19 Mart’tan bu yana Türkiye’de çok kapsamlı bir alt-üst oluş yaşanıyor. Herkesin bildiği üzere faşist iktidar, İmamoğlu ve ekibine yönelik gerçekleştirdiği operasyon ile faşist bir darbe girişiminde bulundu. Son 10 senedir, darbe içinde darbeler yaparak faşizmi kurumsallaştırma yönünde ilerleyen iktidar için bu hamle, amacına ulaşma doğrultusunda geçmeye çalıştığı önemli eşiklerden birisi olarak tanımlanabilir. Ancak, bu hamleyi yapmadan önce her ne kadar Batılı emperyalistlerin rızasını almış gibi gözükse de 19 Mart günü Türkiye gençliğinin öncülüğünde başlayan direniş, tüm planları sekteye uğratmış gözüküyor. Henüz bir sonuca ulaşıldığını söylemek zor. Darbe ne yenilgiye uğradı ne de iktidar tarafından istenilen sonuca ulaşabildi. Ama kesin olan bir şey var; o da, Türkiye’de siyasal mücadele son 10 senede hiç olmadığı kadar keskinleşti. Keskinleşen bu mücadele, faşist kurumsallaşmayı durdurma noktasında önemli imkanlar yaratmış durumda. Meramımız bu imkanları nasıl kullanabileceğimizi tartışmaktır.
Sınırlar, faşizmin kurumsallaşması ve 19 Mart darbe girişimi
Türkiye’ye geçmişten bugüne doğru baktığımızda karşımıza çok belirgin bir olgu çıkıyor. O da, TC devletinin ve Türkiye sermaye sınıfının, kendi tarihsel-yapısal sınırlarına dayanmış olduğu gerçeği. Bu olgu, içinde yaşadığımız küresel buhran koşullarında, rejim krizi ve derin bir ekonomik kriz olarak zuhur etmekte. Hatta bugün, sınırlara dayanmaktan ziyade, bu sınırlara saplanıp kalınmıştır demek daha doğru olabilir. Bu saplanıp kalma durumunu aşabilmesi için egemenlerin, içeride sömürüyü en azami düzeye getirmesi, baskı ve terörle “iç cepheyi sağlamlaştırma”sı, buradan aldığı güçle dışarıya doğru daha fazla açılması gerekiyor; zaten tüm bunları muhtelif yerlerde açıktan kendileri dile getiriyorlar. Elbette, bugüne kadar yayılabildikleri sahada konumlarını sağlamlaştırmayı da istiyorlar. Saplanıp kaldıkları yerden kurtulup, ileriye doğru gidebilmelerinin tek yolu bu. Gidemedikleri koşulda, küresel ve bölgesel ölçekte yaşanan konjonktürün basıncının da etkisiyle, kendi içlerine doğru büzüşme ve her anlamda küçülme riskiyle karşı karşıyalar. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan neredeyse tüm ama tüm siyasal hadiselerin maddi temeli işte bu.
2007’den bu yana ince ince işlediği, 2015’ten bu yana kan dökerek, zulmederek, bir darbe (20 Temmuz 2016 OHAL ilanı) sayesinde tesis ettiği faşist rejim üzerinde varlığını sürdüren iktidarın, bugün en başat amacı, bu tarihsel-yapısal sınırların aşılabilmesi olarak tanımlanabilir. Devletin ve sermayenin içerisindeki farklı kesimlerin, bu iktidara, tüm düzen içi teamüllere aykırılığına ve başarısızlığına rağmen, bugüne kadar dolaylı-dolaysız bir şekilde razı olmalarını da buradan doğru okuyabiliriz. Çünkü bunu yapabilecek (toplumsal rıza üretebilecek) başka bir alternatifi, her ne kadar farklı kesimlerin belli girişimleri olsa da, henüz gerçek anlamıyla üretebilmiş değiller. Ki iktidar böyle bir alternatifin oluşamaması için de her daim aportta bekliyor zaten. Faşist iktidar, bu tarihsel-yapısal sınırları aşma amacını yerine getirirken, bugüne kadar elde ettiği tüm “kazanımlar”ı da kurumsallaştırmanın ve kalıcılaştırmanın derdinde elbette. Oldukça uzun süredir tartışılan yeni anayasanın amacı da kuşkusuz bu: Saray etrafında kenetlenmiş kan emici asalak bir oligarşinin hükümranlığı altında, tekçi (totaliter), yeni-Osmanlıcı/post-İslamcı ve bölgesel bir güç olan Türkiye; yani faşizmin kurumsallaşması!
