Bir çağ dönümündeyiz. Dünyada ve Türkiye’de ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, ekolojik her anlamda bir kriz süreci yaşanıyor. Pandemi süreci ise bu krizleri daha da açığa çıkaran bir noktada duruyor. Emperyalist-kapitalist sistem, krizini sivil toplum aygıtları ile rötuşlayamadığı için terör aygıtları ile toplumu baskılamaya çalışıyor. Bunun en iyi örneği, ABD’de yaşanmakta olan Siyah öfke karşısında uygulanan baskı, şiddet ve gözaltı terörüdür. Ancak bu da yetmiyor; ABD’de daha ilk isyan dalgası tam anlamıyla kontrol altına alınamadan yine polis terörüne tepki olarak ikinci isyan dalgası başladı.
Krizler doğru devrimci özne ve toplumsal dinamiklerle buluştuğu noktada, bu çağ dönümü ezilenlerden yana olacaktır. Ancak hiçbir kriz yoktur ki toplumsal, devrimci dinamikler gelişmeden sistemi yıksın. Devrimci öznenin müdahalesi olmadığı takdirde krizler, emperyalist-kapitalist sistem tarafından aşılmaya mahkumdur. Mesela 1. Dünya Paylaşım Savaşı ile birlikte Rusya’nın krizi derinleşmişti. Ancak Bolşevikler, doğru devrimci müdahaleleri yapmasaydı, Rusya’da tarihin akışı gereği devrimin olabileceğini kim iddia edebilir! Bu düz ilerlemeci mantık, tıpkı dindeki kadercilik gibidir. Zaten tarih doğal akışı gereği sosyalizm, oradan komünizme geçecek ise hiçbir devrimci örgütün, devrimci müdahalenin bir anlamı yoktur. Kriz anlarında devrimci müdahalenin tarihsel/toplumsal dönüşümlerde yüzlerce örneği vardır. Bizim bu anlamda teoriyi, yaşama uygun hale getirmemiz gerekir. Tersi, yani yaşamı teoriye uydurmaya çalışmak bizi kaybettirir, kendimizi teorize etmekten başka hiçbir işe yaramaz. Bu yazımızda, coğrafyamızda farklı zamanlarda açığa çıkan tarihsel öznelerden çarpıcı olanlarını seçip dönemlerini inceleyerek karşılaştırmalı biçimde ilerleyecek ve onların tarihsel, toplumsal, kültürel, özsel mirasını bugüne taşımaya, pratik mücadelemizin önünü açacak sonuçlar çıkarmaya çalışacağız. İnceleyeceğimiz isyanlar, Babai, Şeyh Bedreddin ve Celali isyanlarıdır.
Tarihi miras çok önemlidir. Bunu iyi bilen egemenler, kralların, komutanların kahraman olduğu bir tarih anlatısı yaparlar. Yazılan ve bize belletilmeye çalışılan egemenlerin kendi tarihleridir. Yaşanan her sürecin toplumsal arka planı yok sayılır ve ezilenlerin haklı mücadeleleri çarpıtılarak anlatılır. Her toplumsal hareketin dayandığı bir tarihsellik ve maddi koşullar mevcuttur. Biz, bilsek de bilmesek de bu durum değişmez. Örneğin Şeyh Bedreddin Ayaklanması’nı bilmediğimizi varsayalım. Ancak bu ayaklanmanın kültürü toplumda bir yerlerde saklı olarak kalacaktır. Zamanı geldiğinde ise küllerinden doğmasını bilecektir. Bize düşen ise tarihi mirasımızı korumak ve eşitlikçi isyan geleneğini günümüze taşımak, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilen halklar için esin kaynağı oluşturmaktır.
Çünkü egemenler bizim geçmişimizdeki isyan, ayaklanma tarihini unutturmaya, yerine kendini kurtarıcı olarak koymaya çalışır. Burada Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine XII. Tezi’ni alıntılamak, sanırız açıklayıcı olacaktır: “Tarihsel bilginin öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir. Marx bu sınıfı, tüm mazlum kuşakların öcünü alarak kurtuluş davasını sonuca ulaştıran son köleleştirilmiş sınıf olarak ele alır. “Spartaküs Hareketi”yle kısa süre için bir kez daha gerçeklik kazanacak olan bu bilinç, sosyal demokrasiye eskiden beri itici gelmiştir. Sosyal demokrasi otuz yıllık bir süre içerisinde, bir önceki yüzyılı yerinden oynatmış olan bir adı, bir Blanqui’nin adını neredeyse tümüyle silmeyi başardı. İşçi sınıfına gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yükleyerek, kendini öne çıkarmayı yeğledi. Böylece bu sınıfın en büyük güç kaynağını kurutmuş oldu. İşçi sınıfı bu okulda hem nefreti hem de özveri duygusunu unuttu. Çünkü bunların ikisi de özgürlüğüne kavuşmuş torunlar idealiyle değil, ama köleleştirilmiş ataların imgesiyle beslenir.” Bu alıntı, salt ütopya ile değil tarihsel haksızlıkların ve bastırılmış olan ayaklanmaların yaratmış olduğu öfkenin halkların isyancı ve eşitlikçi damarını beslediğini anlatır bize.
Şimdi kısaca, 13. yüzyıl ile 17. yüzyıl aralığında Anadolu’da yaşanmış olan halk isyanlarını; bu isyanların yaşandığı dönemin şartlarını, gelişim süreçlerini ve isyanların sonuçlarını değerlendirelim.
Selçukluların sonu: Babai isyanı
Babai İsyanı, 1239-40 yıllarında, Anadolu’da gerçekleşen bir halk ayaklanmasıdır. Liderleri Baba İlyas ve Baba İshak’tır. Anadolu Selçuklu Devleti topraklarında yaşayan halk, yerleşik hayata sahiptir. Diğer yandan, Moğol baskısı dolayısıyla Orta Asya’da yaşayan konar-göçer Türkmenler Anadolu’ya sürekli göç ederler. Bu ilk zamanlar Anadolu Selçuklu Devleti’nde bir sorun yaratmaz. Çünkü konar göçer Türkmenlerin asıl geçim kaynağı hayvancılıktır. Sonradan gelen konar-göçer Türkmenlere de yetecek kadar mera vardır. Ancak göç giderek yoğunlaşır ve yeterince nüfusa yetecek mera, otlak, kışlık arazi kalmaz. Bunun üzerine yerleşik halk, feodal beyler, toprak ağaları topraklarını konar göçer Türkmenlere kapatırlar. Yani ekonomi, konar-göçer Türkmenler aleyhine bozulur. Hayvanlarını otlatamayan, aç kalan konar-göçer Türkmenler çevrelerindeki köyleri, kasabaları yağmalayarak ağır yaşam koşullarını hafifletmeye çalışırlar. Bir de Anadolu Selçuklu Devleti’nin son sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, kötü yönetilen ekonominin faturası, yine konar-göçer Türkmenlere ve toprağı işleyen köylülere kesilir. Kültürel olarak ise özellikle dini açıdan farklılıklar var ve bu durum da konar-göçer Türkmenleri ötekileştiren bir unsur olmuştur. Yerleşik halk Sünni-İslam inancına sahiptir. Konar-göçer Türkmenler ise Heterodoks-İslam inancına sahiptir. Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdikleri kültürü, dini, yaşayış biçimini İslam inancı ile sentezler, bağdaştırırlar. Şamanizm, Mazdekizm, Zerdüştlük gibi inançların bazı yönleri korunarak ya da kamufle edilerek İslam inancı kabul edilir. Daha çok içsel olgularla (batıni) açıklanan bir inanç sistemine sahiptirler. Dini liderler baba, derviş ve şeyhlerdir.
