31 Mart yerel seçimleri: Faşizmin şiddeti & Faşizmin restorasyonu – Ali Tekin

Kurulu düzenin temelleri, yani ailenin, devletin ve özel mülkiyetin kökeni ilksel şiddete dayanır. Bu durum, iyi bilinen bir teorik gerçektir. Bu gerçeğin ikinci adımı ise, müesses nizamın devamı için ilksel şiddetin hafızalardan silinmesi gerektiğidir. Kapitalizm, çiftliklerde çalışan köylülerin zorla topraklarından kopartılarak şehirleştirilmesiyle başlamıştır; lakin bu vahşi başlangıç anı unutturulmuştur. Devletlerin kuruluşunda da aynı mekanizma işler, Türkiye Cumhuriyeti Ermenilerin, Kürtlerin ve komünistlerin katliamıyla kurulmuş, bu gerçek belleklerden zamanla kaybolmuştur.

TC’nin ikinci faslı olan ve adına Türk tipi başkanlık rejimi denen sistem, ekonomik açıdan ultra-neoliberal, devlet idaresi açısından da faşist niteliği taşıyan yönetim biçimi de ilksel şiddeti fazlasıyla barındırmaktadır. Kurucu mitini 15 Temmuz olaylarından alan bu rejiminin lafzı geçtiğinden beri yaşanan onlarca şey, binlerce komünistin, Kürt’ün ve kadının canına, işine, ekmeğine ve yaşam alanına mal olmuştur. Faşist rejiminin suçlarını kendinde toplayan ve sorumluluğu lider olarak üstlenmekten hiç çekinmeyen Erdoğan “Ama alışacaklar, er veya geç alışacaklar; ama biz dik duralım.” derken ilksel şiddeti unutturma ve kendi mitini dayatma girişiminde bulunuyordu. Elbette rejimlerin değişimi, yeniden oluşumu veya yıkılması bir çırpıda olup biten olaylar değildir; çeşitli toplumsal katmanların, farklı sınıfların dâhil olduğu çelişkili süreçlerdir. Erdoğan’ın tüm toplum kesimlerini ya zorla ya da gönül rızasıyla alışmaya davet ettiği şey, yeni rejiminin karmaşık karakteriydi.

Gelinen noktada, yeni rejiminin ilksel şiddetini unutturma ve kendi meşruiyetini kabul ettirme konusunda başarılı olduğu ilan edilmelidir. İçinden geçtiğimiz 31 Mart 2019 yerel seçimler dönemi, barındırdığı tartışmalar ve tutulan saflar açısından yeni rejiminin çok geniş bir kesim tarafından bir gerçeklik olarak kabul edildiğinin resmini vermiştir. Yeni rejim öylesine kabullenilmiştir ki, Erdoğan’ın kendi iktidarı için sürdürdüğü memleketin bekası siyasetine, onun karşıtları tersinden ikna olmuş, belediye seçimlerini olası bir iktidar değişiminin provası olarak yorumlamışlardır. Seçimler konusundaki ilk tespitimiz, rejiminin ilksel şiddetinin çok hızlı unutulduğu ve onun sınırları içinde bir değişim tahayyülü ile yetinen bakış açısının çok geniş kesimler tarafından savunulduğudur.

Yeni sistemin kritik özellikleri

Yeni seçim sisteminin birincil propagandası, merkezi devlet idaresinin hızlı, etkin, sonuç alıcı ve homojen olacağıydı. Bu sistem, farklı sermaye fraksiyonlarına sınırsız özgürlük ve yaşam hakkını verirken, farklı devlet kliklerine de sınırsız yaşam ve özgürlük alanı vermeyi vaat ediyordu; fakat farklı devlet klikleri karar alma mekanizmalarını ve siyasal zoru öyle işine geldiği gibi eskisi gibi kullanamayacaktı. Hikmet Kıvılcımlı’nın üretken bir kavramını kullanacak olursak “kadim devlet sınıfları” öyle kolayca yok olmazlar ve devlet idaresinde yer tutmak isterler. TC’nin birinci faslı, sermaye sınıflarına sınırsız özgürlük ve yaşam alanı veriyorken, devlet sınıflarına da aynı genişliği tanıyordu; bu genişliği siyasal zoru kullanma ve kritik karar alma mekanizmalarında da geçerli kılıyordu. TC’nin birinci faslında, iktidardaki görünen yüzler tefeci-bezirgân sermayenin düşün dünyasına ait siyasetçiler olmasına rağmen; devlet idaresi, diğer devlet sınıfları (Kemalist burjuvazi, liberal akademi ve Türkçü-Ergenekoncu militarizm vb.)  arasında pay ediliyordu.

