Unutmamak devrimci bir eylemdir. Hele bahis konusu olan tarihimiz ve dolayısıyla bizi var eden büyük önderlerse… Bu yazımızda Gine Bissau kurtuluş mücadelesinin ve Afrika sosyalizminin en önemli liderlerinden biri olan Amilcar Cabral’ın hayatını, mücadelesini ve fikirlerini aktarmaya çalışacağız. Aktarmaya çalışacağız; çünkü unutmamak kadar unutturmamak da devrimci bir eylemdir.
Afrika’da kolonyalizmin tarihi, başlı başına bağımsız olarak ele alınması gereken bir konudur. Afrika ulusal kurtuluş hareketlerinin karakterinin anlaşılması için elbette bu arka planın aktarılması da gerekmektedir. Ancak bu meseleyi başka bir yazıda değerlendirmek üzere, tarihi biraz daha yakın dönemlere 19. yüzyılın son çeyreğine çekiyoruz. Bir girizgâh olarak Salazar faşizminden yadigâr kalan Portekiz milli marşının sözlerine dikkat çekmek isterim.
“Denizci kahramanlar, asil insanlar,
Cesur, ölümsüz millet,
Tekrar yüksel bugün
Portekiz’in görkemi!
Hatıraların dumanları arasında,
Oh ana vatan, büyük atalarımızın,
Sesini hissediyoruz
Bu sizi zafere götürecektir!”
Mussolini’nin Garibaldi’si ve Mazzini’si vardır. Ancak onların önleri kesilmiş; böylece büyük İtalya hedefine ket vurulmuştur. Mussolini yarım kalan işi bitirmek üzere tarih sahnesine çıkmıştır. Faşizm kavramı Roma İmparatorluğu’nda kullanılan etrafı çubuklarla kenetlenmiş bir baltadan ilham alınarak üretilmiştir. Gücün etrafında kenetlenen halk kümelerini ifade eder. Mussolini böylece Roma İmparatorluğu’na da selam çakar. Adolf Hitler ise Bismarck’ın ipine sıkı sıkı sarılacaktır. Bizim Abdülhamit tartışmalarımız da bir dönem boyunca bu minvalde gündemi meşgul etmiştir. Salazarımız ise tarihin işte bu momentinde denizler fatihi atalarının ruhlarının yeniden yükseleceği günlerin hayalini kurmaktadır. Garibaldilerin, Bismarckların, Abdülhamitlerin yarım bıraktığı işi tamamına erdirmek Duçeler, Führerler ve Reislere nasip olmuştur. Bu karakterler, çok sevdikleri ecdatlarının fetihler, yağma ve talana dayanan imparatorluklarının yıkımının nedeni olarak yağmacılığın üretici güçlerin önünü tıkaması gerçeğini kabullenemezler. Onlara göre sanayi devrimi ve ulus devletlerin ortaya çıkış süreci ile birlikte imparatorlukları parçalanmamış, iç ve dış ihanetlere uğramıştır.
Malum faşizmin alametifarikalarından biri de tarihe yeni bir form vermektir. Bu formun bilimsel olmasına gerek yoktur ve hatta olmaması evladır. Dert, kitlelerin mistifikasyonunda tarihi bir araç olarak kullanmaktır. Faşist rejimler yağma ve talana dayanan geçmişteki büyük imparatorluklarının çöküşünü hep bir iç ihanet-dış kuşatma formülasyonu ile açıklama eğilimindedir. Faşistlerin büyük ataları ya içeriden ihanete uğramıştır ya da emperyalistler tarafından kandırılmıştır.
Konumuz bu değilse bile kesinlikle üzerinde yoğunlaşılması gereken bir nokta da bu iğdiş edilmiş tarih anlayışına ve kendilerine biçtikleri role bu Führerlerin, Duçelerin, Reislerin inanıp inanmadığıdır. Belki de başta kitleleri mistifike etmek için oynadıkları mizansene-role daha sonra kendileri de inanmış olabilirler. Ancak bir sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Zavallı yoksulların bu mistifikasyon sonrası kalan yarım akılları da elden gider ve tamamen irrasyonel düşünmeye başlarlar. Bu tarihi iğdiş etme hali aynı zamanda faşistlere ne idiği belirsiz bir anti-emperyalist karakter ve bir iç düşman yaratma imkânı tanıdığı gibi kendi emperyal dürtülerinin harekete geçmesine de neden olur. Bir anda bırakın devrimci toplumsal muhalefeti, en güçlü düzen partileri bile devletin bekasını tehlikeye atan hainler olabilir. (Almanya’da ve İtalya’da sosyal demokrat partiler, Türkiye’de CHP gibi…)
Önce Hollandalılar’ın, arkasından İngilizler’in Portekiz sömürgelerinin büyük bir kısmını işgal etmesi ile birlikte 18. yüzyılda Portekiz sömürgeciliği yeni bir rotaya girecektir. Bu dönemde Rodezya, Senegal ve Nijerya kaybedilirken; Mozambik, Sao Tome, Gine Bissau, Cape Verde ve Angola gibi noktalar kalır ellerinde Portekiz sömürgecilerin. Kalan sömürgelerden Mozambik ve Gine Bissau dışındakiler küçük ada ülkeleridir. Peş peşe yenilgiler sonrasında 1703 yılında İngiltere ile Matthew anlaşması yapılır. Bu anlaşma sonrasında Hint Okyanusu üzerinde kalan Portekiz’in ticari ve askeri hâkimiyetine, İngiliz sömürgecilerin işine geldiği için kalan Portekiz sömürgelerine müdahale edilmemiştir. (Bu perspektiften kuruluş sürecinde Türkiye ve emperyalizm ilişkilerini bir daha düşünelim mi? Hele ki mevzuu Sovyetler Birliği ise…)
1879 yılında Gine Bissau adını alan ülke, Portekiz topraklarına denizaşırı bir eyalet vasfı ile katılır. Gene bu yıllarda kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü ihtiyacı, sömürgelerden Avrupa merkezlere doğru bir göç dalgasına yol açacaktır. Aynı dönemde az sayıda olsa bile sömürgelerdeki elit ailelerin çocukları da eğitim için Avrupa’ya geçme şansı bulmuştur. Amilcar Cabral, Kenyatta, Roberto, Mario de Andrade, Angola kurtuluş savaşının lideri Agustinho Neto, Mozambik lideri Eduardo Mondlane gibi pek çok Afrikalı devrimci önder Afrika’da değil; Lizbon’da birbirini tanıma imkânı bulmuş ve devrimcileşmiştir. Salazar’ın yeni devlet anlamına gelen Estado Novo’sunda (işte bir benzerlik daha “Yeni Türkiye”) yasak olmasına rağmen illegal yollarla Marksist klasikler ve sömürgecilikle ilgili yayınlarla tanışan bu gençler, Afrika Öğrenci Birliği adında bir örgüt kurarlar. Bir anlamda Pan-Afrikanizmin temelleri Afrika’da değil Avrupa merkezlerindeki diasporaca kurulmuştur. Bu diasporalarda devrimcileşen iki ismi daha, Fanon ve Ho Chi Minh’i de yeri gelmişken analım.
