Bilimsel araştırmalarla yaklaşık 200 bin yıllık olduğu kabul edilen insanlık tarihinde; kapitalizmin 400, gerçekleşen sosyalizmlerin ise sadece 150 yıllık bir tarihi var. Sosyalizmin, insanlık tarihi içerisinde bu kadar kısa süren bir tarihe sahip olmasının nedeni, sosyalizmin başarısızlığı olarak açıklanamaz elbette. Çünkü sosyalizmin başarısızlığı; sadece daha genç ve deneyimsiz olmasından değil, asıl olarak kapitalizm karşısında sadece bir “karşı ideoloji” olmasından; onu aşan yeni bir ideoloji olamamasından kaynaklanmaktaydı. Sosyalizm insanlığı savundu ama onu zaferle taçlandıramadı. Oysa sosyalizm; kapitalizmin doğayı, kadını, işçileri ve tüm insani değerleri bir sel gibi yıkıp geçmesine karşı güçlü bir baraj oluşturmuş, geçici bir süre de olsa bu felaketi durdurabilmişti. Ama kapitalizmi aşan yeni bir ideolojinin yaratılamaması bu güçlü barajda çatlaklar oluşmasına ve kısa süre sonra da yıkılmasına neden olmuştur. Kapitalizmin hala en güçlü yanı onun ideolojisidir. Kendinden sonra üzerine yeni bir taş daha konulamayacağından ya da oluşturduğu kapitalist piramidin yıkılamayacağından o kadar emindir ki! Geçmiş kuşaklardan devralınan insani hasletleri, eşitlikçi gelenekleri ve mücadele mirasını bile massedebilme gücü, onun karşısında durabilme konusunda çok yeni bir ideolojik-politik hattı gerekli kılıyor. Bu hattı kendi açımızdan 12 Eylül ve Reel Sosyalizm’den çıkarılan derslerin ötesinde, hatta dışında düşünmek gerekiyor.
Mesela şaşırmak, merak etmek, öfkelenmek, daha iyi gözlemlemek, zaman zaman doğrudan eyleme geçmek veya yeri geldiğinde taş üstünde taş bırakmamak gibi! İnsanların artık şaşırmaması, merak etmemesi dünya için en büyük problemdir. Hatta dillere pelesenk olan bir cümle var: “Şaşırdık mı hayır!” Şiddetle karşı çıktığı, âdeta eleştirmekten yorulduğu, insanlıkla bağdaşmayan, hayret verici, mantık dışı, ahlaki değerlerin sınırlarını zorlayan ya da absürt sayılabilecek söylem ve eylemler karşısındaki bıkkın muhalifliği ifade eden bir cümle bu. Bu davranış şekli muhalefet etme ya da karşı eleştirinin ironikleştirilerek ciddiyet ve ağırlığının yitirilmesidir. Kapitalizm en büyük başarısını bu alanda göstermiştir. Bıkkın muhalifler ve yorgun demokratlardan müteşekkil kendine bile faydası olmayan küçük burjuva sol bir muhalefet alanı yaratmıştır. Şaşırmanın bile devrimci bir bilinç olduğu zamanlardan geçtiğimizi anlamayan ve kendini hala ilerici gören sol bir muhalefet! İşte devletin gücüne güç katmak diye buna denir!
İnsanın haksızlıklar karşısında gösterdiği doğal refleksleri ve insani hasletlerini bile köreltmek, rehabilite etmek o kadar kolaylaşmıştır ki. Örneğin bir adam kürsüye çıkıp depremle tüm ailesini kaybetmiş, gelecek umutlarını hepten yitirmiş kalbi yaralı insanlara, politika gereği -yalandan da olsa- gönlünü almak yerine “bize oy vermezseniz hizmet alamazsınız” diyebiliyorsa, bunu olanca rahatlığıyla -karşıdan gelecek tepkileri göze alarak- korkusuzca söyleyebiliyorsa burada çok büyük bir yangın vardır. Sadece devrimciler için değil, sokakta kolu kanadı kırılmış depremzede vatandaşlar için daha büyük bir yangındır bu. Türk Leviathan’ın bu sözleri Moğol hükümdarlarının yaptığı gibi intikam almasın diye soyunu kurutma pratiğidir. Türk Leviathan; depremzedelere bile teritoriyal olarak bu ülke vatandaşı olmayan, adeta ülke topraklarına dışarıdan “sızmış” yabancı bir düşman gözüyle bakmaktadır.
Geçmişi düşünürsek, İngiltere’de ilk işçi kuşağı Çartistler makinalara olan öfkelerini sabotajlarla çıkarıyorlardı. Fransız maden işçileri sık sık greve çıkıyor, malikâne ve dükkânları basıyor, talan ediyorlardı. 19. ve 20.yüzyıl fabrika ve toprak işgalleriyle, üniversite boykotlarıyla, halk ayaklanmaları, genel direniş ve genel grevlerle sürmeye devam etti. Kapitalizm ilk hali ile olsun 20.yüzyıldaki gelişmiş hali ile olsun insanlarda büyük öfke uyandıran, ciddi karşı çıkışları beraberinde getiren bir sömürü sistemiydi. Ne oldu da son çeyrek asırdır daha büyük sömürü ve yoksullaştırmaya rağmen insanlar artık gerekli tepkiyi göstermiyorlar? Milyonlar “Kapitalizm öldürür” diye haykırıyorlar ve evet öldürüyor da; ama bu sloganlar neden sürekli havada kalıyor? Anlaşılan o ki kapitalizm artık radikal sol sloganları çok seviyor, ne kadar radikal o kadar etkisiz! Bu basit soruların cevabının yeterince verilemediği ortadadır. Ne 12 Eylül yenilgisinin ne Kürt devrimi karşısındaki etkisizliğimizin ne de SSCB’nin yıkılmasının yarattığı ideolojik tahribatların kendi yetmezliklerimizin gerekçesi olarak ileri sürülmesi artık kabul edilemezdir. Bu durum artık taşınması çok ağır bir yük haline gelmiştir.
