AKP’nin tolerans değeri – Hevi Devrim

Makinenin her bir aksamının bir ölçüm değeri vardır. Makineyi ve her bir parçasını her ne kadar ideal koşullarda üretirseniz üretin mutlaka bir hata payı, bir sapma değeri olacaktır. Makinanın tamirini, yedek parça kullanımını mümkün kılan şey her bir parça için belirlenmiş bu hata payının varlığıdır. Bu şu anlama gelir: Bir cihazın her bir parçasının bir tolerans değeri vardır. Bu, parçaların birbirleriyle ve dolayısıyla bütünle ilişkisini belirleyen değerdir. Bir cihazı çalıştıran devreyi ele alalım. Devremizde yer alan bir direncin yandığını düşünelim. Bu durumda sorunu çözmek için yapacağımız tek şey, bu dirençle yenisini değiştirmektir.  İşte burada direncimizin tolerans değeri devreye girer. Devredeki direnç 0,1 tolerans değerine sahip olsun. Bu demektir devreye 0,1 fazla değerde veya eksik değerde bir direnç takabiliriz. Devrenin bünyesi bu sapmayı tolere edebilir. Devre sorunsuz çalışır. Şayet devre milim şaşmaya hassas olsaydı, aynı üretim koşullarını oluşturmak mümkün olamayacağı ve yanan direncin dengi bir direnç bulunamayacağı için bunu yapmak imkansızlaşırdı. Bu kadar fizik bilgisi yetişir.

Peki AKP-MHP faşist iktidarının tolerans değeri nedir? Emperyalist kapitalist güçlerin oyun kurucu olduğu masada faşist Saray iktidarının tolerans aralığını neler belirliyor? Burjuva sınıf kesimleri arasındaki çelişki ve çatışmalar bağlamında onun tolerans değerini etkileyen etmenler neler? İşçi sınıfı ve emekçiler, kadınlar, gençler, Kürtler, Aleviler, ezilen cinsel kimlikler nezdinde faşist iktidarın tolerans değeri nedir ve biz bu aralığı nasıl daraltabiliriz?  

ABD ve AB’nin Tayyip karşıtlığı nerede başlar, nerede biter?

AKP’nin tolerans değerini, bütünsel bir tablonun içerisinde, dinamik bir sistem analiziyle birlikte okumalıyız.  Emperyalist kapitalist güçler arasında yaşanan hegemonya krizi ve güç mücadelesi, içinde bulunduğumuz bölgede, savaşlarla birlikte yaşandı, yaşanıyor. Türkiye, bu zeminde emperyalist güçler arası çelişkileri de kullanarak, bölgesel güç mücadelesine doğrudan müdahil oldu.  Emperyalist klikler arası çelişki ve çatışmaları değerlendirerek, Suriye krizine müdahale edip İdlib’i ve Rojava’nın bir kesimini işgal etti. Kürt mücadelesinin kazanımlarını yok etmek için Rojava devrimini boğma hamlelerinin yanı sıra Güney Kürdistan’da işgal harekatlarına girişti. Libya’daki iç savaşta ve Azerbeycan’ın Karabağ’ı işgal savaşında güç dengelerini değiştiren bir pozisyonda yer aldı. Doğu Akdeniz’de nüfuz mücadelesini yüksek perdeden açtı. Ancak konjonktür değişti ve Trump sonrası Biden Rusya ve Çin’e karşı tutumunu sertleştirdi, NATO’yu yeniden etkin kılma hamlesine girişti. Böylece Türkiye, ABD ve Rusya ile aynı zamanda iş tutabilir pozisyonunu yitirdi. Belki ekonomik kriz sarmalı bu derece etkilememiş olsaydı, yine de Türkiye için oyun alanı bu kadar daralmaz, hala sürmekte olan hegemonya krizinin nimetlerinden yararlanabilirdi. Ancak Tayyip Türkiyesi için iki ipte oynayabilmenin koşulları azaldığı gibi ekonomik-siyasi açmazlarıyla birlikte tolerans aralığı da daraldı. Dış politikada, son dönemde verilen tavizleri buradan okuyabiliriz.