Cabral’ın öğrenci iken ortaya koyduğu bir yaklaşım, siyaset anlayışımız açısından bizi bugün de yakından alakadar ediyor. Bizim yerelleşme diye tanımladığımız çizgi o yıllarda Cabral tarafından “düşüncelerin yeniden Afrikalılaştırılması” olarak kavramsallaştırılmıştı.
“Her sömürgeci politika esas olarak yerlileri yok etmeye dayandığına göre, Afrikalı öğrenci de entelektüel gelişiminin belli bir evresinde olabildiğince bu ruha yönelmelidir. Bizim yerli oluşumuzun ilk koşulu budur. Afrikalı, kendisini Afrikalı olarak hissetmeli ve böyle ifade etmelidir.”
Cabral’ın ülkeye dönüş hikâyesi Fanon ile benzerlik göstermektedir. Fanon Fransa’da psikiyatri eğitimi gördükten sonra Cezayir’e gelir ve ilk adım olarak Cezayir’de psikiyatri merkezi kurar. Cabral da bir tarım mühendisi olarak döndüğü Angola ve Gine Bissau’yu adım adım dolaşarak tarımı geliştirme noktasında çözümler üretmeye çalışmıştır. Fanon psikiyatri merkezinde incelediği vakalarda psikolojik travmaların asıl müsebbibinin sömürgecilik olduğunu çözümler. Bu durumda çözüm de Fransız sömürgeciliğini yıkmaktır. Bu bilince ulaştıktan sonra kendisini devrimin ihtiyaçları doğrultusunda daha yukarıdan bir kimlikle devrimci bir militan olarak konumlandırmıştır. Aynı hikâyeye Amilcar Cabral’ın tarım politikasını geliştirmek için dolaştığı Angola ve Gine Bissau topraklarında da rastlarız. Cabral çocukluğunda 1941 büyük kıtlığını yaşamıştır. Bu travmanın belleğinde yarattığı izlerle birlikte tarım politikalarını geliştirmek için idealistçe ülkesine döner. Bu idealini hayata geçirmek için köy gezilerinde biriktirdiği deneyimleri gösterir ki açlığı yok etmenin tek yolu Portekiz sömürgeciliğini yıkmaktır. (Tahmin ediyorum sizin de aklınıza bunları okurken Che Guevera’nın, genç bir doktor olarak Latin Amerika motosiklet gezileri geldi.)
Şimdi biraz da Portekiz sömürgeciliğinin durumunu analiz etmeye çalışalım. Ülkemizde 3 F’si ile meşhur olmuş General Salazar 1926 yılında askeri bir darbe ile Portekiz’de iktidara gelecektir. Portekiz, Salazar’ın iktidarı döneminde patlak veren ikinci dünya savaşına katılmamıştır. Bu dönemde Portekiz tamamen içe kapalı bir ekonomik model izler. Bu içe kapalı model Afrika sömürgelerinin zenginlikleri üzerinden yürütülmüştür. Örneğin Mozambik’ten pamuk, Gine Bissau’dan yerfıstığı, adalardan temin ettiği kahve, muz, balık gibi ürünler üzerinden ayakta kalmaya çalışır. Bu zenginliklerin büyük bir kısmının savaşan taraflara haraç olarak ödendiğini belirtemeye ve artan ihtiyaçlar doğrultusunda sömürü dolayısıyla koloni halklarının acılarının katmerlenerek büyüdüğünü hatırlatmaya gerek duymuyoruz. Faşizm tüm iktidarda olduğu ülkelerdeki gibi Portekiz halkını da ahlaki anlamda çürütmüş ve kirletmiştir. Biyolojik ırkçılık fikri Portekizliler’de çok güçlüdür ve Portekiz hükümeti sömürgeciliğinin devam ettiği süre boyunca Güney Afrika’daki apartheit modelini kolonilerinde uygulamamıştır.
İkinci dünya savaşından sonra İngilizler dünya hâkimiyetini ABD’ye bırakarak sömürgecilik stratejilerini değiştirirler. Bu strateji değişikliği doğrultusunda, 1957 yılında, İngilizler Afrika sömürgelerinden çekilirler. Aynı şekilde Fransızlar Cezayir dışında Fas ve Tunus Sahra bölgesinden çekilir. Bir anda pıtrak gibi Afrika kıtasında ulus devletler kurulmaya başlar. İlginç olansa büyük emperyalist güçler Afrika’dan çekilirken, Portekiz’in sömürgelerini ısrarla bırakmamasıdır. (Belçika-Kongo ve Fransa-Cezayir istisnasını unutmadan) silahlı kurtuluş hareketlerinin Portekiz sömürgelerinde yaşandığını belirtelim.
Aslında bu sömürgeler Portekiz kolonisi olmasına rağmen kolonilerdeki sanayi yatırımları ve maden şirketleri çoğunlukla dönemin Federal Almanya’sına, ABD’ye ve İngiltere’ye aittir. ABD patentli Standard Oil şirketi, İngiliz United Africa Company ile ortaktır. Bu andığımız İngiliz şirketin Nouvelle Societe Commerciale Africaine adlı başka bir Fransız şirketi ile tarım alanında yatırım yaptığını, bu şirketin bir ortağının İsveç sermayesi olduğunu, kereste sektöründe Fomento Agricola e Indistiral adlı Japon bir şirketin tekelleştiğini, Hollandalılar’ın ise Angola ve Bissau’da boksit imtiyazı aldığını belirtelim. Bu ilişkiler bize uluslararası tekellerin girift ilişkilerle nasıl iç içe geçtiği ve emperyalizmin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda fikir verecektir. Bu ilişkilerin anlaşılması, aynı zamanda NATO, BM, Uluslararası Af Örgütü gibi kurumların üzerindeki sırçaların dökülerek tüm gerçekliği ile ortaya çıkmasını sağlar.
Portekiz ise aslında bu şirketlerin kolluk gücü pozisyonuna düşmüştür ve de karşılığında birtakım kırıntılar koparabilmektedir. Salazar faşizminin uzun yıllar ayakta kalabilmesinin en önemli nedenlerinden birisi emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapmasıdır. (Aklınıza gelen ismi tahmin edebiliyorum.)
