Tarih sınıflı toplumların mücadele tarihiyse, sıfır noktasında erkek egemenliğine karşı ayak direyen kadının mücadelesini görürüz. Mitolojik öykülerde bile yansımasını bulan bir savaşımdır bu. Sınıf mücadeleleri tarihinin ilk isyancısıdır kadın.
Sınıflı toplumlar tarihinin ilk oluşum süreci, aynı zamanda, ilksel komünal toplumlardan sınıflı toplumlara geçiş sürecidir. Bu tarihsel evrenin başlangıç noktasında, kadının üretim alanındaki rolünün ikincilleştiren toplumsal iş bölümü vardır. İlk ezilen, yok sayılan, ikincilleştirilen sınıftır kadın. Bu anlamda sınıflaşması, sınıflı toplumlara geçiş ile kadının aileye/eve hapsedilmesi, erkek egemenliğinin oluşumu zamandaştır. Ve her toplumsal üretim biçimiyle birlikte, bu ezme-ezilme ilişkisi dönüşmüş olarak varlığını sürdürür.
Kapitalist sistem ise, kadın üzerinde ezme-ezilme ilişkisinin yanı sıra sömürü ilişkisini de tesis eder. Kadının emeği, bedeni ve cinsel kimliğinin kontrolünü sağlamanın en köklü kurumu olan aile kurumunu, yeniden restore ederek korur. Erkek/devlet şiddeti de, kadını bu tahakküm ve sömürü ilişkisi içinde tutmak ve itaate zorlamak içindir.
Neoliberalizmle birlikte, ekonomik, siyasal, sosyal, fiziki, psikolojik her anlamda; kadının evde, iş yerinde, sokakta karşı karşıya kaldığı baskı ve şiddet, bu sömürü ilişkisi nedeniyle daha da derinleşti. Patriyarkal kapitalist sistemin kök hücresi olarak aile kurumu, bugün neoliberal sermaye birikim rejimi için temel bir role sahiptir. Yine dışarıda kadına uygulanan her şiddet ve saldırı aslında aile kurumu ve hukuğunun dışına doğru adım atmaya çalışan kadına ibreti alem olsun diye uygulanan şiddet ve saldırıdır.
Çelişkinin olduğu kadar mücadele dinamiğinin de beslendiği damar
Patriyarkal kapitalist sistemi anlamak ve ona karşı güçlü bir savaşım vermek için tarihsel, toplumsal ve sınıfsal temeli ve çelişkiyi kısaca irdelemeliyiz. Tarihselliğini, aslında kapitalizme geçişte “ilk günah”[1] olarak ifade edebileceğimiz ilksel birikim süreci ile birlikte açıklayabiliriz. Cadı avları kapitalizmin şafağında başlar ve kapitalist üretim tarzının yerleşikleşmesine kadar sürer. Bu yıllar toprak çitleme yoluyla başlayan ilksel birikimin kanlı geçididir adeta. İlksel birikimin temel koşulu insanları geçim ve üretim araçlarından kopartmaktır. Ancak bu yetmez, gaspedilen bu geçim ve üretim araçlarının diğer tarafta sermaye birikimini oluşturması; yine toprağından, üretim araçlarından kopartılan üreticilerin de emek gücünü satmaktan başka umarının kalmaması gerekiyor. Kadınlar söz konusu olduğunda ise bu süreç şu şekilde gelişir: Hem üretim araçlarından koparılma ve üretim bilgisini kullanmaktan men edilme söz konusudur hem de cinselliği ve toplumsal yeniden üretimdeki rolleri üzerindeki kontrol ve denetimini yitirmesi. Erkek egemenliğinin kapitalizmin şafağındaki tezahürüne baktığımızda şunu görürüz; kadın, -emek gücünün toplumsal yeniden üretimini sağlayacak şekilde- bir nevi emeği ve cinselliği ile birlikte adeta bir üretim aracı derekesine düşürülmüştür. Ve bu rolünü, sonsuz bir itaat içerisinde yerine getirmesini koşullayacak baskı, zor ve tahakküm ilişkileri en ağır şekilde oluşturulmuştur. Cadı avlarında vücut bulan ise bu konumlanışa itiraz edenlerin bastırılması, yok edilmesidir.