Ayaklanmanın ön günlerinde, Anadolu Selçuklu Devleti içeride Harezmliler dışarıda ise Eyyubi Devleti ile sorun yaşarlar. Kötü yönetim ve kötü yaşam koşullarından kaynaklı Harezmlilerin Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı isyan edecekleri dedikodusu yayılır. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhüsrev Harezmlilerin liderlerini yakalatıp öldürtür. Bu şekilde Harezmliler de ayaklanma başlatır. Babailer de yakın zamanda ayaklanırlar. Baba İlyas elçi gönderip ayaklanmayı birleştirir.
Babai ayaklanmasının ideolojik yanı Mehdici (Mesiyanik) bir karakter taşır. Yani ezilmiş, dışlanmış, sefalet içinde yaşayan halkı, kurtarmakla görevli ilahi bir kurtarıcıya inanılır. Bu kişi ise Baba İlyas’tır. Baba İlyas ve Baba İshak müridleriyle propaganda ağı oluşturur. Halka sultanın zalimliği, savurganlığı, sefahat düşkünlüğü, hak ve adalet yolundan çıkmışlığından bahsederler. Ayrıca kurulacak düzenin eşitlikçiliği vurgulanır. Temel ideolojik motivasyonu ve propaganda safhasını babalar, dervişler, şeyhler sağlar. Bu Mesiyanik karakterden Hristiyan köylüler de etkilenip ayaklanmaya katılır. Propaganda alanı ise konar-göçer Türkmenlerin yaşadığı, ekonomik olarak zayıf, dini açıdan ise karışık toplulukların yaşadığı bölgelerdir. Bu noktada hareketin bağdaştırıcı ve eşitlikçi yapısı önemlidir. Çünkü konar-göçer Türkmenlerin çoğunluğu İsmaili Tarikatı üyesidir. İsmaili Tarikatı ise o döneme göre daha eşitlikçi bir yapıya sahiptir. Hristiyan, Rum, Ermeni, Kürt tüm halklardan ayaklanmaya katılanlar vardır. Kurulacak düzenden ve ganimetten eşit yararlanma propagandası, düzenden bıkmış diğer halkları da ayaklanmaya katar. Babailerin eşitliği birazdan anlatacağımız Şeyh Bedreddin Ayaklanmasındaki gibi bir eşitlik değil, ganimette ve zenginlikte eşitliktir.
Baba İlyas, Amasya ve yöresindeki illerde faaliyet yürütür. Baba İshak ise Güneydoğu Anadolu’da örgütlenir. Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev ise ayaklanma olacağını haberini alınca önce davranmak ister ve Baba İlyas’ın üzerine saldırı düzenler. Çünkü hareketin başının Baba İlyas olduğunu bilir ve hareketin, ancak başının öldürülmesi ile bastırılabileceğini düşünür. Böylece ayaklanmanın fitili ateşlenmiş olur. Baba İshak ise üzerine saldırıyı beklemez ve kısa bir zamanda tüm Güneydoğu Anadolu’yu ele geçirir. Oradan Baba İlyas’a yardıma gider. Giderken geçtiği şehirlerde soyluların, zenginlerin, toprak ağalarının mallarını yağmalayıp fakirlere dağıtırlar. Hem savaşlardan galip çıkması hem de gittiği güzergahta zenginden alıp fakire dağıtması dolayısıyla Baba İshak’ın güçleri çığ gibi büyür. Yol üzerinde Sivas’ı da ele geçirirler ve oradan Amasya’ya, Baba İlyas’a ve güçlerine yardıma giderler. V. Gordlevski Anadolu Selçuklu Devleti’ni anlattığı eserinde şöyle der: “Köy, kentin üzerine yürüdü. Kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle, zulmedici feodaller arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek bir sınıf savaşımıydı. Eski düzen, köylüleri, barış zamanında feodal bir çalışmaya, savaş zamanında ise onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu.”
Ancak Amasya’ya zamanında varamazlar. Baba İshak, Amasya’ya varamadan Baba İlyas Amasya Kalesi’nde yakalanmış, burçlara asılmış ve bedeni günlerce bekletilmiştir. Çünkü Baba İlyas müridleri arasında ölümsüz olarak bilinmektedir ve Selçuklu Devleti, böyle yaparak Baba İlyas’ın ölümsüz olmadığını göstermek ve ayaklanan halkın iradesini kırmak ister. Ama bu durum halkı daha da galeyana getirir. Baba İshak ve güçleri çok kısa bir zamanda Amasya Kalesi’ni kuşatır ve Selçuklu güçlerini bozguna uğratır. Oradan doğruca devletin başkenti olan Konya’yı hedeflerler. Konya’ya kadar üzerinden geçtikleri şehirleri yağmalarlar. Kayseri’de Selçuklu ordusu bir kez daha yenilir.
Selçuklu ordusu, kaybetme korkusuyla sınır güçleri dahil tüm ordusunu Konya’ya toplar. Bizans’tan yardım ister. Ayrıca Baba İshak safındaki çıkar çevrelerine, derebeylerine haber yollanır ve eğer Selçuklu safında yer alırlarsa eskisinden daha fazla hak tanınacağı belirtilir. Bunun üzerine Babailerin saflarında sadece konar-göçer Türkmenler ve topraksız köylüler kalır. Konya’da Malya Ovası’nda, iki güç karşı karşıya gelir. Kaynaklara göre Malya Ovası’ndaki savaş Babailer ile Selçuklu Ordusu’nun arasındaki 13. karşılaşmadır. Şimdiye kadarki 12 savaşı Babailer kazanmıştır. Baba İshak ve müridlerinin üstün savaş gücü olduğuna inanan Selçuklu Ordusu saldırmaktan çekinir. İlk saldırıyı Babailer gerçekleştirir. Ancak zırhlı Bizans lejyonları, saldırıyı savuşturur. Bunun üzerine Selçuklu Ordusu saldırıya geçer ve Babailer yenilgiye uğrar. Birçoğu kılıçtan geçirilir, hayatını kurtaranlar ise Rumeli’ne kadar göçerler.
Babaileri 13. savaşa kadar yenilmez kılan şey, bu savaşları ölüm kalım savaşı olarak vermelerinden gelir. Zaten savaş vermemiş olsalardı açlıktan ve sefaletten ölmüş olacaklardı. Daha iyi bir yaşam için savaşmaları gerekir. Ayrıca hedefle güçlü bağları bulunmaktadır. Baba İshak ve İlyas’ın kendilerince kurmak istedikleri daha eşitlikçi bir sistem güçlü bağ kurmada etkilidir. Ayrıca hareketin, Mesiyanik karakter taşıdığını söylemiştik. Hatta Baba İlyas, halk tarafından Baba Resul olarak da anılır. Yani o bir kurtarıcıdır.