Türk tipi başkanlık sistemi, TC’nin ikinci faslı, siyasal zoru kullanma ve kritik karar alma mekanizmalarındaki bu heterojenliği kaldırma girişimiydi. Bu girişim, diğer devlet sınıflarına siyasal zoru kullanma ve kritik karar alma mekanizmalarında söz hakkı tanımamasına rağmen onların varlığına ve devlet içindeki konumlarına ses çıkarmamayı da taahhüt ediyordu. AKP’nin MHP ile olan zorunlu koalisyonunu, Erdoğan’ın II. Abdülhamid’i ancak Mustafa Kemal’i dâhil ederek anabilmesini ve her seçimde verilen “Beni aslında sandık yoluyla devirebilirsiniz” mesajını bu çerçevede değerlendirebiliriz. Yani AKP, kendi rakibi olan devlet sınıflarının varlığını tanımakta, onlara yaşam imkanı vermekte; ancak siyasal zoru ve kritik karar mekanizmalarını kullanmak noktasında inisiyatif vermemektedir. Anayasa referandumu sonrasında, Kıvılcımlı’nın devlet sınıfları olarak tarif ettiği kliklere monte edilen yeni yüzler, sermaye ile siyasal zor arasındaki ilişkinin girift yönüne bir neoliberalizm çağı örneği olmuştur.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinin sonuçları, Tayyip Erdoğan’ın (Cumhur ittifakının) aldığı %51 oy oranıyla, potansiyelini koruduğunu, yani siyasal zoru ve karar verici mekanizmaları kontrol edebilecek kitleselliği halen sürdürdüğünü göstermiştir. Bu sonuçlar Erdoğan’ın faşist siyasal varlığını sürdürmesi açısından yeterlidir. Oy çokluğunun yeterli olmadığı zamanlarda ise hangi kirli senaryoların işletilebileceği konusunda 7 Haziran 2015 seçimleri fazlasıyla öğretici bir örnektir.

Devletin askeri-teknik ve psikolojik anlamda kapsamlı saldırısına rağmen, Kürdistan kentlerinde kayyum yoluyla gasp edilmiş belediyelerin gerçek sahiplerine dönmesi, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin hanesine yazılması gereken büyük bir başarıdır. Bu sonuçlar sayesinde Kürdistan devrimci dinamiğinin eli önemli ölçüde güçlenmiştir.

Yerel seçimlerde geniş ittifak politikasıyla büyük şehirlerde CHP adaylarının kazanabilmesi, AKP’nin bunu kâğıt üstünde bile olsa kabullenmiş olması, farklı devlet kliklerinin halen varlığını devam ettirdiğini göstermektedir. Esasında Erdoğan iktidarı bunu iyi biliyordu, en çok da kendisinden biliyordu. Zaten AKP iktidarının kendisini, MHP ile yapılan ortaklığın neticesiydi. Erdoğan, rakibi olduğu kliklerinden birini, Fethullahçı grubu zor yoluyla ezmeyi denedi ve başarılı oldu. Ergenekon operasyonlarının sonuçsuzluğu ve başarısızlığı düşünüldüğünde, rakibi olduğu diğer klikleri zor yoluyla yok edemeyeceğini bildiği için, onları sürekli paranteze aldı. Kendi kökünü tam isabetle II. Abdülhamid olarak ilan ederken Mustafa Kemal’i parantez içine dâhil etmeyi becerebildi. 31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları, farklı devlet kliklerine açılan parantezin biraz daha genişlemesiyle sonuçlanmıştır. Tüm bunlara rağmen parantez ne kadar genişlerse genişlesin, yeni sistemde rakip devlet sınıflarının siyasal zoru ve kritik karar alma mekanizmalarını kullanmasına izin verilmemektedir. Bu defter Nisan 2017 Anayasa Referandumu ile kapanmıştır; rakip devlet sınıfları da bu defterin kapanmasına ikna olmuş veya edilmiştir.