Kadının görünmeyen emeği, ilksel birikimin sürdürülmesinin bir ayağı olarak kapitalist sistemin sonsuz ihtiyacının bir ürünüdür. “Bir cadının içli geçmiş zamanında”yızdır belki de.[2] Kapitalizmin şafağında, 16 yüzyılla başlayan ve izleri tarihsel belleğimizde capcanlı olan (hala Afrika kıtasında yer yer yaşanabilen) cadı avları ile birlikte kadının uçarılığı kontrol altına alınmış, kendisini özgürce gerçekleştirebileceği tüm yeti ve yetenekleri yasaklanmış, üzerine binip göklerde süzüldüğü süpürgesi paramparça edilip ateşe atılmıştır. Bugün kadınlar yine süpürgeli, ama elektrikli olanından. Özgürlük metaforu olan cadı süpürgesinin yerini alan elektrik süpürge ise, patriyarkal kapitalist sistemde ev köleliğinin, kadının ikincilliğinin adeta nişanesi, modern köleliğinin imgesidir.
Erkek egemenliği ve heteroseksizm, sömürgeci faşist devletin, patriyarkal kapitalist sistemin genetik kodlarından biridir. Cinsel çelişki, patriyarkal kapitalist sistemin toplumsallaştırdığı bir çelişkidir. Toplumsallaşmış çelişkiyi, kadının farklı ezme-ezilme ilişkileri ile de harmanlanmış olarak varoluşunda aramak gerekiyor. Bunu ezilen cinsin, aynı zamanda farklı tahakküm ilişkileriyle birleşen ezilmişliği olarak da değerlendirebiliriz. Bir Kürt kadının ezilmişliği, ulusal ve cinsel ezilmişliğin aritmetik toplamı değildir. Bu bir bileşkedir. Kapitalist sistem etnik-ulusal, dinsel-mezhepsel ve birçok sorun ve çelişki bağlamında açığa çıkan toplumsal çelişkileri var etmeksizin, sömürü ilişkisini derinleştiremez, sınıfsal karşıtlık ve çelişkiyi perdeleyemez. Tam da bu yüzden, tıpkı heteroseksizm ve cinsiyet ayrımcılığı, erkek egemenliği gibi ırkçılık, milliyetçilik, dinci-gericilik vb de bu sisteme içkindir. Kadın özgürlük mücadelesi, kapitalist sistem ve burjuva-faşist devletler tarafından yaratılan ezilmişliklerin her birisini görerek; tüm ezilen, ikincilleştirilen kimlik ve aidiyetlerle ilişkiselliği örerek ilerleyecektir. Türk-Sünni kökenli bir kadın için, ulusal ve dinsel kimliği bir çelişki oluşturmaz. Ancak o, kadın olarak ezilmişliğiyle aynı kök hücreye sahip tüm ezilmişlikleri, tüm baskı ve tahakküm ilişkilerini mücadele konusu haline getirmeksizin özgürleşemez. Bu, Kürt kadınlarla ve ezilen Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle, mezhebinden dolayı ötekileştirilen Alevi kadınlarla, heteroseksist patriyarkal kapitalist sistem tarafından yok sayılan, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi nedeniyle bu dünyada kendi olarak var olmak için çoğu zaman ölümüne “varız, buradayız, alışın” diyen LGBTİ+larla bir ve aynı kavgayı yürüttüğümüzün bilincidir, ki kadın özgürlük mücadelesi bunsuz olamaz. Patriyarkal kapitalist sistemde cins çelişkisinin ve mücadelesinin toplumsal ayağını bu oluşturur.
Sınıfsallığı ise ezme-ezilme ilişkisinin yanı sıra kapitalizmin oluşumuyla eş zamanlı gelişen sömürü ilişkisini belirginleştirdiğimizde kavrayabiliriz. Marx, kadın ve çocuk işçilerin artı değer sömürüsünün doğrudan üreticisi olarak dehşet koşullarda, erkek işçilerden çok daha ağır koşullarda nasıl çalıştırıldıklarını anlatır. Diğer yandan kadınların üretime çekilmesiyle burjuvazinin erkek işçilerin ücretlerini nasıl baskıladığını, bunun hem kadın hem de erkek işçi için nasıl dayanılmaz bir sömürü ve sefalete yol açtığını serimler. Kapital’in birinci cildinde, kadın ve çocuk emeğinin nasıl azgınca sömürüldüğünü, adeta insanlıktan çıkartıldığını okuruz. Bu, bir boyutuyla kadın sorununun kapitalizmle birlikte geçirdiği dönüşümü anlamamızı sağlasa da, kadın emeği bağlamında, kapitalizme içkin olan sömürü çarkını bir bütün olarak anlamamıza yetmez. Sorunu, Marx’ın bıraktığı yerden -yeniden üretiminin kapitalist sömürü ve sermaye birikimindeki rolüyle birlikte- ele alarak ilerlemeliyiz.