Emperyalizmin yeni sömürgecilik stratejisinin doğal sonucu olarak, Birleşmiş Milletler 14 Aralık 1960 bildirisinde sömürge halklarına bağımsızlık verilmesi kararı almıştır. Birleşmiş Milletler bu karara binaen 1961’de Portekiz’in karara uymasını ve Afrika sömürgelerinden çekilmesini ister. Portekiz ise bu kolonilerin sömürge değil denizaşırı vilayetleri olduğunu söyleyerek kararı kabul etmez. Portekiz’in Afrika kolonilerindeki nüfusu 15 milyon civarındadır. Aynı zamanda Portekiz’den 3 milyon yoksul beyaz, zengin olma hayaliyle Afrika kolonilerine göç etmiştir. Bu saatten sonra Afrika’dan Portekiz’i söküp atmak aynı zamanda Portekizliler’i de söküp atmak anlamına gelecektir. Benzer bir durumu Cezayir’de direnç gösteren 100 yıllık Fransız yerleşkelerinde de görürüz. Kendisi yoksulluktan kurtulabilmek için sömürgelere yerleşen Avrupalılar, gericiliğin kalesi durumuna gelmişlerdir.
İlericisinin ise ne menem bir ilerici olduğunu Albert Camus’un aldığı tutumla yarattığı hayal kırıklığından, hele hele Yabancı romanında verdiği mesajlardan görürüz. Zaten Camus’a göre kim Cezayirli sorusu saçma bir sorudur. Öyle ya 100 yıl önce buraya yerleşmiş çocukları Cezayir’de doğmuş Fransızlar da Cezayirliler kadar Cezayirlidir. Ha Cezayir direnişçilerinin bombasıyla ha Fransız hava saldırısı ile ölmüşsün, arada bir fark yoktur bizim ilericimize göre… Sartre’ın da belirttiği gibi, ancak Henry Alleg şahsında somutlaşan Fransız komünistlerinin tavrı ve ödediği bedeller Fransız halkının onurunu kurtarmıştır. Konumuza dönersek şunu hatırlatalım Afrika’daki Portekizli yerleşimcilerin yükselen yaşam standartları, hiyerarşik saygınlık vb. sosyo-ekonomik ayrıcalıkları bu yerleşimcilerin beyinlerini de kirletmiş, alabildiğine ırkçılığa yol açmıştır.
Irk ayrımcılığı kadar dinsel ayrımcılık da son derece yaygındır. 575.000 Gine Bissau ve 75.000 Cape Verde nüfusunun olduğu coğrafyanın %50’si Müslümanlardan, %40’ı animist dinlerden, %10’u ise Katoliklerden oluşur. Ayrıca nüfusun %80’i altı adet büyük aşirete mensuptur. Katolikler yönetimde dominanttır ve sosyal hayatta ayrıcalıklıdır. 1961 sömürgeler yasasına bağlı yerleşke politikasında bu ayrımcılık tekrar karşımıza çıkar. Ülkedeki dört üniversite ve mevcut liselerin tamamı Katolik misyonerler tarafından kurulmuştur. Ulusal kurtuluş hareketi başladığında Cabral en büyük desteği animist dinlere mensup kabilelerden alacaktır. Çünkü özel mülkiyetçi olmayan ve toprakla mülkiyet üzerinden bağ kurmayan bu topluluklar savaşa destek verir. Toprak mülkiyetinin gelişkin olduğu Müslümanlar için durum farklıdır. Müslüman aşiret liderlerinin birçoğu toprak mülkiyetlerini korumak için Portekizliler’le iş birliği yapar.
Portekiz askeri gücünün sınırlılığı Portekiz’i şehirleri kontrol etmeye, kırsaldaki hâkimiyetini ise işbirlikçi aşiretler üzerinden sağlamaya yönlendirmiştir. Bu dönemde Bissau halkının %99’u okuma yazma bilmez ve anadillerinde yayın yapan bir radyoları bile yoktur. Gerçi haklarını yemeyelim, 1961 sömürgecilik yasası sonrası Portekizliler anadilde yayın yapan bir radyo kurarlar. Aslında bu radyo asimilasyonculuğun bir başka biçimidir ve bu politika başarılı olmaz. (Şimdi de aklınıza anadil tartışmaları ve Kürtçe yayın yapan devlet kanalları mı geldi?)
1957 yılından itibaren İngilizler’in sömürgelerini terk ederek kendi yandaşı hükümetler kurması ile ortaya çıkan ve Nkrumah’ın “yeni sömürgecilik” diye tarif ettiği sürece dönersek, Amilcar Cabral yeni sömürgecilikle ilgili görüşlerini şöyle açıklar: “İkinci dünya savaşından sonra emperyalizm yeni bir sürece girdi. Bir yandan yeni yardım politikasını saptarken, yani işgal altındaki ülkelere bağımsızlık bağışlarken öte yandan Avrupa ülkelerinde yatırımlar üzerindeki çabalarını da yoğunlaştırdı. Bütün bunlar aynı zamanda emperyalizmi akıllara yatırmak anlamına da geliyordu.”
Emperyalizmi akıllara yatırmak son derece önemli bir kavram ve bizce açmaya ihtiyaç var. Devamında Cabral bu kavramı açımlar: “Emperyalizm henüz Avrupa ülkelerinde tepkilere yol açmamış olmasına rağmen yakında açacağından kuşkumuz yok. Bizce yeni sömürgecilik, ‘akla yatkın emperyalizm’ uluslararası işçi sınıfı için yeni sömürge halklardan daha büyük bir yenilgidir. Yeni sömürge iki cephede eylemdedir, Avrupa’da ve azgelişmiş ülkelerde.” “Akla yatkın emperyalizm” meselesi bugün bile başka kavramlarla hala kafamızı karıştırmaya devam etmektedir. Küreselleşen dünyada çıkarların birbirlerine eklemlenmesi emperyalizmin artık eski biçiminde olmadığı iddiaları hala sakız gibi çiğneniyor.
Yeni sömürgecilik kendisine sömürgelerde işbirlikçiler bulmakta hiç zorlanmamıştır. Cabral ironik bir gönderme yaparak, işbirlikçilik Avrupalılara mahsus değil Afrikalılar içerisinden de bulabilirsiniz der. Bu işbirlikçi unsurlar emperyalizmi askeri yatırım maliyetlerinden kurtardığı gibi bu bölgelerde yapılacak yatırımlar için de kaynak yaratmaktadır. Gereksiz askeri maliyetler, artık yatırımlar için yeni bir sermayeye dönüşür. Tabi kastettiğimiz sermayenin buralardaki ucuz işgücünü kullanmaya yönelik özel sektör olduğunu hatırlatmaya gerek yok.
Cabral için gerçek bir bağımsızlığın ölçüsü, bir bayrağa ve ulus devlete sahip olmak değildir. 1957 sonrası pıtrak gibi ulus devletlerin ortaya çıkması, Cabral’ın da üzerine eğildiği bir husustur. Cabral da Nkrumah gibi, dikkatleri yeni sömürgeciliğe çekmeye çalışır. Bağımsızlıkla ulus devletin özdeşleştirilmesinin kafa karıştıran meselelerden birisi olduğunu söyler. Haklıdır da; bu ulus devletlerin oynadığı uğursuz rollerin farkındadır.