Her ne kadar Selçuklular savaşı kazanmış olsalar da bu savaş Selçukluların sonunu hazırlar. Çünkü Moğol istilasına karşı doğu sınırında bekleyen kuvvetler, Babailere karşı savaşmaları için Konya’ya çekilmişti. Moğol ordusu bu durumu fırsat bilip saldırıya geçer ve Anadolu Selçuklu Devleti yıkılır. Ayrıca Babai Ayaklanması, Anadolu Selçuklu Devleti’nin toplumsal, siyasi, ekonomik, askeri olarak ne kadar zayıf ve zafiyetli olduğunu gösterir. Bu durum da Moğolların saldırma cesaretini artırmıştır.
Hakikat savaşçıları: Şeyh Bedreddin ayaklanması
Şeyh Bedreddin Ayaklanmasını anlamamız için öncelikle o dönemin toplumsal, siyasi, ekonomik, coğrafi koşullarını iyi incelememiz gerekir. Osmanlı Devleti’nin Moğol istilası ile Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı sonrasında beyliklere bölünen yapıyı toparlamaya, merkezi yapıyı ekonomik, siyasi, askeri olarak bütünleştirmeye çalıştığı dönemdir. Avrupa feodalizmine karşın Anadolu’da feodalizm geç dönemde oluşumunu tamamlar. Konar-göçer Türkmenlerin sisteme örgütlenmesi gecikmelere yol açar. Merkezi bir feodal sistem için, merkezi bir bürokrasi gerekir. Düzenli vergi, üretime dayalı iktisat, dolayısıyla toprak üzerinde güçlü bir denetim sağlanır. Temel üretici güç, köylülerdir. Miri mülkiyet sistemi hakim olup tüm toprak sultanındır. Kullanım hakkını tımar sahipleri aracılığı ile dağıtır. Ancak bu köylülüğün aynı zamanda “mülksüz” olduğu anlamına gelmez. Zira köylü, bu kullanım hakkını miras yoluyla devreder. Topraktan gelen gelirin çoğunluğu saltanat ve etrafındaki aristokrat ve ayrıcalıklı kesime aktarılır. Genel durum bu şekildedir.
1402 yılına gelindiğinde ise Moğollar (Timur) yine Osmanlı’ya saldırır. Bu savaşta Osmanlı sultanı Beyazıt esir düşer ve oğulları arasında taht kavgası yaşanır. Bu saldırı, birçok yönden Osmanlı Devleti’nde istikrarsızlığı tetikler. Taht kavgası, devleti Fetret Dönemi’ne sokar. Diğer taraftan Timur’un ordusu, özellikle geçtikleri yerleri yakıp yıkmaları sonucu ticaret büyük oranda aksar. Özellikle ayaklanmanın esas ayağı olan Ege Bölgesi bu durumdan çok etkilenir. Çünkü bölgenin tüm yolları kullanılamaz hale gelir. Yolların kullanılamaz hale gelmesi ticareti bitme noktasına getirir. Halk elindeki ürünü dışarıya pazarlayamaz. Ayrıca yağmacılık (savaş sonrası ganimet) sonucu, halkın elinde bir şey kalmaz. Taht kavgası ise Beyazıt’ın oğulları Süleyman Çelebi, Mehmet Çelebi ve Musa Çelebi arasında geçer. Süleyman ve Mehmet Çelebi arkalarına çıkar gruplarını (vezirler, sancakbeyleri, komutanlar vs.) alır. Musa Çelebi ise daha alt tabakaları arkasına alır. Halkla bu kadar sıkı ilişki kurmasındaki en önemli unsur, Şeyh Bedreddin’i kazaskeri olarak atamasıdır.
Şeyh Bedreddin, aristokrat bir aileden gelir. İyi bir eğitim alır. Daha sonrasında, eğitimini kendi ilerletir. Bursa, Konya, Şam, Kudüs’e eğitimi için gider ve buralarda ünlü din alimleriyle tartışır. Mısır’a gidene kadar Ortodoks İslam’ı savunur. Ancak Mısır’da tanıştığı Şeyh Hüseyin Ahlati, Şeyh Bedreddin’in hayatında önemli bir dönüm noktası olur. Şeyh Ahlati ile tartışmasından sonra, bütün bildiklerini bir kenara bırakır. Hatta geçmişi ile bağlarını koparmak için kitaplarını, Nil Nehri’ne atar. Zengin yaşamını terk eder. Kul-Tanrı ilişkisinden çıkar ve tanrının yeryüzündeki yansıması insan ilişkisi, En-el hak anlayışı, onda temel belirleyen olur. Dünyadaki canlı, cansız tüm varlıklar tanrının parçasıdır. Cennet de cehennem de yeryüzündedir. Bu yüzden adalet yeryüzünde sağlanmalıdır. Bilimsel bilgi ile dini sentezler. Düşünceleri dine bağlı kalmakla birlikte, onun radikal bir yorumunu yapar. Artık bilgisini halkın sorunlarını anlama ve çözme için kullanacaktır.
Şeyh Ahlati’nin ölümü sonrası tarikatın başına geçer. Ancak daha yaşlı mollalar, bu durumdan hoşnutsuz olur. Genç Şeyh Bedreddin, tarikatta çıkar çatışmaları olduğunu fark eder ve kendini destekleyen tarikat üyeleri ile birlikte Anadolu’ya geri döner. Anadolu’ya geri dönüş, Kahire’den Edirne’ye yolculuğu örgütlenme çalışmasına dönüşür. Artık kararını vermiştir. Yeryüzünde cenneti kuracaktır. Eşitlik, adalet üzerine fikirlerini ezilen, yoksul kesime, kanaat önderlerine anlatır ve tartışır. Hristiyan kesim ile de bağlar kurar. Tabi örgütlenme çalışmalarında, kadı olduğu dönem (1411-1413) önemlidir. Kazaskerliği döneminde Börklüce Mustafa baş kethüdasıdır. Börklüce Mustafa, hem adaleti hem de savaşçılığı ile tanınır. Ankara savaşında esir düşmüş, sonrasında ise kaçmıştır. Savaşlarda gördüğü zulüm, zorbalık, kan ona savaşların amacını sorgulatır ve arayışa sokar. Arayışı esnasında Şeyh Bedreddin ile karşılaşır ve sorularına yanıt bulur. Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin en büyük örgütleyicisi, propagandisti ve eylemcisi olur. Torlak Kemal ise, bir yolculuğu esnasında Şeyh Bedreddin’in yolunu kesen bir eşkıyadır. Ancak Şeyh’in davranış ve konuşmalarından etkilenip müridi olur. Torlak Kemal, aslen Yahudidir. Asıl ası Samuel’dir. Şeyh Bedreddin’in müridi olup Müslümanlığa geçtikten sonra adı Kemal olur. Şeyh Bedreddin, Edirne’ye kalabalık derviş ve taraftarları ile varır. Burada dergahını açar ve yurdun dört bir yanından öğrenciler dergaha gelir. Bu şekilde büyük bir örgütlenme, ajitasyon/propaganda ağı kurulur.