Günlük yaşamda çok ciddi haksızlıklara ve hayati meselelere dahi göz yumulup tepkisiz kalınması; sömürünün genelleşmesini ve şiddetinin kanıksanmasını kolaylaştırıyor. Burjuva dünyanın bir feryadı olan ve insanın kaybettiklerine dair acıları tek başına yaşamak zorunda olduğunu dayatan “ateş düştüğü yere yakar” sözü zaten zayıflayan dayanışma ağlarının altını daha fazla oymuyor mu?
Hak arama ve isyan bilincinin körelmesi kapitalist saldırıları daha da fütursuzlaştırıyor. Devrimci hareketler emekçi milyonların yaşadığı devasa şiddet, sömürü ve aşağılanmaları ideolojik bir muhtevaya büründürebilmek noktasında büyük bir takatsizlik ve tıkanıklık yaşıyor. Bunun en temel nedenlerinden biri devrimcilerin de kapitalizm karşısında geçmişte duydukları öfkeyi yitirmiş olmalarıdır. Devrimciler “tarihsel haklılık”, mücadelede şehit düşen yoldaşlar, halkların eşitliği ve özgürlüğü, emekçilerin devrimci iktidarı, bilim, felsefe ve sanat insanın asli özelliği ve temel erdemi olsun diye savaşıyorlar. Ancak anti-kapitalizmi evrensel değil, oldukça yerel planda ele geçirmeyi hedefledikleri iktidarla iç içe ele alıyorlar. Bunda elbette hiçbir sorun yok. Keza en büyük kapitalist şirket devlettir! Fakat yine de devlet iktidarı ile kapitalist sınıflar ve sömürüyü taktik-politik planda hiç ayrıştırmadan bu kadar iç içe ele almak, anti-kapitalist içeriği ve mücadele yöntemlerini netlikle kavramayı zorlaştırıyor. Açıkçası kapitalist sınıflar ve sömürü karşısında devlet sınıfları karşısında olduğu kadar sınıf kini duyulmuyor, gerçek bir düşman gözüyle bakılamıyor. Oysa yaşadığımız bu sefil hayat ilmek ilmek kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri ile örülü değil mi? Tamam faşist bir diktatörlük altında yaşıyoruz ama bizi günlük yaşamda asıl sisteme prangalayan iş, aile, okul, mahalle, cami, sosyal medya, yeraltı trenlerinde geçen saatler, çok katlı sitelerin izole yaşamları, şehrin kalabalık caddeleri, trafik anarşisi, yolculuklar ve dini-mili bayramlar, tarikatlar, yatılı okullar, düğünler, cenazeler, seçimler ve tüm bunların bağlandığı ölümler, sakatlıklar, haksız rekabetler, cinayetler, intiharlar, tecavüzler, istismarlar ve nihayetinde sömürü ve meta fetişizmi değil mi? Devleti karşına alman için “düşman bilinci” yetmez, kapitalizmin sömürü ve meta ilişkilerine karşı da mücadele etmen gerekir. Günümüz devrimciliğinde en fazla eksik olan da işte bu anti-kapitalist bilinçtir.
Toplumsal sistem ne kadar kirlenmiş olsa da adeta dünyayı yeni yeni tanımaya başlayan bir çocuğun doğa ve toplum karşısında verdiği o ilk refleksleri sürekli hatırda tutmak! Dünyaya bir çocuğun gözleriyle bakabilmek. Büyük bir merakla, heyecan dolu ve şaşkınlıkla! Kapitalizmin kirletemediği o kadar az değer ve varlık kaldı ki… Demek ki ulaşamadığı şeyler de var ve bunlar onun “mezar kazıcısı” olabilecek özellikteler. Bunlardan ilki çocuk masumiyetidir. Ama sadece umutla değil acının belki de anlatılması imkânsız tek gerçek hali ile bakıyorlar dünyaya.
Deprem enkazlarında, Gazze vahşetinde ve yıllardır Mezopotamya coğrafyasında ana babalarının cansız bedenleri ve mezarları üzerine kapaklanan kimsesiz çocukların tarifi imkânsız acıları… Dünyadaki en büyük acı, kendi ailesinin katledilmesine tanık olmak değil midir?
Diğeri yüzyıllardır kırsalda hiç yok olmadan var olmayı sürdüren yaratıcı kadın emeğidir. Kadın gizil güçtür!
Bir başkası dağlardan kapitalist kent medeniyetlerini şahin bakışlarıyla süzen epik (destansı) güçlerin varlığıdır.
Ve sonuncusu dünden bugüne tarihin yanıltmayan ve daima “son sözünü” değil, ilk sözünü söyleyen emekçi kitlelerin gücüdür. Kapitalizm günümüzde kötülüğün en radikal halini almıştır. Varlık sebebinin başında “sonsuz savaşlar”la çocuk ve kadınları katletmek gelmektedir.