Öte yandan ilkelerin sözkonusu olmadığı, tek kırmızı çizginin azami kar-azami egemenlik yasası olduğu emperyalist kapitalist dünyada, ABD’nin, AB’nin artık Tayyipli bir Türkiye ile iş tutmayacağı umudu ise burjuva liberal bönlüğün ötesine geçemez. Tolerans aralığının kimi konularda daralmış olması, bir bütün olarak AKP’nin üstünün çizildiği anlamına gelmez. Çoklu bir denklemin parçası olarak bunlar analiz konusu edilebilir. Güç ilişkilerince belirlenen tolerans değerine uygun olarak, Türkiye’nin pozisyonunu belirlemesi için ABD ve AB cephesinden basınç artacaktır. Ancak hala kullanışlı bir aktör olabilecek potansiyeli olan Tayyip’in bir bütün olarak üstünün çizildiğini ise söyleyemeyiz. En son Afganistan’da NATO adına ABD’nin boşaltacağı yerleri doldurmak, Doğu Akdeniz’de sınırını bilmek, Avrupa kapısına dayanan milyonları bulan mülteci akınını frenlemek, Rusya’yı çevreleme stratejisi kapsamında Ukrayna sularına dalmak onu hala kullanışlı aktör kılan kimi faktörler. İnsan hakları mı dediniz, o ABD ve AB’nin Türkiye’yle ilişkilerinde ihtiyaç duyulduğu koşullarda -Türkiye’nin burnunu daha fazla sürtmek gerektiğinde- ancak dolgu malzemesi olabilir.  

TÜSİAD’ın AKP karşıtlığının sınırı

AKP, dayandığı burjuva sınıf kesimini kamu ihaleleri, rant politikaları ve sektörel desteklerle fonluyor, Sedat Peker’in itiraflarıyla artık gizli saklısı kalmayan çökme operasyonlarıyla büyütüyor. Bu TÜSİAD’da ifadesini bulan İstanbul sermayesi açısından “haksız” rekabet, şeffaflık namına kaygı uyandırsa da burjuvazinin genel çıkarlarını ıskaladığı da yoktu: COVİD-19 salgınında çıplaklaştığı gibi her şey sermaye birikimi içindi. Hem çökme operasyonundan gerektiğinde TÜSİAD’ın içindeki kimi özneler de nemalanmaktaydı. Ki en büyük çökme operasyonu ise işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına dönük yapılmaktaydı. KOD-29, KOD-46 en başta TÜSİAD sermayesinin imdadına yetişiyordu. O halde AKP iktidarının aşırılıkları dışında TÜSİAD’in esastan karşı çıkacağı bir durum yoktur. Açıklamalar, istişare toplantıları sonrası yapılan çağrıların esbab-ı mucibesi AKP’yi piyasanın kurallarına uymaya davettir. Onun tolerans aralığını daraltan, AKP’nin sürekli kendi mahallesinin burjuvaları lehine maçta düdük çalması ve avanta goller vermesidir. Ancak bu “uzlaşmaz” çelişki boyutunda değildir. Zira işçi sınıfı ve emekçilere karşı uygulanmakta olan kriz paketleri basbayağı bir çökme saldırısıdır. Türkiye’nin görmüş geçirmiş en keskin sınıf karşıtı programını yürütürken AKP islamcı çizgisiyle geniş emekçi kesimleri kendisine yedekleyebilmekte, rıza devşirebilmektedir. Bu, bir başka iktidarın kolayından yapabileceği bir şey değil. Yaşam tarzı, kültürel şekilleniş yönüyle ayrı dünyaların insanları olsalar da TÜSİAD sermayesi için AKP’yi cazip kılan, bu anlamda tolerans değerini yüksek tutan tam da buydu.

