Iİnsanlık tarihi boyunca toplumlar dünyasının bütün kültürel ilişki ağını değiştirip dönüştüren iki büyük devrim yaşandı. Bugün ise üçüncü büyük devrime tanıklık ediyoruz.
Birinci; yaklaşık olarak M.Ö. 10 binli yıllarda başlayarak Avcı-Toplayıcılıktan Neolitik Topluma geçilen Tarım Devrimi’dir.
İkincisi; 18. Yüzyılda tarım toplumlarına meydan okuyarak başlayan ve son üç yüz yıla damgasını vuran Sanayi Devrimi’dir.
İlk iki devrim tarihin tüm seyrini değiştirmiş ve bütün bilimsel, felsefi, ideolojik, politik, ekonomik, ahlaki, psikolojik gelişmeler, rönesans ve reformlar, devrim ve karşı devrimler kendilerini bu temeller üzerinden ifade etmişlerdir.
Henüz bir yüzyılı bile bulmayan mikroteknolojik (mikroelektronik) devrim ise bu iki devrime savaş açarak üstünlüğünü dayatmaya başlamıştır. Tarım devrimi nasıl avcı toplayıcı yerinden ettiyse, sanayi devrimi de tarım kültürüne meydan okuyarak zafer kazandı. Şimdi de mikroelektronik devrim sanayi kültürüne meydan okumaktadır.
İşte biz, mikro devrimin sanayi toplumuna savaş açtığı ve toplumsal hiçbir olgunun-ilişkinin bu çarpışma dışında kalmayacağı bir yıkım-değişim ve dönüşüm atmosferinin tam da ortasında yaşamaktayız. Mikroelektronik devrim yeni toplumsal ilişkiler ağı üreterek, sanayi toplumunun ilke, kural, kavram, kuram, kurum ve geleneksel değerlerini yerinden ederek kendine alan açıyor.
Her ne kadar üç devrimin her biri öncekine meydan okuma ve kendini egemen kılma şeklinde gelişse de “yok etme” söz konusu değildir! Tarım devrimi avcı-toplayıcılığı yok etmedi, yeni bir üretim olan yerleşik toplum ilişkilerinin içine dahil etti. Sanayi devrimi de tarımsal toplumu ortadan kaldırmadı, yeni üretim ilişkileri ve yeni sosyal kültürle bütünleştirdi. Aynı şekilde mikroteknolojik devrim de sanayi toplumuna son vermiyor. Sanayiyi ortadan kaldırmıyor. Marx’ın da ifade ettiği gibi bütün bu üretim biçimleri tek bir sistem içinde birleşip sentezleniyor ve varlığını sürdürüyor. İç içe geçme ve eklemlenme yaşanıyor.
Fakat her devrim öncekinin teorisini, yöntemini, mantığını ve sosyal ilişki ağını kendi ekseninde örgütlüyor. Teknolojiyi, zamanı ve mekânı, ekonomiyi, politikayı, ahlakı, psikolojiyi, günlük yaşam ilişkilerinden, gelecek düşlerine kadar her şeyi yeniden yapılandırıyor. Bu da toplumlar dünyasında büyük bir kriz anlamına geliyor.
Her üç devrim de toplumsal ilişkilerde dönüşüm yaratan büyük kültürel devrimlerdir ve geçiş süreçleri de son derece yıkıcı, dramatik, savaşçıl ve kanlı görünümlere, değer sarsılmalarına, psikolojik yıkımlara sahne olmuştur. Mikroteknolojik dönüşüm sürecindeyiz ve bunun farkında olmayan kimse de kalmamıştır. Fakat dönüşümü bilince çıkarmayan, kendini örgütlemeyen yeniden yapılanmayı gerçekleştirmeyenler, bu hızlı değişimin deprem yaratan ağır sonuçlarına hazırlıksız yakalanmış kurbanlar olacaklardır.
Tarım Devrimi
İnsanlık tarihinin çok büyük bölümü bitki toplayıcılığı ve hayvan avcılığı yaparak yaşayan avcı-toplayıcı klan ve kabile komünlerinin tarihiydi. Dünya görüşleri, toplumsal düzenleri, yaşam biçimleri; barınma-beslenme ve güvenlik ihtiyaçları, inançları kutsallıkları, sanatları, duygu dünyaları, cinsel hayatları, acı ve mutluluk kurguları, zaman ve mekan algıları, ahlak kuralları, teknolojileri, çalışma usulleri… gibi bütün yaşam eylemlerini ilgilendiren konularda doğada hazır buldukları ürünlere ve koşullara bağlı olarak örgütlenmişti. Hayatta kalmanın, yaşamlarını sürdürmenin yolu doğa ile aktif uyumdan geçiyordu. Onlarda öyle yapıyorlardır.
Tarım devrimi bir anda olup bitmemiştir. Fakat bir kez keşfedildikten ve uzun bir süre “göçebe tarımcılık” yapılarak belli bir deneyim elde ettikten ve yeterli bir miktar artı ürün biriktirdikten sonra yerleşik hayata geçmek zor olmamıştır.
Yerleşik topluma geçiş sürecinde dünya görüşü, toplum düzeni ve yaşam biçimi değişim göstermiş, bir çeşit evrim geçirerek yeni kültürel biçimler kazanmıştır. Zaten hem göçebe hem de tarımcılığı anlatan “göçebe tarımcılık” geçiş çağını yansıtmaya yeterlidir. Avcı toplayıcılık da kısmi olarak tarım toplumuna destek ve yardımcı biçimlerde devam etmiştir.
Bitki ve hayvanların “evcilleştirilmesi” yerleşik yaşama geçişin ön hazırlığını oluşturmuştur. Bağ-bahçe-tarla kültürü, komünal toplumu yeni baştan örgütleyen bir devrimdir. Küçük klan ve kabileler birleşerek tarım komünü oluşturdular. Zamanla avcı-toplayıclık bir yaşam biçimi olmaktan çıktı ve istisnai, keyfi bir hale geldi.
Tarım devrimi, toplum ve doğanın yeni bir şekilde örgütlenmiş senteziydi. Tarım toplumu doğayla kurduğu ilişkiyi yeniden kurmak zorundaydı. Toprak temeli etrafında yeni bir sistem yaratılıyordu. Hava, su, güneş, ateş, taş, ağaç, hayvanlar toprak, tarım etrafında yeni bir üretim ilişkisiyle sarıp sarmalanıyor, varlığın anlamı ve değerlendirilmesi değişiyordu. Doğa yeniden ve tarımcı gözüyle keşfediliyor. Yararı-zararı bu kıstasa göre ölçülüp biçiliyordu. Toplum artık toprak merkezli örgütleniyordu. Kutsallıklar, sevinçler-kederler, inanç ve ibadetler, ahlaki değerler, giyim kuşam, estetik beğeniler, eğlence, yeme içme adabı… vb yaşam alışkanlıkları, ölçü ve pratikleri toprak eksenli üretim biçiminin deneyiminden elde ediliyordu.
Tarım toplumu yaşamını toprağa borçlu kıldıkça toprak kutsallaştı. Anavatan/anayurt oldu, topraktan gelip toprağa gidileceği, insanın topraktan yaratıldığı, dünyanın öküzün boynuzu üzerinde durduğu anlaşılmış oluyordu.
Toprağın işlenmesi sürecine bağlı bir hayatın kutsallaşması ile bazı bitki, hayvan ve insanlara da kutsallık atfedildi. Toprağın kendisi, toprağı işleyen öküz vb. toprak emekçiliği ve bilgisinde öne çıkan kadın (anatanrıça) bolluk bereket simgesi olarak soyutlanıp kutsallık kazandı. Buğday ve ekmek de tarımı sulayan su, yağmur ve ışığıyla toprağı ısıtan güneş de kutsallığın değişik birer parçası oldular. Tarım toplumu büyük bir kültürel yaratım ortaya çıkardı. Yazı, alışveriş, maden işleri, kağnı, tekerlek, balta, çanak-çömlek gibi seramik işleri, gemiler, fırınlar, torna, müzik aletleri -kemikten-, ağaçtan ve sazdan yapılan çalgılar, el-yel-su değirmenleri, tarımsal işleri taklide dayalı tiyatro/folklor/danslar, tarımsal ilişki ağıyla örülü şarkı-türküler, masallar, efsaneler, el tezgâhları ve dokumacılık, çapa, saban, orak, tırmık, tırpan, süs ve takılar… vb. çeşitli tarımsal işlerde uzmanlaşmalar da ortaya çıkarıldı. Ekme biçme, çapalama, sulama, budama, elekten geçirme, depolama, öğütme, pişirme, ilaçlama vb.
Tarım devrimi, dün avlanan hayvanları alıp yük taşımada, tarlada, değirmende, harmanda üretime koşmuştu. Etoburluk devam ettirilmiş ve avlanmak yerine evcilleştirilmiş hayvanı istediğinde yiyecek olarak kullanmak için el altında tutuluyordu. Tarım toplumu bu haliyle yine avcı toplumdu! Diğer yandan hala toplayıcı toplumdu! Göçebe olarak topladığı bitkiyi tarımsal dönemde yerleşik olarak bir bölgede sabitleyerek üretiyor ve bitkiyi toplamış oluyordu.
Klasik avcı ve toplayıcılık sadece bazı “baharat”ların kırlardan derlenmesi ve balık vb. (su-göl-deniz) avcılığı şeklinde sürmüştü.
Yerleşik-Göçebe Çatışması
Tarım devrimi her yerde eş zamanlı bir süreç değildi. Ortadoğu’da başladığı yaygın kabul gören ilk tarım devrimi bir istisnaydı ve etrafı da göçebe komünler deryasıydı. Pek çok mitolojik aktarımda ve yazılı tarih çalışmalarında göçebe-yerleşik kavgası anlatılmıştır.