Marx, genel anlamda artı değer sömürüsünün oluşumunu, dar bir döngüsel hareket olarak kavramaz. Onun diyalektik kavrayışında, artı değer sömürüsünü salt meta üretim sürecine daraltan bir yaklaşım bulamayız. Meta üretim ve dolaşımını, artı değerin gerçekleşme süreci olarak, sarmal bir döngü içerisinde kavrar. Bu yaklaşım, düne kadar -ki hala salt meta üretimine daraltılan sınıf analizleriyle karşılaşırız- sınıf analizini dar kavrayanların dışarıda bıraktığı ve kadınların ağırlıkta olduğu hizmet sektöründeki işçileri, sınıfın bir bölüğü olarak ele almamızı sağlar. Ancak bu da, kadın sorunu ve çelişkisinin sınıfsal yönünü kavramamıza ve çelişkiyi aynı zamanda buradan da derinleştirecek politik bir hat oluşturmamız için yetmez. Olsa olsa meta üretiminde doğrudan rol alan kadın işçilerin dışındaki çalışan kadınları de sınıfa dahil etmemizi sağlar. Ama kadın işçilerin sömürü koşullarına etkide bulunan, çalışma alanında cinsiyetçi politika ve uygulamalarla karşı karşıya kalmalarını sağlayan yeniden üretim süreci hala sis perdesi arkasındadır. Oysa bizim sorunun sınıfsal özünü ve mücadele dinamiklerini kavramak için, Marx’ın diyalektiğini, Marx’ın bıraktığı yerden işletmeye devam etmemiz gerekiyor. Ancak bu bakış açısıyla hareket ettiğimizde sömürü ilişkilerini ve sınıf tanımını, yeniden üretim sürecini de içerimine alarak yapabilir ve böylece kadın sorununu sınıfsal temeliyle birlikte kavrayabiliriz.
Marx, kadınları ömür boyu bakım emeği sunmakla ev kölesi (ve erkeğin zevk kölesi) haline getiren, böylece burjuvazinin emek gücünün değerini baskılamasını koşullayan ve artı değer sömürüsünü büyüten düzeneğini ne sınıf analizine ne de artı değer teorisine dahil etti. Bu bir eksikliktir. Ve o dönemin koşulları, kadın mücadelesi vb. ile açıklayacabileceğimiz bir şey de değildir. Bugün işçi olarak çalıştığında bile emeğin yeniden üretimini gerçekleştiren, kapitalist sömürü çarkına her gün, her saat ücretli köleleri hazırlayan kadınların, sermaye birikim sürecindeki yerini görmeli, bunu, sınıfsal/cinsel çelişki ve çatışmaların konusu olarak ele almalıyız. Bu, sınıfsal ve cinsel tahakküm ve sömürü ilişkilerinin birbirine eklemlenmesi değildir. Yarının cins ayrımsız dünyasını kurabilmek için bugün doğrudan sınıf siyasetinin cinsiyetlendirilmesi, kadın eksenli örgütlenmesidir. Ha keza yeniden üretimin yüklenicisi olmakla artı değer üretiminin ve sömürüsünün bir parçası olan kadının (kadının görünmeyen emeğini görünür kılma mücadelesiyle birlikte sınıfın bir bölüğü haline gelmesidir) doğrudan cinsel ve sınıfsal çelişkiler temelinde, patriyarkal kapitalist sisteme karşı mücadele etmesidir. Kadının -işçi veya ev işçisi fark etmez- burjuvaziye ve patriyarkaya karşı savaşımı bir bütündür. Patriyarka sadece evde, özel alanda değil her yerdedir.
İkili sistem kuramının savunan feministlere göre -ki buna sosyalist feministler de dahildir-, kadın mücadelesiyle sınıfı mücadelesi kesişimseldir. [3] Bu, dayanışma temelinde bir ilişkiyi imler. Oysa kadının toplumsal yeniden üretimdeki rolü nedeniyle sömürüldüğünü ve görünmez emeğini görünürleştirecek bir mücadele yürütmek, buradaki emek sömürüsünü çıplaklaştırmak gerekmektedir. Bunu yapabildiğimiz oranda kadının cinsel ve sınıfsal çelişkileri temelinde toplumsallaşan proletaryanın bir bölüğü olarak örgütleyebiliriz. Sınıf mücadelesi aynı zamanda cinsel baskı ve sömürüye karşı mücadeleyi de kapsamalıdır. Diğer türlü yürütülecek bir mücadele, toplumsal kurtuluşu ve özgürleşmeyi gerçekleştiremez.