Son krizle birlikte, TÜSİAD cephesinden bu marj daralıyor. Zira iktidar, kitlelerden rıza devşirmede artık zorlanıyor, çökme operasyonlarındaki aslan pay da hala hep belli bir kesim sermayeye gidiyor. Dış politikada rasyonel olmayan kimi salınımlı adımlar, sermaye cephesinden risk faktörünü büyütüyor. Ama TÜSİAD’ınkisi, “AKP ile asla” denilecek düzeyde bir muhalefet değil. Mevcut tolerans aralığının sınırlarını zorlayan AKP’ye, neoliberal piyasa kurallarından oluşan sınır çizgisini hatırlatmaktan öteye geçmeyen, bu çizgiye gelmezse onu gözden çıkaracağını utangaç da olsa söyleyen bir pozisyondadır.  AKP’nin bu tolerans aralığının dışına çıkmakta ısrar etmesi de çizgiye gelmesi de bizim değil burjuva sınıf kesimleri arasındaki güç ilişkisinin bir ifadesi olacaktır.

AKP’nin üzerine emperyalist güçler ve burjuvazinin bir kesimi tarafından kapatılacak kapının sınıf cephesinden esaslı bir karşılığı olmayacaktır. Abdestli neoliberal saldırı programının yerine bir diğer sermaye bloğunun çıkarları doğrultusunda belirlenecek neoliberal saldırı programından başkası geçmeyecektir. Devrimci hareket, sınıfa karşı sınıf ekseninde bir saldırı programı oluşturmaksızın işçi sınıf ve emekçi kitlelerdeki AKP öfkesinin, en ilerisinden bir restorasyon sürecine altlık yapılacağını, güçlendirilmiş bir parlamenter sistem hülyasına bağlanacağını unutmamalıdır. Bizim derdimiz, sistem bileşenlerinin tolerans değerlerine uygun bir iktidar değişikliği değil sistemi bir bütün olarak işlemez hale getirecek bir devrimdir.

Yaşanmakta olan ekonomik, siyasal, toplumsal bir kriz

Bugün yaşamakta olduğumuz kriz ekonomik-siyasi-toplumsal her anlamda büyük bir çürüme ve çöküşle birlikte yaşanıyor. Ekonomik olanı artık gizleyecek bir örtü yok. Bu da yetmezmiş gibi hem itibardan tasarruf olmaz çizgisini devam ettiriyor hem de açlık sınırında olan emekçilere tasarruf tedbiri olarak porsiyonları küçültme çağrısı yapma pişkinliğinde bulunabiliyorlar. İşsizlik, yoksulluk ve geleceksizlik girdabından bir çıkış umudu bulamayanların intiharları artık vakayı adiyeden sayılıyor. Açlık da öfke de birikiyor.

Rejim krizinin ifrada varmış hali ise bugün devletin bir bütün olarak mafyalaşmış olmasıyla kendisini açığa vuruyor. Kuşkusuz Sedat Peker’in “olayı” bugünle sınırlı bir şey değil. Kökleri Susurluk öncesine kadar gider. 1996’da, Korkut Eken tarafından organize edilen Kutlu Adalı’ya suikast planı için abisini adaya gönderebilecek kadar derin ve köklüdür devletle ilişkileri. Ve her dönem işbaşında olmuştur. Bugünse rejimin yaşamakta olduğu kriz, mevcut güç ilişkilerinin sürdürülemezliğiyle birlikte yeniden yapılandırmasını koşulluyor. Ve tam da bu yüzden, Sedat Peker şahsında bertaraf edilmek istenen güçler, harekete geçmiş durumdalar. İktidar bloğu içerisinde kızışan kavganın esas sebebi budur. Kapitalist sistemin yasasıdır; krizin derinliği, emekçi sınıfların sırtına yüklenenlere rağmen bir denge durumunun oluşmasına mahal vermiyorsa, kimi sermaye kesimleri ve aktörler gözden çıkartılır, pastanın yeniden paylaşımı (ekonomik-siyasi nüfuz alanları üzerindeki güç ilişkilerinin yeniden yapılandırılması) yapılır. Her kriz süreci, çökme harekatlarının belli siyasal, hukuksal ve zor ilişkileri yoluyla hız kazandığı süreçlerdir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Diğer yandan bu kriz süreçlerinde, sermaye kesimleri arası güç ilişkileri ve paylaşımındaki eksen kaymaları kimi arızalara da yol açar. Nasıl ki Susurluk kazası ve ortaya saçılanlar 1994 krizinden ayrı değerlendirilemezse bugün Sedat Peker fenomeni ve mafyalaşan devletin böylesine teşhir olması, rejimdeki çatlakların büyümesi de yaşanmakta olan krizden bağımsız değildir. Zira kartların yeniden karıldığı bir eşikteyiz.