Adem ile Havva, Habil ile Kabil, Tanrıçalarla Tanrıların savaşımı genelde sembolik bir üslupla göçebe ve tarımcı toplum çatışmalarını anlatır.
Tarım toplumunun bolluğu bereketi göçebe komünleri kıskandırır ve kendine çeker. Göçebeler tarım ürünleri için yerleşik topluma saldırır vs. fakat göçebe kültür ile Tarım kültürü iki ayrı dünyadır. Her iki kültür de birbirini küçümser, hor görür hatta aşağılar. İlk “tarih bilimci” olarak gösterilen İbni Haldun bu konuda kitaplarında epey bilgi aktarmıştır.
Göçebeler(Avcı-toplayıcı ve çoban komünler) her ne kadar da tarımsal ürünler için bir kıskançlık geliştirse de yerleşik topluma dair hiç de sıcak duygular beslememiştir. Tam tersine tarım toplumlarını küçümsemiş ve aşağılamışlardır. Geleneklerini terk ettiği, değerlerini değiştirdiği, uyuşuk ve tembel olduğu, toprak parçasına kendini mahkum ederek özgürlük ruhunu ve ufkunu yitirdiği için tarım toplumunu kötü-çirkin, ahlaksız, zayıf ve oturuk saymışlardır.
Pek çok göçebe komünler tarım bilgisine sahip olmasına rağmen yerleşik hayatı kabul etmemiş, bunu özgür-sınırsız-seyyar hayatlarına zincir vurmak olarak düşünüp göçebeliğe devam etmişlerdir.
Tarım toplumları ise farklı bir kültürden ve değerler sisteminden bakarak göçebeleri eleştirmişlerdir. Tarım öncesi toplumları yabani, barbar, geri, kaba, ilkel, beceriksiz, cahil-bilgisiz, saldırgan vb. olarak nitelemiş ve o yaşamın sahipleriyle ortak bağlarını yitirmişlerdir. Fakat bu iki kültür ve yaşamın çatışması binlerce yıl sürmüştür. Neolitik dönemden sanayi çağına dek göçebe komünler daima yerleşik toplumlarla çatışmışlardır. Sınıflı toplumdaki çatışmalar egemen sınıflara yönelmiştir. Yine tarım için toprağa ihtiyaç duyan iktidarlar da göçebelere saldırmış ve onları yerlerinden etmiştir. Bu savaşların sonunda göçebeler kaybetmiş ve yerleşik toplumlara dönüşmüşlerdir.
Ürün Bolluğu ve İktidar
Tarım toplumu klan ve kabileleri birleştirip besledi. Büyük kentleşmelerin ortaya çıkmasını sağladı. Büyük kentleşmelerin ortaya çıkmasını sağladı. Doğanın insafına bağımlı yaşamı ortadan kaldırdı. İnsanı daha fazla yaratıcılığa zorladı ve öne çıkardı. Kendi kaderine emek harcayarak katılmasını ve güçlü bir kültürel varoluşla kendini donatmasını sağladı. Kadın etkinliği çok belirgin olarak bilgelikle ve bereketle ön plana çıktı. Erkeğin de fiziksel zorluk gerektiren işlerdeki rolü daha belirgin oldu.
Ürün bolluğu ve onun erkek tarafından gaspı ile sınıflı topluma geçildi. Sınıflı topluma geçiş de anlık bir zaman diliminde değil epey gerilimli uzun zaman zarfında gerçekleşmiştir. Kadın erkek arasındaki savaşımlar mitolojilerde epey yer bulmuştur. Tanrı-tanrıça kavgaları, Amazon örgütlenmeler, kadın icatlarına el koymalar vs…
Nihayetinde sınıf-devlet-iktidar neolitik toplumun değerlerinin gaspı üzerinden geliştirilmiştir. Pek çok komün bu ürün bolluğunun açgözlülük ve egemenlik hırsı yarattığını fark etmiş ve engellemiştir. Biriktirdiği ürünleri komüne dağıtarak sınıflaşmayı engellemiştir. Potlaç, yiyecek festivalleri vb.
Sınıflı olması bir nitelik değişikliği katsa da bu nitelik bile tarım devrimine göre devede kulak kalan bir nicelik vaziyetinde kalır!
Tarım Devrimin Büyüklüğü
Tarım devriminin büyüklüğü bütün insanlığı adım adım kendisine çeken gücünde görülür. 15 bin yıl boyunca insanı besleyen büyük bir devrimdir. Sanayi çağına dek maddi manevi kültürel oluşumların nerdeyse hepsi tarım toplumu tarafından üretilmiştir. Sanayi devrimine dek köleci feodal denilen sistemler kendini toprak kültürleriyle varetmişlerdir.
Neolitik, kölecilik ve feodalite üç ayrı yapı olsalar da değişik nitelikler barındırsalar da temellerinde hep aynı kültürel miras yani tarımsal yatırımlar vardır. Sanayi çağına dek öyle büyük katkılar da yapılmamıştır. Büyük oranda ilk tarımsal toplum değerleri 18. yüzyıllara dek toplumun temel gerçeği olarak kalmıştır.
Tarım devriminin 15 bin yıllık tarihsel niteliği öyle büyüktür ki bu dönem boyunca yapılan devrimler, kurulan sistemler bu gerçeğin nicel görünümünün ötesine geçmezler. Tanrıçalar ve tanrılar, firavunlar, krallar ve kraliçeler, çarlar ve çariçeler, imparatorlar ve imparatoriçeler, pirler, şeyhler, dervişler, mirler, inançlar-dinler ve onlara öncülük eden peygamberler İbrahim, Zerdüşt, Musa, İsa, Konfüçyus ve mezhepler, tarikatlar, doğa ve toplum felsefecileri, Demokritoslar, Talesler, Aristo ve Platonlar, İbni Haldun ve Siponozalar, Münzer ve Bedreddinler… bütün bu büyük düşünür ve öncülerin hiçbiri Tarım Devriminden daha büyük bir devrime yol açmamışlardır!
Antikçağ isyanları ve kent-ada ütopyalarından, Ortaçağ halk hareketlerine, Spartacüslerden Karmatilere, Bundculardan Pugaçevelere kadar seyreden bütün devrimci kalkışmalar, kurulan bütün dergah devletleri, dervişan cumhuriyetler, oluşturulan komünal yönetim ve örgütlenmelerden, kurgulanan ortaçağ ütopyalarına… hiçbiri tarım devrimini bir gıdım aşamaz. Hatta sanayi devrimi gerçekleştirilene kadar ilk Burjuva devrimleri bile Neolitik devrim çapında bir değişim yaratmıştır. Bu bir abartı, övgü ya da zorlama değil tarihin realitesidir. 18. yüzyıl sanayi devrimine dek bütün savaşlar, dinler, devrimler, ideolojiler, felsefeler, iktidar farklılıkları, müzik-eğlence, ahlak ve politika, kent ve köyler hep toprağa bağlı, tarımsal toplum gerçeğine mahkumdur. İşite bu realite tarım devriminin neden büyük olduğunun kanıtıdır.
Sanayi Devrimi
18. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Sanayi devrimi, tarım devriminden temelde farklı bir kültürel hayat örgüsüne sahipti. Elbette sanayi tarımsız da yapılamazdı. Sanayi devrimi tarihi eklenen yeni bir üretim organizasyonuydu. Kendinden önceki üretim biçimlerinden sanayi toplumunda bir senteze kavuşturdu. Fakat bu devrim tarımsal toplum ile büyük bir çatışma içinde doğdu.
Sanayileşme öncelikle büyük bir tarım kitlesinin yaşamını altüst etti ve onları köylerinden ederek şehirlerde fabrikalara doluşturdu. Sanayi “iktidarını” kurdukça tarımsal yapıyı tasfiye etti, tarım toplumunun feodal sınıflarını ortadan kaldırdı. Ortaya kitlesel bir sanayi proletaryası ve tarım proletaryası çıkarıldı. Geçiş süreci uzun sürdüğünden önce kırı kente bağımlı hale getirdi fakat tarım toplumunun dünya görüşünü-toplumsal düzenini-yaşam örgüsünü yıktı. Ruhsal ve maddi bir değişim yarattı. Gerek kırda gerekse kentlerde yapısal dönüşüm çok sancılı ağır ve dramatik çöküşlerle birlikte yürüdü. Tarımsal aile yıkıldı. Eğitim-sağlık-inanç-eğlence-zaman ve mekân-yeme-içme giyinme, iletişim, ulaşım, sevgi, ahlak vb. yaşamsal dünyası tepeden tırnağa sanayi çarkının döngüsü etrafında saat düzeni ve dakikliğinde örgütlendi. Tarım toplumundan sanayi toplumuna adım atanlar kentlere doluşanlar geçmişlerine büyük bir özlem duydular. Gerçeklik ortamı ile özlemler arasındaki kopukluk derin bunalımlara yol açmıştır. Kışlalara benzeyen fabrika eksenli yaşam ilişkileri sanayinin temel modeliydi.
Bilimsel-felsefi temellerini Bacon, Descartes, Galileo, Newton vb. kişilere dayandıran sanayi çağı “mutlak zaman ve mekân” formülüne göre sanayi toplumunu (fabrika modelini eksen alarak) standart, mekanik, merkezi, senkronize bir şekilde örgütlüyordu.
Newtoncu doğa bilimlerini kopyalayan Aydınlanmacılar ve sosyal bilimciler Sanayi toplumunun oluşumunu hazırladı ve göklere çıkardılar; Locke, Hume, Hobbes, Kant, Hegel, Rousseau, Montaigne, J.Mill, A.Smith, Ricardo ve daha nicesi Sanayi çağının kurucu özneleriydi.
