayna’yı işgal etti demiyor, hatta bütün röportaj boyunca bir kez olsun Rus işgalinden bahsetmiyor; “iki nükleer grubun” Ukrayna toprağında savaştığını söylüyor.

Sonrasında söyledikleri daha ilginç: “Çünkü Ukrayna’daki savaş, bir derecede, güç dengelerine dair bir savaştır. Fakat başka bir derecede bir iç savaşın veçhelerini taşımakta ve uluslararası sorunun klasik Avrupai biçimiyle küresel biçimini birleştirmektedir. Bu savaş bittiğinde sorun, Rusya’nın Avrupa’yla –her zaman istediği gibi– uyumlu bir ilişki mi kuracağı yoksa Avrupa sınırlarında bulunan bir Asya ileri karakolu mu olacağıdır… Fakat her şeyin ötesinde, Rusya’nın evrimi bir Rus meselesidir. Batı ulusları, bu evrime ve Ukrayna’da ortaya çıkacak askeri sonuca göre ne yapabileceklerini analiz etmek zorunda kalacaklar.” (Der Spiegel, Henry Kissinger’la söyleşi)

2000’lerin başında “Tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama, yakınlarda ABD hegemonyasının sonunu ilan etti: “Birleşik Devletler’in eski hegemonik durumunu yeniden elde etmesi pek mümkün değil, bunun peşinde de olmamalı. Amerika’nın küresel konumunun önünde çok daha büyük yerel bir görevi var: Amerikan toplumu son derece kutuplaşmış durumda ve neredeyse her konuda uzlaşıya varmayı zor buluyor.” (Amerikan Hegemonyasının Sonu Francıs Fukuyama)

Emperyalizmin 2008 krizini “önceden gören” gözde ekonomisti Joseh E. Stiglistz, “ABD Yeni Soğuk Savaşı Kaybedebilir” başlıklı, 22 Haziran 2022 tarihli makalesinde Ukrayna savaşının çok önceden başlığını söylüyor: “Yeni soğuk savaşın bu cephesi, Rusya Ukrayna’yı işgal etmeden çok daha önce açılmıştı.” diyor ve devam ediyor: “Amerika tabii ki tahtından indirilmeyi istemiyor ancak resmi göstergelerden hangisi alınırsa alınsın Çin’in ekonomik olarak ABD’ye üstün gelmesi kaçınılmaz. Çin’in nüfusu Amerika’nın nüfusunun dört katı, ekonomisi de yıllardır üç kat daha hızlı büyüyor (aslında 2015’te satın alma gücü paritesi bakımından ABD’yi geride bırakmıştı).”

Savaşa nasıl gelindi?

Emperyalist rekabetin savaş boyutuna sıçradığı dönemler, yalnızca küresel bir kapışmayla, dış savaşlarla kalmıyor, aynı zamanda ve daha şiddetli olarak ülkelerin iç siyasetlerini değiştiriyor, iç savaşları tetikliyor. 11 Eylül’den sonra neo-conlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kendilerine aykırı ülkelerde rejim değişikliklerine soyundular, bunun sonucu tüm Ortadoğu kana bulandı. Önümüzdeki savaş ve saldırı dönemi, daha sert bir neo-concluğu hortlaracaktır. Jeopolitik mücadele vurgusu,  yeni tarz bir neo-con’luğa elverişli zemin sunuyor. 1990’lı yıllarda ABD bir nevi zafer sarhoşluğuyla Yugoslavya’ı parçalayarak Balkanları kana buladı, burada durmadı “demokrasi ve insan hakları” söylemleriyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayıldı. 1990 sonunda ‘Orta Menzilli Nükleer Silahların Sınırlandırılması Antlaşması’ndan ayrıldı.

Dünya tarihi yeni bir dönemden geçiyor, yeni soğuk savaş döneminde değil, emperyalist kapitalizmin yeni bir aşamasındayız. Bu yeni dönem anlaşılmadan siyasal gelişmeler anlaşılamaz. Yeni bir soğuk savaş döneminde olmadığımız gibi, o zamanın BM dahil uluslararası kurallarını oluşturan tüm kurumlar berhava olmuştur. Balkanların kana bulanıp Yugoslavya’nın paramparça edilmesi, ilk Irak seferi, Afganistan, Irak, Libya, Suriye vb dünyanın dört bir yanındaki ABD işgalleri, kanlı kırımları nasıl gerçekleştiyse Rusya, Ukrayna’da aynı yolu izliyor.

Bugün yaşananlar, asla bir Rusya Ukrayna çatışmasına daraltılamaz, bu bir Rusya NATO savaşından daha boyutlu tüm yerküreyi içine alan bir yeni dünya düzeni kurma hamlesidir. Rusya Ukrayna gerilimi bir noktada durabilir, taraflar güç toplamak veya taktik gereği geri adım atabilirler ama sorunlar çözülmüş olmaz, daha büyümüş ve keskinleşmiş olarak pusuya yatar. Dünya bir kez daha büyük kapitalist devlet bloklarının egemenlik kavgası temelinde tüm ülkeleri kan gölüne çevirecek hazırlıkların içindedir. Rusya’dan önce, emperyalist ön paylaşım savaşları Almanya ve Japonya’ya karşı Irak’ta başladı. ABD’nin Irak işgalinin arka planında ÇHC, Avrupa ve Japonya’nın enerji kaynaklarını kontrol etme isteği yatmaktadır. ABD, yine aynı dönemde, Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın Rusya ile başta gaz boru hatları olmak üzere, derinleşen ekonomik ve ticari ilişkilerini engellemek için elinden geleni yaptı.

Ukrayna’daki savaşın gerekçesini ABD savaş stratejistleri net olarak ortaya koyuyorlar. Bu stratejinin ABD kaynaklarınca çizilen çerçevesi açıktır: “Rusya-Merkez Avrupa, özel olarak ta Almanya yakınlaşması gelişirse, bu Avrupa’yı Rusya üzerinden ÇHC’ne bağlayacaktır. Hali hazırda Çin zaten birçok kanaldan Avrupa ile yoğun ekonomik ilişki içindedir. Bu zincirin Rusya üzerinden birleştirilmesi, ABD hegemonyası için sonun başlangıcıdır, bu zincir Rusya-Almanya halkasından kırılmak zorundadır. Bu zincir tamamlandığında ÇHC durdurulamaz, ABD hegemonyasının ölüm çanları çalmaya başlar.”

ABD ve Batı emperyalizmi, bazı üyelerinin isteksizliğine rağmen NATO olarak, BOP ve Afrika’ya genişletilmiş GOP stratejisiyle Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkasya ve merkez Asya ülkelerini kuşatma planlarını 2000 başlarında devreye soktu. Aynı zamanda tüm Doğu Avrupa’dan Balkanlar’a ve Karadeniz’e uzanan bir hatta, savaş ve gerilimleri kışkırtmaya devam ederken, tüm Pasifik coğrafyasında ÇHC’yi kuşatmak için hareket geçmiştir. Şimdi de, Ukrayna savaşıyla tüm bu gerilimleri dünyaya yaymayı ve tüm rakiplerini dize getirmeyi hedeflemektedir. Bu koşullarda Rusya’ya karşı çıkmakla yetinmek NATO’cularla aynı çizgiye düşmektir.

Çar Putin’e lanet yağdıranlar, görmüyor olabilir ama NATO “beyin ölümü” komasından çıkmış, tarihinin en büyük hamlelerinden birini gerçekleştiriyor, yalnız Rusya’yı değil tüm dünyayı kuşatma altına alıyor. Putin, bu kuşatmanın karşıtı değil pay kavgacısıdır, ama fiili olarak Çin ile birlikte bu kuşatmayı geriletici rol oynuyor. Ezberlerle yürüyemeyiz. Devrimci görev, önce olayın ideolojik ilkesel mahiyetini ve karakterini doğru kavramak, sonra tüm olumsuz koşullara rağmen dünya halklarının ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda tavır koymaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünya tek sistem olarak kapitalizmle karşı karşıya kaldı. Muzaffer kapitalizm zaferiyle “yeni dünya düzeni”ni ebedi düzen (tarihin sonu) olarak deklare etti.

Rusya’nın parçalanması çabaları, bugün başlayan bir saldırı değil, emperyalist hegemonyanın korunması ve rekabet hiç durmadı, daha Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz, ABD Rusya’nın parçalanması için harekete geçti. Bir ABD’li o tarihlerde: “Rusya rakip olarak çok büyük” diyor. Başlayan savaş ve askeri saldırganlık, elbette bir anda gelişmedi; yaklaşık, 30 yıldır süren bir rekabetin yeni bir evresi. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası, 1990’lı yıllarda NATO’yu dağıtıp Avrupa’da Rusya’yı da kapsayan ortak bir güvenlik sistemi oluşturmayı savunan taraflar vardı. Bu dönemde Rusya, dünya kamuoyu önünde, Avrupa’da yeni bir güvenlik antlaşması oluşturmak için birçok girişimde bulundu. Bu çabalara karşılık, 1993’te Bill Clinton yönetimindeki ABD, sadece NATO’yu bir arada tutmaya değil, onu doğuya doğru genişletmeye karar verdi. Bugünlere, ABD ve NATO’nun adım adım yükselen saldırganlığı ve askeri müdahaleciliği sonucu gelindi.

Hiç yanılmamak gerekiyor. Rusya’yı kuşatma ve teslim alma amacı ve diğer tüm gelişmeler, daha büyük bir hedef için hazırlıktır: ÇHC. Ancak ÇHC hiçbir bakımdan kolay lokma değil, rakibin boğazında kalıp onu nefessiz bırakacak kadar zor ve tehlikeli bir hedeftir. Bu hazırlıklar, uzun yıllardır sürdürülüyor ve Rusya’yı kuşatma hamlesiyle son etaba yaklaşılmıştır. Ama daha yapılacaklar var. Önce Rusya’nın takatten düşürülüp teslim alınması gerekiyor. Bu arada ABD’nin kendi cephesini sağlamlaştırması da gerekiyor. Avrupa’nın ve diğer tüm müttefiklerin aynı hedefe hizalanması gerekiyor. Zaten Rusya kuşatması bunun içindir. BOP kuramcısı Brzezinski, Almanya ve Rusya’nın yakınlaşmasının ABD hegemonyasının sonu olacağını çok önceden ilan etmişti.

