Umutsuzluğun kışında bir hayal gördük
Umudun ışığını yaktık ve bu ışık sönmedi
Yılgınlık çöllerinde bir hayal gördük
Yiğitlik ağacını diktik ve bu ağaç çiçeklendi
Tutsaklığın kışında bir hayal gördük
Uyku karını erittik ve isyanımız ırmaklaştı
Hayalimizi bir kuğu gibi bu ırmakta yüzdürdük
Hayal gerçek oldu, kış yaz oldu
Ve biz size özgürlüğü miras bıraktık
Ey özgürlük kuşakları
Hayal kuşaklarınızı unutmayın
Bizleri anımsayın
-Liam Mac Ulstin
Deniz, Mahir ve İbrahim’de simgeleşen 71 devrimci çıkışlarını mayalayan koşullar II. Dünya Savaşı’na dek uzanan bir arka plana sahiptir. II. Dünya Savaşı, faşizmin yenilgisi, sosyalizmin zaferiyle sonuçlandı. Doğu Avrupa’da demokratik-sosyalist rejimler kuruldu. Avrupa harap olmuştu. İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika vb. pek çok ülke ekonomik, politik yıkım içindeydi. Uzun süre savaşa seyirci kalan ABD (Amerika Birleşik Devletleri), savaşın sonuna dahil olmuş, kendini hem Avrupa’nın kurtarıcısı olarak göstermiş hem de Sovyetlerin ilerlemesini durdurmuştu. Savaşın bitimiyle birlikte ABD zaman yitirmeden ekonomik, diplomatik, askeri gücünü harekete geçirerek Avrupa’yı kendi güdümünde yeniden yapılandırmayı hedefledi. ABD’nin esas hedefi; darbe alan emperyalist bloğun boşluğunu doldurarak, dünyaya tek hegomonik güç olarak hükmetmekti. Bütün gücünü bu hegemonyal hedef için seferber etti. Ekim Devrimi’nden beri dünya iki kutupluydu ama II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni koşulları içeren iki kutuplu dünya ilişkileri oluştu. ABD, emperyalist-kapitalist sistemin temsilcisi rolünü oynadı. Ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerini doğrudan hedef tahtasına yerleştirdi. Sosyalist dünyayı kuşatma ve sosyalist devrimleri ezme stratejisi izledi. Bunun için açık ve gizli nice ittifaklar kurdu. Nice askeri, ekonomik, politik, örgüt-dernek vs. oluşturdu.
Sovyetler Birliği ise ABD’nin saldırısına karşı, sosyalist dünyanın merkezi haline geldi. ABD, emperyalist sistemin temsilcisi konumuna geldikçe, devrimci hareketler dünyanın her yerinde ABD karşıtı eylemlere yöneldiler. Bundan böyle ABD ve Sovyetler her ulusal ve sosyal kurtuluş hareketinde karşı karşıya geldi. Stratejiler, dünya ölçeğinde ele alınıyordu. Politik hamleler iki kutuplu dünya gerçeğine göre yapılıyordu.
II. Dünya Savaşı’nda sosyalizmin zafer kazanması, dünya halklarında büyük bir sempati, özgüven ve iradeleşmeye yol açtı. Sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist hareketler çığ gibi büyüdü. ABD yerli işbirlikçi rejimler eliyle dünyanın pek çok yerinde darbedeler tezgahladı ya da doğrudan savaşa katıldı. 20. yüzyılın sonuna dek sayısız darbe gerçekleştirildi.
Asya’da Çin Devrimi ve onun tetiklediği devrimci mücadele, Güney Amerika’da Küba Devrimi ve etkisiyle yayılan gerilla hareketleri, Afrika’da ulusal demokratik hareketler derken dünya devrimci başkaldırılar ve zaferlerle sarsılıyordu.
II. Dünya Savaşı’na dek başarı kazanan tek sosyalist strateji, Ekim Devrimi stratejisiydi fakat Sovyet Kızıl ordusunun yardımıyla zafer kazanan antifaşist devrimler ve Yugoslavya ile Arnavutluk’un partizan stratejisiyle başarıya ulaştırdığı sosyalist devrim, stratejik olarak bir enginlik kazandırmıştı. Ardından Mao’nun kırlardan şehirlere stratejisi, Küba Devrimi’nin izlediği yol, Afrika, Asya, Avrupa ve Güney Amerika’daki bu devrimci dalga yeni stratejiler ve mücadele biçimleri zenginliği oluşturdu. Dünya halkları bu yolu izleyerek kendi tarihlerini yazmaya ve yapmaya başladılar.