Aydınlanma filozoflarının etkisinde aklan ütopik sosyalistler (S.Simon, R.Owen,Ç.Fovrier vd.), burjuva sosyologlar (Comte, Spencer,Durkheim vb.) ve kapitalizme meydan okuyan, sınıfsız-komünist toplumu hedefleyen Bilimsel Sosyalistlerin üzerinde mutabık oldukları tek şey sanayileşmenin zorunluluğuydu. Marx-Engels prakapitalist toplumların (tembel, uyuşuk, mistik tarım toplumlarının) ortadan kaldırılmasını ve “Batı toplumlarının temelllerinin atılmasını” ilerici bulmuşlardı. (Hindistan, Cezyir, Meksika vb.)
Sanayi kapitalizmi dünyaya rol model olarak sunuluyor. Ulus devletçilik, liberalizm, sekülerizm ve laiklik, ilerleme, doğa yasası, akıl, evrensellik ilkeleri herkese gerekli düşünce ve yapılar olarak öneriliyordu.
Fabrikasyon modeli kırda ve kentte kitlesel üretim, kitlesel eğitim, kitlesel tımarhaneler, kitlesel bakımevleri, kitlesel yurtlar-okullar-yemekhaneler-hastaneler, kitlesel tüketim alanları-süpermarketler zinciri, kitlesel müzik (fabrika koroları, orkestralar, müzik salonları, tiyatrolar), kitlesel spor ve sanat kurumları, kitlesel (fordist) bant sistemi… kısaca her yerde disiplinli, dakik ve odaklanmış standart yaşam düzeni kurulmuştur.
Bu yaşam örgüsü bütün ilişkileri kendine bağımlı bir döngüye sokuyor, onun yarattığı kültürünün dışına çıkmaya izin vermiyordu. Sanayi disiplini ve örgütlülüğü pek çok baskı rejimini gölgede bırakacak bir sistemdir. Bu model, dünyaya ticaret ve askeri sömürge yoluyla yayılmanın ötesinde bir de rıza ilişkisiyle geliştirilmiştir.
Batı’da ki sanayileşme ve gelişmeler diğer kıtlarda da görülüyor, bilim-felsefe-teknoloji-sosyal yaşamdaki değişimler ilgi çekiyordu. Tarım toplumunun genç nesilleri Avrupa’da eğitim görmeye geliyor, orda ki gelişmeleri görünce kendi toplumunu yadırgıyor, geri görüyor ve geri döndüğünde tarım toplumuna öncülük ederek uluslaşma yolunu tutuyordu. Sanayi toplumunun değerlerini inşa ederek kendini Batı’ya uyduruyor bunu özgürleşme olarak görüyordu. Hatta bu öncü kadroların ilk eylemleri sömürgeci Batı’ya karşı bir ulusal kurtuluş savaşı şeklinde gelişmiştir. Batı’nın askeri diktatörlüğünü redde kalkerken, ulus devlet, sanayileşme, laiklik vb. değerlerini, bilimsel ekollerini de taklit ederek tarım toplumunu yıkıyor ve homojenleşecek bir dünyanın yolunu düşlüyordu. Ulusal kurtuluş ya da burjuva devrimi denilen bütün devrimlerin oynadığı rol budur. Programları muasır medeniyet seviyesini yakalamaktır. Tarım toplumunu modernleştirerek “geri”liğinden kurtarmaktır- vs.
Marksizm de sanayi çağının-sanayi toplumunun ürünüydü. Hatta öyle ki; ütopik sosyalistlerin teorik zaaflarını bile, onların sanayi çağını yansıtmamış- yetersiz üretim ilişkilerinin ürünü olmalıdır şeklinde bir analiz yaparlar. Sanayi toplumunu, sanayi teknolojisini bilimsel sosyalizmin temeli saymışlardır. Proletarya sosyalizmi ancak sanayi proletaryasının ürünü olabilirdi.
20. yüzyıldaki Marksist devrimlerin temel hedefi sanayileşmeyi sağlayarak, sağlam altyapı hazırlamak ve bu temeller üzerinde üretim bolluğu ile komünizme geçmektir. Tabi buna paralel olarak ve bunun ürünü olan daha pek çok gelişme ile birlikte.
Fabrika koroları, Kızılordu korosu, devletçi sosyalizm, fordist fabrikasyon modelinin savunulması hep aynı kurgunun parçasıdır: Sanayi yoksa sosyalizm yoktur! Bunun ne kadar kısıtlı tarihe sıkıştırılmıştır sosyalizm olduğu bellidir; Modern Sosyalizm! 20. yüzyılın bütün devrimleri bu temel hedef doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
İşte sanayi devriminin büyüklüğü de burada açığa çıkıyor. Hem kapitalist hem de Sosyalist-Komünist toplum bu temeller üzerinden tanımlanıyor. Temel fikir ve teknolojik temeller üzerinden tanımlanıyor. Temel fikir ve teknolojik temel ortaktır. Nasıl ki tarım pek çok toplum biçiminin temeli olduysa, sanayi de iki toplumun temeli olmuştur. Proleter devrim, proletarya diktatörlüğü, proletarya sosyalizmi, proletarya demokrasisi, proletarya partisi… hepsinin adresi sanayi-proletaryasına çıkıyor!
Sanayi Devrimi ve Tarım Toplumu
Sanayi toplumunun inşası öyle kavgasız gürültüsüz gerçekleşmedi. Tarım toplumunun değerleri de kurumlarına savaş açılarak yol alındı. Büyük acılar yaşandı, dramlar, trajediler görüldü.
Fizyokratlar geçiş çağının ortasında bir ayakları liberal dünyada, bir ayakları tarım toplumunda olan teoriler geliştirdiler. Her ne kadar “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler dünya kendi kendine gider” diyerek liberalizmin temel fikrini önceleseler de esas olarak tarımsal toplumu savundular. Tek yasa doğa yasasıydı. Tek üretici güç toprak ve tek üretici sınıf da çiftçilerdi. Merkantilizme karşı toprağı ve tarımı savunuyorlardı. Bunun daha sonraki Aydınlanma fikriyle çatıştığı, sanayi toplumunun temel fikirleriyle uyuşmadığı bellidir. Tanrıyı öldürüp insan aklını esas alan Aydınlanmacılar ise hadi kendi kaderini kendi eline al, kendini yeniden inşa et diyorlardı.
İlk fabrika ve sanayileşme hareketine karşı büyük tepkiler verildi. Egemene karşı direniş, sanayi teknolojisine karşı tepki olarak ortaya çıktı. Daha kapitalizmin yeni gelişme aşamalarında, İngiltere’de dokuma makinelerinin yakılıp yıkılması, kurdele işçilerinin makineleri parçalaması, çorap üretiminde yeni teknoloji uygulanmasına gösterilen tepkiler, dokuma makinesini icat eden J.Kay’ın evinin yakılması ve İngiltere’yi terk etmek zorunda bırakılması ve tarihe “makine avcıları” ya da “makine kırıcıları” diye geçen eylemler…
Ha keza Marx ve Engels’in kitaplarında okuduğumuz emekçi kesimlerin kötü yaşam koşulları, açlık, sefillik, uygulanan zulümler ve zorbalıklar hiç de az değildir.
Çitleme yoluyla, zorla köylülerin topraklarından sürülmeleri, şehirlerde aç ve susuz sefil halde olmaları, fabrikalarda çalışmaya mecbur bırakılmaları, ailelerinin dağılması, fuhuşun yaygınlaşması, ilk proletarya sınıfı yaratılış öyküsünün hayvanlara uygulanan zulümle eşdeğer olması az şey değildir. Fabrikada çalıştırılacak işçilerin kızgın demirle damgalanarak işsizlerden ayrılmaları, kulaklarının kesilmesi vb. durumları Komünist Manifesto’da, Kapital’de ya da İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda görebiliriz.
Kır ve kent çatışması (tarım-sanayi) 20. yüzyılda da temel çatışma olmaya devam etti. Bu çatışma tarım toplumunu eritirken yaşanan tabloda görülen acılar öncekilerden aşağı değildi.
20. yüzyılın demokratik-sosyalist devrimlerinde de tarım ile sanayici anlayışın çatışması yaşanmaktadır. Ekim, Doğu Avrupa, Asya, Afrika ve Latin Amerika devrimlerinde tarım toplumlarının “geri” görülmesi, ulusçuluk, laiklik, modernlik, bilimcilik ve sanayileşme açısından aşılması gereken “mistik, dindar, köylü” olarak kabul edilmesini buluruz.
Kapitalizm öncesi toplumlar topyekûn “ilkel, arkaik, mistik, geri, cahil, kahit” görülerek bilimsel-sanayi toplumu olmazsa olmaz ilke haline getirilmiştir. Devrimler genelde işçi-köylü ittifakına dayalı gelişse de gelecek ütopyasının rolü işçi sınıfına verilmiştir. Sosyalist ülkelerin başı tarım toplumu ile hep belada olmuştur. Hızlı gelişmeye olan inanç, köylü toplumlarına olan güvensizlik çatışma doğurmuştur. Zorla mülksüzleştirmenin nasıl bir kırılma ve krize neden olduğunu Solohov’dan biliyoruz…
Tarım toplumu nasıl hem avcı-toplayıcı toplumsa, sanayi toplumu da aynı biçimde avcı-toplayıcı ve tarımcıdır. Önceki sosyal biçimleri kendi bünyesine katmıştır. Sanayi merkezli-sentezlenmiş çoklu bir sistem oluşturmuştur!