ABD daha Obama döneminde, Avrupa ve Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltarak Asya’ya ağırlık verme stratejisine geçti. ÇHC’in etrafında yeni müttefiklerin katılımı ve mevcut ittifakların güçlendirilmesi yoluyla karşıt bir ittifak ağının kurulmasını esas alıyordu. Bu açık olarak ÇHC’ni kuşatılması hazırlıklarıydı. ABD, Rusya ve ÇHC’ni güvenlik tehdidi yani düşman olarak, NATO’nun son Madrid toplantısında, açık olarak deklare etti. Ama iç siyasette Pentagon ve CIA destekli strateji uzmanları, uzun zamandır Rusya ve ÇHC tehdidi üzerinde fikir yürütüyorlardı. Bu konuda iki görüş yarışıyordu. Birincisi Kissinger’in başını çektiği Rusya’nın her koşulda Çin’in yanında konumlanmasını engellemeyi, Rusya’yı yanına çekmeyi, Çin’i yalnızlaştırmayı savunuyordu. İkinci görüşü çok önceden Zbigniew Brzezinski dillendiriyordu: “Dünya için en kötü şey Çin ve Rusya ittifakıdır.”

Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, 1997’de “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabını yayınladı. Bu kitapta Brzezinski, 21. yüzyılın Avrasya yüzyılı olacağını ve Avrasya’ya hakim olan gücün, dünyaya hakim olacağını söyleyerek, ABD’nin geç kalmadan “Avrasya güç ilişkilerinin ana hakemi” olmak için, harekete geçerek dünyada “ilk” ve “son” küresel imparatorluk haline gelmesi gerektiğini ileri sürüyor. Brzezinski devamında, Rusya’yı artık küresel bir rol oynayamayacak biçimde, her anlamda küçültmek gerektiğini ve bunun için stratejik öncelik olarak Ukrayna’yı işaret ediyor, Ukrayna için şunları yazıyordu: “Ukrayna, Avrasya satranç tahtasında yeni ve önemli bir alandır, jeopolitik bir eksendir, çünkü bağımsız bir ülke olarak varlığı, Rusya’nın bir Avrasya imparatorluğu olmaktan çıkması anlamına gelir.”  Bir yerde şunlar söyleniyor: “Ukraynasız bir Rusya geri dönülmez bir şekilde zayıflarken, artık NATO’nun bir parçası olan bir Ukrayna ise Moskova’nın kalbinde bir hançer olurdu.” (Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”) Rusya, Ukrayna’ya saldırdı diyenlerin dikkatine: Bu sözler ta 25 yıl önce, 1997 yılında yazılıyor.

Çin’in de içinde olduğu, dünya çapında tüm kıtalara yayılarak ticari, siyasi, ekonomik, diplomatik, teknolojik, kültürel rekabet Rusya’nın Suriye’ye girişiyle askeri boyuta yükselmiştir. Rusya’nın bölgemize müdahalesinde hiç yanılmamalıyız. Rusya büyük bir kapitalist ülkedir, bütün zaafları ve gerilikleriyle birlikte emperyalisttir. Halklar için iyi veya kötü emperyalistler yoktur ve emperyalistler arasında tercih yapılmaz. Ama bizler, devrimci savaş yürüten partileriz, hayat karşısında hakem değil tarafız. Bundan dolayı her olayı ve gelişmeyi mücadelemiz açısından değerlendiririz. Örneğin, Suriye hükümetinin çağrısıyla Rusya’nın savaşa girmesi, Ortadoğu halklarının ve devrimcilerin mücadelesini kolaylaştıran ve alan açan bir rol oynamıştır.

Rusya’nın Suriye’ye askeri desteği, bölge dengeleri açısından halkların çıkarlarına hizmet etmiştir. Suriye’de Esad rejiminin çökmesini engellemiş, Türkiye’nin Suriye’deki planlarını bozan bir rol oynamıştır. Rusya’nın Suriye hükümeti yanında savaşa girmesi, bölge dengelerinden önce, tartışmasız olarak Türkiye için devrimci güçlerin yararına olmuştur. Rojava’da devlet çıkarlarını esas almasına ve bu temelde bazı tavırlarıyla faşist TC’ye ön açan politikalarına rağmen, Rojava Devrimi için de denge gücü olmuştur.  Rusya’nın askeri desteği olmadan Suriye’de Esad iktidarının ayakta kalması oldukça tartışmalıdır. Esad iktidarının yıkılması, Erdoğan’ın Şam Emevi Camisi’nde namaz kılması demektir. Erdoğan Emevi Camisi’nde kendi zaferinin yanında, Türkiye’deki tüm muhalefet güçlerinin cenaze namazını kılmış olurdu. Bundan dolayı Rusya’nın Suriye’ye askeri desteği bölgede direnişçi eğilimlerin yararınadır. Aynı zamanda emperyalizmin bölgedeki planlarını bozan bir rol oynamıştır.

Rusya’nın Ukrayna’da kaybetmesi, NATO’ya teslim olması ABD ve NATO’nun dünya çapında saldırganlığının artması, dünya halkları için en büyük tehdittir. Bugün, Rusya’nın Ukrayna’da kazanması, dünya halklarının ve anti emperyalist mücadelenin çıkarınadır. Ama buna rağmen komünistlerin Rusya’yı desteklemesi savunulamaz. Mevcut Rusya iktidarı, sosyalizmin birikimlerini yağmalayan sınıf düşmanımız burjuvazinin iktidarıdır. Mevcut Rusya iktidarı, en başta Rusya Federasyonu içinde yaşayan Rus ve diğer halkların sınıf düşmanıdır, hiçbir koşul işçi sınıfı ve komünistlerin, sınıf düşmanı burjuva iktidarlarını destekleme tavrını meşrulaştırmaz. Tersine, savaşta olan kapitalist bir ülkede komünistlerin görevi kendi iktidarlarının yenilgisi için çalışmaktır. Bu konjonktürde Rus ve diğer halkların devrimcilerinin görevi bu önceliği temel alan tavrın, belli şerhlerle uyarlanmasıdır. Rusya Federasyonu komünistleri ve proletaryası, Rusya burjuva iktidarını yıkma hedefini karartmadan, kitlelerin bu yöndeki bilincini diri tutarak, devrim için hazırlıklarını güçlendirmek doğrultusunda olmalıdır.

Emperyalist hegemonya parçalanmıştır, dünya kapitalizmi genişletilmiş yeniden üretim sürecini devam ettirememektedir. Kapitalizm yeni bir hegemon egemenlik düzeni kurmadan devam edemiyor. Yeni egemenlik tarzı, savaşlar üzerinden kurulabilir ancak. Bu, devletlerin veya liderlerin tercihinden önce kapitalizmin varoluş zorunluluğudur. Savaşlar olmadan kapitalizm sürekliliğini sağlayamaz. Bu savaşa, Batılı emperyalist hükümetler karar verdiler, ama durup dururken değil tam olarak Lenin’in fomüle ettiği emperyalizm ve eşitsiz gelişme yasasının dayattığı bir zorunluluk olarak, başka türlü davranmaları olanaksız olduğu için karar verdiler. “Kapitalistler, dünyayı paylaşıyorlarsa bunu kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kar sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar.” (Lenin Emperyalizm, Kapitalizmin Yüksek Aşaması)

İki büyük dünya savaşı durup dururken değil emperyalist hegemonya kapışmasından doğmuştur. Her iki savaş da yakın tarihtir ve tüm halklara ağır bedeller ödetmiştir, bunlar unutulup “barışçı kapitalizm” hayalleri yayanlar emperyalizm yardakçılarıdır.

Ukrayna’da başlayan savaş geçici veya arızi bir durum değil, tersine tarihsel ve nesnel gelişmelerin sonucudur. 2008 krizi aşılamıyor; ABD, Avrupa’dan BRICS’e kadar tüm dünya ekonomisini ve ekonominin bütün alanlarını kapsayan ve toplumsal krizlerle bütünleşen yeni bir topyekun kriz mayalanıyor. Kapitalizm, şimdiye kadar olduğu gibi, krizden çıkmak için, yeni bir birikim modeline sıçrayamıyor ve krizin yükünü, savaş dışında yıkacak bir alan bulamıyor. Ağırlaşan ekonomik kriz, her aşamada emperyalist rekabeti kızıştırıyor; bugün rekabet alanı tüm dünyadır. Bir dönemdir yerel savaşlar olarak süren ve her adımda dünya çapında kızışan emperyalist rekabet, Ukrayna savaşıyla, bir üst evreye, vesayet üzerinden süren dünya savaşı, devletler düzeyine sıçramıştır.

Asya üzerinde emperyalist rekabet

Irak savaşıyla Ortadoğu’yu kan denizine çeviren emperyalist rekabet, aynı zamanda sessiz ve derinden Asya üzerinde yürüyordu ve Pasifik Okyanusu tam bir cephanelik haline dönmüştü. ABD 2010 yılından beri, Çin’i kuşatma stratejisi doğrultusunda Asya’daki müttefiklerini silaha boğdu ve Güney Çin Denizi’nde Çin’in inşa ettiği yapay adalar çevresinde provokasyonlara başladı ve 2015 yılında Çin’i kışkırtan askeri harekatlara başladı. 2015 yılında, özellikle uluslararası ilişkiler düzleminde yüz yıl önceki olayları anımsatan çok tehlikeli gelişmeler yaşandı, 2015’ten bugüne, son derece girift vekalet savaşlarıyla, iç içe geçmiş ittifaklar zinciriyle, tüm büyük güçleri içine çekmeye başlayan, bölgesel, hatta küresel savaşlara gebe muazzam savaş kutupları oluştu. O tarihten bugüne, kapitalist-emperyalist devletlerin yöneticilerine, medyasına savaş kışkırtıcısı gergin bir söylem hakim oldu. Bugün emperyalizmi ve dünya gerçekliğini doğru anlamak için uluslararası güçlerden önce, uluslararası konjonktüre bakmak durumundayız. Bir yeniden paylaşım savaşı için Akdeniz ve Güney Çin Denizi bir donanmalar garajına dönmüştür. Peki “Bütün bu donanmaların düşmanı kim?” sorusunun cevabını arıyorsak, yaşanmakta olanın emperyalist rekabet ve ‘yeni paylaşım savaşı’ olduğunu görmeliyiz. Her ülke donanması, yekdiğerini kollamak için oradadır. Hem müttefik, hem rakiptirler.