Çin ve Küba devrimleri dünya gençliğinin esin kaynağı haline geliyordu. Vietnam’ın Ho Chi Minh önderliğindeki kararlı ve haklı mücadelesi dünya halklarının vicdanında yer bulmakta gecikmedi. Cezayir ve Filistin’deki mücadele yürekleri harekete geçiriyordu. 50’li, 60’lı yıllar; halkların kendilerini bir şekilde sosyalizmle ve antiemperyalizmle ifadelendirdikleri zamanlardı fakat mücadele sadece dünyanın kırlarında yaşanmıyordu. Dünyanın kırlarında yakılan devrim ateşinin yarattığı sinerji, emperyalist merkezlerde de etkisini göstermekte gecikmiyordu. Dalga dalga yayılan devrimci coşku Amerika ve Avrupa’da da karşılık buldu. Karşılık bulmakla yetinmedi, toplumsal sorunlarla sarıp sarmalanan bir başkaldırı dönemini yarattılar. İşte “68”, bu koşullarda boy veren bir sıçrama anıdır.
Mao, Che, Ho Chi Minh gençliğin dilinde slogana dönüşüyordu. Afrika’daki kurtuluş mücadelelerinin liderleri ve Filistin mücadelesi aynı zamanlarda bayraklaşıyordu. 60’lı yılların ikinci yarısında Almanya, Fransa ve ABD’de kitleler ulusal kurtuluş hareketlerine sempatilerini açığa vuruyor, Vietnam’a destek eylemleri yapıyor, Cezayir’i selamlıyor, nice işçi grevi-fabrika işgali, nice öğrenci eylemi-üniversite işgali gerçekleştiriliyordu.
Kapitalist metropollerde savaş karşıtları, çevreciler, kadınlar, siyahlar hareketi, öğrenciler, işçiler, ırkçılık karşıtları, anarşistler, sosyalistler meydanlardadır. 68’de dünya halklarının kolektif vicdanı ve enternasyonalizm duygusu harekete geçmiştir. Dünyanın ezilenleri kendi dili ve rengiyle ortaya çıkmıştır. Adeta antikapitalist cephe fiilen kurulmuştur. İşçiler, köylüler, öğrenciler ve yeni toplumsal hareketler meydanlarda, barikatlarda ve dağlardadır. Toprak işgalleri, okul ve fabrika işgalleri, gerilla mücadeleleri, barikatlar, gösterilerle bir devrimci karnaval vardır.
68’in kendine özgü genel bir havası vardır. Bir tek olguyla açıklamak mümkün değildir. Her coğrafyada farklı, çeşitli, zengin talepleri olan ama özgürlük, eşitlik, dayanışma sloganları etrafında ortaklaşılan bir dönemdir. Dünya halkları kendini Çinli, Kübalı, Vietnamlı, Cezayirli, Filistinli görmektedir. 68 devrimci çıkışı bir dönemin ruh halini anlatır. Ülkeden ülkeye orijinal gelenekler, biçimler olsa da devrimi, sosyalizmi, özgürlüğü yeniden kurmak istenmektedir. Çoğu yerde bu talepler birleştirilip bütünleştirilmemiş bir senteze, strateji ve programa kavuşturulmamıştır. Sokağa çıkan kesimler taleplerini bir çatı altında buluşturamamışlardı. Dağınık, birbirlerinden yalıtık kaldılar. Postmodern bir savruluş buradan boyverdi. 68’de simgeleşen dönemi çerçevelemek kolay değildir. Çok şey anlatır, biz hala o dönemi yeterince anlamış değiliz. Çoğunlukla üzerine güzellemeler yapmakla meşgulüz. Oysa 68’den bize en büyük ders; solun eski-yeni sentezinin gerekliliğidir. 68 başkaldırısı kimi yerde doğrudan antikapitalist bir meydan okumaydı, kimi yerde de çevreden sistem karşıtlığı şeklinde gelişiyordu. Merkez-çevre, metropoller-kırlar fiilen ittifak kurmuştu. Bunun teorisi ise henüz oluşturulamadı! Emperyalist-kapitalist sisteme meydan okudular, efendilerin huzurunu kaçırdılar, hayal güçlerini kuşanarak rahatsız edici sorular sordular, kalıplara sığmadılar, şablonları sorguladılar, alışılmışın dışına çıkmaya çalıştılar, resmi ideolojileri sarstılar, sınırları-haritaları takmadılar, yeni bir dünya istediler, özgün düşünceler, savundular. Kimi radikal, kimi pasif, kimi reformist… Değişen tarihsel-toplumsal koşulların yankısıydılar ve az çok bunu biliyor, herkese de duyurmaya çalışıyorlardı. Önceki kuşaklarla çatıştılar, teori ve pratiklerini yeterli bulmadılar. 20. yüzyılın ve gelecek yüzyılların bütün önemli tartışmalarına yön verecek bir süreç başlattılar. Kapitalizme meydan okunuyordu ama resmi sosyalizmle de barışık değillerdi. Reel sosyalizm hayallerindeki özgürlük değildi. O nedenle “bütün iktidar hayal gücüne” diye haykırıyorlardı. Ama herkes aynı sonuçları çıkarmıyordu. 68 teorik sentezi yakalamış bir “ortak akıl”a sahip değildi. Tam da bu noktada Batı’daki 68 ile Asya, Afrika, Güney Amerika’daki hareketin farklılığını belirtmek gerek.