Sanayi sistemi akıl toplumu, bilim toplumu, özgür toplum olarak lanse edilerek kurulmuş, büyük vaatler sıralanmış ama iki büyük Dünya Savaşı, soykırımlar, işgal ve sömürgecilikler, ozon tabakasının delinmesi kimyasal deneylerle toplumsal kırımlara yol açması, pek çok ciddi ölümcül hastalık üretmesi, ekolojik dengeyi bozması iklim değişiklikleri yaratması, enerji kaynaklarının tükenmesi, nefes alınamayacak devasa kentler ve betonlaşma, ciddi psikolojik bunalımlar, uyuşturucu bağımlılığı, yaygın fuhuş vb. uygulamalar olarak toplumsal yıkımına sonuçlanmıştır.
Marx-Engels bir yandan sanayileşmeyi övüyor, diğer yandan da akla dayalı olarak kurulan bu toplumun bütün yıkıcı etkilerini kitaplarında serimliyorlardı. Sosyalizme geçilince bu sınıfsal bozukluklarda kalkacak diye düşünüyorlardı. Bazı temel zaafların sanayileşmeden kaynaklandığını düşünmüyor suçu burjuvaziye atıyorlardı! Çok geçmeden 20. yüzyılın başlarından itibaren modern toplumun bilimsel-felsefi-endüstriyel temellerinin eleştirisi yeni kuramlar gelişti.
Mikro teknolojik devrim
20 yüzyılın başında Einstein İzafiyet kuramı ile Newton’un mutlak uzay ve zaman formülasyonu boşa çıkararak sanayi toplumunun temelini oluşturan klasik fizikte ilk gediği açtı. Açılan gedik Max Planck’in kuantum kuramı ile büyüdü. Kuantum teorisi 1930’lara kadar pek çok bakımdan genel hatlarıyla (Bohr, Schrodinger, Heisenberg, Broglie, Dirac vb. ve benzeri bilimciler tarafından) kurulmuştu.
1950’lerden sonra da kaos kuramı ile sanayinin temellerindeki Newtoncu bilim büyük oranda güvenilirliğini yitirmiş oluyordu. Çünkü “rölativite mutlak uzay ve zamana dair Newtoncu yanılgıya son vermişti. Kuantum teorisi denetlenebilir bir ölçüm sürecine dair Newtoncu rüyaya son verdi. Kaos da Laplace’ın determinist yaklaşım çerçevesindeki olguların önceden binebileceği hakkındaki fantezisi ne son verdi.”
Sanayi Devriminin bütün zihinsel yapısı 1900’lerden itibaren karşı çıkışlarla eleştirilerek geçersiz ilan ediliyordu. Daha iyiye-doğruya-güzele doğru ilerleme anlayışına karşı Nietzsche’nin “Tanrı öldü” demesi ve tarihi anlamsız sayması düz-çizgisel ilerleme anlayışının reddiydi. P. Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşmamız kavramı Darwin’in hep güçlüler, var olma savaşını kazananlar ilerler, ayakta kalır tezini yerinden ediyor ya da sınırlandırıyordu.
İlerlemecilik-süreklilik fikrine karşı ve sıçramalı kopuşlu teorik eleştiri ve kavramlar ardarda ortaya çıktılar. Bunu Dil üzerinde Wittgenstein geliştirmiş ve kesintili-kopuşlu dil teorisini kurmuştu. Şöyle izah ediyordu: insan dil oyunları içinde düşünür, bir dil kurulur ve insan bunun içinde oyalanır zamanla o dil yıkılır ve yerine kurulur. Art bacanak Sanayi sisteminin bilimsel argümanlarına karşı evrimci bir bilim yöntemi yerine epistemolojik Kopuş yöntemini öne sürdü. Bu tartışmalar yöntem tartışmalarını ve paradigma değişmelerini ateşler.
Epistemolojik Kopuş Amerika’da T. Kuhn’un “paradigma değişimi” şeklinde yeniden ortaya çıkar. Bilim sıçramalarla ilerler! Paradigmalar bir süre sonra konusuna cevap veremez o zaman bunu bir bilimsel devrimle yıkmak gerekir. Bachelard’ın izini Fransa’da takip eden ve modernleşme rasyonalitesi eleştiren pek çok düşünür çıkar. G. Cangeilhem süreksiz-kesintili-yapısalcı bilimi kurar. Bütün yapısalcı kuram savunucuları antropolojiden sosyolojiye, yöntemden psikanalize, tarihten filolojiye kadar her alanda bu epistemolojik kopuş teorisini savunur. J. D Bernald, Feyerabend vb. bilim insanları kesintili gelişme teorisini temellendirirler. Yapısalcılığa karşı post yapısalcı çizginin savunuculuğunu yapanlar, postmodernist teorisyenler bu epistemolojik kopuş, modernizm eleştirisi vb. süreci iyice derinleştirirler birazdan buraya değineceğiz.
Kondratiu, R. Harris ve H. Rubin kapitalist sistemi “uzun dalga” kuramına göre analiz ederler. Beş uzun dalga varsayarlar ve her aşama yeni bir teknolojik yenilikle damgalıdır yani kapitalist sistem kesintileri anlamına gelir bunlar.
B. JOnes ve A. Topler ise bu kesintili tarih okumasını üç dalga olarak izah ederler. Her dalga büyük bir kültürel değişimi gerçekleştirir. Kesintili ve kopuşlu bir tarihi analizi sunarlar. Uzun dalga kapitalizme içkindir, üç uzun dalga kuramı bütün tarihi kapsamaktadır. Nitelikli olan üç dalga kuramıdır.
Aynı yöntemi jeolojik alanda uygulayan N Eldredge ve S. J. Gould’u buluruz. Yine Darwinci evrim kuramına karşı çıkış vardır. Kullanılan yöntem epistemolojik kopuşa, uzun dalga kuramlarına benzemektedir. Çünkü bu iki bilim insanının kurumlarına verdikleri ad bile “Kesintili Denge”dir. Sıçramalı, ani devrimci değişmelerin yaşandığı bir evrim gerçeği fosil bilimlerden çıkarmaya çalışırlar. 20. Yüzyıl adeta düz-çizgisel anlayışa karşı kesintili, kopuşlu, parçalı, sıçramalı eleştirilerle doldur.
Bütün bu teorilerin bunca ortaklığı bilerek veya bilmeyerek esasen kuantum felsefesine dayanır gibidir. Bunu 60’lar sonrasının dün epey göreceğiz. Lakin 20. yüzyılın ilk yarısında aydınlanmacı düşüncelere karşı, Newtoncu pozitivizme ve sanayi çağına dair güçlü teorik eleştiriler de vardır. G. Lukas, Frankfurt Okulu, Annales Okulu, Gramsci, Walter Benjamin ve daha sonraları İngiliz Marksist tarihçiler… Sanayi çağının getirdiği felaketleri görünce (soykırım, faşizm, şeyleşme, teknolojinin ideolojisi, aklın araçsallığı vb.) ilerleme sorguladılar. Ne bir kültür endüstrisi eleştirisi yaptılar. Bilgi endüstrisi kavramı da kullanılır olmuştu. Sanayileşme-yeni endüstrileşmenin yıkıcılığı onun felsefesi de vardı. Bu saydığımız kişi ve ekoller Endüstriyelizmin kuruluş felsefesini ve pratik yansımalarını analiz etmekte gecikmediler. Yeniden tarih inşaaları, sosyal bilimleri yapılandırmayı diyalektiği yeniden hedefleniyor. Tarih devrim ve sosyalizm meselelerine yeni yaklaşımlar sundular.
60’lı yıllarda bir yandan Sanayi toplumunun temel yapısına yönelik radikal eleştiriler, diğer yandan da radikal halk tepkileri vardı. Özellikle dünyanın bir 68’i var. Her yerde tonları farklı olsa da Avrupa’da, Amerika’da bütün dünya ülkelerinde ve Sosyalist Kampta yaşanan bazı ortaklık boyutları olmuştur. Avrupa ve Amerika’daki hareket modernite eleştirisi geçiyordu. Sokaklarda büyük dalgası vardı pek çok düşünsel renk iç içeydi. 3. Dünya devrimlerine destek, Vietnam, Cezayir, Küba, Çin vb. ülkelerdeki sistemleri selamlıyorlardı. Vietnam’daki savaşa gitmemeyi övgüyle örgütlüyorlar, Totalik eleştiri ve Emperyalist saldırganlığa merkezlerinde reddediyorlardı. Anarşist, feminist, çevreci, barışçıl düşüncelerden, komünistlere denk her renk sokaklardaydı. Reformcusundan radikal devrimcisine kadar geniş bir mücadele ve talepler ortamı vardı. Doğuya, doğaya, farklı olana, orjinale, yerel olana doğru dinlerine bir yönelim vardı. Sanayi mantığı her şeyi standartlaştırılmış-monotonlaştırmış-tekelleştirmiş-merkezileştirilmiş ve yaşamı tatsız-tuzsuz bir hale getirmişti. Bu mekanik sistem toplumsal ruhsal yıkım üretmişti. RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) tam da bu bilinçle derin analizler yapan entelektüel dar-profesyonel bir devrimci hareketi.
Aynı yıllar modernlik eleştirisi ile yeni modernite arayışları ve modernizm sonrasını, yeni toplumsal uygulama teorilerini sergileyen yıllardır. Postmodern, post yapısalcılık boy göstermiştir. P. F. Ducker, BArthes, Bell, Foucault, BAudrillard, LAcan vb. Hepsinin ortaklığı yıkılmış, yenilmiş, tükenmiş bir toplumsal durumun üzerine konuşuluyor olduğudur. Öznenin ölümü, insanın ölümü, nesnenin zaferi, simülasyonun utkusu infilak ederek içe göçmüşlük ve çaresiz stratejilerin savunulduğu yazılıp çizildiği yeni ilgili bir ruh hali.