Şeyh Bedreddin, 1411 yılında Musa Çelebi tarafından Kazaskerliğe atanır. O da kendi öğrencilerini kadılıklara atar. Hem ünlü bir İslam alimi hem de adaletli olmasıyla nam salmış olan Şeyh Bedreddin, atadığı öğrencileri ile ülkede bir adalet düzeni oluşturmayı hedefler. Musa Çelebi’nin egemen olduğu bölgelerde halkın durumuna göre vergiler belirlenir. Tımar sahiplerinin, beylerin halk üzerindeki keyfi vergilendirmelerini kaldırır ve halkı da gözeten bir vergi sistemini getirmeye çalışır. Şeyh Bedreddin ve yerellere atadığı kadıların adaletli yaklaşımı, halkın Musa Çelebi’yi desteklemesinde en önemli faktördür. Diğer taraftan, beyler, Şeyh Bedreddin ve atadığı kadıların bu tutumlarından, yeni yasalardan rahatsızdır. Ayrıca Musa Çelebi, babasının esareti ve ölümünden saraydaki yüksek zümreyi, sancakbeylerini vs. sorumlu tutar. Bazılarını yakalayıp cezalandırır. Bunun üzerine bu takım, telaşa kapılıp Mehmet Çelebi ile anlaşır ve Musa Çelebi’ye saldırır. Musa Çelebi yakalanıp öldürülür ve Mehmet Çelebi sultanlığa geçer. Böylelikle 1413 yılında Fetret Devri biter. Mehmet Çelebi’nin yanında yer alan beyler, soylular konumlarını pekiştirir. Ekonomik ayrıcalıkları artar. Fetret Devri biter, ancak halkın üzerindeki baskı artmaktadır.
Mehmet Çelebi, Şeyh Bedreddin’in faaliyetleri ve daha önce Musa Çelebi’nin yanında yer alması sebebiyle onu İznik’e sürgüne gönderir. İznik’i terk etmesi yasaklanır. Ancak bu durum, örgütlenmesinin önüne geçemez. Tahmin edileceği üzere, örgütlenme gizlidir. Müridleri üzerinden örgütlenme faaliyetlerine devam eder. Artık İznik siyasi merkeze dönüşmüştür. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Saruhan Beyliği’nde çalışmalarını sürdürür. Buralar aynı zamanda kendi doğup büyüdükleri memleketleridir. Buraların önemi, coğrafi yapı ve yolunun çetinliği dolayısıyla merkezle bağlarının zayıf olmasından kaynaklıdır. Ayrıca ekonomik olarak zor şartlar dolayısıyla, halkın düşünce anlamında da merkezle bağı zayıftır. Çünkü Timur’un saldırısı sonucu yollar harap olmuş, ticaret bitme noktasına gelmişti. Beyler ise Mehmet Çelebi’yi destekledikleri için durumlarını pekiştirmiş ve halkın üzerindeki baskıyı artırmıştı. Böylelikle köylünün, esnafın elinde kalan üç-beş kuruş, hem beyler hem de haydutlar tarafından alınmıştı. Tüm bunlar, örgütlenmenin önünü açan koşullardır. Örgütlenme güçlendikçe ayni ve nakdi olmak üzere beylere verilen vergilere son verilir. Beylerin yolladığı memurlar kovulur. Bir yandan da kurulan düzeni korumak için silahlanmaya başlanır. Aynı zamanda kurulacak eşitlikçi düzen, örgütlenilen alanlarda yaşanmaya başlanır. Yahudiler ve Rumlar da yönetimde eşit söz sahibidir. Ahi teşkilatı ile de ilişkiler iyidir. Bu şekilde ahiler, halkın ürününün pazarda satılmasına aracılık ederler. İhtiyaçların sevkiyatı yine ahiler üzerinden gerçekleşir.
Haberi alan Osmanlı Devleti, İzmir’den küçük birlikleri, duruma müdahale için Aydın’a gönderir. Ancak örgütlenme istihbarat ve gözcülük anlamında da sağlandığı için dağlık, kırsal alanda birlikler karşılanır ve bu birlikler dağıtılır. Bunun üzerine İzmir Beyliği, tüm gücüyle (60.000) saldırır. Ancak Börklüce Mustafa ve güçleri dağlarda çeşitli gerilla taktikleri ve büyük bir yaratıcılıkla bu orduyu da yener. Çünkü Börklüce Mustafa alanı iyi tanır ve askeri yönü, öngörüsü yüksektir. Karşı güçlerin nerelerden geçebileceğini iyi bilmektedir ve buralarda çeşitli tuzaklar kurdurur. Benzer şekilde Torlak Kemal ve gücü Saruhan beyini alaşağı eder ve sarayına hapseder. Bu galibiyetler halkta coşkuyu ve örgütlenmeyi artırır. Büyük orduları, kendi ilkel ve düzensiz ordularıyla yenebilmişlerdir.
Bunun üzerine, Osmanlı Devleti, başında Sadrazam Beyazıt Paşa ve Şehzade Murat’ın olduğu daha büyük bir ordu yollar. Ayaklanma cephesinde de savaş konumu alınır. Yaşlılar ve çocuklar korumaya alınır. Dağlarda ordunun geçebileceği yerlere kayalar yerleştirilir ki, geçiş sırasında üzerlerine bırakılsın. Rum gemicilere mancınık ve alev topu hazırlatılır. Ancak Osmanlı Devleti, durumu iyi analiz etmiştir. Öncelikle ormanları yakarlar. Çünkü Börklüce Mustafa daha önceki savaşta ormanda gerilla taktikleri ile kendinden kat kat fazla güçleri yenilgiye uğratmıştır. Börklüce Mustafa’nın beklediği yoldan gelmezler. Ayrıca sayısal üstünlük, kat kat fazlasıyla Osmanlı ordusundadır. Kaynaklara göre Osmanlı ordusu 150.000 civarında iken Börklüce Mustafa’nın güçleri 10.000, Torlak Kemal’in güçleri ise 2.000 civarındadır. Planlar, değişen yollara göre hızlıca değiştirilir. Çarpışma çetin geçer, ancak Osmanlı Ordusu savaşı kazanır. Savaşta 8.000 Şeyh Bedreddin müridi yaşamını yitirmiştir. Geri kalanları ise, çarmıha gerilen Börklüce Mustafa’nın karşısında cellatlar katlederler.