Daha Ekim Devrimi’nden itibaren sosyalist cephede teorik-politik tartışmalar boy vermişti. Sovyetlerde demokrasi sorunu vardı. Anarşistler düşman görülmüştü, Troçkistler tasfiye edilmişti. 35-36 yargılamalarının inandırıcılığı yoktu, zorla kolektifleştirme hareketi felaketle sonuçlanmıştı. “Devlet olmayan devlet”i kimse görmemişti, gayet de bürokratik, kaskatı bir devlet vardı. Büyük devlet şovenizmi vardı. Atom bombası yapmakla övünülüyor, başka ülkeler müdahaleler savunuluyor, kadın hareketi tasfiye ediliyordu. 1950’lerden sonra Doğu Almanya, Polonya, Maceristan ve Çekoslavakya’da halk başkaldırıyordu. Yugoslavya da “kızıl burjuvazi” yi öğrenciler eylemlerle protesto ediyor, Çin’de Kültür devrimi bürokrasiyi hedefliyordu. R. Luxemburg, Lukacs, Gramsci, Che, Mao, Ho Chi Minh vd. sosyalistler pek çok sorunu görmüş, tartışmış, uyarılarda bulunmuşlardı.
Dünya halkları sosyalizme yönelmişti ama resmi reel sosyalizmlerde de ciddi sorunlar vardı. İşte Batı’daki 68 kuşağı pek çok açıdan daha derinlere varan bir sorgulamayı yapmıştır. Bu nedenle dünyanın kırlarında boy veren “bizim 68” den ayrılan önemli yanlar taşır. Batı’daki 68, antikapitalist yönelimine resmi-reel sosyalizmi ve Batı’daki eski solun eleştirisini de ekliyordu.
Hedefi doğrudan antikapitalizm ve yeni bir özgürlüktü. Kapitalizmin çürütücü, nesneleştirici, metalaştırıcı yanını görüyor ve iliklerine dek yaşıyorlardı. Toplumdaki tüketim çılgınlığına teslim oluşu, yabancılaşmanın boyutlarını, ekolojik sorunları-betonlaşmayı, manevi yıkımı ve tinsel-ruhsal çöküşü derinden hissediyorlardı. Eski solun ikinci ve üçüncü dünyaya Avrupa merkezci yaklaşımı, kökleşmiş kibirli düşünce ve davranışını biliyorlardı. Irkçılığı, şovenizmi açıktan görüyorlardı. Burjuva demokrasisi denilen yerlerde gizli faşizmler olduğunu düşünüyorlardı. Reel sosyalist ülkelerdeki sorunların çözülmediğini, tersine sorunları yaratan reel sosyalizm olduğuna kanaat getiriyorlardı. Ortodoks Marksizmle özgürlüğün örtüşmeyeceğini pratikte gördüler. Sınıf analizlerinin indirgemecilik ürettiğine inandılar. Kimlikleriyle var olmanın yolunu seçtiler. Anarşist, feminist, ekolojist talepler belirlediler ve öyle hareket ettiler. Psikososyal analizlerde bulundular. Yeni toplumsal hareketler şekillendi. Yeni bir solun imkanıydı tüm bunlar. Lukacs, Gramsci, Frankfurt Okulu (Marcuse, Benjamin, Fromm vb.); Rich, Freud, Sartre ve Althusser gibi entelektüellerden yararlanarak yeni bir sosyalizm inşa etmenin yolunu aradılar. Mao’nun Kültür Devrimi’nden esinlendiler. Üçüncü dünyanın devrimleriyle dayanışmayı büyüttüler. 68, tarihin, toplumların, sorunların ve çözüm yollarının değiştiğine dair güçlü bir uyarıydı. Etik, estetik, değerlere yönelen, ekolojiyi kapsayan, hümanist, doğrudan demokrasiyi işleten, farklılıkları içselleştiren yeni bir sol ve sosyalizm hedefleniyordu. Tek boyutlu toplumun yıkıcılığı reddediliyordu. Bunların hepsi, 20. yüzyılda büyük değişimlere ihtiyaç duyulduğunun kanıtıdır ancak kapitalizme ve reel sosyalizme (eski sola) yapılan bu eleştiriler bütünsel bir yeniden yapılanmaya kavuşturulamadı. Parçalı olarak ifade edildi. Bu düşünsel ve pratik zenginlik kendini açığa vurduğu zaman diliminde yeterince anlaşılıp gerekli uyarıların farkına varılıp dersler çıkarılamadı. Elbette bu bütünselliği kurmak isteyen devrimciler de oldu. Batı Almanya’da RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) böyle bir örnektir. Her şeye rağmen Batı’nın 68 ruhu devrimci altüstlüklere, sosyalist toplumlara yol açmadı. Ama bugün hala 68’de ortaya çıkan ve aşılamayan yeni bir sol ve yeni bir sosyalizm arayışı devam etmektedir.
