Devlet kuramının en temel amentülerinden biri devletin bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde baskı ve tahakküm aygıtı oluşudur. Burjuvazinin ve uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin çıkarları doğrultusunda yaşanan stratejik ve taktiksel dönüşümler kitlelerin bilincinde yanılsamalar yaratsa da, bu dönüşümlerde devletin muradı her daim hizmet ettiği sınıfların bekası ve çıkarlarıdır. Elbette devlet içerisindeki klikler arası konsensus ezilen sınıfların devrim mücadelesini daha zorlu kılarken, klikler arası çatışmalarda devrimciler için önemli gedikler ve mevziler açabilir. Devrimciler de bu gedikleri derinleştirebilir ve mevzilerde konumlanabilir. Ancak egemen sınıfların kendi iktidarını tahkim etme adına kimi zaman altüst oluşlarla gerçekleşse bile attığı adımlarda keramet aramamak ve burjuvazinin iktidarını perçinleştirecek olan taşları iyi niyetle bile olsa döşememek kaydıyla!
28 Şubat hadisesi de bu perspektiften değerlendirilmelidir. Aksi takdirde gene ilerici-gerici, laik-şeriatçı kamplaşmasının tarafgiri olmaktan öteye gidemeyeceğimiz gibi, bu sahte çatışmanın hangi tarafında durursak duralım safımız niyetimizle ya da niyetimizden azade olarak düzen safları olmaya mahkumdur.
İlk olarak 28 şubatın kısa bir kronolojisini ele alarak belleğimizi tazeleyeceğiz; ancak yazının asıl hedefi görüneni değil, saklananı açığa çıkarma çabası olacaktır. Bu çabanın iddiası da 28 Şubat’ı çokça eleştiren bugünkü iktidarın, uyguladığı politikalar nedeniyle 28 Şubat’ın yalnızca bir sonucu değil bizzat 28 Şubat’ın devamcısı ve kendisi olduğudur.
28 Şubat’a nasıl gelindi?
1995 seçimlerinde Refah Partisi birinci parti olmasına rağmen tek başına hükümet kuramamıştı. DYP-ANAP koalisyon hükümeti, güvenoyu için gereken 273 sayısına ulaşamadığı gerekçesiyle Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ile dağılmış ardından 8 Temmuz 1996 tarihinde Refah Partisi ve DYP tarafından 54. Hükümet kurulmuştur.
Refahyol Hükümeti’nin kuruluşu ardından peşpeşe yaşanan absürdlükler serisi 28 Şubat’ı tetikleyen görüngüler olarak hafızalara yerleşti. Bunlara uzun uzun değinmeye gerek yok. Tuhaf kıyafetleri ile kamusal alanda birden bire arzı endam eyleyen ve 6 Ekim 1996 tarihinde Kocatepe Camii önünde “Şeriat isteriz” diye bağıran Aczimendiler, Aczimendilerin lideri Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin arasındaki ilişki, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım tarihli açıklaması, 3 Kasım 1996 tarihinde patlak veren Susurluk Skandalı, Necmettin Erbakan’ın mafya-siyasetçi-polis ilişkilerini “fasa fiso” olarak değerlendirmesi. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Bir dakika Karanlık eylemleri için “mum söndü oynuyorlar” açıklaması. (Şevket Kazan’ın Alevileri aşağılayan bu açıklaması bizleri çok şaşırtmamalıdır. İnsan demekten imtina ettiğimiz bu şahıs 12 şehit verdiğimiz 1996 ölüm orucu eyleminde “gizli gizli yiyorlar” diyen dönemin Adalet Bakanıdır.) 11 Ocak 1997 tarihinde Necmettin Erbakan tarikat liderlerini ve şeyleri Başbakanlık konutunda toplayarak iftar yemeği verir. Bu iftar yemeğine 51 kişi katılmıştır. Erbakan’ın davetlileri arasında Fethullah Gülen de vardır. Ancak Fethullah Gülen bu davete icabet etmemiştir.
Tüm bu gelişmeler karşısında TSK’dan hükümete yönelik eleştiriler de gecikmez. 22 Ocak 1997 tarihinde subaylar Gölcük’te toplanır ve irticanın iktidarda olduğu tespitini yaparlar. (17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli depremi Allah’ın sopası olarak gören açıklamaları hatırlayalım.)