Emperyalist kamplar arasında çelişkilerin şiddetlenmesi, değişik bölgelerde ikinci düzeydeki güçleri aktifleştirerek, bölge devletlerine ve devlet olmayan güçlere daha geniş hareket alanı ve inisiyatif sağladı. Bu durum, siyasal gelişmeleri ve taraflar arasındaki ittifakları daha kaygan hale getirirken, aynı zamanda daha karmaşık ve kontrolü güç bir ortam oluşturdu. Bu gelişmelerden faydalanarak Türkiye, Rus uçağını düşürmeye cüret etti; Musul’a, Libya’ya, Azerbaycan’a asker gönderdi ve Rojava’yı işgal planlarını adım adım uygulamaya geçti.  Suudi Arabistan, İran ile gerginliği had safhaya çıkaran adımlar attı. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, bölgede Sünni Şii çatışmasını kışkırtmak için elinden geleni yaptı.

Trump döneminde, ABD AB ilişkileri açık sürtüşmeye ve karşılıklı suçlamaya dönüştü, ama bu sorunları Trump yaratmadı, emperyalist hegemonya kavgası Trump’dan önce başlamıştı. Emperyalist rekabet, ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle açık hale geldi. AB, ABD’nin Çin’e yönelik teknoloji transferi, kamusal sübvansiyonlar, korumacı ticaret ve patent hakları konusunda aynı endişeleri taşımasına rağmen, Biden ABD başkanlık görevine başlamadan önce, Çin ile kapsamlı bir yatırım anlaşması yaptı. Bu, ABD ile AB’nin Çin konusunda ilişkilere farklı yaklaşımını gösteriyor. Gene, ABD’nin bütün baskılarına rağmen Almanya, Rusya ile Kuzey Akım 2 doğal gaz boru hattından vazgeçmedi. Savaş Batılı emperyalistleri sımsıkı kenetlendirmesine rağmen ABD ve Avrupa arasında hem Rusya hem Çin’e karşı askeri stratejilerde ciddi çelişkiler devam ediyor. AB, gerek Çin gerek Rusya ile çok kolay vazgeçemeyeceği ekonomik ilişkiler içinde.

Başlayan savaşta Rusya’nın işgalciliğini görenler, ABD ve NATO’nun tek asker kaybetmeden, savaşın dışında durarak, dünya ölçeğindeki jeostratejik denklemde ön aldıklarını görmüyor, tüm dünya halklarını teslim almak için harekete geçmesine kör kalıyorlar. Bu savaş Rusya boyutundan çok daha ötelere uzanıyor, ABD ve NATO asıl rakip gördüğü ÇHC’ne karşı konum kazanmak için harekete geçti. Rusya’nın yıpranıp güçten düşerek NATO’ya teslim olmasını amaçlıyor. ABD ve NATO, stratejik programlarını uzun bir dönemden beri açık olarak Pasifik ve Güney Doğu Asya üzerine kuruyor. Burada asıl soru, bu kapışmanın bir Çin, ABD-NATO savaşına dönüp dönmeyeceği. Bu konuda belirleyici olan ABD’nin süreklilik kazanan gerilemesi ve ÇHC’nin her alanda yükselişidir. ABD ve NATO, bu yükselişi bugün durduramazsa yarın çok geç kalacağının farkında olarak konum alıyor. Ukrayna savaşı, bu emperyalist hedeflerin bir ön provasıdır. 

Trump döneminde ABD, ulusal güvenlik “terör tehdidi” stratejisini değiştirerek açık biçimde “temel güvenlik sorunun uluslararası sistemdeki Çin ve Rusya gibi otokratik devletler ile mücadele” olduğunu ilan etti. Çin ve Rusya’nın uluslararası güvenlik kurumlarına dahil edilerek, sistemin içine çekilmesi politikası terk edildi ve Çin’i çevreleme, siber sistemler ve ticaret üzerinden savaş politikalarına geçildi. Çin’in hızlı büyüyen ekonomik gücünü sınırlamak için, askeri strateji değiştirilerek hazırlıklar başlatıldı.

Biden, “Amerika geri döndü” diyerek Avrupa ile ilişkileri yeniden düzenlemek için harekete geçti. Ama ABD ve Avrupa arasında geçen zaman içinde ekonomik ve siyasal çıkarlar arasındaki açı çok genişlemişti. Biden’in diplomatik temasları bu açıyı kapatmaya yetmedi, Avrupa diplomasi ile hizaya girmeyecekti. ABD’nin zamanı yoktu ve direk dünya jeopolitiğini değiştirecek emperyal hamlesini yaptı. Ukrayna’yı kışkırtarak Rusya’yı savaşa çekti. Rusya’nın kuşatılması sonucu başlayan bu savaş, aynı zamanda Avrupa’yı hizaya getirmeye yaradı.

Amerika ve Avrupa, aynı kampta yer alan iki zorba rakip olarak aynı zamanda tüm dünyayı sömüren iki ortak odak konumundalar. Bu emperyalist güçler arasındaki zorunlu ortaklık, sosyalist sistemin çökmesiyle boşa düştü. ABD’nin Avrupa’yla rakip güç olarak karşı karşıya gelmesi sonrası, 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Rumsfeld’in “yaşlı Avrupa” söylemi dikkat çekicidir. Bu tutum Trump döneminde de devam etmiştir. Avrupa’nın NATO savunma harcamalarına katılımdaki isteksizliği üzerinden tartışmalar (bu tartışmalar sadece bugün değil daha önce de yaşanıyordu) yaşanıyor, yaklaşım farklılıkları tartışma konusu oluyordu. Yine Trump döneminde Brexit depremiyle ve mülteci kriziyle ciddi şekilde sarsılan Avrupa ve ABD ilişkileri birçok başlıkta farklılaşmıştır. Başta Rusya ve Çin’le ilişkiler olmak üzere, İran’la yapılan nükleer anlaşma, Paris İklim Anlaşması, NATO, Dünya Ticaret Örgütü gibi birçok sorunda iki haydut güç arasında ciddi çelişkiler yaşanmıştır.

Bugün ABD ve NATO’nun hegemonya mücadelesi, bütün alanlarda ve tüm potansiyelleriyle yükselerek sürüyor. Ancak emperyalistler tüm askeri ve ekonomik güçleriyle, devletler olarak ve kontrolleri altındaki uluslararası kurumlarıyla ve dünya çapında sürdürdükleri propaganda bombardımanına rağmen isteklerini dünya devletlerinin tümüne kabul ettiremediler. Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya karşı alınan kararlarda, BM üyesi devletlerin sadece kendilerine çok bağlı küçük bir kesimin desteğini alabildiler. Saldırganlıklarının azgınlığı bundandır. Devletlerin büyük kısmı tarafsızlık konumunda bekliyor.

Askeri-sınai kompleks öne çıkıyor

Bütün emperyalist ülkelerde silah sanayine gün doğdu, bütün silah tekellerinin hisse senetleri füze hızıyla yükseliyor. Ancak gelişme, yalnız silah şirketlerinin karlarının artışıyla sınırlı değil; silah tekelleri, bütün dünyada devlet politikaları ve siyaset üzerindeki etkinliğini artırıyorlar. Almanya’da sosyal demokrasi ve reformist sol tarihsel rolünü gene oynuyor: Silahlanma ve militarizm sosyal demokrasi öncülüğünde yükseliyor. Almanya’nın Yeşilleri, NATO destekçiliğinde kara ve kahve rengi gömleklerle boy gösteriyorlar ve pasifist Yeşiller, NATO şahinlerine dönüşüyor.  Aynı durum tüm Avrupa için geçerlidir, yükselen faşizmin önü açılıyor.

Dev Alman askeri-sınai kompleksi harekete geçmiştir, bunun ne tür gelişmeleri tetikleyeceğini önümüzdeki günlerde yaşayacağız. Alman teknolojik gelişimi, militarizmi şahlandıracak bir birikimin üzerine oturuyor. Devasa Alman ekonomik gücü, askeri-sınai kompleksin emrine girecektir. Yalnız Almanya değil, tüm ülkeler silahlanma harcamalarını artıracağını açıkladılar. Bunu aynı boyutta rakip ÇHC ve Rusya blokunun da yaptığını düşündüğümüzde, dünyanın silahlara boğulacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bütün bu süreçte askeri-sınai kompleksler ekonomileri, militarizm ve savaş baykuşları, siyaseti kontrol eder hale gelecektir.

Savaşın uzadığı ve yayıldığı koşullarda, askeri-sınai kompleksler, geçmişte olduğu gibi militarizmin ve faşizmin finansörü ve kışkırtıcısı olacaktır. 2011’den beri, Afganistan, Irak, Libya, Suriye’de bölgesel düzeyde süren emperyalistlerin başlattığı vesayet savaş ve çatışmalarından farklı olarak Ukrayna’daki savaş, büyük emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin dahil olduğu bloklar olarak karşı karşıya gelmiş ve dünyanın en büyük askeri güçlerinden biri olan Rusya fiilen savaşa girmiştir. Yine karşı emperyalist blok, tüm destek unsurlarıyla bu savaşın içindedir. Bunun nedeni, Ukrayna’yı aşan dünya çapında emperyalist hegemonyanın yeniden düzenlenmesi ihtiyacıdır. Hegemonya kaybı sonucu başlayan savaşlar, sonuna kadar gitmek zorundadır. Eşitsiz gelişme ve derinleşen büyük ekonomik kriz emperyalist blokları, keskin bir şekilde karşı karşıya getirmiş ve büyük emperyalist güçler, tüm güçleri ile fiili savaş pozisyonuna geçmiştir. Savaş Ukrayna’da durmayacaktır.