RAF, Avrupamerkezci solun ve reel sosyalizmin konfornizmine devrimci bir karşı koyuş olarak ortaya çıktı. Dünyanın kırlarındaki kurtuluş mücadelelerinden, Kültür Devrimi’nden etkilendi. Sosyalist aydınların teorik cephanesinden beslenen entelektüel bir hareketti. 1970’de yapısal kimliğine kavuşan RAF, Filistin Kurtuluş Hareketinin Ürdün’deki El Fetih kamplarında askeri eğitim aldı. Almanya’da eylemlere başladı. Çok kısa sürede eski solun sistemle olan işbirlikçi-teslimiyetçi tutumunu deşifre etti. Batı Almanya’nın gizli faşizminin ipliğini pazara çıkardı. Yeni bir stratejik hat önerdi ve bunu pratikte denedi. Askeri eylemlerle Avrupa’yı sarsmıştı.
RAF için devrimci cephe her yerdi. İşçilik yapmamış, sınıf indirgemeciliğine düşmemişti. Devrim, devrimcileşecek potansiyeli taşıyanlarla yapılırdı. Avrupa’yı etkileyen bu hareket, solun teslimiyetçilikten vazgeçmemesi ve RAF’ın öncü kadrolarının tutsak düşmesiyle darbeler aldı. Hareketin lideri-teorisyeni ve pratisyeni Ulrike Meinhof solcu bir profesörün evinde saklanıyordu ve solun korkaklığı profesörü de etkisine aldı ve o profesör Ulrike’yi ihbar etti. Hareketin lider kadroları cezaevlerinde, hücrelerde katledildiler. Hareket devam etse de eski gücünü yitirdi ve açtığı yol yarım kaldı. 1998’de, kuruluşunun üzerinden 28 yıl sonra varlıklarına son verdiklerini açıkladılar. Çıkışları-eleştirileri kadar, kendilerini feshetmeleri de ahlaki bir açıklamadır: “Kurtuluş yolunu gösteremediği” için!
RAF, 68’e bütünsel olarak torik-stratejik-pragmatik bir şekilde üretebilen, üretmeye çalışan istisnai bir yapıydı. Onun yenilgisi sadece ona ait değildir. 68’in devrimci yapılara bürünen, dünyanın değişik coğrafyalarındaki örneklerinin pek çoğu da benzer akıbetlerle karşılaştılar. Uzun süre varlığını sürdüren, kitleselleşen, ikili iktidar konumuna gelen nice hareketler bile yeni bir sol ve yeni bir sosyalizm perspektifi oluşturamadığı için tasfiye olmaktan kurtulamadı. Hala bu tasfiye girdabını aşmaya çalışan, 68 geleneğinden beslenen devrimci yapılar var. RAF, kapitalizmin merkezindeydi. Pasifistler, sisteme entegre olduğunu gizleyen sosyalistler, RAF’ın yenilgisini radikal mücadelenin olmazlığı ve sonucu olarak göstermeye çalıştılar. Devrimci zorun inkarına vararak ruhlarını rahatlatmaya çalıştılar. Oysa üçüncü dünyanın pek çok yerinde de yeni bir sol ihtiyacı hala acil bir sorundur. Dünyanın kırlarında ise 68 devrimciliği pek çok devrimci hareketin oluşumuna vesile oldu. Bu hareketler de eskiyle hesaplaşmak istiyordu fakat diğer yandan Çin, Küba, Vietnam vb. yerlerin etkisiyle kırlardan şehirlere stratejisini izliyorlardı. Pek çok ülkede bu devrimci hareketler ancak darbelerle engellenebildi. 1960-80 arası adeta darbeler dönemidir. Hangi strateji izlenirse izlensin genel olarak yenilgi dönemi oldu. Nikaragua dışında bir başarı gerçekleşmedi.