“Ve her yere düşen başın
kılı depremedi
iriş
Dede Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi…”
Şeyh Bedreddin ise ayaklanmayı büyütmek için Eflak’a geçer. Mehmet Çelebi, durumu öğrenip Şeyh Bedreddin’e yönelir. Örgütlenme çalışmaları kısa zamanda olumlu sonuçlar alır çünkü Balkan coğrafyasında kazaskerliği döneminden kalma iyi ilişkileri ve müridleri vardır. Deliorman bölgesine karargahını kurar ve örgütlenme çalışmalarını buradan sürdürür. Deliorman’da ve çevresinde yaşayan Türkmenlere ayrı bir parantez açmak gerekir. Bir önceki bölümde Babai ayaklanmasından bahsetmiştik. Babai ayaklanması bastırıldıktan sonra mensubu olduğu tarikatlara baskı uygulanır. Ancak Babailerin öğretilerine bağlı kalan bazı gruplar, Rumeli’ye göçer. İnancını burada yaşamaya devam ederler. Babailik kültürünü bağrında yaşatan halk, Şeyh Bedreddin’i destekler. Babailerin bıraktığı tarihsel mirası Şeyh Bedreddin alır. Ancak örgütlenmesi hala cılızdır. İçerden bir tımar sahibi, Mehmet Çelebi’nin güçlerine, Şeyh Bedreddin’in yerini söyler. Ancak Şeyh Bedreddin, ünlü bir İslam alimidir. Bu yüzden yargısız infaz edemezler. Osmanlı, en iyi ulema ve mollalarını, Şeyh Bedreddin’i yargılamak için getirir. Ancak Şeyh Bedreddin, onları yargılar ve haklılığına ikna eder. Bu yüzden ilk molla grubu idam kararını veremez. İkinci bir molla ve ulema takımı getirilir, ancak bunlar Mehmet Çelebi tarafından özel seçilmiştir ve Şeyh Bedreddin’le hakaret ederek tartışırlar. Durumu anlayan Şeyh Bedreddin, lafı daha fazla uzatmaz, bunların hakikati anlamak gibi bir dertlerinin olmadığını görür ve tartışmaya girmez. Son cümlesi ise “Hakikat bizimle!” olur. 1418 yılında Serez’in Bakırcılar Çarşısı’nda çıplak infaz edilir.
“Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü…”
Dönemin Bizanslı tarihçisi Dukas, Börklüce Mustafa’ya ve kurmaya çalıştığı düzene dair şunları belirtir: “O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin [girişinde] ve avâm lisânında [halk dilinde] “Stilaryon-Karaburun” tesmiye edilen [olarak anılan] dağlık bir memlekette âdi [sıradan] bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryon, Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr [sözü geçen] köylü, Türklere va’z ve nasâyihde [vaaz ve nasihatte] bulunuyor ve kadınlar müstesnâ [hariç] olmak üzere erzak, melbûsat, mevâşî ve arâzi [gıda maddeleri, giysiler, yük hayvanları ve toprak] gibi şeylerin kâffesinin [tamamının] umûmun mâl-i müştereki [halkın ortak malı] addedilmesini tavsiye ediyor idi”. “Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı sûretle tasarruf edebilirsin. Köylü, avâm-ı halkı bu nevi sözleriyle kendi tarafına celb ve cezb etdikten sonra hristiyanlar ile dostluk tesisine [kurmaya] çalıştı. Köylünün ifâdesine göre hıristiyanların Allah’a mu’tekid bulunduğunu inkâr eden [inandığını yadsıyan] her Türk, bizzat kendisi dinsiz idi. Köylünün bütün fikir arkadaşları tesâdüf ettikleri hristiyanlara dostâne muâmelelerde bulunuyorlar ve Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiş gibi hürmet ediyorlardı.” Aslında bu alıntı, bize en açık ve sade biçimiyle kurulmaya çalışılan düzenin ve örgütlenmenin ne olduğunu gösteriyor. Dini, milleti ne olursa olsun, tüm halkların kurtuluşu, birbirleriyle eşit ilişki kurmaları ve birlikte mücadele etmelerine bağlıdır. Sömürü ortadan kalkmalıdır. Bunun için toprak ve toprağın bütün ürünleri insanların ortak malı olmalıdır. Üretim ve üretimin sonucu olan ürün kolektiftir. Diyebiliriz ki kolektif üretim ve bölüşüm, Şeyh Bedreddin Ayaklanmasını diğer isyanlardan ayrı kılan özelliktir. 1415-1416 yıllarında Aydın Beyliği’nde Saruhan Beyliği’nde ve Rumeli’nde böyle bir düzen hakim kılınmaya çalışılmıştır. Eşitlikçi yönleri, o dönem bölgede bulunan tüm ezilen din ve mezhepleri kapsamasıyla öne çıkan ve bu anlamda Şeyh Bedreddin Hareketi ile en çok benzeşen Babailer ise, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz, yağma ve ganimette eşitlik ve ortaklığı esas alır.
Şeyh Bedreddin’in ve geliştirdiği hareketin, ayaklanmanın, düşünce sistematiğinin büyüklüğü çağının çok ötesine sıçramasından gelir. Toplumda oluşturulmaya çalışılan sistem, içinde boşluklar ve bilinmezlikler olmakla birlikte, komünizan-eşitlikçi bir sisteme denk düşer. Geliştirdiği düşünce sistemine hukukçu birikimini de katarak, toplum-devlet ilişkisini tarif eden bir örgütsel, iktisadi, siyasi mekanizma teorisi oluşturur. Devlet ve devlete hakim olmak, sadece bir araçtır. Şeyh Bedreddin bu hareketin tartışmasız önderi iken, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa pratik/askeri önderleridir. Bu üçlü büyük bir tamamlayıcı rol ile hareket ederler. Aralarındaki uzak mesafelere rağmen örgütlenme ve ayaklanma, düşünce birliğine bağlıdır. Diğer yandan, ayaklanmayı bu denli etkili kılan, sahada Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın bağımsız, özerk hareket etmeleridir. Yine Şeyh Bedreddin’in bağdaştırıcı fikirleri örgütlenmenin önünü açan bir diğer faktördür. Bağdaştırmacılığı ile birlikte Sakızlı Rum gemicileri, Yahudi esnafları, Torlakları, Azapları, Türkmenleri aynı saflarda buluşturur.
Şeyh Bedreddin Ayaklanması, tarih sayfalarında çarpıtılarak anlatılsa da günümüze kadar ulaşan eşitlikçi bir ayaklanmadır ve bu anlamda ezilenlerin bilincinde iz bırakmıştır. Fikirleri, kitapları ve destanlaşan hikayeleri ile günümüze kadar gelmiştir. Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı” bu ayaklanmayı ve dünya görüşünü, günümüze çok iyi bir şekilde aktarabilmiştir. Nazım’ın şiirinde dile gelen isyan ve dünya görüşü, 700 yıl kadar önce bu topraklarda kurulan ortaklaşmacı yaşam, komünal ilişkiler hangimize esin kaynağı olmadı ki… Orhan Yılmazkaya ve arkadaşları, SİP’ten ayrılıp bu coğrafyada silahlı mücadeleyi esas alan komünist bir odağı oluşturmak için yola çıkarken, Bedreddini Hareketi olarak kendilerini ifade eder. Ve Bostancı’da, kuşatıldığı üste, Orhan Yılmazkaya’nın son cümleleri, yine onun tarih bilincinin ne kadar köklü olduğunu gösterir: “Biz düşeceğiz, fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer’den, Şeyh Bedreddin’den, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkayalardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi…” Yaşamı ve kavgası ile öyle yer etmiştir ki Şeyh Bedreddin, ölümünden sonra “Ben de halimce Bedreddinem” sözü dilden dile dolaşır; bu söz, dürüst, adil, yürekli olmak; güçlünün yanında güçsüzün yanında saf tutmak olarak bilinçlere kazınır ve bugünlere kadar taşınır.