Rakipler, birbirlerine nükleer silahlarını gösteriyor

Şimdiye kadar zamana yayılan ve dünyanın çeşitli ülkelerinde vesayet üzerinden yürütülen savaşlar Ukrayna’daki çatışmayla, emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesi yeni bir emperyalist dünya savaşı, fiilen devletler düzeyine sıçramış ve yayılma dönemine girmiştir. Bu savaş, küresel rakiplerin birbirlerine karşı nükleer silahlarını gündemleştirdiği aşamaya sıçradı, her şey sürekli bir savaş dönemine girdiğimize işaret ediyor. Tüm dünya halklarını iki defa kana boğan emperyalizm, belki de insanlığa karşı sonu bilinmeyen bir savaşa başladı. Tarafsız, gri bölgelerin olamayacağı, “ya benden yanasın ya düşman” denilen, arada konumların tükendiği bir dünyaya geçilmiştir.

Her ne kadar nükleer silahların yıkıcı gücünün savaşları önlediği ileri sürülüyorsa da emperyalizm, nükleer bomba kullanmakta tereddüt etmedi. Hafızasızlık çağın en büyük hastalığı, bir silah olarak nükleer bomba zaten ateşlendi hem de savaş bitmişken. ABD emperyalist katilleri, Japonya’nın gelişmesini durdurmak ama daha çok savaştan güçlenerek çıkan sosyalist dünyayı tehdit için iki Japon şehrini yerle bir ederek yüz binlerce insanı yaktı kavurdu. Vietnam’ı seyreltilmiş nükleer olan napalm bombalarıyla yaktı, kavurdu. Hiç tereddütsüz emperyalistler nükleer silahların tetiğini kaldırmış vaziyetteler, seyreltilmiş nükleer silahlar patlamaya hazırdır. Emperyalizme karşı mücadele, acil ve gezegenin varoluş sorunudur. Bu bir propaganda cümlesi değil, güncel olarak tehlikenin kendisidir. Devrimciler bu gerçekliğin farkında olarak tüm dünyada devrim savaşında, emperyalist müdahaleye hazır olmalıdır.

Savaşı “Çar Putin” mi başlattı?

Bu savaş, çokça ve sol kesimler de de dillendirildiği gibi Putin ve Rus elitlerinin yanlış hesaplarıyla başlamadı. Bundan sonrası da bir takım siyasal kararlarla durdurulacak veya engellenecek bir askeri-siyasal düzeyde gelişmiyor. İşte tam burada, yüz yıl önce başlayan emperyalizm üzerine tartışmalar günümüzde karşımıza geliyor. Emperyalizmin savaşçılığı ve militarizmi siyasal bir tercih midir, yoksa kapitalizmin doğal yasası mıdır? Savaşı, Putin’in yeni Çar olma hayalleri olarak değerlendirenler, Kaustky ile aynı tezi savunduklarının farkında değiller. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı, Avusturya Macaristan İmparatorluğunun veliahttı öldürüldüğü için başlamadı, bir vesile bekleniyordu, bu olay denk geldi. Veliaht öldürülmeseydi başka bir vesile savaşı başlatacaktı. Savaşı bir irade başlatıyor, ama o iradeyi başka türlü davranamayacağı cendereye sıkıştıran kapitalizmin tunç kanunu, eşitsiz gelişme yasasıdır. 

Savaş, nasıl gelişir, ne zaman ve nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bundan sonra eşitsiz gelişme yasası işleyecek, emperyalistler arası kapışma derinleşecektir. Bu, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı sonrası gerilimlerle ve değişerek süren dünya kapitalizminin bir döneminin keskin bir kırılmayla bitişidir. Jeopolitiğin, emperyal güç dengelerinin belirlediği çatışma ve savaş sarmalına girilmiştir. Marks’ın kapitalizmin varoluşunun sonucu olarak ileri sürdüğü gerçekliğin, yeni dönemde ve değişik bir aşamada demirden yasalar olarak hükmünü işleteceği bir süreçtir. Kimse boş hayallere kapılmasın, eşitsiz gelişme hızlandı, kapitalizmin demirden yasaları harekete geçti; üçüncü dünya savaşı, önceki ikisinden farklı olarak dünyanın tüm bölgelerini, tüm ülkelerini ve tüm sınıflarını içine çekerek, iç ve dış savaşlara zemin oluşturarak gündemimizdedir. Ara konumlar tükeniyor, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme tavrı, savaşın dışında kalamayacaklarını anlayarak safını belirlemesidir. Devletler bir yana, bireyler bile bu kıyametin dışında kalamayacak. Yaklaşan kapitalizmin kıyamet günleridir ve tek bir birey dahi bu kıyametin dışında değildir. Ya devrim ya yok oluş! Birleri hazır değil diye tarihin yasaları geriye sarmaz. Kıyametin öncesi araftır; araf, tüm beşeriyetin bir vücut olarak birliğinin ve ortak kaderinin belirlendiği andır.

“Yeni Çar Putin” diyenler bilinçli bilinçsiz “Mübarek Biden, Melek Stoltenberg” diyor ve herkese bu en büyük savaş baykuşlarını “demokrat dünya liderliği” olarak yutturmak istiyorlar. İşte bunlar, asıllarından daha kandırkçı ve savaş kundakçısıdır. Bunlar, dünyanın her yerindeler ve bu konularda en çok sesi çıkan, gürültü koparanlar sol görünümlü bu virüslerdir. Avrupa’da NATO’cu savaş kışkırtıcılığının başını “Yeşiller” denilen eğilimler çekiyor, Türkiye’de bu virüs Birikimciler denilen çevreden yayılıyor. Birikimcilik reformcu düzen savunuculuğu değildir, Birikimcilik liberal sol değildir, Birikimcilik sıradan işbirlikçilik değildir. Birikimcilik asıl olarak; Türkiye solu içinde üreyen zararlı bir virüstür. Bizim ülkemizdeki sabah akşam “Çar Putin” ve “Rus oligarkları” öcüsü satanlar, bir kez olsun ABD, İngiliz, Alman oligarklarından söz etmezler, varsa yoksa Rus oligarkları gözümüze batırırlar. Rus oligarkları, her anlamda soygun ve vurguncu çetelerdir ama yukarıda Allah var, tüm Rus oligarkları bir Amazon, bir Bill Gates, bir Elon Musk’ın hırsızlıklarının, vurgunlarının yanına bile yaklaşamazlar.

Bu savaşı, “Çar Putin” mi başlattı, bu Çar bu kadar güçlü mü? Çar Putin dünyayı tehdit ediyor diyenler, başlayan savaşı bir kısım liderlerin doğru yanlış kararları olarak anlayanlardır ve her ne kadar ML geçinirlerse geçinsinler, burjuva emperyalist ideolojik çemberin içindedirler. Bir sol yorumcu niye ABD başkanı Biden ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg gibi düşünür ve Putin’in bireysel kararları üzerinden savaşı değerlendirir, aynı ağzı kullanır. Biz Çar Putin’e karşıyız diyenler, acaba kime konuşuyorlar? Dünya ve halkların iyiliği için görüş açıkladıkları iddiasındalar, ama halklardan önce emperyalist oligarklar önünde günah çıkarıyorlar; biz de Batı dünyasının değerleri içindeyiz, biz de sizinle birlikteyiz, diyorlar.

Emperyalizm her alanda rekabetin kuralsızlaşmasıdır. Yalnız ulusal ekonomiler arasında değil, uluslararası şirketler ve ulusal sermaye rekabeti ABD’de en ileri düzeyde, Çin ile ilişkilerde yaşanmaktadır. Amerika kökenli uluslararası şirketlerin Çin’e dönük çıkarları ile ABD ve diğer emperyalist ülkelerin çıkarları çelişmektedir. Batı emperyalizmi için bir tehdit olan Çin yükselişi, uluslararası tekeller için karlarını büyütme alanlarıdır.  Dünya kapitalizminin bin bir bağla birbirine bağlı organik bütünlüğü, bu yapının bir parçası olan bir ülkeye karşı alınan ekonomik ambargo, dönüp bu bütünlüğün tümünü zorlayan bir etkide bulunur. Ambargo uygulanan ülkeler arttıkça kapitalizm kendi kendisinin kuyruğundan yiyen canavara dönüşür. Rusya gibi büyük bir ekonomiye ve stratejik sektörlere sahip bir ülkeye ambargo uygulanıyorsa, Rusya kadar sert olmasa da ÇHC gibi büyük bir deve de birçok sektörde ambargo uygulanmaya başlamışsa, bu sistem artık devam edemez düzeye geliyor demektir. Bu durumdan çıkışın savaştan başka bir çözüm yolu kalmaz. Dünya büyüyen yeni bir savaşın içindedir.

Savaş öncesi ABD’nin bütün dayatmalarına direnen Almanya’nın, bir anda nasıl ve neden tavır değiştirdiği sorgulanmalıdır. Bunda, savaş sonrası oluşan kamuoyunun baskısı etkili olmuş olabilir, ama bu değişiklik Alman emperyalizminin çıkarlarıyla uyuşmuyor. Almanya, çoktandır ABD’nin şemsiyesi altında bir güç olmayı reddediyor. Nitekim savaş ve Rusya’ya uygulanan ambargolar Almanya’yı çok zorluyor. Almanya’nın sonuna kadar ABD gölgesinde davranmaya çıkarları elvermiyor. Alman tekelleri yeni jeopolitikte kenarda kalıyor. Savaşın uzamasıyla, Alman sermayesi içinde çatlak sesler çoğaldı. Metal İşverenleri Birliği Başkanı Wolf: “Makine ve tesis üreticileri şu anda Rusya pazarını kaybettikleri için sıkıntı çekmektedirler. Gerçekten bu pazarı kaybetmenin bizim için doğru olup olmadığı düşünmemiz gereken bir konu” dedi. Aynı şekilde, Bavyera İktisat Birliği, Rus doğal gazının kesilmesi durumunda 2023 yılında Alman ekonomisini yüzde 12,7 daralacağını ve 5,6 milyon kişinin işsiz kalabileceğini açıkladı.