Bizim 68
Bir de “bizim 68”imiz var: O dönemi devrimci oluşumlarla taçlandıran Mahir, Deniz ve İbrahimlerle simgeleşen 71 devrimci kuşağımız var. 2. Dünya savaşından sonra özellikler 1950’lerden itibaren kırdan kentlere göç dalgası gelişir. Siyasi alanda CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) dönemi sona ermiş ve Menderes’in DP’si (Demokrat Parti) iktidardadır. ABD ilişkiler boyutlanmıştır. Kore savaşına asker gönderilmiş ve NATO’ya (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) giriş vizesi alınmıştır. ABD, Sovyetler Birliği sınırında bulunan Türkiye ile özel olarak ilgilenmiştir. Krediler açmış, askeri eğitimler vermiş, askeri teknoloji satmış, NATO bünyesinde yeni sömürgecilik ilişkisini perçinlemiştir. Avrupa’nın da yeni sömürgeci ilişkileri devam etmektedir. Menderes’in “Sovyetler ilişkisi” bahane gösterilerek, ordu içinde bir kesimin 1960’da darbe yapmasıyla DP dönemi sona erdirilmiştir. Fakat darbeden sonra gerek kırlarda gerek kentlerde toplumsal sorunlar kendini dışa vurmaya başlar. Bu dönemde kurulan TİP (Türkiye İşçi Partisi) kısa sürede büyük bir güce dönüştü. Seçimlerde Meclis’e 14 milletvekili göndermesi kayda değer bir olaydır. TİP içinde solun eski tüfekleriyle yeni kuşak devrimci gençlik buluşurlar. Anadolu gençliğiyle birlikte “doğu”nun gençliği de bu çatı altında örgütlenir ve etkili bir güce erişir. 60’lı yılların ortalarında Ankara ve İstanbul’da öğrenci gençliğin boykotları başlar. 68’de Dolmabahçe’de 6. Filo, devrimci gençlik tarafından denize dökülür. Bir yıl sonra ABD büyükelçisinin arabası ODTÜ’de yakılır. Gençlik eylemlerini işçi eylemleri izler. İşçi sınıfı var mıdır yok mudur tartışmaları yapılırken 1970’in 15-16 Haziran’ında büyük işçi eylemleri tarihe iz bırakır. Gençlik ve işçi sınıfı arasında bağ oluşur, “ordu gençlik el ele” sloganı “işçi gençlik el ele” sloganıyla yer değiştirir. Bu arada sosyalist hareket içinde “devrim stratejileri” tartışmaları revaçtadır. Sovyet ve Çin kutuplaşmasının yankıları Anadolu’da da karşılığını bulur. TİP’in ABA’cı (Aren, Boran, Aybar) çizgisi sosyalist devrimi savunmaktadır. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli ise demokratik devrim savunucularıdır. Küba, Vietnam, Çin devrimleri, Afrika’daki kurtuluş hareketleri devrimci gençliği çok etkilemiştir. Küba’da devrimin liderlerinden olan, Afrika’daki mazlumların kurtuluşuna katılan, Bolivya’da devrime yürürken ölümsüzleşen Che Guevara, gençliğin gözünde efsaneleşmiştir. Che’nin haykırdığı “iki üç daha fazla Vietnam” sloganı gençliğin dilindedir. Maoculuk (Uzun Yürüyüş, Kültür Devrimi) devrimci kuşağı etkisine alır. Ho Chi Minh örnek alınmaktadır. Filistin Kurtuluş Hareketi’nden coşku duyulmaktadır.