“Celaliyim, Celalisin, Celali…”
Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı
Celaliyim
Celalisin
Celali
Celali İsyanları, 1500’lü yılların başlarından 1600’lü yılların ilk çeyreğine kadar, geniş bir süreci kapsayan, ancak yoğun olarak 1595-1610 yılları arasında yaşanan isyanlardır. Bu isyanların patlak vermediği bölge hemen hemen yok denecek gibidir. Tüm Anadolu, Trakya ve Mezopotamya coğrafyasında bu isyanlar, çok güçlü ve kitlesel bir biçimde yaşanmıştır. Bu dönemi, isyanlara kaynaklık eden koşulları, iyi anlayabilmek için Osmanlı Devleti’ndeki gelişmeleri kısaca inceleyelim. 16. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa ülkelerinde kapitalist üretim sürecine geçiş hazırlıkları vardır. İç pazarın oluşum şartları; dağınık feodal beylikleri merkezi devlet yapısı altında birleşmeye zorlar. Osmanlı Devleti ise aynı dönemde tersi bir sürece girer. Çünkü Osmanlı Devleti askeri ve ekonomik olarak zayıflarken, derebeylikler ise askeri ve ekonomik olarak güçlenmiştir. Feodal derebeyliklerin güçlenmesini ya da merkezi feodal yapının zayıflamasının sebeplerini şu şekilde sıralayabiliriz:
- Devlet bürokrasisi yaygın ancak işlevsiz bir yapıya sahip. Bu yüzden saray ve çevresinde gereksiz masraflar artar.
- İran ve Balkan devletleriyle girilen ama bir türlü sonuç alınamayan savaşlar, merkezi maliyeyi iflasa götürür.
- Gelinen dönem itibarıyla, savaşa ayak uydurabilmek için uygun teçhizatların alınması gerekir. Ancak savaştaki teknolojik yenilikler maliyetleri artırır ve hazineyi zora sokar.
Bu durum, merkezi yapının yerel derebeyliklere olan ihtiyacını artırır ve merkezi yapı, derebeylere imtiyazlar tanır. Tımar sistemi değiştirilir. Yerine iltizam sistemi gelir. Tımar sisteminde, ürün satıldıktan sonra tımar sahibi devlete vergisini ödüyordu. İltizam sisteminde ise, arazilerin geliri peşin olarak, daha köylü ürünü üretmeden, pazarda mallar satılmadan ödenir. Devlet, vergiyi peşin alır, çünkü bu paraya acil ihtiyacı vardır. İltizam sahibine mültezim adı verilir. Mültezimler ise parayı peşin ödedikleri için köylünün emeğini son damlasına kadar sömürmek ister. Tımar sistemi de büyük bir sömürü düzeni olmakla birlikte yine de köylüyü sömürmeyi ufak da olsa düzene sokan, kısmi anlamda köylüyü koruyan yasalar vardır. Ancak iltizam sistemi ile bu yasalar da ortadan kalkar. Bu dönemde tefecilik daha da güçlenir. Çünkü mültezim daha ürünü pazarda satmadan devlete vergiyi ödeyebilmek için tefeciden borç alır. Tabi bu mültezim-tefeci-devlet üçlüsünün hepsi köylünün sırtına biner. Mültezim ürüne el koyar, tefeci faiz alır, devlet vergisini önden peşin alır. Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyıla kadar yasak olan faiz, bu dönemde yasallaşır. Osmanlı tımar sistemini ve toprak mülkiyetini bozan, tefeci sermaye ile birlikte para-meta, para-rant ilişkilerinin gelişmesidir. Bu şekilde servet belli ellerde toplanır. Toprak mülkleşir ve çiftlikler halini alır. Kapitalizmin ilk adımları bu şekilde kırsal alanda oluşmaya başlar.
Askeri alanda ise batılı ülkelere ayak uydurmak için tamamıyla paralı askerlik sistemine geçilir. Tımar sistemi zaten dağıtılmıştı. Bu yüzden tımarlı sipahiler, yeniçeri ocağına gönderilmek istenir. Bazı tımarlı sipahiler, yeniçeri ocağına gitmeyi reddeder ve bağımsız yerel birlikler olarak kalırlar. Daha önceden de paralı askerlik sistemi vardır. Ancak bu dönem ise tamamıyla paralı askerliğe geçilir ve paralı askerlere olan bağımlılık artar. Yeniçeriler paraları ödenmediği takdirde savaşa gitmezler. Tabi askeri alanda artan maliyetler sadece bununla sınırlı değildir; bir de teknolojik ilerlemeye ayak uydurmak gerekir ve bu da merkez hazine için oldukça ağır bir yüktür.
Şimdi bir de toplumsal dokuya bakalım. Osmanlı’da, köylülerin toprağını terk etmesi yasaktı. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, üçlü sömürü sistemi (mültezim, tefeci, devlet) köylüyü canından bezdirir. Çünkü bu üçlünün birbirleri arasında bir ticaret ilişkisi olsa da asıl fatura her zaman köylüye kesilmektedir. Mirî sistemde zaten kıt kanaat geçinen köylü, yeni sistemle birlikte geçinemez hale gelmiştir. Bu sebeplerden kaynaklı, köylüler bağlı oldukları toprakları terk ederler. Artık çiftliklerde ücretli olarak çalışırlar. Böylelikle köylü mülksüzleşirken, emeğini de özgürce satabilir duruma gelmiştir. Bu şekilde mülksüzleşen ve aç kalan köylüler, çeteler kurarak yol kesmeye, soygunlara başlarlar.
Celali ismi, 1519 yılında Tokat yöresinde Osmanlı yönetimine isyan eden Bozoklu Şeyh Celal’den gelir. Ancak ismi kendi ayaklanmasını aşar. Osmanlı Devleti, Bozoklu Şeyh Celal’in isyanından sonraki belli başlı isyanlara Celali isyanı nitelemesi yapar. Bu nitelemeyi yapmasının, ileride anlatacağımız gibi, belli sebepleri vardır. Yüzyılı aşkın bir süre ve yüzbinleri bulan sayılarla isyan eden Celali birliklerinde çeşitli kesimler yer alır. Köylüler, medrese öğrencileri, eski tımarlı sipahiler, levendler, sekbanlar… Ayrıca İzmir’de Demircioğlu, Bolu yöresinde Köroğlu, Malatya yöresinde Karayazıcı Halil, Halep yöresinde Canbuladoğlu Ali, Celali isyancılarının en ünlüleridir. Şimdi bunların neden Celali olduklarını kısaca inceleyelim.