30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi’nin Kudüs Gecesi etkinliğine İran Büyükelçisinin katılması ve bu etkinlikte sahnelenen Cihat içerikli tiyatro oyunu medyada büyük yer bulur. Ardından Belediye Başkanı Bekir yıldız tutuklanır. 3 Şubat günü Sincan sokaklarında tanklar ve zırhlı araçlar geçiş yaparlar. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya “İrtica PKK’den daha tehlikelidir” açıklamasını yapar. Kadınlar Ankara’da “şeriata karşı kadın yürüyüşü” düzenlerken, Fatih Camii çıkışında kitleler “Yaşasın Hizbullah”, “Şeriat İsteriz” sloganlarıyla Fatih sokaklarında yürürler.(23 yıl geriye gittiğimiz bu yazıda ister istemez parantezler açmak zorunda kalıyoruz. İsrail Siyonizmine karşı savaşan Hizbullah imgesi ile 1997’de “Yaşasın Hizbullah” sloganındaki Hizbullah aynı Hizbullah değildir. Kürdistan’daki faili meçhul cinayetlerde devlet tarafından tetikçi olarak kullanılan, 2000 yılındaki devlet operasyonunda Konya, Tarsus, Adana ve Ankara’da zeminlere gömülmüş cesetler bulunan, domuz bağı ile işkencelerle anılan ve Hizbulşeytan olarak anılan bir kontrgerilla örgütüdür.)
İşte 28 Şubat günü 9 saat süren MGK toplantısı bu siyasal iklimde gerçekleşti ve MGK hükümete tavsiye kararlarını bildirdi. Laiklik için yasaların uygulanması, tarikatlara bağlı okulların denetlenmesi ve MEB’e devredilmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, Tevhid-i Tedrisat kanunlarının uygulanması, tarikatların kapatılması, medyanın kontrol altına alınması Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılması başlıca tavsiye kararlarıydı.
Erbakan kararların yumuşatılmasını ister ve kabul görmeyince MGK kararlarını imzalamaz. 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı ‘‘Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ söyleyerek, RP’nin kapatılması için dava açar. 18 Haziran günü Erbakan başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devretmek üzere istifa eder; ancak bir gün sonrasında 19 Haziran günü cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümet kurma görevini Meclis çoğunluğu olan Çiller’e değil ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verir. 30 Haziran günü ANASOL-D hükümeti kurulur.
Sonrası 28 Şubat’tan bugüne kalan işte bu tartışmalar ve semboller oldu. Merve Kavakçı’nın başörtüsü nedeniyle meclisten kovulması, Refah Partisi’nin kapatılması, Fethullah Gülen tartışmaları… Tüm bu tartışmalardan azade kalarak sadece bugünlerde çok gündem olduğu için Fetullah Gülen’in 11 Ocak 1997 tarihinde Necmettin Erbakan’ın iftar davetine icabet etmediğini tekrar hatırlatarak, 28 Şubat Darbesi’ne dair 16 Nisan 1997 tarihli açıklamasını aktaralım.
“Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan.”
İsrail-Türkiye ilişkilerinin aynasında 28 Şubat yansıması
Erbakan Türk siyasetinin renkli simalarından biriydi. Belki biraz paranoyakça görünse bile tüm olayları İsrail ile ilişkilendirir ve her taşın altında Siyonizm heyulasını arardı. Bilinçaltına yerleşen Siyonizm heyulasının REFAHYOL Hükümeti’nin devrilmesinde maddi bir karşılığı olduğunu şimdiden belirtelim. Ancak onun sorunu Türkiye ve İsrail’in aynı gemide olduğunu bir türlü kabullenmemesiydi. O gemiden ayrılmadığı sürece komşusu ile iyi geçinmek zorundaydı. Erbakan ne o gemiden ayrılabildi ne komşusu ile iyi geçinebildi. Bu şizofrenik hal kendisi için trajik, tarih bilimi açısından komedi olarak tekerrür etti ve oyunun son sahnesi 28 Şubat ile perde kapandı.
28 Şubat sürecini 1 yıl geriye çektiğimizde, Türk dış politikasında o güne kadar görülmemiş biçimde İsrail ile ilişkilerin sıkılaştığı bir tablo önümüze çıkmaktadır.