Ancak, bugünkü duruma baktığımızda, yukarıda da söylediğimiz gibi, 2018’den bugüne kadar yaşanmakta olan çok yönlü krizin içerisinde, kademeli olarak gücünü kaybetmiş, yer yer başarısız olmuş ve hatta yer yer yenilmiş olan bir iktidar bloku çıkıyor karşımıza. İktidarın başarısızlığının en görünür olduğu mesele, yaşanan ekonomik yıkım ve sermayenin önüne koyduğu ekonomik hedeflere bir türlü ulaşamaması. 2024 yerel seçimlerindeki hezimet sonucu ortaya çıkan temsil krizi ise hem bu ekonomik krizin bir sonucu, hem iktidarın hükümet olmaya devam etme halini riske sokan bir durum, hem de her anlamda bir istikrarsızlık kaynağı. Ki bu durum, aynı zamanda iktidara karşı bir alternatifin de ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Her seferinde bitti denilen “terör”ün bir türlü bitmemesi ve hatta bitmek bir yana dursun KÖH’ün Ortadoğu’da kazandığı mevziler, tüm bu yenilgiyi ikiye katlıyor. Dış siyasetteki gel-gitler, gel-gitlerin oluşturduğu riskli alanlardaki sürekli debelenme hali ve karmaşa ise tüm bu krizli hali daha da derinleştiren bir yerde duruyor. Tüm bunların sonucu olarak, egemenler arası çelişkiler ve yönetememe hali sürekli olarak derinleşiyor. Ki bu aynı zamanda, yukarıda bahsettiğimiz sınırlar ile birlikte devrimci nesnel koşulların olgunluğunu da ifade ediyor. Bu durum, iktidarın amaçlarını gerçekleştirmesi yönünde ciddi bir engel teşkil etmekte. Çünkü uzlaşamaz ve yönetemezlerse, saplanıp kaldıkları sınırları aşamazlar ve kurumsallaşamazlar…
İşte tam şu an’da iktidar, küresel ve bölgesel ölçekte yaşanan konjonktürden yararlanarak, tüm bu yenilgiyi ve başarısızlığı tersine çevirecek bir manevra yapmanın derdinde. Dertleri, faşist kurumsallaşmayı tamamlayabilmek için hükümet olarak devam edebilmek ve bunun önündeki engelleri ortadan kaldırmak. Yukarıda altını çizdiğimiz amaçları gerçekleştirebilmelerinin ilk koşulu bu; uzlaşabilmeleri ve yönetebilmeleri gerekiyor. Ayrıca, belirtmek gerekir ki, iktidarın, bugün geldiği merhaleden, amaçlarına ulaşamadan yaşayacağı bir geriye düşüş ve devrilme hali, onlar için büyük bedellerin ödenmesine yol açabilir. Genel olarak 2023 seçimlerinden sonra başlatılan faşist taarruz, özel olarak ise 1 Ekim 2024’den bu yana yürüttükleri siyaset bu doğrultuda şekilleniyor. Özellikle 1 Ekim’den sonra, iktidarın, başta Suriye olmak üzere bölgede yaptığı hamleler, son 10 senede her şeye rağmen yenemediği KÖH ile müzakere masasına oturmak zorunda kalması, kendisine muhalif tüm kesimlere (TÜSİAD dahil!) yönelik çok yönlü sindirme ve yıldırma operasyonlarına girişmesi, “kent uzlaşısı”nı hedef alması ve CHP’yi asla hükümet olamayacak “yerli-milli bir muhalefet” olarak dizayn etme girişimi, bu yapılmaya çalışılan manevra kapsamında değerlendirilmelidir…
Açıkçası, bugünden ve sonuçtan baktığımızda, 1 Ekim’den sonra yapılan tüm bu hamlelerin birbirini öncelediğini ve koşulladığını, gelişen hadiselerin bir sonraki hamle için kullanıldığını, tüm bunların şu ya da bu şekilde bir plan dahilinde yürüdüğünü görüyoruz. Faşist iktidarın, 19 Mart günü yaptığı darbeyi gerçekleştirebilmek için hem gelişen tüm hadiselerden yararlandığı, hem de darbenin sorunsuz bir şekilde yürüyebilmesi için önden operasyonlar çektiği bir tablo var karşımızda. Öncesinde ve sonrasında medyaya yansıyanlar çok açık: İktidar, küresel-bölgesel konjonktüre ve kazandığı mevzilere yaslanarak ABD ve AB ile uzlaştı ve 27 Şubat çağrısının yarattığı ortamı fırsat bilerek 19 Mart’ı yaptı. TÜSİAD’a çekilen ihtarın, ESP ve HDK’nin hedef tahtasına oturtulmasının ve “Ayşe Barım operasyonu”nun da 19 Mart’ı yapmadan önce, darbeye karşı içeride gelişebilecek direnci zayıflatmak için yapıldığını bugün anlıyoruz. Hatta, faşist Ümit Özdağ’ı paket etmelerini de, ZP’yi teslim alıp bu süreçte istedikleri gibi yönlendirebilmek için yapıldığını bile düşünebiliriz. Direnişin ikinci gününden sonra ZP’nin yaptığı provokasyonlar ve sahada oynadığı sabotajcı rol böyle düşünebilmeyi mümkün kılıyor.
