Affınıza sığınarak kısa ama kişisel bir tarih öyküsü anlatacağım. Öyküm önemli olduğu için değil, başkalarının benzer öyküleriyle çekiştiğini hissettiğim, bu ülkenin tarihinin “bir yerinde” olduğumuzu anladığım için…
12 Eylül’ün, başka renk tanımadığımız için bizlere çok da gri gelmeyen yıllarında liseden üniversiteye geçmeye çalışırken, Ahmet Kaya’yı değil Zülfü Livaneli’yi severdim. Bir bati Anadolu kasabasında büyüdüğüm için, Türkiye’yi tek milletten, doğal olarak tek dilden, tek dinden ve tek mezhepten ibaret sanıyordum. Anlatılsa anlamayacağımdan değil, anlatılmadığından zahir…
Benim Kürt diye “birileri” olduğunu ve çok büyük bölümü solcu olduğu için onlardan da arkadaş edinebildiğimi fark ettiğim 1985 yılında Ahmet Kaya da ilk albümünü yayınlamıştı. Lisede artık kendimi solcu sayıyordum ve bir grup arkadaşımla birlikte Nazım’ı okumak, Zülfü Livaneli’yi dinlemek için “risk alıyorduk.” Ahmet Kaya’yı o zamana kadar sadece bir kez, arkadaşımdan aldığım bir kasetiyle dinlemiştim; ama beni cezbetmemişti.
“Zülfü” kentliydi, zaman zaman Türkçeyi zorlayan “gırtlak yorumları” olmadığı için daha “düzgün” söylüyordu. Bildiğim tek solcu sair Nazım’la beraber Aragon’dan, Lorca’dan birçok şarkıyı zihnimize nakşederken, 33 Kurşun’dan, Munzur’dan, Adiloş Bebe’den, mahalledeki Süryani’den, Diyarbakırlı Bahtiyar’dan bahsetmiyordu. Onun için bana daha sıcak geliyordu. Diğerlerini bilmiyordum. Özgürlük diye haykırıyordu ama, Metris’in önünü es geçiyordu. Zaten sonra Gülhane’de bir gece, on binlerce kişiye 1 Mayıs marşının sözlerini unuttuğunu utanmazca söyleme cesaretini gösterdiği anda, Zülfü’nün imgesi bos bir çuvala dönüştü. Cesaret diyorum; çünkü bu cesaret onu Sabah’ta bir köse, TBMM ’de bir sandalye sahibi yaptı.
Yılgınlığın öyküsü kendi kanalından akarken, “Türkçeyi zorlayan o gırtlak yorumlarının” nereden geldiğini ben yıllar sonra “Kamber Ateş nasılsın? ” adlı öyküyü okuyunca anladım. Hani Türkçe bilmediği için cezaevindeki oğluyla saatlerce sadece “Kamber Ateş nasılsın?” cümlesiyle anlasan Kürt ananın öyküsü. Hani tüm sorularını tek cümleyle soran, tüm cevaplarını sessizlikle alan o ananın öyküsü. Siperden sipere sadece Zagreb’de ateş tokuşturulmadığını anladığımda, artık Mustafa Muğlalı’yı, Nevala Kasaba’yı, Şeyh Sait’i biliyordum. Belki taşları barbarlarca kırılmış bir mozaikti yurdum; ama kesinlikle mermer değildi.
Üniversiteye girer girmez sosyalist oldum. İstanbul’da geçirdiğim bir-iki yıl içinde ülkemin tüm gerçeklerini artık biliyorum sanıyordum. Ahmet Kaya haykırmaya devam ediyordu: “Bu yoldan dönenler oldu / mum gibi sönenler oldu.” Ama ben dinlememekte ısrar ediyordum. Bu kez de yeterince sosyalist gelmiyordu bana Ahmet Kaya. Hem zaman zaman arabeske kaçıyordu, hem “helada tabanca unutan devrimciyi” anlattığı için saçmaladığını düşünüyordum, hem de kırlardan dağlardan fazlaca bahsediyordu. Ahmet Kaya “eli böğründe analardan, mahpuslardan ve acılardan” bahsediyor, bunları anlattığı için eleştirenlere sık sık “cevap veriyordu”. Bir yandan “barın ortasında dikilen dev aynasındaki entelektüelle” dalga geçerken, öte yandan da “şarkılarım dağlara” diyordu. Ama her ne anlatırsa anlatsın, kişisel öyküsüyle ülkesinin öyküsünün beraber anlatılmasına, kendisinin de burada hem kahraman hem anlatıcı olmasına engel olamıyordu. “Nedir bu başımdaki felaket / Kırk yıldır sefalette bu Ahmet / Kefenimi alin dikin bir zahmet / Gömün beni, gömün beni bir başıma.” Mercedes’i vardı tabii ama, arkadaşlarım bir sendika gecesinde tamamı solcu bir salonun yarısı tarafından alkışlanıp diğer yarısı tarafından yuhalandığında nasıl suçluluk psikolojisiyle herhangi bir masanın kıyısına oturup başını öne eğdiğini anlattığında o araba için ağır bir bedel ödemiş oluyordu.