Cinsiyetçiliğin ve heteroseksizmin varlık koşulu olan ailenin rolü
Emek gücünün değeri, işçinin yaşamını idame ettirmesi ve ertesi günkü mesaisine hazırlanması için gerekli geçimlik araç ve maddi koşulların değeriyle ölçülür. Bu geçim araçlarının bir kısmının doğrudan üreticisi veya sağlayıcı, maddi koşulların oluşturucusu ise ailede bakım emeğini sağlayan kadındır. Kadın, aile cenderesine alınıp görünmez emeğiyle toplumsal yeniden üretimin yüklenicisi olduğunda ve bu, adeta bir doğa yasası gibi kabul edildiğinde, burjuvazi emek gücünün değerini alabildiğine bastırma ve artı değer sömürüsünü büyütme imkanına sahip olur.
Kadın, isterse ücretli işçi olarak üretim alanına çekilmiş olsun aile kurumu ile emeğin yeniden üretim sürecinin aktif bir bileşeni olarak tutulur. Kapitalist sistemin vazgeçilmezi olan bu sömürü çarkı, hane içinde erkek dolayımıyla örgütlenen bir süreçtir. Bu dolayımlılık, öyle kolay vazgeçilebilecek bir yön olarak da ele alınamaz. Bilinen bir hikayedir: Emperyalist tekelci burjuvazi sömürge ülkelerden edindiği zenginliğin çok küçük de olsa bir bölümünü kendi ülkesinde gelişen sınıfsal çelişkiyi yumuşatmak ve sınıf hareketini zayıflatmak için işçi ve emekçilerle paylaşır. Burjuvazi, sınıfın bir kesimini böylece bu pay dolayımıyla emperyalist yayılmacı siyasetine yedeklemiş olur. Emperyalizm teorisine Lenin’in özgün katkılarından biri, emperyalist ülkelerde işçi sınıfı içerisinde gelişen işçi aristokrasisi ve sınıf işbirlikçiliğinin emperyalizmle bağını kurmasıdır.
Nasıl ki emperyalist ülkelerde işçi sınıfı, sömürge ülkelerin tüm zenginliklerini gasp eden burjuvazisi tarafından, bu zenginliklerin küçük bir bölümü ile sersemletildi, ırkçılık ve şovenizmle zehirlendiyse; sınıf kardeşi kadınlardan daha çok ücret almak, aile içinde hizmetkarı (gerektiğinde zevk kölesi) olan bir insana “sahip” olmak, özelinden kamusalına yaşamın her alanında kadına karşı erk sahibi olmak, erkek işçileri de zehirliyor, onları patriyarkal kapitalist sisteme yedekliyor. Erkek işçinin kadın üzerinde kurduğu tahakküm ilişkisi, ücretli kölelik zincirinin yanı sıra onun ayağına sımsıkı takılı bir prangadır. Erkek işçi, boynundaki ücretli kölelik ilmeğini kesip atmak istiyorsa, kendisini patriyarkal kapitalizme yedekleyen, onu “evdeki burjuva” olarak, kanını emen burjuvaziyle kardeşlik köprüsünde buluşturan cinsiyetçilikle savaşmalı, özcesi patriyarkal kapitalist sistemin ayrıcalıklarından nemalanarak oluşturduğu kimliğini parçalayıp atmalıdır.[4] Nasıl ki şovenizm işçi sınıfının ve emekçi halkların sırtına saplanmış bir hançer ise cinsiyetçilik ve heteroseksizm de insanlığın sırtına saplanmış bir hançerdir.
Kadın sorununun sınıfsal boyutunu açığa çıkarmak, hane içinde bakım emeğini yüklenmiş kadının antikapitalist mücadelenin doğrudan öznesi olarak kendisini inşa etmesinin maddi somut koşullarını oluşturur. Kadın, devrimin öncüsü sınıfın, her anlamda zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan en ileri bölüğüdür.