BM kararı ile kurulan bu ulus devletlerin bir işlevi sosyalizm mücadelesinin önünde tampon görevi görmesidir. Diğer bir işlevi ise, Afrika’dan Avrupa kıtasına akan sermaye yoluyla Avrupa halklarının refah düzeyini arttırması ve Avrupa işçi sınıfı mücadelelerini de geriye düşürmesidir. Cabral bu konuda şunları söyleyecektir: “Biz Portekiz’deki faşizmi yenemeyiz, Portekiz sömürgeciliğini yeneriz. Biz sömürgeciliği yendiğimizde hükümet yıkılacaktır. Ama Portekiz’in emperyal faaliyeti devam ettiği sürece Salazar yenilse de başka bir Salazar iktidara gelir.” Cabral’ın öngörüsü, 1967’de, Salazar iktidardan çekildiğinde Marcello Cateono’nun iktidara gelmesiyle ve aynı Salazarist politikaları izlemeye devam ettirmesi ile gerçek olur.
Cabral, 1961 yılında Kahire’de toplanan Üçüncü Afrika Halkları Konferansı’nda, kazanılan “bağımsızlıkları” yani “yeni sömürgeciliğin” Afrika zaferini, ilerlemeci hareketlerin yaşadığı krizi ve savunduğu halkların değerlerinin dikkate alınmamasını derinden sorgulayarak ortaya koydu. Fanon’un pratik önermelerine ve aslında şiddet anlayışının beslendiği teorik zemine karşı ciddi itirazlar gösteriyordu. Cabral’ın yöntemi her somut durumun somut analizini yapmaktı. Bu yüzden bedeni asit kuyusuna atılarak katledilen Fas’ın büyük devrimcisi Mehdi Ben Barka, Cabral için “Afrika’nın Lenin’i” lakabını kullanıyordu.
Genç okur 1960’lardan bahsedildiğinde Afrika nere sosyalizm nere diye sorabilir; ama o yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Afrika kıtasında da çok güçlü bir sosyalizm rüzgârı esmektedir. Bugün bilinmeyen (ya da bilinse de başına diktatör sıfatı konulan) birçok isim o dönemde sosyalizmden çok etkilenmiş devlet kurucuları/başkanları olmuştur. Patrick Lumumba Kongo’nun başkanıdır, 1960’ta katledilmiştir. Nkrumah, Gine devlet başkanıdır, 1966 yılında darbe ile devrilmiştir. Cezayir’de Ahmet Bin Bella 1965 yılında darbe ile devrilmiştir. Mobido Keita Mali devlet başkanıdır, 1968 yılında darbe ile devrilmiştir. Kongo devlet başkanı Massambe Debat 1963’te bir halk ayaklanması ile iktidara gelmiştir. Kenya’da 1966 yılında başkan Oginga Odinga görevden alınmıştır. Bu isimlerin ve sayamadığımız birçok ismin her birinin sonları trajik olsa da şu olguyu kavramışlardı. Sorun sadece işgalcileri ülkeden kovmakla bitmiyordu. Yeni sömürgeciliği de yenmeleri gerekiyordu. Konumuz dışı olan birçok etkenden kaynaklı sosyalizmle şu ya da bu düzeyde bir yakınlaşmaya girmişlerdi. Tamamı darbelerle devrildi ya da katledildiler. Kara kıtanın bugün yaşadığı kara yazgısı belki de bu dönemde yazıldı. Mesela Ahmet Bin Bella’nın 1965 darbesi ile önü kesilmeseydi belki de bugün bütün Sahra ülkelerinin yörüngesi bambaşka olacaktı. Ya da Patric Lumumba? Cabral’ın tabiri ile katledilmesi Afrika için büyük kırılmadır.
Gelelim Gine Bissau kurtuluş hareketinin tarihçesine. 1953 yılında Rafael Barbosa tarafından PAIGC (Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı için Afrika Partisi) kurulur. Amilcar Cabral da bu partinin kurucularındandır. Rafael Barbosa 1956 yılında, nehir ulaşımı çalışanlarının grevinde tutuklanır. Angola ve Mozambik’te olduğu gibi Rafael Barbosa’nın tutuklanmasına rağmen Gine Bissau’da da barışçıl eylemlerle sonuç alınmaya çalışılır. 1959 yılına kadar barışçıl yöntemleri sonuna kadar zorlarlar. Sendikalar kurulur, grevler örgütlenir; ancak 1959 yılında büyük bir kırılma yaşanacaktır. Pidjiguiti ayaklanması!
Portekiz silahlı kuvvetleri, Pidjiguiti liman işçilerinin grevinde 50 işçiyi ateş açarak öldürür, yüzlerce de yaralı vardır. PAIGC bu olay sonrasında bir toplantı yapar, kitle eylemlerinden çekilme ve silahlanma kararı alır. Portekiz sömürgeciliğinin yenilmesinin tek yolunun silahlı mücadele olduğunu bilince çıkartarak buna yönelik hazırlık sürecine girişirler. 1960 yılında Portekiz sömürgelerindeki direniş örgütleri Kasablanka’da toplanırlar. Angola’dan Agusitono Neto, Mozambik’ten Fabio Simplico ve Gine Bissao’dan Amilcar Cabral’ın öncülük ettiği bu toplantıda, Portekiz sömürgeciliğine karşı ortak savaş kararı alınır. Hatırlanacağı üzere saydığımız isimlerden her biri Lizbon’da öğrenciyken tanışmıştır. Bu isimler kendi ülkelerine döndüğünde, ulusal kurtuluş hareketlerinin önderlerine dönüşecektir.
Bu girişim, Portekiz sömürgeciliği tarafından hemen haber alınır ve daha eylemler yapılamadan yüzlerce Gineli devrimci tutuklanır, katledilir. 1960 yılı peş peşe olaylara gebedir. Aynı yıl BM, 1957 yılı kararını hatırlatarak, Portekiz sömürgecilerinin sömürgelerden çekilmesini ister. Karara uymayan Portekiz hükümeti göstermelik bir reforma giderek sömürge reform yasasını çıkartır. Aynı dönemde PAIGC, BM kararına dayanarak bir deklarasyon yayınlar. Portekiz güçleri ülkelerinden çekilmezse silahlı eylemlere başlayacağını duyurur. 1961 yılında aynı içerikli bir açık mektup da Portekiz hükümetine gönderilir. 1961 yılında PAIGC, Güney Afrika’daki Kara Mızraklar Örgütü’nün eylem çizgisine benzer şekilde, sadece sabotaj eylemleri düzenlemeye başlar. Bu uyarı amaçlı eylemlere Portekiz hükümetinin cevabı çok sert olur.