Bu açıdan, zaten kabul edilmiş bir rejim içinde kazanılan bu başarı, rakip devlet sınıflarının aldığı yeni belediyeler, rejimin yapısal özelliklerini sarsacak hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Siyasal zor ve kritik karar ama mekanizmaları dün olduğu gibi bugün de Erdoğan’ın elindedir. Genişleyen ve yeni mevziler elde eden rakip kliklerin bırakalım rejimi değiştirmeyi, onun varlığını sorgulamaya bile hiç ama hiç niyeti yoktur.

Bundan sonrası?

Görünürde hiddetli ama gerçekte ılıman olan bu danışıklı dövüşün ekonomipolitik karakteri, TÜSİAD’ın son bildirisi ile daha iyi anlaşılabilir. TÜSİAD seçim sandıkları kapandıktan hemen sonra, daha sonuçlar açıklanmadan yaptığı açıklamayla şunları demiştir: “Önümüzdeki seçimsiz dönem ekonomik, sosyal ve siyasal reform gündemimiz için önemli bir fırsattır. Serbest piyasa ilkelerinden taviz vermeden, düzenleyici kurulların bağımsızlık ve saydamlığını güçlendiren, dünyada rekabet gücümüzü artırıcı yapısal reformları içeren ve ekonomik kırılganlıkları giderecek bütüncül bir ekonomik yaklaşım son derece etkili olacaktır.” Seçimlerden önce yazılan bu metnin, seçim sonucu açıklanmasına gerek duyulmadan yayımlanması, sermaye fraksiyonlarının Batıcı ve egemen olanı açısından yerel seçim sonuçlarının pek önem taşımadığının göstergesi niteliğindedir.

Önümüzdeki dönemde hâkim sermaye kliklerinin hatta zaman zaman AKP yanlısı sermaye çevrelerinin ekonomik restorasyon talebi artarak devam edecektir. Metropol belediyelerinin CHP’ye geçmesiyle, onların etrafından nemalanan ve rantiye sisteminin şişirdiği spekülatif finans odaklarından bazılarının dağıtılması, bu eğilimi daha da güçlendirecektir. Bu isteklerde her daim eklenti halinde yer alan, yazıların alt paragraflarına iliştirilen hukuksal/siyasal restorasyon talebi ise sermaye çevreleri açısından lafügüzaftır. Tayyip Erdoğan 31 Mart akşamı yaptığı balkon konuşmasında adeta TÜSİAD’ın bildirisine yanıt vermiş, serbest piyasa kurallarına tam bağlı şekilde hareket edileceğinin ve yapısal reformların yapılacağının taahhüdünü vermiştir. Erdoğan, faşizmin ekonomik restorasyondan geçeceğinin sinyallerini fazlasıyla vermektedir. Restorasyon döneminde, emekçilerin ürettiği tüm değerler dün olduğundan çok daha fazla Batıcı ve egemen finans kapital blokuna akıtılacak; inşaat balonu olarak da nitelenen üretken olmayan sermayenin musluğu kesilecektir. Bu süreç, işgücünün disipline edileceği yeni iş/memuriyet kanunu, sosyal yardımların budanması, ücretlerde azalma, yaygın işsizlik ve yüksek enflasyon eşliğinde yürütülecektir. Bu tipte puslu havalara savaş siyaseti ve savaşın kendisi denk düşer. Erdoğan seçim öncesi bıkıp usanmadan tekrarladığı Rojava operasyonu mesajlarına yine aralıksız devam edecektir. Kılıçdaroğlu’nun, hayatında ilk kez çıktığı seçim zaferi konuşmasına Zeytin Dalı operasyonu şehitlerini anarak başlaması, asıl ittifakın devlet sınıfları içinde olduğunun, Kürdistan devrimi söz konusu olunca yine tüm faşizan kliklerinin birleşeceğinin işareti olmuştur.