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
İltizam sistemine geçilmesi ile köylü karnını doyuramaz hale gelmişti. Bu sebeple, evin erkek çocukları medreseye okumaya yollanır. Bu medrese öğrencilerine suhte denir. Erkek çocuğu, medreseye yollanarak hem evden bir kaşık eksilir hem de ileriye dönük bir yatırım yapılmış olur. Hayaller, çocuğun medreseyi bitirdikten sonra kapağı devlet kapısına atmasıdır. Ancak gerçekler farklıdır. Çünkü büyük şehirler medrese öğrencileriyle dolar, taşar. Medreselerden mezun olanların çok az bir kısmı yüksek okullara devam etmeye hak kazanır. Geri kalanlar ise kent yoksullarına karışırlar. Ve Celali isyanlarının önemli renklerinden biri haline gelirler. Bazen kendileri, bazen de diğer gruplarla birleşerek devletle çatışırlar, yol kesip soygun yaparlar. Devlet yakaladığı bazı suhteleri idam eder. Ancak idamlar ayaklanmayı tüm Anadolu’ya yayar. Öfkeyi daha da çok biler. Medrese öğrencilerinin ayaklanması zamanla yozlaşır ve içinden geldiği köylülere baskın vermeye başlarlar.
Köylüler, ikiye ayılırlar. Bir kısmı tefecilerin, çetelerin baskınlarına karşı kendilerini korumak için silahlanır. Bunlar devlet görevlilerini, çeteleri, tefeci takımını köylerine almaz. Ayrıca büyük çiftliklere baskın verir, kervanları soyarlar. Diğer kısmı ise tefecilere, mültezimlere kapı kulluğu yaparlar. Köylülerden alacakları toplar, baskınlara karşı beyleri korurlar.
İsyana katılan bir diğer kesim ise levend ve sekbanlardır. Bunlar, eski sistemde tımarlı sipahi idiler. Yeni sistemde ise devlet memurlarının, büyük çiftlik sahiplerinin, tefecilerin, kadı/ulemanın kapı kulluğunu yaparlar. Çıkarları nerede ise onunla hareket ederler.
Yani genel olarak bir kaos durumu söz konusudur. Devlet, bu kaosa yeniçeriler ile müdahale ettiğinde, katliamlar gerçekleştirdiğinde ise Celali isyanları daha da çok büyür. Devlet yetmediği noktada sancakbeyleri ve derebeylerin yardımına başvurur. Çünkü bunların emirlerinde çok sayıda askerleri vardır. Devlet, 1590’lı yıllara gelindiğinde Avusturya-Macaristan seferine çıkmıştır. Sefer için sancakbeyleri ve derebeylerinden yardım ister. Ancak bunların bir çoğu sefere gitmez. Sefere diye çıkıp, askerlerin seferde olmasını fırsat bilerek, şehirleri haraca keserler. Askerlerin sefer dönüşünde ise halk orduyu şehirlere almak istemez. Büyük savaşlar yaşanır.
Karayazıcı Halil isyanı, Celali isyanlarında ne kadar karışık bir durumun var olduğunu anlatır. Karayazıcı Halil, Tarsus bölgesinde bir sekbandır. İsyanları bastırması için Malatya’ya ordunun başına gönderilir. Ancak Malatya’da başında olduğu birlikle beraber Celali olur.
Genel olarak bakıldığında Celali İsyanları, belli bir programa sahip değildir. Köylüler, kendini koruma amacıyla Celali birlikleri kurarlar. Medrese öğrencileri yoksulluğun sonucu; sekbanlar ve levendler otorite boşluğu gördüğü yerde kendileri otorite olmak için Celali olurlar. Bir programları olmadığı gibi örgütlülükleri de çok esnektir. Birçok kez birlikler kurulur, dağılır. Birbirleri arasında geçişkenlik vardır. Ayrıca Celaliler birbirleriyle de mücadele halindedir. Doğrudan devleti hedef almazlar, sistemi değiştirmeye çalışmazlar. Onlar için bazı reformlar kafidir. Devlet görevlilerini hedef alırlar. Çünkü onlara göre sorun sistemde değil kötü yönetimde, yanlış kararlar veren kadılardadır. Yukarıda alıntıladığımız Köroğlu’nun dizelerinde de bu açıktır. Kafa tuttuğu doğrudan devlet değil, Bolu Beyidir. Bu yüzden Osmanlı Devleti, Celalileri zaman zaman kanlı katliamlarla bastırmış olsa da uzlaşma, sistem içinde sorunları halletme yöntemini de kullanır. Genel aflar çıkarır, hareketin önderlerine mevki, makam verir ve sistem içinde sorunlar çözülmüş olur.
Kimi zaman, Celalileri bastırmak için giden birlikler kendileri Celali olur. Ya da Celali baskınlarına karşı kendini savunan köylü de aslında silahlanıp Celali olur. Aynı şekilde halk da sürekli göç halindedir. Çünkü isyanların olduğu yerlerde halk güvende değildir. Ancak gittikleri yerlerde de çok geçmeden isyanlar patlak verir. Bu yüzden ülke içinde, sürekli bir göç dalgası devam eder. Toplum içinde bir nevi çözülemeyen kısır bir döngü, kaos oluşur. Ancak bu kaosu ve tüm isyanları yönetecek güçlü bir öncü örgütün olmayışı Celalileri kısır döngüde tutar. Celaliler birbirlerine, devlet görevlilerine, ulemaya, orduya, beylere karşı ayaklanır, isyan eder, baskın verir. Ancak topyekun devleti karşısına alacak hamleler yapmazlar. Bu noktada, en belirgin zayıflık güçlü öncünün eksikliğidir. Celalilere hedefi gösterme, kaosu fırsata çevirme görevi öncü bir yapıya, lidere aittir. Aslına bakılırsa yüzyılı geçen bir süreye yayılan ve yüzbinleri bulan sayılarla isyan eden Celaliler, o zamana kadar yapılan ayaklanma ve isyanlardan niceliksel olarak kat kat güçlüdür. Bu kadar güçlü olmalarına rağmen, topluma önderlik edecek güçlü bir hareketin olmayışı dolayısıyla, programsızlık, hedefsizlik, temel zayıf noktalarını oluşturur. Bu yüzden, hiçbir yerde toplumsal bir yapı, düzen oluşturamamıştır. İsyan yeni bir yaşama, eşitlikçi, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünyaya işaret etmez. Celali isyanları, saydığımız sebeplerden dolayı yenilgiye mahkum olsa da Osmanlı Devleti’nde birçok değişimi zorunlu olarak beraberinde getirmiştir. Çeşitli zor ve sindirme politikalarıyla, isyan bastırılsa bile yönetenler; yönetilenleri eskisi gibi yönetemiyorlardı. Osmanlı Devleti, bu duruma karşılık, hem dünya sistemine ayak uydurmak hem de toplumu yönetebilmek için çeşitli değişiklerle, kendini reforme eder.
Sonuç yerine
Tarihi süreçlerdeki ideoloji ve politikalar, dönemlerinin özgün ürünleridir. Bir sonraki hareket, kendi sürecinin özgünlükleriyle, bir öncekinin üzerinden yükselir. Öncellerinin tarihi birikiminden faydalanır, ancak kendi sürecinin koşulları gereği teori/pratiğini dönüştürür. Tarih bilinci köklülüktür. Bu isyanların ve ayaklanmaların, öncelleri ile bağları var olduğu gibi kendilerinden sonrakilere de tarihsel, kültürel miras bırakmışlardır. Öncellerinden güç almışlar, günümüze ise güç vermişlerdir. Dediğimiz gibi biz bu tarihe sahip çıkmak zorundayız. Çünkü bu, ezen ile ezilenin tarih sahnesindeki hesaplaşmasıdır.