Bugün yaşadığımız kriz, aynı zamanda toplumsal bir kriz. Elbette, kapitalizm koşullarında toplum diye yekpare bir bütün yoktur ve krizli hal sürekli vardır. Sınıfsal, cinsel, ulusal, dinsel-mezhepsel birçok keseni olan bir çelişki ve çatışmalar toplamı ile birlikte bu kriz gelişir. Öte yandan tüm bu çelişki ve çatışmalara rağmen, meta üretim ve egemenlik ilişkileri dolayımıyla her birey ve topluluğun sisteme bağlandığını ve bir toplumsallığı inşa ettiğini de söyleyebiliriz. Bu, devrimci demokratik kesimleri bile içine alan bir toplumsallıktır. Burjuva toplumsallığın kodlarını çözmek bir yana, yaşamıyla bu kodların yeniden üreticisi olan kesimler -ki sistemin tolerans aralığını zorlamayan her hareket-, niyetinden bağımsız olarak bu sistemin sürdürülebilirliğine su taşır.

Oysa burjuva toplumsallığın içine hapsedilen sınıfsal, toplumsal tüm çelişkiler, bugün korona salgını ile iki kat daha artmış olan açlık, yoksulluk, sefalet, işsizlik, özgürlük yoksunluğu cenderesi içinde uç vermekte ve rejim krizini derinleştirmektedir. İşte tam da bu, sınıfsal ve toplumsal anlamda iktidarın tolerans aralığını daraltma tehdidini oluşturmaktadır. Bu tehdide rağmen, neden hala faşist iktidarın yıkılmadığı sorusuna yanıt ararken, burjuva toplumsallığı parçalamayı önüne koymayan hatta ona kan taşıyan direnişçi çizgiyi de es geçmemeliyiz. 

Biz sahaya inmeden havlu atmayacak

Bu iktidarın tolerans değerinin asıl belirleyicisine gelirsek:  İşçi sınıfı ve kent yoksullarının biriken ve nerede nasıl patlak vereceği bilinmeyen öfkesidir. Cins özgürlük mücadelesinin yılmak bilmez savunucusu kadınların ve heteroseksizme karşı bir varoluş kavgası veren LGBTİ+ların, patriyarkal kapitalist sisteme karşı barikatlara yüklenme iradesidir. Geleceksizliğe ve özgürlük yoksunluğuna karşı isyanını içine akıtmayan, tüm baskı ve saldırılara rağmen sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen gençliğin mücadelesidir. Sömürgeciliğe ve çöktürme planlarına meydan okuyan, 6 yıldır kesintisiz devam eden savaş konseptine karşı, Bakur’da, Rojava’da, Başur’da özgürlük mücadelesini yükseltmekten bir saniye bile vazgeçmeyen Kürt özgürlük savaşçıları ve Kürt halkının mücadele azmidir. Memleketin taşını toprağını, suyunu denizini yok eden doğa katliamcısı rant politikalarına karşı artan doğa mücadeleleri, İkizdere köylülerinin direnişidir. Ve en önemlisi de, faşist iktidarın tolerans değerini belirleyecek olan, tüm bu mücadele eksenlerini düzenin sınırları içerisinde tutabilmeyi murat edenlerin heveslerini kursaklarında bırakıp bırakmayacağımıza bağlıdır. Kitlelerin umudunu 2023 seçimlerine kilitlemenin canhıraş çabasını sürdürenlerin oyununu bozup bozamayacağımıza bağlıdır.