Özne felsefesine son verme çağrısı yaptılar. Çünkü özneler bize büyük Ütopyalar çizmiş kapitalist sanayi ve devletçi-sanayici sosyalizmler yaratmış ama ikisi de berbat sonuçlar olmaktan kurtulamamışlardır!
Bu nedenle özne artık güven verici değildir. Büyük anlatılar ve büyük ütopyalar için mücadeleye gerek yoktur. Nesne zafer kazanmıştır. Batı felsefesinin temel tartışması (özne-nesne) nesne lehine sonuçlanmıştır. Bu nedenle biraz da Freud psikanaliz yöntemi teorilere yaslanarak içgüdülerin geri dönüşü, dürtülerin zincirlerinden boşanması savunulmuştur. Aklın zaferi olan sanayici sistemin baskıcı modern yaşamına karşı güdülerin zaferi savunuluyor. Pek çok doğru eleştiri yanlış ve yarım yamalak teorilerle karşılanıyor. Genele-totaliteye-standartlaşmaya-evrensele-özneye-kitlesellik-nedensellik ilişkisine, makso olana karşıtlık hâkimdir.
Özgüllük, yerellik, otonomi, farklılık, bölük pörçüklük, çevrecilik, cinsiyet farklılıkları, siyahlar, barış, kesintililik, belirsizlik, tekelcilik vb. yaklaşımlar. Temel fikirlerini oluşturur, bunları savunurlar. Öznesiz tarih, öznesiz toplum, mikro bilim, mikro analiz, mikro politika iktidar her yerdedir sloganın karşılığı olarak teorileştirilir. Artık modern olan her şeyin sonunu işaret eden fikirler ve tepkiler ortalığı kaplamıştır. Bu mikro-bölük pörçüklük ve modernist eleştirinin altında izafiyet, kuantum ve kaos teorilerinden beslenmek vardır. Bunu kendileri de gizlemez. Düşüncelerini entropi, dalga parçacık, vb. ile açıklayan filozoflar az değildir.
Modernitenin krizi 1960-1990 arasında büyük oranda kapitalist-emperyalist merkezlerde yenilgili teorilerle karşılanmıştır. Modern çağın tükenişi, tarihin yeni bir dönüm noktasında olduğunu, tepeden tırnağa bütün dünyayı etkisine aldığını hem teoride hem pratikte herkes farkındaydı. Tanrıyı öldürüp onun yerine insan aklını koyan toplumsal ütopya çökmüştü. Bu akıl artık savunmasız haldeydi.
Büyük bir kesim öznenin ölümünü teorileştirip gelecek için kılını kıpırdatmayacağını ilan edip toplumlara esareti önerirken; varoluşçu akım da öznenin yeniden kuruluşunu gerçekleştirmek istiyordu. Bilimsel-felsefi gelişmeler, teknolojik yenilikler, toplumsal çürüme fikir insanlarını medcezirli hallere sürüklemiştir. Ütopyalar ve distopyalar aynı dönemde yayınlanıyordu. Her teorik geleceğin önüne “Neo” konularak yenilenme çabası gösteren de vardı, bildik dünyanın sona erdiğini vurgulayan her şeyin önüne “post” koyarak modern dönemi hayattan olmaya çalışan anlayışlar birlikte, aynı sürece verilen iki ayrı tepki biçimiydi.
Ekotopya, protopya, heterotopyalar üretildi. Proletaryanın değişime uğradığı, yeni bir bilgi sınıfının doğduğu müjdelendi: Cogniterya. Modernizmin doğduğu mekanlarda bunca eleştiri ve değişim yaşanırken 3. dünya ülkelerinde de bu yıkıcı toplumsal projeye karşı Kurtuluş teorileri, özgürlük teorileri biçiminde savunma refleksi gösterildi.
İzafiyet, kuantum ve kaos teorileri modern toplumun teorik yapısını kırık dökerken, bu bilimlerin üretim ilişkilerine uygulanması ile yepyeni bir dönem başlamıştır. Amerika’da bu süreç 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıdır. Kısa sürede dünyaya dalga dalga yayılır. Bu mikro bilimin yarattığı mikro teknoloji sürecidir işte. Atom çağı, uzay çağı, elektronik çağ, bilişim çağı, endüstri sonrası toplum, küresel köy, post-modernizm, post-fordizm, post-endüstriyalizm vb. kavramlarla ifade edilen ve aslında bu kavramlara gerçeklik kazandıran şey ise bu mikro(kuantum) bilimiydi. Günlük ilişkilerde mikro teknoloji ağı kurulmaya başlıyordu.
Newtoncu klasik fizik mantığının toplumsal yıkım yaratması nedeniyle kuantumcu mikro bilim ve teknoloji dünyasına meylediliyordu. Fizik dünyasından toplum okumanın pozitivizmi bir yana, bir bilimsel alana karşı diğer bilimsel alanı savunmak gibi temel bir hataya düşünmekteydi. Ya o ya bu yerine, her bilimin iş gördüğü sahaları kabul ederek dengeyi bulmak gibi bir doğru kavranılamıyordu. Yeni moda kuantumdu! Her şeyin küçük ve mikrosuna yönelme, büyük ve evrensel genel olanı reddetme şeklinde gelişiyordu.
Nihayetinde sağduyulu yaklaşıma göre “Küçük Güzeldir.” Kuantum bilimin mikro teknoloji olarak hayat bulması, bilgi ve iletişim alanlarında çok yaratıcı sonuçlar üretmesi, Yapay zekanın hızla gelişmesi, robot teknolojisinin devreye girmesi, bilgisayar, internet, telefonlar, televizyonlar. Koskoca bir dijital dünya hayat içinde aktıkça sanayi toplumu sarsılmıştı. Yeni bir ilişkiler, işler çalışmalar ağı oluşuyordu. Nano teknoloji dünyası sanayi toplumu örgüsünü çözüyor, yepyeni bir fiziksel gerçeklik algısı, yepyeni bir toplumsal devrim durumu yaşamaktadır. Mikro teknoloji sanayi çağına savaş açmıştır. Bu savaşın bütünü kavrayamayanlar ya klasik fizik mantığını savunup modernist kalıyorlar ya da Mikro teknoloji dünyanın mantığına yapışıp genel-büyük anlatılar bırakıp bölük pörçüklüğü, mikro politikayı savunmaya çalışıyorlar.
Oysa mikro-teknoloji devrimi tarım ve sanayi toplumunu yok etmiyor. Onların yanında 3. bir büyük devrim olarak insanlık ailesine katılan yeni bir üretim sosyal yaşam katmanı getiriyor. Şimdi de mikro-teknoloji eksenli bir tarım sanayi toplumu olarak örgütleniyoruz. Her şey iç içe. Sentez.
Mikro-teknolojik devrim insanlık tarihinin en önemli üçüncü büyük devrimidir. Öyle ki bundan sonra hangi sistem olursa olsun kapitalist ve sosyalist biçimler bu 3 devrimin büyük sentezi üzerine yapılacaktır. Mikro-teknolojik (sanayi ve tarım) çağı.
Bu üç devrim hangi sınıf eliyle nerede ve ne zaman gerçekleştirilmiş olursa olsunlar bütün dünya bundan sonra 3 sac ayağı üzerinde kurulacaktır. Ama burada bazı yanlışlara düşmemek için şunu hemen vurgulamak gerekir; bu devrimlerin hepsi insanın inşa ettiği olgulardır. Onu eğip bükmek toplumsal özgürlük ilişkisine göre dağıtmak ya da birleştirmek, yeniden inşa etmek veya belli biçimlerde vazgeçmek de mümkündür. Nasıl yaşamak istediğini insan kendisi karar verecekse her zaman kurulan, inşa edilen toplumsal biçimleri değiştirebilmelidir. İnsanlık mikro-teknoloji olmadan yaşayabilmektir. 300 yıllık teknoloji olmadan koskoca bir tarihsellik kurulmuştur. Tarih toplumu ise avcı-toplayıcı tarihin yanında denizde damla kadardır. Bütün bunlar “vazgeçelim” demek için belirtilmiyor ama teorik olarak mümkündür, özgürce düşünmek ve inşa etmeyi unutmayalım içindir.
Mikro-teknolojik toplum dediğimizde uygarlığın yapısal krizini atlamış olmuyoruz. Nanoteknoloji, yapay zekâ ve yeniden yapılanmış bir kapitalizm krizi atlatır vb. demiyoruz. Çünkü kriz analizini böyle kurmuyoruz kriz tarihseldir, uygarlık krizidir. İlk sınıf baskısından beri yapısaldır. Onun aşınması ancak Antikapitalist sistemlerle olur.