Türkiye’deki 68 de dünyalıdır, yerele sığmaz, enternasyonalizmin ruhunu taşır. İşte “bizim 68” bu ruhla 71 çıkışına yürür. Deniz, Mahir, İbrahimlerin öncülüğünde oluşan devrimci yapılar, ideolojik politik pratik kopuşlar gerçekleştirir. Bizim 68-71 kuşağı da eski sosyalist kuşağı eleştirdi, yetersiz buldu ve aşmaya çalıştı. Çok genç yaşlarda Marksizm bütünlüğü içinde dünya ve Türkiye üzerine analizler yaptılar ve teoriler ürettiler. O dönemde sular seller gibi teori üreten Hikmet Kıvılcımlı’yı, Yunanistan’da partizan savaşına katıldığı için Mihri Belli’yi, TİP gibi geniş halk yığınlarını örgütlemiş, sendikal gelenekleri güçlü olan, sınıf çalışmasında nasırlaşmış parti kadrolarını ve Aren-Boran-Aybar gibi liderleri yetiştirerek aşma cesaretini ve gücünü gösterdiler. Yani öğrenciler, öğretmenlerini aşıyor, belli ölçülerde kopuşuyorlar. Eski tüfeklerin stratejilerini, örgütlerini, mücadele biçimlerini eleştirerek yeni bir yol açıyorlar. Çin’in, Küba’nın ve Vietnam’ın kırlarından şehirlere stratejisini kabul ediyorlar. Eski solu pasifist, legalist ve reformist bularak, radikal yollara yöneldiler. O güne kadar eski solun denemediği “devrimci zor”u temel aldılar. Kırlardan şehirlere stratejisine uygun olarak köylülüğü esas güç şeklinde stratejinin temeline yerleştirdiler. İşçi sınıfını ve şehirleri tali gördüler, işçi sınıfına ideolojik öncü sınıfını biçtiler. Kıvılcımlı ve Belli’nin savunduğu Demokratik Devrim çizgisini seçtiler ya da doğru buldular. Tabii bu genel manada böyledir, yoksa Denizler, Mahirler, İbrahimler eski kuşaklarla pek çok konuda farklı bakış açılarına sahiplerdi.
Emperyalist metropollerdeki 68 ile kıyaslandığında -ve RAF ile karşılaştırıldığında- “bizim 68” reel sosyalizm çizgisine daha yakındır. Genel olarak taşıdıkları ruh hali, soludukları hava yeni bir sol çıkış olsa da reel sosyalizmi aşamazlar. Ama Türkiye solu içinde yeni bir yol açtıkları, devrimci kopuş gerçekleştirdikleri tartışılmazdır. Emperyalist merkezlerdeki 68 devrimciliği kapitalizmin “son aşaması”nın bütün çürümüşlüğü ve krizini görmekte, yaşamakta ve yeni bir sosyalizm arayışını buradan üretmeye çalışmaktadır. Doğrudan antikapitalist manifesto arayışıdır. Oysa bizim 68-71 devrimciliği ulusal sorun, Kemalizmin karakteri, köylülük konusu, sınıf meselesi, kırlar-şehirler tartışması, devrimin karakteri sorunu vb. şeyleri tartışmaktadır. Biz “yol, su, elektrik” derken, yarı feodal ilişkilerden bahsederken, yarı sömürge, yeni sömürge tartışması yaparken, Batı’da manevi çöküş, fetişizm, yabancılaşma, özlem ve ütopyaların tüketim toplumuna yenik düşmesi, tek boyutlu toplumda geleceğin kaybolması ve buradan feminist, ekolojist, anarşizan ahlaki ve hümanist bir antikapitalist uygarlık üretilmeye çalışılıyor. Reel sosyalizmin ve Batı’daki solun sosyal demokratlaşması da devrimciliği ve yeni özgürlükçü bir sosyalizmi dayatıyor. Bu açıdan bakınca 71 kuşağı reel sosyalizm kutuplaşması içinde taraf tutmaktadır. Düşünceleri ve pratikleri tutarlıydı. Kararlılıklarından kuşku duyulamazdı. Söylediklerine alken ve kalben inanmış “pınar suyu kadar temiz devrimciler”dir. Yeterli hazırlıkları yoktu ama bekleyecek vakit de yoktu. Hayallerinin peşine düştüler. Hayalperest oldukları kesindir ama o hayalleri somutlaştırmak, doğru bildiklerini gerçekleştirmek için boylu boyunca pratikçi oldukları da kesindir.