Portekiz’in sertlik politikasına karşı PAIGC’nin 1963 yılında düzenlediği bir karakol baskını ile mücadele yeni bir evreye girer. Bu baskının yapıldığı gün, daha sonra ulusal bağımsızlık bayramı olarak kabul edilir. Kırsal bölgeler çok kısa sürede PAIGC kontrolüne geçer. Portekiz güçleri sadece şehirlerde kontrolü sağlayabilecek bir pozisyona düşmüştür. Bu yeni durum karşısında Portekiz silahlı kuvvetleri yeni takviyelerle 45.000 askere çıkarılır. Bu sayı Portekiz ordusunun toplam gücü düşünüldüğünde korkunç bir rakamdır. 2000 Portekizli asker bu savaşta ölecektir. Gine Bissau için, Portekiz’in Vietnam’ı tabiri kullanılır. Bu savaş gerçekten de birçok yönüyle Vietnam savaşını çağrıştırır. Asimetrik savaştaki Portekiz silah üstünlüğü, stratejik köyler adı altında oluşturulan toplama kampları, kimyasal silahlar kullanılması ve Portekiz ordusunun katliamları…91
Gerilla hareketi ilk yılında büyük sorunlar yaşasa da, Portekiz hükümetinin uyguladığı tüm vahşet ve katliamlara rağmen aynı oranda büyümeye devam eder. Gerilla hareketinin başlangıcında yaşanan sorunlara bizim özelimizde bugün de güncel olduğu için değinmek gerekir. Cabral’ın PAIGC gerillalarına dair şu eleştirisine çok dikkatle kulak verelim: “Silahlı güçler arasındaki siyasal çalışmaların eksikliğinin kanıtlarının yanı sıra, bazı savaşçıların hatta bazı liderlerin, bizim silahlı militanlar olup militaristler olmadığımız gerçeğini unutmalarına yol açan bir “militarizm” tutumu belirdi. Bu eğilimle derhal mücadele edilmeli ve ordudan temizlenmelidir. Militarizmle savaşın ve her savaşçıyı partimizin örnek militanı yapın.” Militarizmi aşarak militanlaşmaya dair çok sayıda öneride bulunur Cabral ve her biri çok değerlidir. İşte bizim de ihtiyacımız, bu birikimlerin üzerinde yükselerek Türkiyelileşmektir.
Gine Bissau’da, Mozambik ve Angola’dan farklı olarak kitlesel direniş ve silahlı mücadele hiç kesintiye uğramaz. Gine Bissau’nun ¾’ü PAIGC’in kontrolüne geçerken, Mozambik ve Angola’da direniş yenilmek üzeredir. Bu anlamda Portekiz’de hükümet değişikliğine yol açan 1974 “Karanfil devrimi” ile Gine Bissau direnişi arasında çok dolayımsız bir ilişki vardır. Silahlı mücadelenin sömürgeciliğe karşı tek etkin yöntem olduğunun çok net bilincindedir Amilcar Cabral. Silahlı mücadele konusundaki fikrini şu Afrika atasözü ile izah edecektir. “Evin yanarken tamtam çalmanın yararı yoktur.” Sömürgeciliğe küfrederek sömürgeciliğin yenilemeyeceğini, emperyalizme karşı en iyi ya da en kötü haykırışın, yöntemi ne olursa olsun silahlı direniş olduğunu vurgular.
Bu savaşın tarafları elbette Gine Bissau ile Portekiz’den ibaret değildir. Şimdi biraz da dünya nasıl taraf olmuştur sorusuna cevap arayalım. Sovyetler Birliği, Gine Bissau’ya büyük destek sunmuştur. Bu destek başka boyutlarda tartışılabilir, mesela SSCB’nin kendi devlet çıkarları gereği bu desteği sunduğunu söyleyerek itiraz edecekler olabilir; ancak konumuz bu değil. Başka bir desteğe dikkat çekmek gerekir, bu destek oldukça önemlidir, Portekiz Komünist Partisi’nin sunduğu destek. Portekiz Komünist Partisi’nin yapmış olduğu eylemlerin etkisi, gücünün çok ötesindedir. (Bu örnekten bizde kendimize bir paye çıkaralım, sanırım bu kadarına hakkımız var.) Portekiz Komünist Partisi, Portekiz sömürgecileri Afrika’yı talan edip, Afrika halklarını katlederken masa başında destek bildirileri yazmamıştır. İki örnek vereyim, Gine Bissau’da katliamlar yapan hava araçlarının olduğu Lizbon’daki bir askeri üsse 1972 yılında eylem düzenlemiş ve dört askeri helikopter imha edilmiştir. Gene aynı yıl Portekiz’de bulunan bir NATO üssüne de saldırı düzenlemişlerdir.
Bu enternasyonalist dayanışma tek taraflı değildir elbette. Amilcar Cabral bu enternasyonalist dayanışmanın Gine Bissau boyutuna dair şu vurguyu yapacaktır. Vietnam ve Filistin halkı ile yan yana savaşmalarının mümkün olmadığını ancak PAIGC’in Portekizlilerle savaşırken aynı zamanda İsrail ve ABD’ye de cephe açtığını; çünkü onları zayıflattığını belirtir. Aynı vurguyu tersinden bir mantıkla Salazar da yapacaktır. Salazar Portekiz’in Afrika kolonilerini savunurken, aynı zamanda batı dünyasının da çıkarlarını koruduğunu söylemiştir.
SSCB ve Gine Bissau ilişkilerine dönersek; Cabral, Bağlantısızlar Hareketi’nin SSCB ile kurduğu ilişkiden çok farklı bir bağ kurmuştur. İki blok arasındaki çelişkilerden faydalanmak adına SSCB’nin amiyane tabirle hakkını yemekten imtina etmiştir. Zaten Cabral’ı farklı kılan yanlarından biri de siyaseti salt pragmatist bir edim olarak görmemesi ve bundan kaynaklı ahlaki marazalar ve gelgitler yaşamamasıdır.
Cabral, sosyalist ülkelerden destek alırken, özellikle silah yardımı alırken açıkça meydan okur. O yıllarda birçok ülke Sovyet desteği alırken tepki çekmemek için dolayımlı yöntemler denemeyi tercih etmektedir. Sovyetler Birliği de uluslararası diplomasiyi gözeterek yardımları dolaylı ulaştırmayı tercih eder. Vietnam-SSCB ilişkisi ya da Cemal Abdülnasır’a verilen silahların Çekoslovakya üzerinden gönderilmesi, Sovyetler Birliği’nin barış içerisinde bir arada yaşama politikasının gereklerinin bir dışavurumudur. Ancak aldığı yardımlar konusunda Cabral’ın uluslararası tepki gibi bir çekincesi hiç yoktur.