- Şubat 1996: Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir İsrail’de askeri işbirliği anlaşmasını imzaladı.
- 11 Mart 1996: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in İsrail ziyareti. Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.
- 16 Nisan 1996: İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman Türkiye’de
- 17 Nisan 1996: Sekiz F-16 İsrail savaş uçağı ilk kez Türk hava sahasında eğitim uçuşlarına başladı.
- Mayıs 1996: Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya İsrail’de.
- 28 Ağustos 1996 İsrail-Türkiye askeri anlaşmasının ikinci bölümü gizlice imzalandı.
- 23 Şubat 1997: Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı İsrail’de.
- 8 Nisan 1997: İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’de.
- 19 Nisan 1997: İsrail Savunma Bakanı İzak Morheday Türkiye’de.
- 1 Mayıs 1997: Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan İsrail’de.
- 4 Mayıs 1997: Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir İsrail’de.
Bunlar açıktan kurulan resmi ilişkilerdir. Görünenler bile ne denli üst düzeyli ve sık aralıklarla görüşme ve anlaşmalar yapıldığını gösteriyor. Bir de gizli görüşmeler ve alınan kararlar var. Özellikle anlaşma gereği “istihbarat işbirliği” alanında. Örnek Güney Lübnan’da İsrail’in oluşturduğu tampon bölge verilebilir. Kuzey ve Güney Kürdistan arasındaki sınır güvenliğini oluşturmak için yapılan teknik görüşmelerin içeriği ise bu güne kadar bir sır olarak kalmaya devam ediyor.
Yukarıdaki tarihlerde yapılan resmi görüşmelerde dikkat çeken nokta 1996 Mayıs ayından 23 Şubat 1997 tarihine kadar hiçbir resmi görüşme yapılmamış olmasıdır. (gizli diplomasi yürütülmüşse bilemeyiz elbet) 1996 Temmuzunda kurulan REFAHYOL hükümeti sonrasında İsrail ile yapılan sık resmi görüşmelerin 8 ay boyunca kesintiye uğradığını görüyoruz. REFAHYOL iktidarı döneminde İsrail ile yapılan tek resmi görüşme 23 Şubat 1997 tarihinde yani 28 Şubat darbesinden 5 gün önce bir devlet görevlisi tarafından değil Genelkurmay başkanı tarafından İsrail’de gerçekleşiyor. (Gerçi 28 Ağustos 1996’da İsrail-Türkiye askeri anlaşmasının ikinci bölümü imzalanıyor. Ancak bu anlaşma gizli imzalanır çünkü REFAHYOL hükümetinin İsrail ile yaptığı bu anlaşmayı kendi kitlesine izah etmesi mümkün değildir. Ayrıca bu anlaşmanın ilkinin REFAHYOL hükümeti öncesinde yapıldığını da belirtmemiz gerekiyor. Erbakan’ın askere diş geçiremeyeceği o imzanın atıldığı gün belli olmuştu aslında.) 23 Şubat günü Genelkurmay Başkanının İsrail ziyaretinden 5 gün sonra 28 Şubat MGK “tavsiye kararlarını” hükümete bildiriyor. Bugünün siyaset dili ile açıklamaya çalışırsak “zamanlama manidar”.