12 Mart Darbesi, bu çıkışın önünü kesti ve devrimci hareketin öncüleri katledildiler. Destansı mücadeleler ile ölümün üzerine yürüyerek dağlardan, zindanlardan ve darağaçlarından geçtiler. Öncülerin imha edilmesi mücadeleyi durdurmaya yetmedi. Mahirler, Denizler ve İbrahimler halkın vicdanında yerlerini aldılar, adları slogan haline geldi ve mücadele bayraklarına dönüştüler. Sonraki kuşaklar Mahirci, Denizci ve İbrahimci geleneklerin sürdürücüleri oldular. Toplumda devrimci mücadele güçlenerek sürdü. Mücadelenin büyümesine rağmen devrimci harekette bölünmeler başladı. Derleyici, toplayıcı liderlikler olmayınca, bölünmeler sonuç oldu. Bölünmeler zayıflık doğursa da, halk hareketi büyüdü. Kentlerde ve kırlarda emekçilerin ve gençliğin mücadelesi yükseldikçe egemen sınıflar yeniden darbe arayışına girdiler. 12 Eylül Darbesi bu koşullarda gerçekleştirildi. Devrimci hareket bütün gelenekleriyle ağır bir yenilgi aldı. Büyük bir tasfiyecilik içine girdi. Yeniden ayağa kalkma ve iradeleşmek için geleneklerine tutunmaktan başka çare yoktu. Ama 71 ve 80 darbeleriyle yaşanan yenilginin sağlam bir analizi ve özeleştirisi yapılmadı. Ne 68 kuşağından geriye kalanlar ne de 78 kuşağı bu büyük görevi yerine getirmedi. Teorik-pratik ve örgütsel hesaplaşmayı yapmadı. 71 devrimciliği geçmişi çok cesurca eleştirmiş, yepyeni bir yol açmıştı. 80 sonrası böyle bir eleştiriyi 71’e ve sonrasına yapmak gerekirdi. Ama geleneksel bilinç içinde farklı düşünmek zordur. Üstelik 12 Eylül darbesinden daha da ağır bir sorunla karşı karşıya kalındı. Reel sosyalizm 89’dan başlayarak bir domino etkisi gibi ard arda yıkıldı. 12 Eylül’ün tasfiyeci dalgası bu yıkılışlarla daha da büyüdü ve adeta kaçkınlığa “meşru” kılıf bulundu. Dünya devrimci hareketini artık reel düzeyde sorunlar değil, evrensel düzeyde teorik-politik sorunlar beklemekteydi. Böylesine devasa bir sorunla kısa sürede baş etmek mümkün değildi ama o günlerden bugünlere gelen sürece baktığımızda sosyalist hareketin sorumluluğunu yerine getirmediğini net olarak görüyoruz. Tam da böyle bir süreç yaşanırken 80 sonrası kuşak geldi. 87-90 dönemi yeni bir devrimci kıpırdanış ve yeni bir dalga oldu. Bu yeni kuşak, daha Marksizm ‘i, Leninizm’i, Sosyalizm’i öğrenemeden reel sosyalizmin çöküşünü izledi. Diğer yandan “denenmemiş yol” kalmadığından (legal-illegal, kır-şehir) yeni kuşak yeni bir yol başlatacak durumda da değildi. Teorik ve pratik birikimi de el vermiyordu. Kimi cılız atakları da 68-78 kuşaklarının pratiği ve teorisi karşısında çaresiz kalıyordu. Sonuç olarak özeleştirisi yapılmamış bir süreç olduğu gibi durmaktadır. Marksizmin sorunları ve 20. yüzyıl sosyalizminin temel problemleri de yeterince ele alınmamıştır. Böylece 68-71, 78 ve 88 kuşağı hep birlikte tasfiyeciliğin önüne geçecek yeni bir sol, yeni bir sosyalizm perspektifi üretmeyerek yaşananların sorumluluğunu taşıyamamıştır. Görev, bugün mevcut solun ve mevcut kuşakların önüne gelmiştir.
Tekrar 71 devrimciliğine dönersek toplum analizleri, ulusal sorun, Kemalizm, iktidar, devrimin karakteri, sosyalizm perspektifleri, örgüt anlayışları, stratejileri ve diğer konular ile ilgili yazıp söyledikleri çokça tartışıldı. Eski kuşakları aştıkları doğrudur ama bazı açıdan onlardan geride kaldıkları da oldu. Bugünün devrimcileri, 71 kuşağını değerlendirirken, onların henüz 20’li yaşların başında olduklarını unutmamalıdırlar!