“Sosyalist kamp görevlerinin tam sorumluluğunda olduğunu gösteriyor. Uluslararası ve tarihsel görevlerinin; fakat ahlaksal değil. Çünkü zaten sosyalist ülkelerin halkları sömürgeleşmiş ülkeleri hiçbir zaman sömürmediler. Bu nedenle size buradan Afrika ülkelerine gelen yardımların mücadelemizi güçlendiren etkili yardımlar olduğunu söylemekten onur duyuyorum. Bunu duymaktan hoşlanmayan insanlar varsa bırakın onlar da gelip yardım etsinler mücadelemize. Emin olabilirler ki; kendi egemenliğimizden onur duyuyoruz. Ve ne yapıyorlar bizim sosyalist ülkelerden yardım aldığımızı duymaktan hoşlanmadığını söyleyen bu insanlar? Portekiz’e yardım ediyorlar, Salazar’ın faşist sömürgeci yönetimine. Herkes biliyor ki Portekiz eğer NATO bağdaşıklarından gelecek yardıma güvenmeseydi bizimle savaşı sürdüremezdi. Fakat NATO’nun ne demek olduğunu açıkça tanımlamamız gerekiyor. Evet, biliyoruz böyle diyorsunuz: NATO batının, batı uygarlığının korunması için kurduğu askeri bir bloktur. Bu tartışmayı arzuladığımız bir konu değildir. NATO somut ülkeler, somut hükümetler ve devletlerdir. NATO ABD’dir, ülkemizde pek çok ABD silahı elimize geçirdik. NATO Federal Almanya Cumhuriyeti’dir. Elimizde Portekiz askerlerinden alınmış pek çok mauser tüfeği var. NATO hiç değilse şu anda Fransa’dır; ülkemizde Auliette helikopterleri var. Ve NATO, o denli çok aşk ve özgürlük örnekleri vermiş o kahraman halkın İtalyan halkının hükümetidir biraz da; Portekizlilerden İtalya’da yapılmış çok sayıda makinalı tüfekler ve el bombaları ele geçirdik.”
Bu satırlar önemlidir. Gerçekte Sovyetler Birliği’nin yaptığı yardımları eleştirenler hiç de tarafsız değillerdir. Sovyetler Birliği’ne bu eleştirileri getirenler Portekiz ordusunun elindeki silahları nerden temin ettiğini sormazlar bile. BM ve İnsan Hakları Örgütleri Gine Bissau’da yaşanan katliamları ya hiç görmez ya da kınamalarla geçiştirir.
Cabral’ın aldığı yardımlar konusunda gösterdiği ahlaki yaklaşımını şu satırlarda tekrar görürüz. “Biz gelen hiçbir yardımı geri çevirmeyiz, ancak kimseden yardım istemeyiz. Bizim ahlakımızın temeli budur.” Özellikle Kürt Hareketine sıkça yöneltilen sığ eleştirilerden birisi de “İyi ama silahları nerden alıyorsunuz?” sorusudur. Sanki Cabral bu soruya atmış yıl önce Kürt Hareketi yerine cevap vermiş gibidir.
Enternasyonalist dayanışma ile ilgili olarak her zaman ve her yerde olduğu gibi Küba’ya ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Küba’dan çoğunluğu siyahlardan oluşan binlerce insan Portekiz sömürgeciliğine karşı savaşmak için Afrika kıtasına akar. Bu arada Che’nin de Afrika kıtasına aynı saiklerle geldiğini de hatırlatalım. Che’nin Kongo’da geçirdiği bir yıl “O Yıl Hiçbir Yerde Değildik” adlı kitabın konusu olmuştur. Cabral Küba’yı yardım eden bir ülke değil; kendilerinden bir parça olarak görmektedir. “Küba’yı Latin Amerika ülkesi olarak görmüyoruz. Küba’yı Afrika’nın bir parçası olarak kabul ediyoruz.” demiştir. Çok sayıda paralı siyah asker Portekiz ordusunda savaşır ve kardeşlerinin kanını dökerken çok sayıda Kübalı da, Portekiz sömürgeciliğine karşı savaşmak için Afrika’ya gelir. Bu netlik düşmanı ten rengiyle, dini, ulusal saiklerle değil; sınıfsal olarak tanımlamaya dair en güzel örneklerdendir.
Hatırlayalım İspanya’da 1908 yılında İspanyol işçiler kendi hükümetlerine karşı Fas’ın bağımsızlığı için eylem yapıp canlarını verirken; Faslılar Franco’nun kendilerine vadettiği bağımsızlık sözüne kanarak otuz yıl sonra İspanya iç savaşında 40.000 kişilik bir ordu ile Franco’nun yanında yer almış ve İspanyol işçilerin kanını dökmüştü.
Cabral bir şeye daha cüret eder. Daha iktidara gelmeden kurtarılmış bölgelerinde kendi iktidarını inşa etmeye başlar. 1963 sonrası PAIGC’in ele geçirdiği bölgelerde 127 okul kurulur. Bütün bir Portekiz sömürgeciliği tarihi boyunca ülkede yalnız 44 okul vardı ve bunların 33’ü Katolik misyoner okullarıydı. PAIGC birkaç yıl içinde Portekizliler’in kurduğu okullardan üç kat fazlasını kurmuştur.
Gene bu bölgelerde hastaneler kurulur. Bu hastanedeki doktorlar sosyalist ülkelerden gelen doktorlardır. Bu hastaneler yalnızca yaralılara bakmakla yetinmez; ayrıca koruyucu/önleyici sağlık hizmetlerini de devreye sokar güçleri yettiğince.
Amilcar Cabral ülkesindeki okur-yazar olan %1’lik kesim için küçük burjuva tanımını kullanmaktadır. Böyle bir tabiri salt insanların okur-yazar olması üzerinden kullanmasını geleneksel Marksist sınıf tanımına uymuyor diye eleştirenler olabilir. Yaşayan Marksizm açısından bakanlar için ise bu tespitin yapılmasında hiçbir beis yoktur. Okuma yazma bilme ayrıcalığı Gine Bissau’da sınıfsal bir ayrıcalığa tekabül etmektedir. Köylülerin büyük kısmı toprakla mülkiyet ilişkisi kurmamıştır ve toprak talepleri de bilinçte yeterince güçlü değildir, bu yanıyla özellikle Çin devrimindeki köylülükten bambaşka bir karakteristik yapısı vardır. İşçi sınıfı zaten yok denecek kadar azdır. Cabral’ın lümpen proleter diye tabir ettiği geniş kesim fahişeler, gündelikçiler, şoförler, dilenciler vb. dir. Cabral bu grupların proleter olmadığını özellikle vurgular.