Ukrayna savaşı sürerken ABD, zaman kaybetmeden Tayvan üzerinden provokasyonlarla, ÇHC’ni hedefe yerleştirdi. Bu, hiçbir şekilde Rusya sorunu olarak görülemez ve gerçekten de Rusya’yı hatta Çin’i aşan tüm dünyayı ilgilendiren bir sorundur. ABD’nin Rusya’yla birlikte ÇHC’ni her alandan kuşattığı açıktır. Bu 1. Emperyalist Dünya Savaşında olduğu gibi bir durum değildir. 1 ve 2. Dünya Savaşları geriden gelen, güçlenen emperyalist Almanya’nın ileri sıçrama hamleleriyle başladı. Bugün Rusya ve ÇHC, konumları gereği savaş istemeyen (ve savunma) durumundalar ve saldırgan olan ABD emperyalizmidir. Tarihin özel bir kırılma anı veya yeni bir sürecin başlangıcı dediğimiz durum, çok özgün ve aynı ölçüde tehlikeli bir sürecin başlangıcıdır. Dünya, hiç bu kadar sofistike silahlara sahip değildi; karalar, denizler ve gökyüzü silahlardan boğulur hale gelmiştir.

Dünya durumu, her bakımdan yüzyılın başındaki olayları hatırlatıyor, hatta her zamankinden daha korkutucudur. İkinci emperyalist savaştan sonra sosyalist sistemin kurulmasıyla emperyalizm, hem içeride hem dış politikada kendisini her bakımdan sınırlamak, saldırganlığını dizginlemek zorunda kalmıştır. İçeride “sosyal devlet” uygulamaları, dışarıda sömürgecilik sistemini yumuşatması bu dönem yaşanmıştır. Yanı sıra emperyalist devletler arasındaki rekabet, yerini ABD hegemonyasında zorunlu bir ittifaka bırakmıştır. Sosyalist sistemin çökmesiyle yeniden Lenin’in tarif ettiği emperyalizm, gerçek yüzüyle ortaya çıkmıştır. Lenin, emperyalizmi “Asalak ve çürüyen kapitalizmin son aşaması” olarak tarif eder. Emperyalizm, tekellerin hakimiyeti, rekabet, hegemonya, pazar paylaşımı ve eşitsiz gelişim sonucunda dünyanın yeniden paylaşılması için kaçınılmaz savaş demektir.

Hegemonya savaşlarını tüm dünyaya yayılacağını, NATO, Madrid zirvesinde ilan etti. Madrid zirvesinde kararlaştırılan yeni “NATO Stratejik Belgesi”nin satır araları okunduğunda söylenenler “ya hero ya merro” sonuna kadar savaş anlamındadır. Bu belgede: “Avrupa-Atlantik bölgesinde barışın hâkim olmadığı” yazılıyor, bu tersinden savaş içindeyiz, en iyimser yorumla savaşa hazırlanıyoruz demektir. Nitekim daha sonra 22. maddede açık konuşuluyor; savaşa hazırlanıyoruz deniliyor: “nükleer silahlı rakiplere karşı yüksek yoğunluklu, çok-alanlı savaşım” için “tek tek üyeler ve ittifak olarak elimizin altındaki tüm kuvvetleri entegre bir komuta yapısıyla devreye sokmaktan” bahsediliyor. NATO belgesi, nükleer silahlar dahil “çok-alanlı” (bu alan dünya oluyor) dünya savaşına hazırlandığını ilan ediyor…

Belgede, Çin-Rusya ittifakı için şunlar söyleniyor: “Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzeni müştereken bozmaya yönelik girişimler, değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır… belli başlı teknolojik ve endüstriyel sektörleri, kritik altyapıları ve stratejik malzemeler ile tedarik zincirlerini kontrol ettiği için.” Yani “ekonomik üstünlüğüyle etki alanını genişlettiği” için tehdit olarak görülüyor. Burada söylenenler açık: Biz emperyalistiz, dünya bizden sorulur, ekonomi ve teknolojide bizim arkamızdan geleceksiniz. Her alanda ve düzeyde stratejik ortaklık kurup tüm dünyayı tehdit edebiliriz, ama başkaları yapamaz. Nükleer savaş dahil her yolu kullanarak engelleriz!

Ukrayna

Ukrayna savaşı, Batı solunun ezici çoğunluğunu emperyalist finans ve silah tekellerinin militanlarına dönüştürdü. Yükselen faşist hareketler ise bunun tam karşısında politika yapıyor. İtalya’nın yeni Başbakanı Meloni, Benito Mussolini’nin açık destekçisi bir faşisttir. O, AB bürokratlarını “uluslararası finans tarafından yönlendirilen nihilist küresel seçkinlerin ajanları” olarak adlandırıyor. Avrupa solu, modernist finans kapitali düzenlemek için çırpınırken, Meloni vb. faşistler, onu hedef tahtasına yerleştiriyor. Sağı solu şaşmış bir Avrupa!

Ukrayna açık Nazi destekçisi faşist bir çetenin denetimindedir, mazlum ve saldırıya uğrayan değil, ABD, AB ve NATO ile emperyalist kuşatmanın ve saldırganlığın ön cephesidir. 2014 NATO darbesiyle iktidara getirilen Nazi kimlikli, gerici ve faşist koalisyon, önce sosyalizm değerlerine bağlı özerklik talep eden Donbass bölgesindeki halk cumhuriyetlerine karşı saldırıya geçerek, savaş başlattı, sonra buna tüm Rus kimlikli halk kitleleri üzerinde katliam boyutlarında baskılar eşlik etti. Aynı dönemde tüm komünist ve devrimci parti ve kurumlar yasaklanıp kapatıldı. Ukrayna Nazilerinin saldırıları 8 yıldır aralıksız sürüyor, sosyalistler ve antifaşistler topluca yakılıyor, katlediliyor. Donbass bölgesinde halk cumhuriyetlerinin ilan edilmesinden sonra, Nazi Ukrayna iktidarı ve sosyalistler arasındaki çatışmalar bir iç savaşa dönüştü. Bu iç savaşta Rusya müdahalesine kadar 14 bin kişi hayatını kaybetti.

Ukrayna’da savaş, yıllardır ve özellikle son 8 yıldır antifaşistlerin topluca katledildiği, binalar ateşe verilerek insanların topluca yakıldığı, kanlı ve acımasız bir şekilde devam etmektedir. Bu kanlı saldırılar, ülkenin tüm zenginliklerinin tam bir soygun ve vurgun düzeyinde talan edilmesi biçiminde sürdü. Kısa dönemde Ukrayna halkları, tüm kazanımlarını kaybetti ve yoksulluk ve sefalete itildi.

Ülkeyi iç savaş ve yağma eşliğinde bu duruma getiren faşist Prochenko iktidarına (2014’teki faşist darbe ile gelen) karşı isyan düzeyinde biriken halk muhalefeti, Zelenski iktidar yapılarak aşılmak istendi ve Zelenski çözümcü ve demokratik söylemler kullanarak Ukrayna ve Rus kimlikli ilerici kesimlerin de desteğiyle büyük bir farkla iktidar oldu. Kısa zamanda azgın, gerici ve savaş çığırtkanı haline dönüşmesi kişiliğiyle açıklanamaz. Zelenski’yi bu değişime uğratan içerideki sermaye devlet, ordu, istihbarat dahil hakim faşist kliklerin gücüdür. Ama yalnız onlar değil, CIA başta, tüm Avrupa ülkelerinin kontrgerilla birimlerinin askeri ve istihbarat subay ve uzmanlarının desteğidir. Bunları görmeyen veya görmezden gelen birçok aklı evvel solcu, Ukrayna’da faşistlerin zayıf olduğu veya etkin olmadıkları yönünde, nereden aldıklarını bilmediğimiz bilgilerle, Ukrayna’da faşist bir iktidar yok diyorlar ve Zelenski şarlatanını mazlum Ukrayna halkının sesi olarak anlıyorlar. Ukrayna’daki faşist iktidar mazlum değil, en başta Ukrayna halkının düşmanıdır. Bu sol, yalnız antiemperyalist bilincimize saldırmıyor aynı zamanda, Ukrayna’daki faşist iktidar kliğini yurtsever göstererek, antifaşist bilincimizi köreltiyor, Ukrayna’daki faşist diktatörlüğünün savunusunu yapıyor. Ukrayna iktidarı faşist bir diktatörlük değilse, bugünün dünyasında başka nasıl bir faşizm olabilir? Bu sol, Taliban gericiliğini de ulusal ve yurtsever olarak kabul etmemizi isteyen aynı soldur.

Bir zamanlar Maoculuğun Sovyetler Birliği ile ilişkili her şeyi düşman gördüğü gibi, Avrupa solu da Transdinyester, Donekst ve Luhanks Halk Cumhuriyetlerini ya görmezden geliyor veya Rusya ilişkilerinden dolayı hasmane yaklaşıyor. Türkiye solu da, dünyadaki gelişmeleri Avrupa üzerinden izlediği için bu cumhuriyetler çok az gündemine girdi. Bu bölgelerde yaşayan halkların çoğunluğunun Rus milliyetinden olması nedeniyle bugünkü Rusya iktidarıyla zorunlu ilişki içindeler ama aynı zamanda daha fazlasıyla çelişkili bir durumdalar. Rusya gerici iktidarının sosyalizmi tüm birikimleriyle yağmalamakla kalmayıp, sosyalizmin tüm değerlerini kazıyan tavırlarına karşı çıkıyorlar ve sosyalizmin değerlerini ve kazanımlarını savunuyorlar, aynı zamanda faşist Ukrayna devletinin saldırılarına karşı direniyorlar.

Ukrayna’daki savaşın dünya çapındaki boyutunu ayırarak, Nazilerle Donekst ve Luhanks halkları arasında süren kanlı iç savaş bile yalnızca Ukrayna’yı değil tüm Avrupa’yı ilgilendiriyor. Ukrayna’da yükselen Nazi kimlikli faşizm ihraç bir faşizmdir, ABD, Kanada ve AB tarafından örgütlenip iktidar yapılmıştır. Dünya halklarının ve devrim güçlerinin çıkarı Ukrayna faşist iktidarının yıkılmasından yanadır.