Deniz, Mahir ve İbrahimler, o teorik belirlemeleri, stratejik yol haritalarını yazdıklarında, savunduklarında henüz 20’li yaşların başındaydılar. Çok genç yaşlarda büyük bir sorumluluk ve ciddiyet taşıyorlardı. Geniş bir ufka sahiplerdi. Dünyayı analiz ediyor, Marksizmi tartışıyor, devrim stratejileri ve mücadele biçimleri formüle ediyorlar. Bunlar azımsanacak şeyler değildir. Bugünün devrimci kuşakları kendini 71 kuşağının bu yanıyla kıyaslamalıdır. 71 kuşağı Mustafa Suphi’leri, Şefik Hüsnü’yü, Hikemt Kıvılcım’lıyı, Mihri Belli’yi, TİP’çi Aren-Boran-Aybar gibi yaşlı kuşakları eleştirip aşmaya çalışıyordu. Öyle sosyalist mahalle baskısına boyun eğerek eski tüfeklerle uzlaşmıyordu. Sorunları cesurca ortaya koyuyor, çözüm yolu öneriyor, eskiyi bırakıyor ve doğru bildiğini hayata geçirmek için denenmemiş yolları deniyordu. Pratiğe sıfırdan başladılar. Büyük bedeller ödeyerek devrimi pratikte öğrendiler. 71 kuşağı farklı yapılar kursa bile ortak ruhla ölümü de paylaşmıştır fakat onlara “yanlış” diyenler, bugün kendi doğruları için riski bile göze almıyorlarsa devrimciliği hak etmiyorlardır.
Bugünkü devrimcilerin ve devrimci kuşağın önünde 71 devrimciliğini aşmak duruyor. 71 kuşağı teori yaparken, pratiğe çıkarken, eski solu aşmak için ne kadar tutarlı davrandıysa, bugünün devrimci kuşakları da aynı ölçüyü esas alıp yüzyılı aşkın sol geleneğin eleştirisine yönelmelidir. Değişen toplumsal koşulları, çöken reel sosyalizmi, Marksizm’in zaaflarını iyi okumak, hesaplaşmak, öz eleştiri yapmak ve bütünsel bir devrimci yapılanmayı gerçekleştirmek görevi orta yerde durmaktadır. Bu analizleri yapan çoğu eski Marksist devrimciliğe elveda diyerek sosyal demokratlaşma çizgisine taşınmıştır. Mahir, Deniz ve İbrahim geleneğinden gelip, kırlardan şehirlere stratejisini savunup devrimci zoru uygulayan büyük bir kesim yaptıkları “özeleştirilerle” özlerine veda ettiler. Değişen koşulları ve yaşanan yenilgi süreçlerini kendi kaçışlarına bahane yaptılar ve hala bunu yapmaya devam ediyorlar.
21. yüzyılın gerçekliğinde elbette 20. yüzyıl stratejileriyle yol alınamaz. Reel sosyalizm perspektifiyle de özgürlük yaratılamaz. Stratejiler, programlar mücadele biçimleri değişebilir ve değişmelidir de. Bize düşen görev devrimci yolları rafa kaldıran yaklaşımları kendi dünyamızdan defetmektir. Bu anlamıyla 71 devrimciliğinin hayal gücün, inancına, enternasyonal ruhuna, dünyalı ufkuna, cesur yüreğine sahip çıkarak onların doğrularını alıp, yeni doğrularla büyüterek, yanlışlarını eleyerek, eksiklerini tamamlayarak yolumuza devam etmekdir.
Bugün dergi radikalizmi, internet yiğitliği devrimciliğe musallat olmuştur. Sokağı örgütlemeyen devrimcilik yozlaşmaktır. Oturduğu yerden kalemşorluk yapan, iki yazıyla sola nizam verdiğini düşünen allameler var. Devrimci pratik nedir bilmeyenler legalizmin bataklığında devrimler yapmaktadırlar. 71 kuşağı nettir, berraktır ve tepeden tırnağa devrimcidir. Bugün ise ortam flulaşmıştır. Durum, şu üç olguyu aynı anda gösteriyor: Devrimciler, devrimci geçinenler, devrimcilikten geçinenler!
Devrimciler yeterli sorumluluk sahibi olamazlarsa, pratiği öremezlerse herkes birbirine benzeyecektir!
Kimi yaşarken cenaze olur, kimi de yattığı yerden devrimi örgütler: Mahir, Deniz ve İbrahim…