Ülkeye bakar mısınız? İşçi yok, köylülük genel kalıplara sığmıyor, küçük burjuvaziyle zaten olmaz. O zaman bu devrime önderliği kim yapacak? Hangi sosyal tabana dayanacaktır bu devrim? Cabral’a göre küçük burjuvazinin sınıf intiharı ile bu açık kapanacaktır. Bizim kadim Marksizm bilgimiz, sınıf intiharı meselesini bireysel bir süreç olarak anlar. Cabral ise bir sınıfın kendisini devrimin ihtiyaçları doğrultusunda toplamda dönüştürmesi olarak koyar. İsterseniz siz buna Marksizm’den sapma deyin. Biz bunun adına cüret diyoruz. Devrimi dışsal-içsel gelişim dinamiklerinin belirsiz bir sürecine ertelemeyen, kaderciliği mahkûm eden bu cüretin adına yerelleşme ve ısrar diyoruz. Ama bu cüretten bir metafizik erdemi anlamıyoruz. Devrimi bir olasılık değil, olasılıklardan “mümkün”e gözünü diken pratik eylemin bilimsel kılavuzunu anlıyoruz.
Cabral’ın bu çabası iradeci-ahlakçı bir nosyon diyerek eleştirilebilir. Doğrudur da bir yanıyla bu eleştiri. Ancak bir yanıyla da Cabral haklıdır; iradeyi ve ahlakı hiç temeli olmaksızın, mesnetsizce somut koşullara dayatmaz. Bu iddia ve iradecilik somut koşulları göz ardı ederek ütopyayı gerçekliğe dayatmak değildir. Bizatihi somut koşulların kendisi devrimcilere bir görev olarak kendini aşmayı dayatmaktadır. Devrimciler somut gerçekliği durağan statik bir olgu olarak kabullenmezler. Devrimciler gerçekliğin statik olmadığının bilincindedir. Devrimciler şu “an”ın değişim dinamiklerini çözümledikten sonra bu değişim dinamiklerinin üzerinde yükselerek, ütopyanın yani geleceğin mevzilerinden “an”a karşı hücum ederler. Amilcar Cabral’ın deyimiyle bu hücumda devrimcilerin elindeki silah; “kitlelere tümden adanmışlık ya da kitlelerle tümden özdeşleşme”dir. Hiçbir zırh bu silahın kurşunları karşısında duramaz.
Sınıf mücadelesinin en önemli mevzi savaşları tarih alanında verilir. Yalnızca bu savaşı kazanabilen devrimci hareketler kendi topraklarının ve halkının devrimcisi olabilirler. Cabral’da bu tarih bilinci çok berraktır. Şu sözlerindeki ışık binlerce ciltlik kitabın söylediklerini sönük bırakacak kadar güçlüdür: “Afrika’nın tarihi sömürgecilerle başlamadı sömürgecilerle kesintiye uğradı.” Bu anlayış yeniyi inşa ederken geçmişin nasıl kavranması gerektiğinin en billur örneğidir.
“Biz Afrika halklarıyız, fazla bir şey yaratmadık. Başkalarının ellerinde bulunan özel silahlar bizde yoktur, büyük fabrikalarımız yok, çocuklarımız için başkalarının çocuklarının oynadıkları oyuncaklar bile yok, fakat yüreklerimiz var; kendi kafalarımız, kendi tarihimiz… Biz, Portekiz sömürgeleri halkları, Afrika’nın, emperyalistlerin kara Afrika dedikleri yerlerinden gelen Afrika halklarıyız. Evet, biz karayız fakat bütün öteki insanlar gibi, insanız.”
Tarih yeniden yazılmaktadır. Halklar “nerede kalmıştık” sorusunu sorduğu andan itibaren egemenlerin çektiği tüm setler, akışın önünde yıkılmaya mahkûmdur. Amilcar Cabral, Afrika halklarını tarihsizleştirmeye çalışan emperyalistlere karşı ideolojik olarak savaşırken, ilerlemeci-aşamalı Marksist tarih tezine de itirazını yüksek sesle dillendirir.
“Tarih yalnızca ‘sınıf’ ve sonuç olarak sınıflar mücadelesi fenomeninin geliştiği dönemden itibaren mi başlamıştır? Soruya verilecek olumlu yanıt, avcılıktan, göçebe ve yerleşik tarımdan, hayvancılığa ve toprağın özel mülkiyetine geçen tüm insan gruplarının yaşam periyodunu tarihin dışında bırakacaktır. Bu aynı zamanda Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki pek çok insan grubunun, emperyalist boyunduruğun söz konusu olduğu dönemlerde tarihsiz ya da tarihin dışında yaşadığı değerlendirmesine (biz bu değerlendirmeyi reddediyoruz) yol açacaktır.”
Cabral Batı merkezli oryantalist anlayışın Gine Bissau’da mücadeleye dair eleştirilerine şu cevabı verecektir. Malum bilirsiniz bir hikâye vardır. Aslanın üzerine basmış silahlı bir avcı resmini gören bir aslan, “Ah biz de bir resim çizebilsek neler anlatırdık…” der. Cabral bu hikâyeyi anımsatır ve şöyle devam eder. “Bizim de size dair söyleyecek çok şeyimiz var; ama ne yazık ki buna zamanımız yok.”
Oryantalist batıcı anlayışı eleştirecek zamanı olmadığını söylese de, batıcılığın en önemli argümanı olan uygarlıkla ilgili şu sözleri sarf edecek zamanı bulmuştur:
“Portekiz başka bir ülkeyi yönetecek durumda değildir. Portekiz ülkemize Tanrı ve uygarlık adına geldiğini söyleyerek girdi. Bugün elde silahla onları yanıtlıyoruz. Portekizlilerle birlikte olan hangi Tanrı ise, Portekizliler hangi uygarlığı temsil ediyorsa bunlar yok olacak. Çünkü ülkemizde her türden yabancı egemenliği niyok edeceğiz.”
Cabral kültürü de tarihle aynı bağlamda değerlendirir. Ona göre sömürgecilik kültürünün yok edilmesi sömürgeciliğin yenilmesinden daha zordur. Kültür inşasının metafizik bir söylemden çıkıp somut bir gerçekliğe dönüşmesinin tek yolu, kurtarılmış bölgelerde hayatın yeniden başka bir biçimde örgütlenmesidir. Yani insanların maddi gerçekliğini dönüştürerek bilinçlerinde de aşamalı bir şekilde değişim sağlamaktır. Emperyalizm egemenliğini zorunlu olarak kültür ve tarih asimilasyonu üzerinden kuruyorsa, kurtuluş mücadelesi de doğallığında her şeyden önce bir kültür eylemi olmak zorundadır. Bu yanıyla kurtarılmış bölgeler yalnızca askeri bir zaferin nişanesi değildir. Mücadelenin dinamiği bir demokrasi pratiğini gerektirir. Eleştiri, özeleştiri, kitlelerin yönetime katılımı, kamusal yaşam alanları kurma, işçi ve köylü kökenli kadroların formasyonu gibi etkinlikler bu demokrasi pratiğinin sacayaklarıdır. Bu yüzden mücadele sadece kültürel bir olgu değildir. Aynı zamanda kültürel bir etmendir.