Nihayetinde 2001 krizi üç büyük devrimin en çok sentezlediği sermaye topraklarında gerçekleşti. 2001’de ki krizde nice internet şirketi battı, nicesinin borsa değeri düştü bu teknolojiye bağlı pek çok iş ortadan kalktı fakat buna rağmen kuantum bilimi üretim ilişkilerine nüfus etmeye devam ediyor. İleri teknoloji ülkeleri siber güvenlik orduları kurmaya çalışıyor. Nanoteknoloji yaygınlaşıyor. Yapay Zekâ evlerimize kadar girmeye başladı. Bilgisayar her evin demirbaşı halini aldı. Uzay turları gerçekleştiriliyor nükleer enerjiye sahip olmayan ülke yok gibi silikon Vadisi’ne büyükelçiler atanıyor. Bürokrasi, sağlık, eğitim, ulaşım, bankacılık, hava ve denizcilik vb. nice kurum mikro teknolojinin dahil bir örgütlülüktür artık. Yeni bir bilgi sınıfının olduğunu kimse ikna edemiyor. 2018’de Nobel Fizik Ödülü lazer alanında yapılan çalışmaları verildi. Pek çok bilim insanı ve dünyaya meydan okuyan devlet başkanları mikro teknolojinin gücünü neye mal olacağını biliyor. Kim yapay zekâya sahip olursa dünyayı o yönetir diyorlar. İşte yeni kuşaklar emperyalist merkezlerden 3. dünyaya doğru dalga dalga yayılan bu teknolojik devrim ile büyüyorlar. Tarım ve sanayi sosyalitesi ile yapay zekâsı sosyalitesi arasındaki makas iyice açılıyor. İki ayrı dünya iki ayrı yaşama hali yaşamaktadır.
Mikro teknoloji ile Makro teknoloji çağı toplumunun çarpışmasının günlük hayatta görünümü tam bir kültürel farklılıktır. Tarım ve sanayi toplumu için yeni teknoloji toplumsallığı ve yaşam ilişkileri bir kâbus gibidir. Mikro Teknoloji Sanayi topluluğunun bütün mantalitesine meydan okuyor. Modern kurum ve yapılar mikro dünyanın mağdurlarıdır. Çünkü değişim ve dönüşüme zorlanmaktadırlar. Yeni bir varoluşsal diyalektik kuruluyor. İzafiyet, Kuantum ve Kaos kuramları el ele vererek klasik-Newtoncu fizik kuşağının inandığı maddi-manevi değerler dünyasını sarsıyor aşındırıyor, yok ediyor. Eski kuşağın moral değerlerini umursamıyor. Sanayi çağı nasıl tarım toplumu köylü-gundi-pagan-mistik diyerek hor gördüyse aynı şeyi mikro-teknoloji devrimi de sanayi toplumuna yapıyor Sanayi Toplumu şimdi köylü-pagan-gundi-mistik-ilkel-kaba-yabani ve barbar bir orta çağ olarak görülüyor. Cogniterya dünün prestijli umut bağlanan, kurtarıcı, sınıfı olan proletaryayı sanayi köylüsü olarak hor görüyor. Zaten küresel köyde yaşıyoruz sadece proletarya mı hor görülüyor? Değil sanayi ve tarım toplumlarının en prestijli katmanları öğretmenler, doktorlar, yönetici bürokratlar, inşaat mühendisleri, gazeteciler, kitapçılar, yayınevleri kısaca eski toplumun ileri bile Cogniterya’nın dünyasında kapitalist Orta Çağ insanı muamelesinden kurtulamıyor. Sanayi çağı kurumu eski işlemi sürdüremez mikro dünyayla baş edemez duruma gelmektedir. Kelaynaklar, müzeler sahaflar neyse sanayi de odur Yapay Zekâ kuşağının dünyasında.
Sanayi toplumunun tekniği ile donanmış orduların Nanoteknoloji ile donanmış yapılanmış ordularla baş etmesi imkansızdır. Bu durum otomobil ile devenin yarışmasını andırır. Mikro-teknoloji hız anlamına gelir, makro-teknoloji ise ağır ve hantallık. İşte bu “hız” ile sanayi toplumunun fikri de sosyal ilişkileri çözülüyor. Sanayi çağına göre oluşturulan strateji ve taktikleri, savaş ve programları büyük hüsranlar bekliyor. Henüz geçiş süreci devam etse de tüm zamanların en büyük yapısal bunalımının ortasında yaşıyoruz. Ulusal devrimleriyle, sanayi kapitalizmi ve sanayi sosyalizmi ile bir dönem kapanmıştır. Sanayi toplumu ulusal marşlarıyla, devrim strateji ve programlarıyla, şiiri şarkısı ve danslarıyla sanat ve edebiyatı ile bir tıkanma, kuruma çözülme girdabında boğulup gidiyor. Kendini tekrarlayan sanat ve edebiyatın kendini tekrarlayan ikinci el ulusal kurtuluşçukların, ikinci el devrim ve sosyalizm anlayışlarının yol haritasıyla özgürlük inşa etmek imkansızlaşıyor. Hayat bize yeniden yapılanmayı dayatıyor.
Mikro teknoloji dünyadaki eski güç dengelerini, ekonomi düzenlerini, siyasal ittifakları, pazarları, piyasaları, eski sınırları yeniden belirleyecek ve yeniden yapılandıracak itici güçtür. Toplumun gelenek ve görenekleri, değer yargıları, zihinsel ve psikolojik dünyaları, duygusal yapılışları kültürel kodları, bilinen ve emin olunan her şeyin anlamı, yapısı, karakteri “eskiyor.”
Yeni yöntemler-anlamlar-yönetim biçimleri hukuk ve ahlak biçimlendirmeleri yeni stratejiler ve devrimler kendini örgütleyecek, sanayi toplumunun fikri ve zikri krizdedir. Ailenin, dinlerin, sanat ve edebiyatın, bilim ve felsefenin, bilim ve ahlakın, ekonomi ve politikanın insan ve doğanın, toplum ve bireyin, kent ve kırın, kadın ve erkeğin, çocuk ve yaşlının, eğitim ve sağlığın yeniden örgütleneceği, inşa edileceği bir iklimin içindeyiz.
Sanayi devrimi; büyük ütopyaydı, büyük umutlar vaat etmişti. Fakat o umut dolu vaatlerin yerine toplum kırım üretti. Ne ahlak bıraktı ne aşk ne saygı bıraktı ne komşuluk ne din bıraktı ne vicdan…
Şehirleri umutla gelenler hayal kırıklığı yaşayınca tepkileri kıra geri dönüş özlemi olmuştur. O Özlem “Haydi Gel Köyümüze Geri Dönelim” diyen bir arabesk şarkıda dile gelmiştir. Bu tarım toplumunun tepkisiydi. Sanayileşme vaatli sosyalizmler de yarattıkları bütün olumlu gelişmelere rağmen son tahlilde kapitalizme dönüşlerle umutları kırmışlardır. Toplumlardaki özgürlük arayışını ve kapitalizme öfkesinin sosyalizme yönelmesinin önünde “acaba” sorusu durmaktadır ve bu sürenin kısa olmadığını 40 yıldır test etmiş durumdayız.
Şimdi mikro teknolojik kapitalizmin egemenliğinde, sanayideki toplumsallık ve düşünceler “mazi” muamelesi görürken, yeni nesiller mikro dünyanın hızlı iletişim ve bilgi fırtınası ortamında gücünü tüketip depresyonlar içinde kalıyor. Yalnızlık, sosyopatik davranışlar, odaklanma sorunları, stres ve sinir krizleri, sevgisiz cinsellik ile kendini yaratmamanın bütün zafiyetin taşıyarak bütün enerjisini tüketiyor. Cahilleşme, temel içgüdüler geri dönüyor. Şiddet artıyor, cinayetler çoğalıyor, fuhuş meşrulaştırılıyor, uyuşturucu çocuklara kadar yaygınlaşıyor, iletişim anlık olmasına rağmen büyük bir toplumsal yalnızlık güvensizlik ve değersizlik yaşanılıyor. Bu kriz durumu makro-mikro dünyaların mücadelesiyle ve değişimleri ile gitmeyecek bitmeyecektir.
Yaşam bütünlüğünü yeniden örgütleyecek devrimci özgürlükçü stratejilerin kurulmasından başka çare yoktur.
Bir özgürlük stratejisi ihtiyacı
Marx-Engels 19. yüzyılda sanayi toplumuna dayalı proleter devrimi öngörmekteydi. Bu öngörüleri Avrupa’da gerçekleşmedi. 20. yüzyıl devrimleri de genel olarak tarımsal toplumların bulunduğu bölgelerden dünyanın kırlarından geldi. Sanayi proletaryası ya yok hükmündeydi ya da epey az yer kaplıyordu.
Rusya’da kapitalist gelişmeler mevcuttu ama toplumun yüzde doksanı köylüydü. Ekim Devrimi kent merkezli bir proleter devrim olsa da uzun uzun köylülükle ilgili tartışmalar yapılmıştır. 2. Dünya Savaşı sürecinde sosyalizme geçen ülkelerde de durum aynıydı. Doğu Avrupa ve Baltık Ülkeleri esas olarak (istisnalar durumu değiştirmiyor) köylü-tarım toplumlarıydı. Çin, Küba, Vietnam, Nikaragua hepsi de tarım nüfusunun ağırlığı olan devrimlerdi. Ulusal kurtuluş devrimleri zaten sanayileşme ve toprak reformları hedefliyorlardı!
Ekim Devrimi Kapital’e karşı yapılmıştır diyen Gramsci aslında bu ülkede kapitalizmin ve sanayi proletaryasının zayıf olmasını anlatmıştır. Çin Devrimi benzer şekilde köylü ordusuyla ve komitern perspektifine karşı halk savaşıyla kırlardan şehirlere doğru gelmiştir. “İki çizgi mücadelesi” bile bundan bağımsız anlaşılamaz.