Mevcut dünya gerçekliğinde, dünya üzerindeki tüm kapışmalarda halklarımız dahil dünya halklarının baş düşmanı NATO’nun yenilgisini istemek ve bu doğrultuda mücadele yürütmek temel önceliğimiz olmalıdır. Rusya Ukrayna savaşı, öncelikle bir NATO saldırısı ise klasik Rusya saldırganlığına karşı çıkmak yetersizdir. NATO karşısında Rusya’nın “haklı” bir konumda olduğunu öne sürmek politik bir durumun tespitidir, buradan Rusya’yı desteklemek çıkmaz. Rusya’nın kazanmasını, NATO’yu gerileteceği için tercih ederiz ama Rusya’yı destekliyor konumda olamayız. Rusya’da sosyalizmi yağmalayan burjuvazi iktidardadır ve Rusya halklarının düşmanıdır. Destek, komünist bir tutum olamaz ama biz tarafsız değiliz, Rusya’nın saldırganlığı kadar ülkesini NATO saldırganlığının üssü haline getiren Ukrayna’daki faşist iktidar kliğini de haklı göremeyiz. Tarafız, Rus ve Ukrayna emekçileri başta olmak üzere tüm dünya emekçilerinin birliği ve kardeşliği için mücadeleden yanayız.

Bu emperyalist boğazlaşmada haklı taraf yoktur, her iki taraf da egemen sömürenler ve halk düşmanı gericilerdir, ezen egemenler olarak birbirlerinden önce ezilen emekçilere karşı aynı saflardadır ama taraflar eşit değildir, Mao’nun tespitiyle söylersek; Ukrayna’yı savaşın merkez karargahı olarak kullanan ABD, AB, NATO dünya halkları ve emekçilerinin “baş düşmanıdır”

Rusya ve Çin üzerine

Rusya ve Çin’in durumu yoğun tartışmaların konusudur, tartışma iyidir ama ilkesel sorunları gölgelemesi zararlıdır. Her iki ülkenin kapitalizme geçtiği konusunda tartışma yok (ÇHC için farklı görüşleri olanları not edelim.) ama emperyalist olup olmadıkları yoğun polemiklere konu oluyor. Bizim elimizde ülkelerin bütün alanlarda emperyalist olup olmadığını gösteren ölçüm aletleri yok. Lenin, daha Birinci Emperyalist Dünya Savaşında, emperyalistler arasındaki eşitsizlikleri, çelişkileri ayrı ayrı değerlendirerek İspanya, İtalya, Japonya, Rusya’yı emperyalist olarak niteler. Bugün Çin de Rusya da en başta baş emperyalist ABD tarafından ciddi olarak küresel rakip görülüyor.

Aşağıdaki değerlendirme mevcut durumu iyi anlatıyor: “Çin ve Rusya bir yana, küresel ölçekte henüz boy ölçüşecek hiçbir birikimi olmayan batık faşist T.C. bile Balkanlar, Kafkasya üzerinden Orta Asya, Afrika dahil emperyal hayaller peşinde dünya çapında cirit atıyor. Az çok biti kanlı her burjuva devlet bile kendi bölgelerinde bir güç odağı oluşturma peşinde. Bu bir yeni dünya durumu, körfez ülkeleri, emirlikler ABD’nin isteğini geri çevirebiliyor. Bugün dünya durumu kökten değişmiştir; bir anlamda günümüzde emperyal hedefleri olmayan hiçbir burjuva devlet yoktur. Katar ve BAE’nin bile hareketleri bunu gösteriyor. Böyle bir dünyada, Rusya ve Çin, dünya gündemini belirleme gücüne sahip oldukları gibi, alt-emperyalist güçlerden farklı olarak, sadece kendi bölgelerinde değil küresel ölçekte bir güç odağı durumundadırlar.”

Marksist! iddialı bir değerlendirmede, Lenin alıntılarıyla dolu ayrıntılı açıklamalarla şu sonuca varılıyor: “Ancak geldiğimiz yerde görüyoruz ki Rusya Marksist bakış açısıyla ve bilimsel anlamda emperyalist bir güç değildir.” (Levent Dölek Rus Emperyalizmi Efsanesi) Bu tam anlamıyla şablonculuk olmanın yanında kendi kendisini tekzip eder bir kafa karışıklığıdır.  Emperyalizm değerlendirmesini, Lenin’in 1900 başlarındaki yazdıklarına dayandırıyor. Lenin, 100 yıldan fazla bir zaman önce net ve açık olarak Rusya’yı “feodal ve askeri emperyalist” olarak değerlendiriyor. Lenin’i dayanak göstererek bugünkü Rusya’nın emperyalist olmadığını iddia edenler; sermaye ihracı, ekonomik gelişkinlik, sanayi ve teknolojik gelişmişlik ve askeri gücüyle emperyalist olamayacağını öne sürüyorlar.  Lenin’in emperyalist dediği Rusya ülkenin büyüklüğüne bağlı askeri gücü dışında hiçbir alanda bir dünya gücü değildir, sermaye ihracı yapamaz, dünya çapında başat emperyalistlerle hiçbir alanda rekabet edemez durumdadır. Buna rağmen Lenin, askeri feodal ön ekiyle Rusya’yı net olarak emperyalist ülke olarak tanımlar. Bugünkü Rusya, Lenin’in emperyalizm tanımındaki bütün öğeleri az veya çok içermektedir. Emperyalist değildir diyenler de Rusya’nın uzay yarışı, nükleer silahlar ve enerji alanında diğer emperyalistlerle rekabet gücüne sahip olduğunu kabul ediyor ama emperyalist değildir, diyorlar. Bu şabloncu şaşı bakış, yalnız Rusya üzerine ve emperyalizme dönük bir yanlış değildir, bugünkü kurtlar sofrasını andıran dünyayı anlamakta daha büyük sapmalara yol açar. Emperyalizmi tanımlayan buradaki ölçüleri kullandığımızda dünyada ABD ve birkaç ülke dışında emperyalist bulamayız. Komünistler, emperyalizmi salt ekonomik ve jeopolitik bir düzeyden tanımlamazlar, emperyalizmi sınıfsal ve iktidarın niteliği üzerinden, sosyalizm ve devrim perspektifinden değerlendirirler.

Rusya’nın emperyalist olup olmadığı tartışmasına itiraz olabilir ve karşı tezler sunulabilir, abes olsa da böyle bir tartışma yürütülebilir. Ama Lenin şahit gösterilerek bu tartışma yürütülemez. Emperyalizm konusunda hem Lenin’in tahlillerini kabul edip bu tahliller üzerinden emperyalizm değerlendirmeleri yapılacak hem de Rusya’nın emperyalist olmadığı Lenin’e dayanılarak öne sürülecek; işte burası bütün ölçülerin kaçtığı, mantığın ortadan kaldırıldığı noktadır. Lenin daha 1916 yılındaki değerlendirmelerinde Rusya’yı emperyalist ülkeler içinde sayar. Bugünkü Rusya, kıtasal büyüklükte topraklara sahip, enerji kaynaklarından uzay teknolojisine, askeri olarak nükleer güce sahip, birçok alanda ABD karşısına pratikte ciddi bir rakip olarak çıkıyor. Eski Sovyetler Birliği eksenindeki Asya ülkelerinde ve Ortadoğu’da ciddi nüfuz alanları var.  Rusya sermaye birikimi ve gücü olarak o zamanki Rusya’dan devasa büyüklüktedir, yüz yıl önceki Rusya ile hiçbir bakımdan kıyaslanamaz. Lenin, o günkü Rusya’ya emperyalist diyor, bazı Marksistler, Lenin’i şahit göstererek bugünkü Rusya’nın emperyalist olamayacağını öne sürüyor!

Bazı devrimci eğilimler, Rusya’nın sosyalizm geçmişinin toplumsal etkileri ve emperyalist saldırı karşısında, satır aralarında tekrar geriye döneceği umutlarını kulaklara fısıldıyorlar ve bu hayaller üzerinden Putin iktidarının desteklenmesini savunuyorlar. Rusya’nın geri dönüşü teorik olarak reddedilemez ama bir tek koşulda; sosyalizmin tüm birikimini yağmalayan antikomünist, gerici burjuva iktidar kliğinin bir devrimle yıkılmasıyla. Bu gerçeği karartan her türlü destek mevcut antikomünist kliğin desteklenmesi sonucunu doğurur ve destekçileri devrimciliğin dışına düşürür. Aynı zamanda Rusya çapında süren sınıflar savaşını bulanıklaştırır. Rusya işçi sınıfı ve emekçi halklar, mevcut Rusya iktidarının sınıf düşmanı karakterini unutmadan bu konjonktüre uygun bir devrimci tarzı geliştirmek durumundadır.

Bu konuda trajikomik savrulmalar yaşanıyor. Bir dönem “iki süper devlet” tezini savunan Perinçek, Sovyetler Birliği’ni, Türkiye’yi işgale hazırlanan, güçlenen süper emperyalist olarak dünya halklarının baş düşmanı ilan etmiş ve 4. Ordunun Rusya sınırına konumlanmasını önermişti. 1980 sonrası “Sovyet Sosyal Emperyalizminin” ABD’yi geride bırakacağını, iki ülkenin ekonomik durumlarını karşılaştırmalı istatistik verilerle bangır bangır bağırarak ABD’nin çöktüğünü, SB’nin dünya halklarının baş düşmanı olarak güçlendiğini haykırıyordu. Bu satırların mürekkebi kurumadan sosyalist sistem çöktü ve Sovyetler Birliği dağıldı. Aynı Perinçek bugün, Rusya ve Putin iktidarını dünya devrim gücü olarak ilan ediyor. Aynı dönemde “SB’nin sosyal emperyalist” olduğunu savunan bazı eğilimler de mevcut Rusya’nın emperyalist olmadığını ve olamayacağını, benzeri ekonomik verilerle ileri sürüyorlar. Hatta daha ileri gidip Rusya ve Putin iktidarının “Kudretli Sosyalist ÇHC”nin başarılarını görerek sosyalizme yönelebeileceği hayalini yayıyorlar; siyasetin sefaleti.