Cabral’ın küçük burjuvazinin intiharı teorisi gibi iradecilik ve ahlakçılıkla itham edilen bir başka yaklaşımı ise insanın kendi zayıflıkları ile mücadele etmesidir. Cabral’a göre bu tarz temel alınması gereken mücadele yöntemidir. Çünkü maddeler dünyasında olduğu gibi insanda da dışsal görüntüler ne olursa olsun gelişim içsel dinamiklerle olmaktadır. Dışsal görünümü ne kadar güçlü olursa olsun, kapitalist-emperyalizm onu tanımlayabilecek bilgiye vakıf olunması durumunda, çaba ve fedakârlıkla yıkılabilir.
NATO ve BM ile ilgili tespitleri paralelinde Portekiz devleti ile ilgili çözümlemeleri bize bir şeyi tekrar hatırlatır. Bir devrimci örgüt, düşmanı çözümlemek zorundadır. Devrimci örgüt düşmanın arkasına saklandığı giz perdesini yırtarak düşmanı kitlelere somut olarak göstermelidir. Devrimci örgüt burjuvazinin ne güvenlik mazeretleri ne vatan millet Sakarya teraneleri ne Tanrı ne de uygarlık yalanları ile kitlerin manipüle edilmesine izin vermez.
Yazıyı sonlandırmanın zamanı geliyor. Angola ve Mozambik’ten farklı olarak Portekiz devleti Gine Bissau’da boğazına kadar batmıştır. ABD 1972 yılında Portekiz’e şu önerileri götürecektir:
- Gine Bissau’da bir Amerikan üssü kurma kararı alalım.
- Sonrasında Gine Bissau’dan hemen çekilin. Bu hamle bize zaman, size prestij kazandırır.
- Mozambik’in bir kısmını bırakın, bir kısmı da bizde kalsın. Angola’nın tamamı da sizde kalsın.
Portekiz, sömürgelerinden birinde açılacak bir gediğin sömürgecilik serüvenin sonunu getireceğinin bilincindedir. Bu yüzden ABD’nin sunduğu hiçbir öneriyi kabul etmez. Ancak durum hiç iç açıcı değildir. 1970’li yıllardan itibaren ülke bütçesinin yarıya yakını bu savaşlar için harcanmaktadır ve ülke ciddi bir darboğazdadır. Tüm bunlara rağmen bir türlü Gine Bissau direnişi teslim alınamamaktadır.
Portekiz’in yaşadığı darboğazın sonucu olarak, bir önemli yarılma da orduda olmuştur. Savaşta duyulan subay ihtiyacını karşılamak için sekiz yıl olan subaylık eğitimi iki devreye indirilmiştir. Bu durum orduda subay enflasyonuna neden olmuştur. Bu durum bir yanıyla soyluluk ünvanının kriz yüzünden 1600’lü yılların ilk yarısında parayla satıldığı İngiltere’yi hatırlatır. İngiltere’deki soylu enflasyonu 1648 Cromwell darbesinin nedenlerinden biri olmuştur. Portekiz ordusunun prestij kaybı yaşaması da 25 Nisan 1974 darbesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu askeri darbe sömürgeciliğin kapandığı dönemdir. Portekiz, Gine Bissau’nun 24 Eylül 1973 yılında ilan ettiği bağımsızlığını 1975 yılında tanımak zorunda kalır. 25 Nisan 1974 darbesi tarihe “Karanfil Devrimi” olarak yazılmış ve ilerici sol bir darbe olarak lanse edilmiştir. Ancak bir şeyi hatırlatalım. Bu darbe ayrıca darbenin başındaki generalin adıyla da anılır. “Spinola” darbesi de denir Karanfil Devrimi’nin adına. General Spinola, Gine Bissau’daki savaşta yaşanan kitle katliamlarının baş sorumlularından biridir. Portekiz ve Geleceği adlı kitabında Spinola’nın aslında rahatsızlığının sömürgecilik olmadığını anlarız. Sipinola’nın rahatsızlığı Portekiz’in aldığı yenilgi sonrasında siyasal bir çözüme mecbur kalmasıdır. Tüm bu hatırlatmaların nedeni darbelerin niteliğinin “ilerici” olamayacağına dair savımızdır.
Darbeler tıkanan rejimin önünü açmak için yapılır. Bazı sonuçları itibarıyla toplumsal kazanımlar elde edilmiş olsa bile. Türkiye darbeler tarihi içerisinde olmadık anlamlar atfedilen 27 Mayıs 1960 darbesi de kapitalist sistemin önünü açmaktan başka bir işe yaramaz ve nihayetinde darbenin sağladığı sanılan tüm haklar “ilerici generallerin” de marifetiyle kısa sürede geri alınmıştır.
Güzel hikâyemizin yürek burkan yanı ise, Cabral’ın ülkesinin bağımsızlığını görememesi olur. Cabral 1973 yılında PAIGC içindeki bir hizibin lideri Kani tarafından katledilir. Kani’nin Portekizlilerle iş birliği içerisinde olduğuna ilişkin rivayetler de mevcuttur. Ancak bu bölüm oldukça karanlıktır ve aydınlanmasının da kolay olmayacağını düşünüyorum. Afrika’nın Lenin’i Amilcar Cabral’la ilgili sözlerimize Kemal Özer’den dizelerle son verelim:
Amilcar Cabral için
Öldürdüler Amilcar Cabral’ı.
Bir yol, nedir ki tek başına?
Verdiği yemiş nedir ki bir ağacın?
Nedir ki bir evin kapladığı toprak?
Böyle düşünmez özgürlük savaşçıları
(Biliyordu Amilcar Cabral)
hiçbir yerinde dünyanın.
Herkese açık değilse bir yol,
esirgeniyorsa bir ağacın yemişi,
bir ev sökülüp alınmışsa sahibinden,
nerede olursak olalım
(biliyordu Amilcar Cabral)
kimse özgür değildir o ülkede
Gine, haritada küçük bir ülke,
Afrika’nın en eski insan pazarı.
Nerede olursak olalım
(biliyordu Amilcar Cabral)
bugün altın tozlarını devşirenle
dün insan alıp satanlar aynı.
Haksıza direnmek mümkün, boyun eğmemek güçlüye
doğru kavrıyorsak tarihin yazdıklarını.
Kavrıyorsa bizi, göğün altında bulunmak,
avuçlarımızın içi gibi yumuşacık.
(Biliyordu Amilcar Cabral)
ne insanlar düşünüldüğü kadar sahipsiz,
ne zafer sanıldığı kadar uzak.
Kemal Özer