Tekrara düşme pahasına altını çizmekte fayda var. 19 Mart’ın amacı çok açık: Yönetemeyen (toplumsal rıza üretemeyen) iktidara karşı bir alternatif olarak kendini kanıtlamış “kent uzlaşısı”nı hedef almak ve CHP’yi asla hükümet olamayacak “yerli-milli bir muhalefet” olarak dizayn etmek. Bu sayede hükümet olmaya devam edebilmek. Faşist iktidar, KÖH ile müzakereyi de, muhalefete karşı saldırıları da bunun için yapıyor. Çünkü, aşırı-sömürü ve faşist terörü sürdürerek devlet ve sermayenin saplanıp kaldığı sınırları aşmanın, faşist taarruzu sürdürebilmenin ve son 10 senede tesis edilen faşist rejimi kurumsallaştırmanın ilk koşulu bu!
Tüm bunlar böyleyken, aklı selim herhangi bir devrimcinin ve komünistin eğer ricat etmeyecekse önünde tek bir hedef olabilir: O da, kurumsallaşmaya çalışan, manevralar yapan ve bir taarruz halinde olan faşizmin durdurulması ve tasfiye edilmesidir. Eğer bugün faşizm varsa ve yaptığı hamleler az-çok yukarıda işaret ettiklerimize tekabül ediyorsa, odaklanılması gereken nokta onun durdurulması ve tasfiye edilmesi olmalıdır. Ancak maalesef ki bugün faşizmi tek başına durdurabilecek ve faşizme karşı mücadeleyi kesintisiz bir şekilde devrime götürecek devrimci komünist bir önderlik yok. Ve maalesef ki Türkiye işçi sınıfının böylesi bir mücadeleye doğrudan atılabilecek bir tarihsel birikimi ve örgütlülük kapasitesi de yok. Bundan kaynaklı mücadelenin belli esneklikler gösterebilmesi ve hızlıca da olsa bazı aşamalardan geçebilmesi gerekiyor. Öyle ki, devrime doğru giden yol ancak böyle açılabilir. Yukarıda da söylediğimiz üzere, 19 Mart sonrası başlayan direniş ve bu temelde keskinleşen siyasal mücadele bu noktada çok önemli imkanlar yaratmıştır. İktidarın yaptığı hesap çarşıya uymamıştır…
Evdeki hesap, karışan çarşı ve faşizmi durdurmak
Evet, iktidar en azından bir dönem daha hükümet olabilmek için önüne çıkan tüm fırsatları bu yönde değerlendirdiği bir darbe girişiminde bulundu. Ve evet, bu darbe girişimi olabildiğince planlıydı ve hesaplanmıştı. Ancak dediğimiz gibi evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor! Öyle ki, 19 Mart günü, önü ve arkası itinayla hazırlanmış bu plan bozuldu, dumura uğradı ve durdurulamasa da yavaşlatıldı. Çarşı karıştı! Beyazıt’ta gençlik tarafından yıkılan barikat, iktidar karşısında iyice köşeye sıkışmış olan CHP’yi de baskılayarak, 1 Ekim’den bu yana hazırlanan bu darbeye karşı nesnel olarak anti-faşist nitelikte olan bir direnişin başlamasına vesile oldu. Türkiye gençliği, halkın temel vurucu gücü/toplumsal öncüsü olma rolünü üstlendi. Siyasal mücadele Türkiye tarafında son 10 senede hiç olmadığı kadar keskinleşti. Köstebek başını kazdığı tünelden çıkardı; memleket sathında düşmanı korkudan titreten heyulalar dolaşmaya başladı. Ak koyun kara koyundan ayrıştı, faşizmin arkasına saklandığı o tül perde yırtıldı. Halk, kendi gücünün ne denli kudretli olabileceğini yavaş da olsa fark etmeye başladı.