Patriyarkal kapitalist sistem, hane içindeki sömürünün ve bu sömürü çarkının devamını sağlayan, bu anlamda gerektiğinde zoru da devreye sokarak kadını ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum etmenin aracı olan aile kurumunun koruyucusu, kollayıcısıdır. Kapitalizmde aile kurumu, kadın-erkek ilişkisini salt bir ezme-ezilme ilişkisi olarak değil; doğrudan hane içinde erkek dolayımıyla örgütlenen bir sömürü ilişkisi olarak örgütler. Bu da kapitalist sistem için aile kurumunu vazgeçilmez; bizim için ise hedef haline getirmektedir.
Kurban değil toplumsal cinsiyet rejimine itiraz eden kadınlar
Kapitalizmin oluşum sürecinde, ilksel birikimle topraklarına el konulan, yoksullaştırılan, geçimlik üretim yapamaz hale getirilenlerin bu koşullara isyanı eksik olmamıştı. Onlar yeni duruma geçmeye ayak direyerek, hatta emek disiplinin dışında hareket etmekle henüz toplumsallığın görece güçlü olduğu, ortaklaşmacılığın var olduğu dönem ve koşullara özlemi harlıyorlardı. Dilenciler, berduşlar, en alttakiler, emek disiplinine gelemeyenler, eski toplumsal ilişki ve yapının içerisinde gelişen ritüelleri koruyanlar ve yeni gelişmekte olan üretim tarzının gereklerine ayak direyen “cadılar” alabildiğine büyük bir şiddetle bastırıldı, bir daha başlarını kaldıramaz hale getirildiler.
Silvia Federici, “cadılar yalnızca kurban değil, yoksullaştırılmaya ve toplumdan dışlanmaya direnen kadınlardı” [5]der. Yoksullaştırılmaya, ötekileştirilmeye, yanı sıra yeniden üretim sürecinde oynamak zorunda oldukları role itiraz eden kadınlar; emekleri, kimlikleri ve cinsellikleri üzerinde hiçbir tasarrufları olsun istemeyen dünyaya itiraz ettiler. Kıta Avrupasında nerede eşitlikçi bir köylü isyanı varsa kadınlar orada en önde yer aldılar. Eşitlikçi bir dünya için mücadele ettiler. Bugün de şiddete uğrayan kadınlar sadece mağdur değil mevcut toplumsal cinsiyet rejimine karşı henüz sezgisel de olsa itiraz eden, başkaldıran kadınlardır. Kadın mücadelesi bir çelişki kavrayışından kaynağını alır. Bugün yükselen kadın hareketi, çelişkinin derinliği ve artık sürdürülemezliğinin bir sonucudur. Artan onca kadın cinayeti, şiddet, mevcut haliyle örgütlenemeyen rıza üretiminin çıplak zor ve ölüm tehdidi ile yeniden tesis edilmek istenmesinden başka bir şey değildir.
Erkek/devlet şiddeti, patriyarkal kapitalist sistemin oluşumunda kurucu bir rol oynamıştır. Ancak bu olmuş bitmiş bir süreç, kapanmış bir defter değildir. Sistem, kan ve vahşetle, cadı avlarıyla, yoksulluk ve sefaletle kuruldu. Bugün de güncellenmiş, dönemin koşullarına göre modifiye edilmiş olarak cinsel, fiziksel, psikolojik, ekonomik, politik şiddetle korunup kollanmaktadır. Kadının isyanı bunadır. Taciz ve tecavüzün, cinsel saldırının, kadın cinayetlerinin, ezcümle kadına yönelik her türlü şiddetin bunca artmış olmasının bir nedeni de, kadınların kendilerine biçilen hayatı, özelinden geneline her alandaki rollerini sorgulamaları ve reddetmeleridir. Artık çizilen bu sınırlara sığmıyor kadınların özlemleri, arayışları, hayattaki varoluşları… Bu yüzden statükoyu parçalıyor, kendilerine bahşedilen hayatı reddediyor, kendi hayatlarını istiyorlar. Dün baskı, kan ve vahşetle kurulmakta olanı -kapitalist üretim ilişkilerini- engellemek, bugün kurulu düzeni yıkmak ve gök kubbenin altında hakları olanı almak, yeni bir dünya kurmak için ayağa kalkıyor kadınlar.