ÇHC üzerine tartışmalar

ÇHC, “Bir Kuşak Bir Yol” projesi ile ABD hegemonyasındaki dünya ekonomik, finansal ve ticari sistemini, Avrupa ve Asya’yı birleştirerek kendisinin merkezde olduğu bir sistem inşasına girişmiştir. Başlarken 1 trilyon dolar ayrılan bu girişimin alt yapısı, Asya, Avrupa, Afrika’nın birçok ülkesini şimdiden ortaklığa çekmiştir. Zaten dünya üretim ve ticaretinin yüzde altmıştan fazlası bu coğrafyaya kaymıştır. Kuşak Yol projesi, fiilen gerçekleşmiş olan bu durumu perçinleyecektir. Çin bilimsel-teknolojik alanda kritik ve hassas, yüksek nitelikli ürünler geliştirmede, bu alanlarda adeta erişilmez konumda olan ABD’yi zorlamaya başlamıştır. “Yeni endüstri devrimi” olarak adlandırılan 5G ve hassas çip teknolojisinde, Çin rakiplerinden açık ara öne geçmiştir. 5G ağları kurmada teknolojik olarak Çin’den daha iyi ve daha ucuza yapabilecek bir rakip şu anda bulunmuyor. ABD bu konuda geri kalmış durumdadır; Kanada, İngiltere, Avustralya vb ülkeler bile 5G teknolojisinde Çin’e muhtaç durumdadır. Gene, Çin’in robotik yapay zeka, iletişim, biyoteknoloji gibi teknolojinin en ileri ve belirleyici hassas kollarında bağımsız bir güç haline gelmesi, ABD’ye alarm zillerini çaldırttı. Bu projenin gerçekleşmesiyle ABD’nin dolar imparatorluğu başta olmak üzere, tüm avantaları çökecektir. Devasa ve rakipsiz askeri gücüyle ABD, bunun için silaha davrandı ve savaş düğmesine bastı.

ÇHC’nin hemen her konuda tüm emperyalizm analizlerinin içindeki her şeyi fazlasıyla kapsadığı açıktır ve bu ekonomik, mali, teknolojik, askeri her alanda analizleri aşan boyutlardadır. Giderek dünya hegemonyasında başa güreşir durumdadır. Yüz yıl önceki analizleri aşan boyutlarda sermaye, borç kredi ve meta ihracında başa geçen Çin, iç ekonomik ve siyasal durumuyla farklı bir konumdadır. Büyük ve gelişkin iç pazarıyla ve siyasal sistemiyle geçmiş sosyalizm iddialı birikim ve geleneklerinden kopamıyor. Bu zoraki birlikteliği bozamaz, bozmaya kalkarsa tüm sistem paramparça olur. Bu zoraki birliktelik aynı zamanda sosyalizm iddialı dönemin birikimleri, ideolojik ve kültürel olarak kitleler içinde güçlü köklere sahiptir. Bu her alanda kıyasıya bir mücadele sürecidir.

ÇHC bir zorunluluk içinde, sözde de olsa komünizm lafızları ve değerlerinden vazgeçemez. Büyük coğrafyasını ve devasa nüfusunu bir arada tutmasının, merkezi yapısını korumasının tek koşulu Komünist Partidir. Komünist parti başta olmak üzere, Mao döneminin gelenek ve değerlerinden aldığı güçle geniş Çin toplumu içinde rıza devşirebiliyor. Bu (Maoculuk), aynı zamanda onun geçmiş tarihsel ve kültürel birikimiyle de uyum içindedir. Biz dışarıdan gördüklerimizle bakıyoruz, içeriden bilgimiz çok sınırlı. Ama dışarıdan da baksak bu zorunluluk hali, eğitimden, toplumsal yaşama komünizm değerlerinin yaşamda savunulması olarak görülüyor. ÇHC’nin komünizm davasını savunmasına, komünizm idealini sulandırıyor, ideolojik bulanıklık yaratıyor, kapitalizmi sosyalizm diye yutturuyor vb başka eleştiriler haklıdır. Bu büyük devin sosyalist olmasını ne kadar istesek de mevcut üretim ilişkileri, sermaye ve devlet yapısı, eğitim ve kültürde sosyalizan yanlara, yönetim düzeyinde söylem olarak sürekli toplumsal çıkarların önde tutulmasına ve adı komünist olan bir parti tarafından yönetilmesine rağmen bilimsel sosyalizm kriterleri açısından ÇHC sosyalist değil devlet kapitalizmidir. Gene sosyalizm kriterleri açısından başa güreşen emperyalist bir ülkedir. Dış politikası açısından da milli devlet politikası izlemektedir. Emperyalizm politik tahlillere daraltılamaz, bir ülkenin emperyalistliği en başta sınıfsal kriterler üzerinden ve iktidar üzerinden, iktidarın sınıfsal yapısı üzerinden değerlendirilir, ÇHC’de iktidar kimin elindedir?

Öte yandan, geçmişlerinde keskin Maocu olan, Mao’yu ve Maoizmi savunanların Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı ısrarlı hasmane tavrını not etmek gerekir. Bunlar diyebiliriz ki ÇHC’ne karşı,  hasmane tavrın şampiyonluğunu yapıyorlar. Bu, onların olay ve süreçleri, Çin’i, bugünkü mevcut dünya durumunu doğru kavramasını engelliyor.

Nesnel olarak, Rusya’nın mevcut dünya güç dengelerinde süren savaşta kazanması dünya devrimcilerinin ve emekçilerinin çıkarlarına olacaktır, emperyalist olup olmaması bu durumu değiştirmez. Bu savaşta Rusya’nın kazanmasının dünya işçi sınıfı ve devrim güçlerinin çıkarına olduğunu net ve ikircimsiz koymak zorundayız. Aynı biçimde kaybetmesinin de dünya halklarını zararına ve dünya devrim güçlerinin zayıflamasına yol açacağını tespit etmeliyiz.

Geçmişte yaşanmıştır, bugün ve gelecekte de benzeri koşullar emperyalistler arasında çelişkilerde bir emperyalistle yan yana düşmek hatta ittifak yapmak, somut pratik zorunluluk haline gelebilir. 2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliği önce Nazizm’le, savaş başladıktan sonra emperyalist İtilaf Devletleri’yle taktik ittifaklar yapmak zorunda kalmıştır. Bu savaşın durmayacağı ve tüm dünyaya yayılacağı daha büyük olasılıktır. Ve cehenneme dönecek bir dünyada beklenmedik gelişmeler, beklenmedik somut pratik zorunlulukları getirebilir. Buna somut örnek Rojava’da yaşanmaktadır; pratik zorunluluk ABD ve emperyalist koalisyon ülkelerini, Kuzey Suriye’de kendi istekleri hilafına, beklemedikleri gelişmelerle düşman gördükleri “terör örgütüyle” taktik ittifak yapmak durumunda bırakmıştır. ABD ve koalisyon ortakları dünya çapında tehlikeli “terör örgütü” kategorisine sokup, ülkelerinde siyasal kimliğiyle faaliyetlerini yasakladıkları Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) ile dolaylı olarak ittifak içindedirler. Aynı biçimde, KÖH de Rojava özelinde, sömürgeciliğe karşı savaşta en büyük düşman olarak ilan ettiği NATO ve ABD ile taktik ittifak içindedir. Bu durum, tümüyle her iki tarafın da önceden istediği ve beklediği bir gelişme değil, yaşamın ve pratiğin dayattığı somut durumdur. Rojava’daki zorunlulukları “emperyalizm işbirlikçiliği” olarak gören ve yansıtan tüm eğilimler, bilinçli bilinçsiz kendi egemenlerinin yanına düşen katıksız şovenistlerdir. Bu gerçekler de gösteriyor ki; geleceğe önceden takoz koymak Marksistlik değil dogmatizmdir.

Bu savaş, uzun sürecektir ve egemen blokların ittifaklarında kaymalar, ara konumlar, hatta kamp değiştirmeler benzeri gelişmeler ve bütün olarak dünya kapitalist sisteminde boşluklar ve çatlaklar büyüyecektir. Dünya devrim güçleri, hem uluslararası hem yerel düzeyde oluşacak boşlukları, çatlakları derinleştirme ve emperyalist savaşı dünya devrimine veya yerel devrimlere çevirmek için hazırlanmalıdır. Birinci Emperyalist Dünya Savaşından daha zayıf olsak da tüm dünyada kitleler isyan halindedir. Savaş yayılıp uzadıkça, kitlelerin zaten süren isyanları beklenmedik boyutlara yükselebilir. Nesnel koşulların olgunlaşması, beraberinde öznel faktörün, devrimci öznenin hızla büyümesini getirir ve tarihsel görevini başaracağı toprağı nemlendirir.

Emperyalizme karşı mücadele

Emperyalizme karşı mücadele; oldukça karmaşık, çok boyutlu ve çelişkilidir. Türkiye’de neredeyse emperyalizm karşıtı olmayan kesim yok. Ancak bu durum, bir yerde emperyalizme karşı bilinçlenmeye değil kafa karışıklığına hizmet ediyor. Emperyalizm üzerine sert nutuklardan geçilmiyor. Dinci, millici, ırkçı, ulusal sol renklerle yürütülen emperyalizm karşıtlığı, sadece yabancı düşmanlığını derinleştiriyor, asıl olarak da Kürt düşmanlığı ve şovenizmi körüklüyor. Keskin ABD karşıtlığı bile Kürtlere ilişkin tavırlar üzerinden geliştiriliyor. Adında sosyalist, komünist ibaresi bulunanlar da sol jargonlarla bu koroya katılıyor. Bütün bu kakofoni, yerli gericiliğin ve emperyalizmin işini kolaylaştırıyor. 