Sermaye kliklerinin doğasında hukuksal/siyasal restorasyon talebi bulunmamaktadır. Her ne kadar kelime olarak sık sık bu isteği dillendirseler de, bu cümleler altı boş süslü sözler olarak kalmaktadır. Asıl mesele rakip devlet sınıflarının hukuksal/siyasal restorasyon isteyip istemeyeceğidir. Eldeki veriler, başta CHP olmak üzere tüm devlet fraksiyonlarının kritik bütün dönemeçlerde sistem değişikliğine onay verdikleri ve rejimin Kürt Özgürlük Hareketi’ne olan genetik düşmanlığını koşulsuz destekledikleri yönündedir. Sürecin semptomatik olayları arasında; dokunulmazlıkların kaldırılması, 7 Haziran seçimlerinin ardından yaratılan devletin bekası hezeyanı, darbe girişiminin OHAL’e dönüşmesi,  referandum süreci ve adalet yürüyüşünde gazı alınan toplumsal muhalefet ve Rojava’ya askeri operasyon sayılabilir. Belirteç niteliğindeki tüm bu kesitlerde CHP, iktidarın utangaç ortağı olmuştur. Sonuçta, yerel seçimlerde büyükşehir belediyelerinin önemli kısmının CHP’nin eline geçmesinin siyasal anlamı oldukça zayıftır.

CHP’ye oy veren ve vermeyen komünistler

Yerel seçim öncesinde sosyalist örgütlerin bir kısmı HDP birçok Batı kentinde seçime girmediğinden dolayı oy kullanmamayı tercih ederken, diğerleri faşizmi geriletmek iddiasıyla CHP’ye “stratejik” oy vereceklerini ilan etti.

Öncelikle iki kahredici gerçeğin altı çizilmeli: İlki sosyalist örgütlerin kendi varlıklarının(oylarının) ve kamuoyuna yaptıkları çağrılarının hiçbir politik güç taşımadığıdır. İkincisi ise, sosyalistlerin hitap ettiği, birlikte yaşadığı ve içinde konforlu hissettiği kesimlerin oyunu büyük oranda CHP’ye vermesidir.

Basit bir burjuva seçimi ardından devrimci dönemlerin kapandığına, açıldığına veya değiştiğine ilişkin tespitler yapacak değiliz. Ancak bahsettiğimiz iki kahredici gerçek, örgütlü Marksist devrimci pratiğin yok oluşuna ilişkin artık iyiden iyiye hissedilen tehlike çanlarına bir gong daha eklemiştir.

Türkiyeli sosyalist örgütler içerisindeki ana damarda bir doğum lekesi olarak Kemalist varlık hep sezilir, bunun CHP ile olan gayrı resmî ittifakı sürekli bahis konusu yapılırdı. Kürt Özgürlük Hareketi’nin 30 yıllık ideolojik ve politik etkisi, bu damarı hissedilir biçimde atrofiye uğratmıştı. HDP’nin 31 Mart yerel seçimleri için yalnızca bir dönemliğine yapmış olduğu taktiksel hamle -Batı illerinde AKP’ye kaybettirmek adına aday çıkarmama kararı- atrofik bölgelere sanki bu kararı bekliyormuşçasına yeni bir kan akışı oldu. Kürt Hareketini’nin politik ve teorik basıncı ortadan kalkınca, sosyalist örgütlerin önemli bloğu CHP’ye oy vermek için bir çelişki yaşamadılar; hatta bu çağrının aktif propagandasını yaptılar.