Küba Devrimi’nde Sierralar ve Lano ayrımı ve gerginliği yaşanmıştır. Devrim esas olarak Fokocudur-kırlardan başlayan ve kır yoksularının devrimidir. Vietnam ve Nikaragua’da toplu ayaklanma, Fokoculuk ve uzun süreli halk savaşı düşüncesi de savunulmuş ama ana rengini devrime veren taraf Fokoculuktur…
Ekim Devrimi’nden beri yapılan devrim stratejileri ve tartışmalarına baktığımızda, tarım toplumunun bariz olarak öne çıktığını ama proletaryanın çoğunlukla teorik-ideolojik vurgularda kaldığıdır! Kavramsal çerçeve şöyledir: İşçi köylü ittifakı-iktidarı, kırlar temel şehirler tali, proletarya ideolojik öncü köylülük pratikte öncü, proletarya devrimin temel gücüdür ama tek başına devrime gücü yetmez. Ulusal devrim-politik devrim-toplumsal devrim!
Proletarya önderliğinde halk devrimi. Antifeodal, antifaşist, antiemperyalist demokratik devrim. Anti tekelci halk devrimi. Özgüç-yedek güçler. Sosyalist devrimin özgül bir biçimi…
Yine mücadele çeşitlerine bakıldığında çoğunlukla kırlar tercih edilmiş ve gerillacılık ön plana çıkmıştır. Şehirde proletarya devrimi diye tutturanların başarısı görülmemiştir. 20. yüzyılın bütün devrimleri köylü ağırlıklıydı ve temel iki hedef vardı sanayileşme ve toprak reformu!
Devrimler gerçekleştiğinde, ilk elden gerçekleştirilecek asgari programlar hala burjuva devrimin yapmadığı ya da yarım bıraktığı sorunları çözmek hedefi güdüyordu. Devlet kapitalizmi uygulamaları yoluyla sosyalizme geçişin ön hazırlığı yapılacaktı.
Asgari program demek, devrimin hala sosyalizme geçecek sanayi proletaryasından yoksun olduğunu gösteriyordu.
Tarım toplumlarından sosyalizme doğrudan geçmek gibi bir görüş de Marksizm cephaneliğinde yoktu. Kapitalizme uğramadan sosyalizme geçiş fantastik tartışmanın ötesine taşmamıştır. Tarım toplumları ya sanayileşme yoluna girerek sosyalizme geçebilir ya da sanayi proletaryasının bir ülkede yaptığı devrime minnet ederek varlığını sürdürebilirdi. Aksi halde tarım toplumlarından doğrudan sosyalizme geçmek için “başımıza yeni icat çıkarmış” yaklaşımı hakimdir. Üretici güçler, karşımıza sanayileşme temelleri üzerinden örgütlenen bir sosyalizm olarak çıkar.
21. yüzyıldayız ve dünyanın kırlarında hala sanayi teknolojisi ve sosyal örgütlenmelerinin yeni yeni yayıldığı durumlar var. Ama aynı zamanda mikroteknoloji de tarım toplumlarına ulaşıyor. Tarım toplumları bu iki sistemin baskısını aynı anda hissediyor. En “geri, aşiret, köylü, mezhep, cemaat vb.” tarım toplumları sanayi ve mikroteknolojiyle donanarak küresel köyün parçası haline geliyor.
Yeni teknoloji devletler elinde toplumu büyük bir kuşatma operasyonuna dönüşüyor. Ordu, polis, istihbarat servisleri vb. kurumlar mikro teknolojiyle donatılıyor. Savaş teknolojileri çok daha güçlü bir yapıya kavuşturuluyor. Nükleer savaş endişesi bir realitenin dile getirilmesidir. Sovyetler Birliği bile bu nedenle pes ettiğini açıklamıştı! Uzay Çağı’ndayız; yeni teknoloji toplumsal yaşamı her yerden izleme, gözetleme, dinleme vb. yöntemlerle denetim altında tutuluyor. Her yeni teknoloji bir denetlenme ilişkisine kapı aralıyor. Kentler ve kırlar, yollar ve meydanlar, ana caddeler ve arka sokaklar, alışveriş merkezleri, ulaşım ve iletişim araçları vb. hayat alanlarımız gözaltındadır. Teferruatlar bu yazı için gereksizdir. Ama devrimci mücadele üzerinde çok ciddi tedbirler geliştirilmesi gereken bir alandır. Mikroteknoloji büyük bir denetim ve deşifrasyon gücüdür. Sadece Sovyetler Birliği değil pek çok yapının bu tartışmayı kendi içinde yaptığı ve teknolojinin gücü karşısında illegal mücadeleden umudunu kestiği bir gerçektir. Ama bir gerçek var ki yeni teknoloji illegal mücadeleyi çok zorluyor. Buna verilecek cevap yeni devrimci biçimleri örgütlemektir. 20. yüzyılın tarım ve sanayi toplumlarının devrim pratiklerini bugün tekrarlamak mümkün değildir. Çağını yakalayamamış stratejilerin başarı şansı yoktur. Mikroteknolojiyi hakimiyetindeki toplum realitesine uygun stratejiler üretmek sorumluluğunu göstermek zorundayız. Yeni sosyal biçimlenme, yeni sosyal tabakalar “yeni sınıf” oluşumlarını, yeni toplumsal hareketleri göz ardı edemeyiz. 68’li ve 78’li dönemlerde savunulan teori-strateji-program yaklaşımlarıyla yeni devrimlere öncülük yapamayız. “Sorunlar ve çözümler” ilişkini yeniden ele almalıyız, eski formülasyonlarla yol alamayız.
Günümüz devrimciliği dünyanın her yerinde teorik-stratejik ve programatik bütünlükte bir krizin içindedir. Bu vaziyet pek çok devrimci yapının dün reddettiği stratejilere doğru meyletmesiyle daha bir görünür olmaktadır. Toplu ayaklanmacı olanlar Partizan savaşına yöneliyor. Halk savaşı verip kırları temel alan gelenekler, kentleri temel alıp ayaklanmayı savunur hale geliyor. Legal alandan umudunu kesen gerillacılığa yöneliyor, şu ya da bu nedenle illegal mücadeleyi reddedenler legaliteye umut bağlıyor. Dün temel denilenlere bugün tali deniliyor. Dün ilkesel olarak reddettiği pek çok görüşü bugün barındırır hale geliyor -omuz omuza- yan yana ya da dost ve müttefik olarak bakıyor. Feminist, Anarşist, dinci, çevreci vb. düşünce ve kesimlere karşı dün gösterilen ilkesel tavır bugün ilkelerin de sulanmasıyla sonuçlanıyor. Katı olan her şey buharlaşıyor ama bu sefer de belirsiz-ilkesiz-muğlak-liberal-postmodern düşünce ve davranış biçimleri üretiliyor.
Teoriden stratejiye-programa kadar bir arayış var fakat bu arayış eski kalıpları kırarken bütünlüklü-kapsayıcı bir yapılanma sürecine dönüşmek yerine yarım yamalak, üstünkörü ve elinin tersiyle sıvazlar gibi zayıf yaklaşımlar yüzünden tasfiyeciliği besleyen bir uçtan diğerine savruluşlar ve sürüklenmelere düşüyor.
Bu büyük çaptaki krizin nedeni, sanayi toplumu temeline dayalı bir özgürlük okumasıdır. Tarih devrim ve sosyalizm diyalektiğini (teori-strateji ve programların) çok kısa bir zaman diliminin fikir terazisine ve üretici güçler temeline bağlı olarak oluşturulmasıdır. Tarih bütünlüğünü kapsayan bir özgürlük stratejisinin üretilmesi bu sorunun çözümü olacaktır. Yaşam bütünlüğünü yeniden kuran, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma uzanacak bütün süreci kapsayan yeni bir özgürlük stratejisi! Kısa süreli zaferleri (reformlar, burjuva devletin ortadan kaldırılması, özel mülkiyete son verilmesi vb. vb.) içeren ama bütün ilişki dünyamızı da özgürlük bilinciyle yeniden inşa ederek, bu uzun yürüyüşün stratejisini ortaya koymalıyız. Bunun adı, sınıfsız gerçekleştirecek köklü bir Kültür Devrimi’dir.
Üçüncü Dünya Savaşı
Yaşadığımız dünya 20. yüzyıldan beri köklü değişikliklere sahne oluyor. 20. yüzyılın üç bilimsel kuramı (izafiyet-kuantum-kaos) ve yüzyılın sonunda (Küba dışındaki) sosyalist sistemin yıkılışı iki büyük dönüm noktasıdır. Bu iki tarihsel gelişmenin yol açtığı olumlu-olumsuz süreç, bugün 3. Dünya Savaşı gözlerimizin önünde yaşanmaktadır. Bu savaş bile nasıl bir dönemin içinde olduğumuzun resmini sunuyor. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından devrimlerle çıkmıştık. Üçüncü dünya savaşından da Rojava Devrimi ile ilerliyoruz. Krizler, kaoslar ve savaşlar devrimler için hızlandırıcı koşullar sunarlar fakat o koşullar zamanın ruhunu iyi okumak ve doğru zamanda doğru yerde konumlanmakla devrime dönüşür.
20. yüzyılın sonunda sosyalist sistem bir domino etkisiyle art arda yıkılışlarla sonuçlandı. Emperyalistler paylaşılacak yeni alanların ortaya çıkmasını düşünerek ellerini ovuşturmuşlardı. Kendi yapısal krizlerini reel sosyalizmin boşalttığı yerleri ele geçirerek aşacaklarını düşlediler. Tek kutuplu yeni dünya düzeninin patronu da ABD olacaktı. Mikroteknoloji, küreselleşme ve neoliberalizmden umdukları karları bulamamışlardı. Bu nedenle dünyanın yeniden paylaşım savaşı için düğmeye basıldı. Eski sosyalist-yeni kapitalist ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları, ucuz hammadde ve emek gücü, meta, finans ve yeni teknoloji pazarlama alanı olması bekleniyordu. Çok boyutlu bir kuşatma stratejisi izlendi iç çatışmalar körüklendi ve bazı eski sosyalist ülkeler NATO’ya dahil edilerek belli bir başarı kazanıldı.