8 Mart’ın tarihsel ve güncel anlamı
Sınıfsal ve cinsel çelişki ve çatışmaların iç içeliğinden bahsettiğimiz an, ezme-ezilme ilişkisinin yanı sıra sömürü ilişkisinin varlığını da ifade etmiş oluruz. Kadın özgürlük mücadelesinin dayanacağı aks budur. Bu ele alış, burjuva kadınla ayrışma ve kesişme noktamızı da belirginleştirir. Elbette bu kesişme, bir emekçi kadınla burjuva kadının ezilmişliğinin aynı olduğu anlamına gelmez. Ancak, erkek egemenliği, burjuva ailenin ve elbette özel mülkiyetin bekası burjuva da olsa kadının ikincilleştirilmesini gerektirmektedir. Bu ezilmişliği yok sayamayız. Baskı ve tahakküm ilişkisinin, erkek şiddetinin mağduru her kadınla buna karşı mücadelede buluşabiliriz. Bu bizim kesişme noktamızdır.
Ayrışma noktamızı belirleyen ise burjuva kadının emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu olmaması ve bu temelde bir sömürü ilişkisinin onun cephesinden yaşanmıyor olmasındandır. Bu da burjuva kadınla emekçi kadınların, sınıfsal olarak ayrıştıkları noktadır. 8 Mart’a yaklaşımda, kadın sorununu çağın yangını haline getiren, cinsel tüm çelişki ve çatışmaları derinleştiren sınıfsal yönü bulanıklaştıramayız. Kesişme noktasını görmek, 8 Mart’ın taşıdığı tarihsel, sınıfsal ve siyasal anlamını yok saymak ve mücadeleyi bulanıklaştırmak demek değildir.
8 Mart’ın karakteri, bugün artan işçi eylemlerinin kadın renginden, derinleşen ekonomik krizle birlikte çok daha belirginleşen yoksulluk ve sefalet birikiminin kadın yüzünden, evdeki görünmeyen emeğin kadın mücadeleleri sonucu artık görünmez kılınamayacak olmasından da değil, patriyarkal kapitalist sistemin ezme-ezilme çelişkisinin yanı sıra sömürü ilişkisini içermesi nedeniyle böyledir.
“Ömrüm, hey ömrüm/Seni hatırlamak için yolumu uzattım/Daha fazla zaman verdim kendime/Bu gece, bu orta yaş ovasında/Bu hat üzerinde/Bana bir tek söz söyle” der Birhan Keskin. Biz de bu yazıda patriyarkal kapitalizmin dayandığı tarihsel, toplumsal, sınıfsal boyuttan başlayarak kadın hareketinin üzerinde yükseldiği zemini döne dolana anlatmaya çalıştık. 8 Mart arifesinde bunca kelam ettik, yolumuzu uzattık. Şikago’da kapatıldıkları yangın yeri fabrikada diri diri yakılan kadın işçilerin anısını canlı tutmak için! Clara Zetkin ve yoldaşlarının sözünü yankılamak için! Her şey, bir tek sloganı hatırlamak ve hatırlatmak için: Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
[1]Marx, Kapital’in birinci cildinde kapitalizmin oluşum sürecinde ilk birikimin (çeviri farklılığı nedeniyle ilkel veya ilksel olarak da değerlendirilir) zorunluluğu ve rolüne değinir. Ekonomik dışı zor yoluyla elde edilen ve toprağından, geçim araçlarından kopartılan üreticiyi ücretli köleliğe mahkum eden bu ilk birikimi “ilk günah” metaforu ile anlatır.
[2]Didem Madak, Pulbiberi Mahallesi
[3]Kesişimsel feminizme dair burada bütünlüklü bir değerlendirme yapmıyoruz. Bu konuda geniş bir tartışma yürütmek, artıları ve eksileriyle kesişimselliği ele almak iyi olur.
[4]“Diyebiliriz ki zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfı tanımına en uygun olan kesim, proleter kadınlardır. Erkek işçilerin evdeki burjuvalıkları, eğer egemen ideolojinin etki alanından çıkamaz ve gerçek sınıfsal çıkarlarıyla buluşamazlarsa, onların ayaklarında ağır bir zincirdir. Erkek işçinin, egemen sınıfın ideolojisini sahiplenip sınıfsal çıkarları hilafına tüm erkeklerle geliştirdiği duygudaşlık, kadına karşı kullanılan erk’le bütünleşiverme hali, kaynağını buradan alır.” (Aile ve Sınıflı Toplum Varoldukça “Kadınlık Zor Zanaat”- Hevi Devrim https://komundergi6.com/aile-ve-sinifli-toplum-varoldukca-kadinlik-zor-zanaat-hevi-devrim/)
[5]Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar, Silvia Federici, sf. 35