Sokakta 10 sene sonra başlayan yaygın hareketlilikten, halkın kolektif hareket etme kapasitesinin yavaş yavaş gelişiyor olmasından, iktidarın buna karşı hal-hareket ve tutumlarından, Özel’in sertleşen kürsü konuşmalarından vb. de siyasal mücadelenin nasıl keskinleştiğini görebiliyoruz. Ki hiçbir şey değilse bile direnişe katılan ve destek veren kitlelerin gözünde devletin asıl yüzü ortaya çıkmıştır. Direnişçilere sorguda, cezaevinde ve eylemlerde yapılan işkence ve cinsel saldırılar artık ülke gündemindedir. Devletin, koruyan ve kollayan bir ebeveyn olduğu imgesi, yıkılmasa da çatlamıştır. Ayrıca, ilk günden bugüne kadar farklı şekilde verilen tepkilerden de anlaşılacağı üzere iktidar korkuyor ve tedirgin. Ki bu korku ve tedirginlik, iktidarın iç çelişkilerinin hareketlenmesine, artmasına ve daha da görünür olmasına sebebiyet veriyor. Tüm bunlar ise olgunlaşmış olan devrimci nesnel koşulların daha da olgunlaşmasını sağlıyor. Zaten faşizmi durdurmanın imkanı da bu iyice olgunlaşan nesnellikten meydana çıkıyor.
Ancak herkesin malumu olduğu üzere direnişin bugün bir sönümlenme eğilimine girdiğini görüyoruz. Direnişin en başından bugüne kadar görülen en temel sorunun, geçerli bir devrimci önderliğin inisiyatifinden yoksun oluşu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yukarıda da işaret ettiğimiz gibi çok uzun zamandır Türkiye’deki toplumsal hareket için kronik bir sorun zaten. Direnişin, bu sorunu çok daha görünür ve hissedilir kıldığını söylemek gerekiyor. Direnişin yükseltilememesinin ve sönümlenme eğilimine girmesinin en önemli sebebi de bu. Eğer bugün devrimciler, cüret ve kararlılıkla direnişi başlatmalarına rağmen, saldırılara ve operasyonlara karşı göğüs geremedilerse, polis şiddetine tam anlamıyla karşı koyamadılarsa, iktidarın direnişe karşı yükselttiği iç savaş tehditlerini savuşturamadılarsa, alanlardaki faşist sabotajı engelleyemedilerse, nüfusun en az üçte birini oluşturan anti-faşist güçleri tam anlamıyla harekete geçiremedilerse ve direnişi süreklileştirip yükseltecek araçları temin edip kullanamadılarsa, işte tüm bunlar devrimci komünist bir önderliğin yokluğundan kaynaklanmakta. Bu boşlukta, kimi düzen-içi sol eğilimlerin de direnişi özel olarak geriye çektiğini söylemek yanlış olmaz. Yani sorunumuz nesnel değil öznel karakterdedir.
Sorunumuz öznel karakterde olduğu için sorunun çözümü de pek tabii olarak bizim ellerimizde. O yüzden, direniş bir sönümlenme eğilimine girse de doğru hamleler yapıldığı taktirde, faşizmi durdurmanın ve tasfiye etmenin oldukça mümkün olduğunu söylemek gerekir. Ancak, bu imkanları ve nasıl kullanacağımızı değerlendirmeden önce, namluyu nereye doğrultacağımız noktasında bir netleşmeye gitmek iyi olabilir: Eğer bugün hedefimiz, faşizmin kurumsallaşmasının durdurulması ve devamında tasfiye edilmesi olacaksa, namluyu önce faşizmin üzerinde yükseldiği maddi temele, sonra da faşist uygulamalara, yasalara ve bugüne kadar oluşan kurumsallığa doğrultmalıyız!