Nasıl mı? Sistemin sinir uçlarına dokunarak. Her bir mücadele dinamiğini kendi özgün taleplerinin yanı sıra faşist iktidarı yıkma hedefine bağlayacak bir bütünsellik içerisinde kavrayarak. Her bir direnişi toplumsallaştırıp sınıf cephesinin ön mevzisi haline getirerek. Ve en önemlisi de faşist saray iktidarı iç savaş düzeneğine göre kendisini hazırlarken hiçbir şey olmamışcasına havaya bakmayı terk ederek. İçerde ve dışarda bir savaş partisi olan AKP, orduyu, polisi yetmedi bunların özel birlikleri olarak JÖH’ü, PÖH’ü baştan aşağı silah teknolojileriyle donatıyor. Kürt halkına dönük yürütülen savaş bunun en çıplak örneğidir.  SADAT’ı  ve DAİŞ’le kan bağı olan çetelerini organize ediyor;  MHP’nin ve kendisinin militan tabanını silahlandırıyor.  Sedat Peker, ifşa etti -ama biz bunları zaten biliyorduk- arka sokaklarda, karanlığın örtüsü altında kalaşnikoflar dağıtıldı, dağıtılıyor. Bu silahlar süs olsun diye kasa kasa dağıtılmıyor. Savaş partisinin dışarıda oyun alanı daraldıkça (dışta tolerans değerini düşüren çizikleri bir nebze domine etmek için) içteki savaşa odaklanacağından kuşkumuz olmasın. Çevremize bakalım, gayri nizami bir harbe hazırlanıyorlar. İktidar ve uzantısı olan herkes silahlı. Bir tek toplumsal muhalefet güçleri silahsız ve adeta burjuva yasallıkla kendisini kuşatmış durumda. Oysa faşist iktidar ve tüm toplumsal destekçileri, ayak bağı olarak gördüğü her durumda bu hukuksal çerçeveyi ezip geçiyor. Devrimci demokratik güçler, burjuva yasallığın koruyucusu mu? Burjuva toplumsallığın dağılmaması için müesses nizamın devamından yana tutum alanlar da olabilir, ancak devrim yapma iddiasındaki özneler, yeni durumun içerisinde, kitlelerin sınıra dayanmışlıkla birlikte artan mücadele isteğine yol oluşturmak durumundadır. 

“Herkes biliyor zarların hileli olduğunu.
Herkes biliyor iyilerin kaybettiğini.
Herkes biliyor dövüş önceden ayarlanmıştı.
Yoksullar yoksul kalır, zengin zenginleşir.
İşler böyledir. Herkes biliyor…”

O halde bu oyunu devam ettirmek için bu çaba niye? “En geniş demokrasi ittifakı” çağrıları hileli zarlara rağmen, işçi sınıfı ve ezilenleri oyunda tutma çabasından başka ne ifade edebilir? İktidar, sıkışmışlığını aşmak için dışarıda ABD ve AB ile uyum arayışına girerken içeride de yeniden Kürt çözümüne dönük hayalleri pompalamakta. Hileli zarlarla sürdürülen oyunun izleyicisi olur veya millet ittifakına kan taşırsak faşizmi yıkmak bir yana AKP’nin oyun sahasını bile daraltamayız. Faşist iktidarının tolerans aralığını kitleler nezdinde sıfırlayabilmek için, zarların her durumda bizim sınıfımız için hileli olduğu bu oyunun dışına çıkmaya cüret etmeli, masayı devirecek bir gözü karalığı örgütleyebilmeliyiz. Buna işaret etmeli, bunun yolunu döşemeliyiz.