Yıllar içinde benim gibi düşünenler istesek de istemesek de, herkesin dilinde artık birkaç Ahmet Kaya şarkısı vardı. Hatta benim bile. Ama sonra dilimdeki şarkıların tesadüf olmadığını gördüm. Sarıkamış’taki 9. Piyade Tümeni’nin Karargâh Bölüğü’nde Diyarbakırlı koğuşçular benimle beraber yüzlerce askeri Ahmet Kaya’nın yeni kasetindeki şarkılarla uyandırdıkları sabah, Erzurumluların da, Hataylıların da, Yozgatlıların da, Denizlililer ’in de bu şarkılara aşina olduklarını anladım. Ahmet Kaya bu toprakların sanatçısıydı. Sonra eski bir arkadaşım, kuzeniyle beraber sadece ve sadece Ahmet Kaya’yı dinleyerek devrimci olmaya karar verdiklerini anlattı. Aylarca dinlemişler, hayran olmuşlar, ölmüşler – bitmişler ve sonunda demişler ki, “Ahmet Kaya devrimciymiş, o zaman biz de öyle olacağız!” Gidip örgüt aramaya başlamışlar. Her satiri gerçek bir hikâye… Başka gerçeklere de tanık oldum. Ahmet Kaya’nın tüm şarkılarını ezbere bilen, hakkında olumsuz bir şey konuşulmasına izin vermeyen, patronuna kızdığı zaman “yere vurma hatırımı / sana kahpe meydan kalır” diye mesaj atan kadro MHP’liyle tanıştım mesela.
Tüm bunlara rağmen bir sosyalist için oldukça geç kalmış bir zamanda uyandım. O uğursuz gecede, kafasına çatal bıçak yağarken, Ahmet Kaya’nın hangi değerleri temsil ettiğini bir kez daha anladım. Önüne sadece garsonlar siper olmuşlardı. Hangi milletten olduklarını düşünmedim bile. Ama sahneye çıkıp 10. Yıl Marşı söyleyenlerin bazılarının Diyarbakırlı olduklarını da unutmadım.
O geceden sonra ağrıma gitti Ahmet Kaya’nın yaşadığı linç. Daha fazla kulak vermeye başladım söylediklerine. “Dağlarımda zulüm var lo/ Düşemem yar peşine” diyenlerin kaybetmediklerini bir kez daha Ahmet Kaya’nın şarkıları üzerinden anladım. Geçtiğimiz ay İkitelli’den geçerken, Ahmet Kaya tişörtü giyen bir genci seyrettim minibüsün camından. Ahmet Kaya göğsünden sesleniyordu: “Bir kenar mahalleliyim / Mecburen parasızdır ceplerim / Fabrikada satılık sendika / Ağzımı açsam sokaktayım.”
Çok az şarkıcının şarkıları bu kadar kısa sürede “klasik” olmuştu ve hiç kimse bu kadar kısa sürede “efsane” olmamıştı. Onun şarkılarına, kliplerine yönetenlerin ambargosu sürüyor. Ama zaten “Top 10 listesinden” efsane çıktığı nerede görülmüş?
Ahmet Kaya imgesi, Yılmaz Güney’in, Deniz Gezmiş’in, Che’nin, Nazım’ın yanındadır bundan böyle. “Saza niye gelmedin” artık anonim bir türkü değildir. Diyarbakırlı Bahtiyar sürgün gittiği cezaevinde coplanarak öldürülmüştür. Turuncu gemiye binip giden yoldaşlar mutlaka olmuştur ve dağlara doğru kadınlar gittiyse, belki sadece Ahmet Kaya’yı dinledikleri içindir.
Ne acı biz Türklere ki bir halkın dilini esir tutup, Kürtçe ninnileri Ali okullarında unutturmaya çalışmışız; ne mutlu biz Türklere ki Yılmaz Güney’i, Ahmet Kaya’yı, Ahmet Arif’i belki de sırf bu yüzden kendi dilimizde anlayabiliyoruz. Yaşam denen muamma, kavga denen gerçek. Kim neyi kazandı, kim neyi kaybetti? Hem gerçek, hem züğürt tesellisi… Bir de Kamber Ateş’in anasına sormalı…
Benim bu konudaki kişisel tarihim kısaca böyle. Ahmet Kaya’ya gönül borcumu artık ödeyemem, geç kaldım. Ben Diyarbakırlı Bahtiyar’ın derdindeyim, yaralıyım. Yerdeki sazını kaldırmalıyım…
Kaynak: Komün Gücü