Bu izlekten baktığımızda, incelediğimiz ayaklanmaların ve isyanların deneyimlerinden günümüze dersler çıkarabilmeliyiz. Bunun için, ayaklanmalar arası ve günümüze dair bazı karşılaştırmalar yapmamız gerekir.
Örgütlülük anlamında Şeyh Bedreddin Ayaklanmasının, diğer isyanlara göre daha örgütlü bir yapısı vardır. Buradaki örgütlülük, nicel değil nitel anlamdadır. Örgüt yapısı, ulaşmak istedikleri hedef, öznelerin yaşamda durdukları pozisyon, yaklaşım vs. diğer hareketlere göre daha nettir. Hareketin lideri Şeyh Bedreddin olmasına karşın temel belirleyen programdır. Bu anlamda programa bağlı kalarak özerk hareket edebilirler. Celalilerde ise bu durumun çok karışık, tanımsız olduğunu söyleyebiliriz; bunun nedenlerini yukarıda kısaca ifade ettik. Bu durum da çeşitli karmaşalara, yozlaşmaya, hedefsizliğe, birbirlerine karşı savaşa yol açar. Babailerde ise ortak bir tutum olmakla birlikte Şeyh Bedreddin Ayaklanmasındaki gibi bir netlik söz konusu değildir. Programdan çok kişilere bağlılık ön plana çıkar.
Babailer, örgütlü olduğu bölgeleri ele geçirdikten sonra barışçıl bir pozisyona geçip, Selçuklunun saldırısını beklemez. Uygun anı yakaladığını düşünerek sürekli saldırır, saldırırken büyür, yeni yerleri ele geçirir. İsyan lokal kalmaz, tüm Anadolu’ya yayılır. Halkın öfkesi, doğru yöne yönlendirilir. Bu noktada Babai İsyanı ile Şeyh Bedreddin Ayaklanmasını karşılaştırabiliriz. Çünkü Bedreddin müridleri, ayaklandıktan sonra kendi bölgelerinde barışçıl pozisyonda beklerler. Bu durum da ayaklanmayı Ege bölgesi ve Rumeli’yle sınırlı kılar. Tüm Anadolu’ya yayma fırsatını, dolayısıyla düzeni alaşağı edip, kendi tahayyül ettikleri düzeni kurma fırsatını, kaçırmış olurlar.
Celaliler ise sayıca en kalabalık olan harekettir. Eğer öncü bir örgütlülük gelişseydi, diğer isyanlara göre daha kontrol edilemez ve devrime daha yakın bir durumda olurlardı. Tüm Anadolu coğrafyasında, yüzyılı aşkın süre isyanlar patlak verir. Devletin kontrol edemediği bir durum gerçekleşir. Ancak doğrudan devlete yönelme durumu olmadığı ya da yönelmesi gereken yöne yönelmediği için Celaliler başarıya ulaşamaz. Yine Celaliler’de, Bedreddin ve Babailerdeki gibi alternatif, ortaklaşa bir yaşam durumu söz konusu değildir.
Yine bu isyanlara katılan toplumlara baktığımızda bir hiçlik meselesi ortaya çıkıyor. Hareketlerin temel dayanağı, kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan kesimler üzerine şekilleniyor. Ya hiç olarak kalıp durumlarını kabul ederler ya da hiçlikten gelen güçleriyle (kaybedecek bir şeyleri olmayışları) bir araya gelip sisteme karşı isyan ederler.
Günümüzde yaşanan halk isyanlarında ise toplumun örgütsüzlük pozisyonu nedeniyle Celalilere yakınsanan bir durum söz konusu. Yani toplum ayaklandığında, onu yönlendirecek güçlü bir öncü örgüt, şu an için mevcut değil. Böyle bir durumda, ayaklanan halkın istese de devleti yıkabilecek bir pozisyonu olmayacak, dışarıdan yönlendirmelere açık bir hal alacak, alternatif bir yaşama işaret edemeyecektir. O yüzden devrimciler, en acil görev olarak, her an eline fırsat geçecek gibi bir an önce örgütlüğünü nicel ve nitel olarak büyütmelidir. Pozisyonunu iyi belirlemeli, tanımını iyi yapmalı ki kriz/kaos anlarında savrulmasın; hedefe doğru yürümeyi, yürütmeyi iyi bilsin. Bizler ayaklanmanın, alelade bir ayaklanma olmasını istemeyiz. Herhangi bir isyanı, öfkeyi devrimci özneye dönüştürmeliyiz. Celaliler gibi çokluğun, çokluk olarak kaldığı değil, Babailer ve Şeyh Bedreddin Ayaklanmasındaki gibi bağdaştırıcı, toplumun farklı muhalif, isyan eden gruplarını, devleti yıkmak için birleştiren pozisyonda olmalıyız. Bunları yapabilmemiz için örgütlülüğümüz, strateji/taktiğimiz tanımlı olmalıdır. Devrimciler için zaman çok önemlidir. Uygun anda doğru adımlar atılabilirse başarıya ulaşabiliriz. Bu yüzden tanımlılık, programı ön plana çıkaracak, nerede olursak olalım, programa bağlı kalarak özerk hareket edebilmeyi sağlayacaktır. Bu da bize zaman kazandıracaktır. Ayrıca programa bağlılık, kişilere bağlılığın ve yozlaşmanın önüne geçecektir.
Bugün coğrafyamız, sömürüyü, baskıyı, kültürsüzleştirmeyi farklı biçimleriyle, en az o dönemlerdeki kadar ağır yaşıyor. Coğrafyamıza yapılan emperyalist saldırganlık, Moğol istilası döneminden beterini ekonomik, kültürel, siyasal olarak yaşatmaya devam ediyor. Egemenlerin lüks yaşamları, Lale Devri’ni aratır nitelikte. Ayrıca bunları gözümüze sokarak adeta toplumun aklıyla alay ediyorlar. Celaliler dönemindeki gibi kaosa gark olabilecek bir toplumsal krizler silsilesi mevcut. Babailerin, Ortakların, Celalilerin zaferle sonuçlandıramadığı ezilenlerin, emekçilerin özlemlerini gerçekleştirmeyi, tarih bizim omuzlarımıza yüklemiştir. Türkiye Devrimi, bu tarihi çarpışmanın zaferiyle, ‘Aziz bir Cenk’ ile kazanılacaktır.
Kaynaklar:
- Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, Dergah Yayınları, 1980
- Dr. Mustafa Akdağ, Celali İsyanlarının Başlaması, Ankara, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü tez çalışması
- Din-Bilim-İsyan, Şeyh Bedreddin ve Toplumsal Düzeni, Marksist Teori, Sayı: 1
- Celali İsyanları, Osmanlı Tımar Sisteminin “Bozulması” ve 1550-1650 Köylü Ayaklanmaları, Marksist Teori, Sayı: 2
- Sungur Savran, İki devrimin hikâyesi: Nâzım, Bedreddin ve 1416 ihtilali, Devrimci Marksizm, Sayı: 26
- Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu, İzmir, 2-5 Haziran 2016