Türkiye’de siyasal İslam her daim güçlü olmuştur. En iddiasız olduğu dönemlerde bile Türk siyasetinin rengini İslamcı kitleler belirlemiştir. Menderes’ten bugüne kadar İslamcı kitleler sağ partileri kendileri için korunaklı limanlar olarak görmüşlerdir. AP- DP-DYP-ANAP bu kitlelerin oyuyla iktidara gelmişlerdir. Ancak REFAH döneminde farklı olan bu İslamcı kitlelerin ilk kez merkez sağ partilerin şemsiyesi altında kendilerine korunaklı alanlar yaratmak yerine açıkça İslami referanslarla kurulu bir partiyi destekleyerek bağımsız bir tavır alma eğilimi olmuştur. Bu eğilim ve İslamcı kitlelerin merkez sağ partilerden desteğini çekme tavrı 1995 seçimlerinde bir anda merkez sağ partilerin tamamını %20’lerin altına düşürdü ve REFAH Partisini birinci parti haline getirdi. Daha sonra bu tavrın Türk siyasetinde adım adım merkezileştiğini ve tüm muhafazakar-demokrat partileri tasfiye ederek AKP fenomenini iktidara taşıdığına tanık olduk. Bu olgu bize tarihsel olarak Hristiyanların faşist partilerle kurduğu ilişkileri anımsatıyor. Mussolini döneminde kilise faşist partiyi destekleme konusunda kendi içerisinde ikircikli tartışmalar yaşasa da komünizm tehlikesine karşı Hristiyanlığı korumak için Faşist partiyi desteklemeye karar vermiştir. Nazi partisinin Neo-pagan yapısına rağmen Almanya’da da hristiyanlar benzer saiklerle Nazi’leri desteklediler. Velhasıl faşist partilerin yarattığı yıkımın sonucunda kilise, faşistlerle arasına mesafe koyması gerektiğini acı tecrübelerle kavradı. 2. Dünya Savaşı sonrasında kendilerini faşist partilerde ifade etmek yerine savaş sonrası kurulan Hristiyan Demokrat Partilere oy verdiler. Türkiye için ufukta benzer bir ihtimal güçlü olarak görülüyor. Faşist AKP’nin politikaları zamanın bilincini taşımayan ve irrasyonel bir maceracılık şevkiyle peşinden sürüklediği kitleler için yıkım çanlarını çalıyor. Büyük bir yıkım sonrasında Türkiye’deki İslamcı kitlelerinde Avrupa’da olduğu gibi faşistlerle arasına mesafe koyacağı alenidir. Ancak devrimciler bu gerçeklikten sakın iyimser bir sonuç çıkarmasın.
Tekrar konumuza dönersek Erbakan’ın MGK’nın “Laiklik için yasaların uygulanması, tarikatlara bağlı okulların denetlenmesi ve MEB’e devredilmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, Tevhid-i Tedrisat kanunlarının uygulanması, tarikatların kapatılması, medyanın kontrol altına alınması Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılması”ndan oluşan tavsiye kararlarını kabul etmesi durumunda kendisine oy verdiği kitleleri ikna edemeyeceği gibi diğer yandan askeri karşısına alamayacağı ve direnmeyeceği de aşikardır.
Erbakan bu açmaz içerisinde son bir hamle dener ve koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmek üzere başbakanlıktan istifa eder. Ama bu hamlesi de boşa çıkacaktır ve dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verecektir.
Burada esas ele alınması gereken önemli nokta, çok sıkı fıkı olan Türkiye-İsrail ilişkilerinin dünya emperyalist-kapitalist sistemi açısından ne anlama geldiğini analiz etmek ve bu ilişkilerin devamlılığı önünde REFAHYOL hükümetinin nasıl bir engel teşkil ettiğini ve niçin tasfiye edilmesi gerektiğini anlamaktır.
Bu işbirliğinin İsrail cephesine baktığımızda Filistin ve Suriye ile “barış” görüşmelerinde yaşadığı tıkanma, Türkiye cephesinden baktığımızda ise Kürt sorunundaki sıkışmışlık ve yalnızlık göze çarpar. Ordunun modernizasyonundan askeri eğitime, savunma sanayinde işbirliğinden serbest ticaret anlaşmasına ve bölgeye aktif müdahale planlarında yer aldığı anlaşmalar bu süreçte peşpeşe yapılmıştır.
ABD Dışişleri sözcüsü Nicholas Burns bu anlaşma için “ABD açısından stratejik bir amaç olagelmiştir” (11.5.1997) açıklamasıyla niyetini açık etmiştir. İsrailli bir general ise “Bizim ABD’den sonra en yakın askeri ilişkide olduğumuz ülke artık Türkiye. Ve şunu açıklıkla söyleyebilirim ki Türkiye ile olan işbirliğimizde neredeyse ABD ile olan askeri yakınlığımız düzeyine ulaşmak üzeredir. Türk askeri çevreleri de İsrail ile yakınlaşmanın dönüşü olmayan noktayı geçtiğini belirtiyorlar.” (16.5.1997 Yeni Yüzyıl) Bu demeçlerden de anlaşılacağı üzere dönemin hükümetinin değil de askerin ne söylediği belirleyici olmuştur.