Komünizm tehdidi ortadan kalkınca 20. Yüzyıldan kalma bazı bölgesel örgütlerin lağvedilmesine karar verildi. İkiz Kuleler’in vurulması bu planı hızlandırdı. “Medeniyetler savaşı” mantığınca Müslüman dünya düşman ilan edilerek mevcut iktidarların tasfiyesi başlatıldı. Komünist bloğa karşı ABD ve NATO güçleri tarafından silahlarla donatılan “Yeşil Kuşak” ülkelerinin yarın o silahları Batı’ya çevireceği endişesi 3. Dünya Savaşını başlatan etkenlerden birine dönüştü. 11 Eylül saldırısı bahane edilerek Afganistan’daki iktidar düşürüldü. 1990’lardaki Körfez Savaşı unutulmamıştı ve sıradaki hedef Saddamlı Irak’tı. Onu da düşürdüler. Müslüman dünyayı terörist saydıkları ya da terörü destekleyen hükümetlerden kurtarmak için doğrudan savaş meydanına giriyorlardı. Müslümana da “ılımlı Müslümanlık” dersi veriyor, rahat durmazsan yok olursun mesajları iletiliyordu. ABD’nin başlattığı 3. Dünya Savaşı’nı Avrupalı ortakları da destekliyordu. Kaddafili Libya da aynı şekilde yıkıldı ve hükümet değişti. Aynı şeyi Arap Baharı’nda değişik yollardan denediler ve devamında Esad’sız Suriye’yi hedeflediler fakat bu kez Rusya devreye girdi ve bu plana çomak soktu.
Rusya ve Çin, kapitalizme evrilmelerinin üzerinden onlarca yıl sonra hızlı toparlanıp Emperyalist sistemin parçası olarak güçlü bir kutup şeklinde geri döndüler. Artık dünyanın çok kutupluluğu tescillenmişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ABD’nin vesayetini üzerinden atamayan Avrupalı emperyalist güçler de yeni bir kutup açmaya çalışmaktadır. Komünizm tehdidi ortadan kalktığına ve ABD’de tek seçenek olmadığına göre yeni bir yol haritası çizmenin zamanının geldiğini düşünüyorlar. Almanya, Avrupa’nın liderliğine oynarken, Fransa ve İngiltere’nin de bir geçiş sancısı yaşadığı her haliyle bellidir. Kapitalist sistemin yapısal krizi, yeni güç dengelerinin belirmesi, eski güç ilişkilerine bağlı ittifak ilişkilerini yerinden oynatıyor.
Nükleer enerjiye sahip olmak artık zor değil çok kutuplu kapitalist dünyanın varlığı buna ulaşımı daha da kolaylaştırıyor. Bu nükleer savaş gücünü elinde bulunduran ülkeler yeni dengeleri tehdit ederek büyümek için rollerini oynamak isteyeceklerdir.
G-8, G-20 ülkeleri ve zengin fosil yakıtlarına sahip ülkeler kısa vadede dengelerin değişiminde önemli roller oynayarak Pazar paylarını büyütebilirler. Ekonomileri zayıf ama tarihsel gelenekleri güçlü olanların, ülkelerinde bölgesel çapta liderliğe soyunmaları uzak ihtimal değildir. Dünyanın çivisi çıkmıştır ve güç kimdeyse bir yerlere çivi çakmanın peşindedir. Üçüncü dünya ülkelerine ise bu kamplaşmada bir güce yanaşmak dışında bir çare bırakılmıyor. En fazla kendilerini bir kutba daha iyi pazarlama şansı vardır. Bağımsız bir irade beyanı mümkün görünmüyor.
Körfez Savaşı’yla start alan 3. Dünya Savaşı lokal bir alanda-bölgesel olarak yaşanılıyor. Nükleer savaş riski Emperyalist blokları korkutuyor. Hepsi farkındadır ve söylemekten de çekinmiyorlar: Bir nükleer savaşın galibi olmayacaktır! Dünya denilen gezegeni yok edecek savaş potansiyeli fazlasıyla mevcuttur. Bu yüzden kendi istedikleri bir bölge ve ülkede bir sorun çıkartıyor sonra da sorunu çözmek için “barış, teröre son vermek, uygarlık değerlerinin tesisi, sivillerin korunması ve insan haklarının ihlalinin önlenmesi…” vb. söylemlerle bölgeye girmeyi meşrulaştırıyorlar. Böyle bir savaştan pay kapmak için bütün emperyalist güçler bölgeye akın ediyorlar. Üsler kuruyor, toprak satın alıyor, yeni politik işbirlikçiler oluşturuyor, ekonomik antlaşmalar yapıyor, yeraltı kaynaklarını denetliyor ve ülkeyi kendi pazarı haline getirmek istiyorlar. Bölgesel savaşın karakteri şunu gösteriyor hiçbir güç savaşılan ülke üzerinde tek sömürgeci güç olma lüksünü elinde bulunduramıyor. Güç ilişkisine göre paylaşım gerçekleşirken cefanın tümünü bölge halkı çekiyor. Bölgesel savaş bugün Ortadoğu’da yaşanıyor ve devam edeceği de bellidir. Fakat gerginliği ve savaş olasılığının ısınan diğer ucu ise Pasifik Bölgesi’dir. ABD’nin hedefinde Rusya-Çin bloğu var. Kuzey Kore üzerinden mesaj verdikleri asıl güç Çin’dir.
3. Dünya Savaşı’nı kızıştıracak pek çok olgu var. Fosil yakıtlara dayalı enerjinin hızla tükenmesi fiyat artışını ve krizi ateşler. Dolayısıyla savaşın bir cephesi petrol ve gaz olacaktır. Diğer yandan mikroteknolojiye pazar bulma çabası da savaşın ticari ve diplomatik boyutlarını öne çıkarırken savaş olasılığını da barındırıyor. Öne sürülen bahane başka olabilir. Bu yanıltıcı görüntünün arka planına bakmak gerekir. Enerji kaynaklarının tükenişi yeni kaynakların arayışını da gündeme getirmektedir. Yeni enerji savaş nedenidir.
3. Dünya Savaşı’nda emperyalistler birbirleriyle doğrudan savaşmıyorlar. Bölgedeki güçleri etnik-ulusal-mezhepsel olarak örgütleyip kışkırtarak ya da farklılıkları öne çıkararak savaştırıyorlar. Bu savaş tarzı “medeniyetler savaşı”na uygundur. Düşman ilan edilen bölgesel güçler üzerinden sürdürülen bir bölgesel savaş; gerek kapitalizmin umut vermeyişi, liberal aklın dünyayı bataklığa dönüştürmesi, gerekse sosyalist dünyanın yıkılması ve özgürlük umutlarının yara alması nedeniyle halklar dinsel ve etnik sığınaklarına çekiliyorlar. Halkların son sığınağı olan dinler-mezhepler ve etnik farklılıklar ise emperyalistler için iyi bir savaş gerekçesi olabiliyor. Farklılıkları çatıştır, böl parçala ve yönet!
Emperyalistler birbirleriyle savaşmıyor ama bölge savaşı üzerinden birbirlerini taciz ediyor, stratejilerini, taktik ve güçlerini sınıyor, yeni teknolojilerini halklar üzerinde test ediyorlar. Ne kadar çok savaş o kadar çok silah pazarı anlamına geliyor.
Kapitalist sistemin yapısal krizi emperyalist merkezlerde yaşanmaktadır fakat krizin faturası sömürge ülkelerden çıkarılıyor. Pazar ve kâr payı azaldıkça sömürgeler, arka bahçeler ve bağımlı ülkelerde halkların isyanları mayalanacaktır. Bölgesel savaşlar pek çok emperyalist gücün yüksek teknolojilerle donanmış orduları tarafından yönetiliyor. 20. yüzyılın Komünizm tehlikesini ve korkusunu bir daha yaşamayı akıllarından geçirmek bile istemezler. Kendi aralarında kutuplaşsalar da sosyalist devrimlere karşı tek kutup olacakları aşikardır. Emperyalistler bu konuda ortak akla sahiptir.
3. Dünya Savaşı gözlerimizin önünde naklen-canlı yayında izleniyor. Yeni teknolojinin getirdiği kolaylıklar pek çok araştırma ve incelemeye konu olacak bilgiyi anında gözler önüne seriyor. Bu bilgileri anında edindikçe bölge savaşları üzerine hızlı değerlendirmeler yapılabilir ve dersler çıkarılabilir. Rojava Devrimi üzerinde oynanan emperyalist oyunlar strateji ve taktikler göz önünde…
Ortada ne sosyalist-kapitalist 20. yüzyıl kutupsal güç dengeleri var ne de birinci ve ikinci dünya savaşının, emperyalistleri karşı karşıya getiren stratejileri. Diğer yandan mikroteknolojiyle donanmış savaş güçleri ve bölgesel savaş koşulları bir realitedir. Bütün bu koşullar içinde yeni devrimlerin strateji ve taktikleri de biçimleniyor.
Ne “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” düşüncesinin ekonomiyi düzenleyen “gizli el”ine olan inanç ne emperyalist savaşlar ne koyu faşizmler ne bunalımları önleyeceği sanılan Keynesci devletçilik düzenlemeleri ne küreselleşme ne neoliberalizm ne yeni dünya düzeni ne neofaşizmler ne bölgesel ne de nano teknoloji çağı uygarlığın krizini çözmez ve sona erdiremez. Kriz tarihseldir, temeldir, süreklidir.
Çıkış yolu; yeni özgürlük stratejilerinin somutlaştırılmasındadır.