Daha da ilginci, yerel seçimler öncesinde AKP’yi geriletmek adına CHP’ye oy verme taktiği sol liberal çevrelerde de karşılık buldu. Vakti zamanında AKP’yi muhafazakâr demokrat olarak selamlamış ve Eylül 2010 anayasa referandumunda yetmez ama evet oyu veren kesimler de antifaşist bloka dâhil olduklarını iddia ettiler. Örgütsüz yürütülecek her bir boykotun aslında AKP’ye destek manasına geldiğini ve CHP, büyük belediyeleri kaybedecek olursa artan faşist tahakkümün ağırlığının yükünün boykotçuların omuzlarında olacağını yazdılar. Oysa ortada ne antifaşist blok vardı ne de ilkeli bir ittifak. Şimdilerde, Tayyip Erdoğan aldığı oy oranına sevinip seçimsiz geçecek 4,5 yıl boyunca yapacağı saldırılar için ellerini ovuştururken; CHP’ye oy verenler yapılar da taktiklerinin tutmuş olmasını ve büyükşehir belediyelerinin AKP’den alınmış olunmasını kutluyorlar.

2015 yılından beri gerçekleşen seçimler silsilesinde, HDP barajı aşsın diye verilen oyların stratejik veya emanet olup olmadığı çok tartışılmıştı. Sosyalistler, emanet oy diye bir şey olamayacağını, çoğunluğu CHP’den olmakla birlikte Batı’da HDP’ye karşı artan bir sempati olduğunu, bu oy değişimi için emanet demektense olsa olsa geçişken denebileceğini saptıyorlar ve bu kesimler üzerinde örgütlenme faaliyetlerini hızlandırmayı planlıyorlardı. Sanıyoruz ki, süreç tersine döndü ve emanet oy yerine geçişken oy tespitinin nesnesi bu sefer sosyalistler oldu. Umut ediyoruz ki, CHP’li analistler, Batı’da CHP’ye karşı artan sempati olduğunu saptayıp bu kesimler üzerinde örgütlenme faaliyetlerini hızlandırmayı planlamazlar!

31 Mart yerel seçimleri öncesinde Komün Dergi olarak, CHP’ye oy vermeyeceğimizi ve faşizmi geriletmek için CHP’yi destekleme taktiğini hatalı bulduğumuzu ilan etmiştik. Cumhuriyet Halk Partisi, halen kurucu devlet partisi kimliğini korumakla birlikte bir devlet fraksiyonunun sözcülüğünü yapmaktadır. CHP’nin yapısal özelliklerinde değişen bir şey yoktur. Bu devlet kliğinin partisi, rejimin yeni sistemine tamamıyla ikna olmuştur ve ikna oldukları sistemde CHP’nin hukuksal/siyasal reform isteme olanakları kanunen yasaklanmıştır. CHP, önümüzdeki dönemde, olsa olsa sermaye fraksiyonlarının ekonomik reform talepleri ekseninde bir muhalefet sergileyebilir ve bir gün AKP faşizmi çözülürse bir seçenek haline gelebilir.

Amacı ezilenlerin iktidarı olan Marksist-Leninist örgütlerin, ortada ilkeli bir birlik veya ortak eylemlilik süreci olmadığı halde, devlet kliklerinin bir bölümünü edilgin olarak desteklemesi düşünülemez. Ekonomik krizin basıncıyla, ekonomik restorasyon sinyallerinin arttığı ancak hukuksal/siyasal restorasyon ihtimali bulunmadığı faşist sistemde, bütünsel anlamda restorasyon imkanı olsaydı bile, devrimci yapılara düşen misyon bu ihtimalin peşinden koşmak, muhalefet potansiyelini parlamentarizm bataklığına kanalize etmek değil; sermaye düzenin yarattığı boşlukları değerlendirip krizi derinleştirmektir.

Marksist-Leninist örgütler açısından, politikanın sokağa ve halka yansıyan yüzünde hiçbir karşılığı olmayan ittifak adına, bir devlet kliğine oy vermek teorik bir zaaftır. Teorik zaaf tamlaması rastgele kullanılmadı; yaşananların politik zaaf sayılabilmesi için devrimcilerin bundan sonra iki görevi birlikte başarmaları gerekiyor: Hangi partinin kutbunda yer alırsa alsın yoksullar arasında aşağıdan ilmek ilmek örgütlenmek ve azgınlaşan faşist devlet zorunun karşısında devrimci zoru seçenek haline getirmek.