İsrail ile Türkiye arasındaki kader ortaklığı iyi anlaşılırsa, sonrasında birden bire irticanın nasıl birinci tehdit haline geldiği de anlaşılabilir. Aslında MGK o dönemde irtica diye bir tehdit olmadığını bal gibi biliyordu. (Böyle bir potansiyel hep varsa da…) Birinci tehdit irticadır açıklaması mevcut hükümete karşı bir kamuoyu oluşturmak ve “irtica”yı desteklediği gerekçesiyle bölgede İsrail ile birlikte İran ve Suriye’ye yönelebilmenin koşullarını oluşturabilmek için yapılan bir açıklamaydı.
Genelkurmay bu dönemde İran ve Suriye’yi irticayı ve terörü destekleyen ülkeler olarak tanımlamıştır. Ordunun daha önceki yıllarda da benzer açıklamalarda bulunduğu ve yeni olanın ne olduğu sorulabilir. Yeni olan şuydu: İran ve Suriye’yi güneyden İsrail ve kuzeyden Türkiye aracılığıyla kıskaca almak… Böylece ABD’nin bu ülkelere yönelik kıskacının bir parçasına dönüşmek ve bölgede ABD-İsrail’den yana açık taraf olmak anlamına geliyordu. Türk-İsrail-ABD üçlü deniz tatbikatının yarattığı gerilim, İsrail uçaklarının İran-Suriye sınırlarının bitiştiği Türk hava sahasında yaptığı eğitim uçuşları bu döneme denk gelmektedir.
Bugünün Türkiye dış politikasını anlamak için bu konunun tekrar altını kalınca çizmekte fayda var. O dönemde İran ve Suriye, TC nin “yeni” düşmanları olmuş, bölgede ilerici roller oynayan ulusal kurtuluş hareketleri ve direniş örgütlerine karşı Türkiye, İsrail ile saldırgan bir tutum içerisine girmiştir. Suriye-Filistin ve benzer ülkeler (Libya ilk akla gelendir) İsrail-Türkiye işbirliğinin ortak hedefleri haline gelmiştir. O günden itibaren Türkiye bölgeye dönük aktif (yayılmacı, saldırgan, kışkırtıcı…) dış politikalar izleyeceğini ilan etmiştir. Dönemin Genelkurmay Harekat Daire Başkanı Korgeneral Çetin Doğan “Bölge ülkelerinin teröre verdiği desteğin kesilmesi için siyasi gücün ve hatta askeri gücün kullanılması ihtiyacı gündeme gelebilir. 30,4.1997 ” diyordu.
TC’nin bu emelleri doğrultusunda bölgede siyasi ve askeri güç kullanılması için elbette ilk iş olarak “içeriyi temizlemesi” gerekiyordu. Yavuz Sultan Selim’in İran seferi öncesi Anadolu’da Alevilere yönelik “içeriyi temizleme” harekatına benzeyen o günler, Türkiye’nin en karanlık yıllarının yaşandığı günler olarak hafızalara yerleşmiştir. Kemal Derviş’le özdeşleşen ekonomik programlarla halka yaşatılan sefalet, Öcalan komplosu, siyasi cinayetler, F Tipi Cezaevleri ve Ölüm orucu direnişi, 150 milyar dolarlık ordunun yeniden dizaynı doğrultusunda askeri harcama planları…
28 Şubat’ı Bölgede İran ve Suriye başta olmak üzere Libya, Irak gibi ülkelerin ABD çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi ve Türkiye’nin bunun bir parçası olma talebi olarak anlamalıyız. İsrail ile kader ortaklığı olarak anlamalıyız. 28 Şubat’ı içeride özelleştirmeler, neo-liberal politikalar olarak anlamalıyız. 28 Şubatı Sur-Cizre, Cezaevleri, muhalefetin zorbalıkla yok edilme çabası olarak anlamalıyız. Ve kendimize şu soruyu sormalıyız. 28 Şubat bitti mi? O günden bu güne Türkiye’de ne değişti? AKP 28 Şubat’ın bir sonucu mudur, bizzat savunucusu ve kendisi midir? O gün Milli Görüş gömleğini artık çıkardığını söylerken, Erdoğan her şeyiyle egemenlerin hizmetinde olduğunu kastediyordu. Bu gidişle Erdoğan daha çok gömlek değiştirecek gibi duruyor ama Bugün bizlere düşen görev, yıllardır Tayyip Erdoğan eliyle ülkeye giydirilen deli gömleğini artık yırtıp atmaktır.