Türkiye devrimcileri, 1960’larda emperyalizme karşı savaş bayrağı önde olarak mücadeleye başlamıştır. İlk dönemlerinde bu mücadele, millici yanları ağır basan bir politik hatta ve ideolojik olarak burjuvazinin “millici” kesimine dayanan bir eksende sürmüştür. Mücadelenin keskinleşmesi ve derinleşmesiyle, kısa zamanda emperyalizme silah doğrultan devrimci bir düzeye yükselmiştir. Ama ideolojik olarak burjuva millici etki devam etmiştir.

Emperyalizme karşı mücadele zor ve tehlikelidir. Emperyalizm sömürgecilik döneminden günümüze, dünya üzerinde kendisine gerçekten karşı çıkan, silah doğrultan tüm hareketleri kanlı katliamlarla imha etmiştir. Afrika’nın ve Latin Amerika’nın gerilla direnişlerini, Küba ve Nikaragua devrimlerinden çıkardığı dersler sonucu yerel faşist paramiliter katiller, bunlar zorlandığında kontrolündeki faşist ülkelerin güçleri ve en sonunda kendi güçleriyle kırmıştır. Gerilla liderlerinin çoğunu siyasi suikastlarla katletmiştir. 

Emperyalizme karşı mücadele, daha geniş eksenler üzerinden yürütülmelidir ama uygun koşullarda emperyalist hedeflere saldırı, görevlerimiz arasındadır. Gerçek antiemperyalistleri demagoglardan ayıran en önemli kıstas budur. Türkiye’de emperyalizme karşı fiili karşı koyuşlar ve şiddet kullanılan eylemler Dev Genç’le başlar, Dev Genç’in ilk eylemleri ABD ve diğer emperyalist kurumlara saldırılardır. Bunların zirvesi on binlerce gencin katıldığı 6. Filo’ya karşı protestolar ve karaya çıkan ABD askerlerinin denize dökülmesidir. Türkiye’de ‘71 devrimciliğinin ve önderlerinin aradan geçen uzun zamana rağmen kitlelerin bilincinde yaşaması, diğer mücadelelerinin yanında emperyalizme ve siyonizme silah doğrultmaları nedeniyledir.

Devrimci hareket kendi yarattığı bu değerleri sonrasına taşıyamamış, uyandırdığı antiemperyalist bilinci, örgütlü ve kalıcı hale getirememiştir. Faşizm ve gericilik bu boşluğu doldurmuş ve kitleleri saran bu gücü, kendi kontrolüne almıştır. Emperyalizmin uşağı, hatta onun eliyle büyüyen tüm burjuva gerici siyasetler, devrimcilere anti-Amerikan bayrak ve sloganlarla saldırmakta; devrimcilerin kanlarıyla yarattıkları değerleri devrimcilere karşı silah olarak kullanmaktadır. Devrimci hareket, Deniz ve Mahirlerin yükselttiği antiemperyalizm bayrağını yeniden ve doğru bir ideolojik eksende kendi ellerine almalıdır.

Kapitalizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı savaşılamaz. Emperyalizm bütün ülkelerde “iç olgu” haline gelmiştir. Bu yerel sermayelerin ve devletlerin, emperyalizmin uzantıları, kaleleri olması, yerel emperyalist odaklar olarak vazife görmesi demektir. Bu odaklar karşıya alınmadan emperyalizme dokunulamaz. Bundan dolayı antiemperyalist mücadele, her coğrafyada yerel sermayelere ve devletlerine cepheden savaşla iç içe geçmiştir. Çürümüş ve can çekişen kapitalist emperyalizm, tüm var oluşu yok oluşa sürüklüyor.  Bugün savaş koşullarında emperyalizm, dünya halkları için her zamankinden daha büyük bir tehdit oluşturuyor ve emperyalizme karşı mücadele daha güncel ve acil hale geliyor.

Kapitalist sistemin geldiği aşamada emperyalizme karşı mücadele, dünyasal yani enternasyonal bir içerik kazanmıştır. Derinleşen emperyalist savaş, bunu daha öne çıkaracaktır. Emperyalistlerin savaş hazırlıkları, dünya çapında tüm coğrafyaları ve halkları hedef almaktadır. Bundan dolayı emperyalizme karşı parçalı mücadele başarılı olamaz. Mevcut durumda direnişler, zorunlu olarak ulusal birimler üzerinden yürüyor ama bir ülkede başlayan isyan bölgeyi etkiliyor, bazen bölgesel başkaldırılara dönüşüyor ve tüm dünyadan dayanışma olarak karşılık görüyor. Bu durum emperyalizme karşı mücadelenin enternasyonal bir boyuta sıçradığını gösteriyor. Bu nesnelliklerden dolayı günümüzde emperyalizme karşı mücadele enternasyonalizm için mücadeleyle iç içe geçmiştir.

Sonuç yerine

Emperyalist odaklar, dünyayı yeniden kendi çıkarları doğrultusunda, amaçlarına uygun şekilde dönüştürmek için şiddetli rekabet içindeler. Ancak yeniden paylaşım için rekabet ettikleri coğrafyalarda değişik ulusal devletler, azınlık uluslar, etnik ve dinsel farklı oluşumlar da ara bir yerde durarak veya rakip odaklardan birinin yanında durarak, kendi çıkarları doğrultusunda tavır alıyorlar. Bu dönem, özel bir konjonktür oluşturuyor; şiddetli rekabet, boşluklar yaratıyor ve bu boşluklarda küçük güçler bile hareket alanı kazanıyor ve etki gücü oluşturuyor. Bu durum geleneksel güçler için olduğu kadar değişik devrimci ve muhalif güçler için de büyük olanaklar açıyor.

Bütün kapitalist ülkelerde ırkçı faşist hareketler güçleniyor. Bu hareketler sermayeden ve devletlerden ayrı düşünülemez. Bunlar, bağımsız özneler değildir, özel olarak sermayenin işçi sınıfına saldırılarının başka bir görüntüsüdür. Bu ideolojik örtü altında sınıf bölünüyor ve iç savaş sürdürülüyor. Günümüzde faşizmin ve onun tüm ülkelerdeki en kudurgan biçimi göçmen karşıtlığı, iç savaşın özgül bir biçimidir. Ve faşizm bunun yanına kadın ve ezilen cinsel kimlikleri katarak gericilik alanını genişletiyor. Bütün dünyada bu politikalar, bizzat sermaye ve devletlerin gizli iç savaş taktikleridir.

Sermayenin bu azgın saldırıları karşında bir de dünyanın direniş güçleri var. Emperyalizmin azgın saldırgan döneme girdiği bu dönemde, dünyada buna karşı direnen güçler var. Büyük küçük tüm ülkelerde, daha önce görülmedik boyutlarda, birçok ülkede yer sarsıntıları düzeyinde dünya direniş güçleri yükseliyor. Direniş güçleri içinde PKK’ye özel bir önem vermek gerekiyor. PKK hem örgütlü ve kitlesel bir desteğe sahip, aynı zamanda NATO’nun en büyük ordularından olan TSK’ne karşı 40 yılı aşkın bir zamandır savaş yürütüyor. Yalnızca TC sınırları içinde değil Ortadoğu’nun tam ortasında, bölgesel stratejik bir güç durumunda. Silah teknolojisinin en gelişkin araçlarına sahip TC ordusuyla nefes nefese bir ölüm kalım savaşı yürütüyor. TC, büyük bir askeri güç ve teknik donanımla, gelişkin silahlarla saldırmasına (bugün savaş suçu kabul edilen kimyasal silahlar ve seyreltilmiş nükleer silahlar kullanmasına) rağmen Kürt devrim mücadelesini bastıramıyor, tersine ezilenlerin mücadelesine yeni savaş ve mücadele taktikleri kazandırıyor. PKK, bu savaş gücüyle dört ülkede örgütlü kitle desteğini koruyor. Bütün bunların yanında, Suriye’nin kuzeyinde özgür topraklarda yeni bir yaşamın inşası için bütün zorluklara rağmen savaşım veriyor. Bu özellikleriyle, dünya çapında süren ezen ezilenler savaşında, her bakımdan bir savaş gücü olarak en ön cepheyi oluşturuyor.

Türkiyeli devrimciler olarak, oluşan yeni dünya durumunun gerçeklerinden istesek de kaçamayız. Emperyalistler, tüm dünya halklarına karşı ağır ve acımasız bir saldırıya geçmiştir. Halklar ve devrimciler, çok yönlü ve karmaşık görevlerle varlık yokluk, ölüm kalım düzeyinde bir mücadeleyle karşı karşıyadır. Emperyalizmi, yeryüzünden gerici faşist egemen devlet yapıları söküp atmayacak. Onlar, tersine emperyalizmle daha fazla bütünleşip egemenliklerini, kirli ve kanlı iktidarlarını pekiştirmek için iş birlikçilik yapmaktadırlar. Yeryüzünün gerçek sahipleri dünya emekçi halkları ve devrimcilerdir, emperyalistler ve yerel gericilikleri söküp atmak bizim görevimizdir. Kim emperyalizme karşı savaşta kendi egemen sınıfları veya devletinden medet umuyorsa, o bilerek veya bilmeyerek emperyalizmin işbirlikçidir. Emperyalizme karşıyım ve mücadele ediyorum diyen herkes, bu gerçekliğe uygun konumlanmalı.

19. yy’da başlayan, 20. yy’da yükselerek devam eden devrim mücadeleleri, 20 yy’ın son çeyreğinde neredeyse topyekun bir çöküşle sonuçlandı. 21. yy’a yenilgiyle girdik ama 200 yıllık bu büyük mücadelelerin tarihi bizimdir. Büyük bir tarihtir, büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştır ama daha büyük deneyler bırakmıştır. 21.yy’da devrimcilerin yenilgisinin bıraktığı boşluğu, kapitalizmin yaşam koşullarını yok ettiği kitlelerin isyanları doldurmuştur. İsyanlar, kuzey güney, gelişmiş az gelişmiş tüm ülkeleri sarmıştır. Tarihi kodlarımızı bugüne çağırır, onlardan yardım isterken, iddiamızı yeniden biçimlendirirken, bugüne ait üzerimize düşenleri de yapmak, bir gelecek çizgisi çizmek zorundayız. Bütün fay hatları hareketlenecek: Dünya tersine dönüyor, dünya devrimcileri, hazır olun!