Bugün bu maddi temel ve kurumsallık, devletin ve faşist iktidarın, başta Kürt halkı olmak üzere, son 10 senedir muhalefete yönelik yürüttüğü savaş halinde ve bu doğrultuda yürütülen faşist iç güvenlik siyasetinde somutlanmaktadır. İçeride ve dışarıda yürütülen emperyalist ve militarist siyasette somutlanmaktadır. Orta ve uzun vadede belirlenmiş, sömürüyü azamileştirme odaklı ekonomi programlarında somutlanmaktadır. Kadınların, LGBTİ+’ların ve başka ezilen kesimlerin yaşamlarını ve özgürlüklerini hedef alan yasa ve uygulamalarda somutlanmaktadır. 20 Temmuz 2016 OHAL ilanından sonra uygulanmaya başlayan ve 2017’de hileli bir seçimle kurumsallaşan hükümet sisteminde ve KHK uygulamalarında somutlanmaktadır. Tüm bunların sürdürülebilmesi için kademe kademe kısıtlanan söz, eylem, örgütlenme ve siyasal katılım özgürlüğünün yoksunluğunda ve muhalefete karşı yürütülen faşist terörde somutlanmaktadır. Faşizmden kurtulabilmek için tüm bunları ortadan kaldırabilmek; faşist iktidar ve onun mensuplarından bugüne kadar işledikleri tüm suçların hesabını sormak; faşist kitle örgütlerini ve çıkar ağlarını dağıtabilmek gerekmektedir.
Ancak, faşizmin kurumsallaşmasının ilk koşulu iktidarın hükümet olmaya devam etmesiyse, yukarıdaki hedefler ve faşizmi durdurma doğrultusunda hareket edecek bir öznenin ilk ve en temel hedefi de hükümetin istifa ettirilmesi-görevden el çektirilmesi olmalıdır. Bundan kaynaklı, sokaklarda en gür şekilde yükseltilmesi gereken slogan da HÜKÜMET İSTİFA sloganıdır!
Kabul etmek gerekir ki bugün bu hedeflere karşı hareket etme noktasında kimsenin tek başına gücü yetmez. Şu ya da bu şekilde bir yan yana geliş zaruri. Cepheleşmek gerekmekte. Yukarıdaki hedefler ve belki daha fazlası, bu cephenin ortak hareket zemini olarak görülebilir. Ancak, bu cepheyi, bir masa etrafında biçimsel olarak yan yana gelmiş ve ortak kararlar alarak ortak eylemleri planlayan bir komite/kongre gibi ele almamalıyız. Zaten bu biçimiyle kurulmuş olan yapılar etkisi kısıtlı kampanyalar örgütlemekten öteye geçemiyor. Türkiye’de özgürlükten yana ve faşizme karşı olan her toplumsal kesimin, faşizmi durdurma ortak hedefi doğrultusunda, ortak bir hareket kabiliyeti kazanması da fiilen oluşmuş bir cephe olarak ele alınabilir. Bu ortaklaşmayı yaratacak ve tüm bu kesimleri ortak bir hedefe yönelterek beraber hareket etmelerini sağlayacak, anti-faşist halk cephesinin önünü açacak öncü kesim gençlik; gençliğin bu ön açma için kullanacağı bugünkü araç ise gençliğin öz-örgütleridir. Direnişin en başından bu yana yaşam bunu tekrar ve tekrar kanıtlamıştır. Bu cephenin oluşabilmesi ve namluyu hedefe doğrultabilmesi, gençliğin öz-örgütlerinin devrimcileşmesi ve toplumsallaşması (sınıfla buluşması) ile mümkün olabilir.
Devrimci ve komünist örgütlerin, direnişi geri çeken eğilimlere karşı birlikte davranmaları gereken en önemli alan da şu an için burasıdır. Elbette her şeyden önce bu eğilimlere karşı devrimci bir çizgi çekilmelidir.Kuşkusuz ki bu şekilde kurulacak olan anti-faşist bir cephe, bu doğrultudaki hedeflerine ancak zor yoluyla ulaşabilir. En azından hükümeti istifa ettirebilmek için bile bir güç uygulanmak zorundadır. Hele ki bugünkü dünya, bölge ve Türkiye koşullarında… Bu gücün kazanılabilmesi için ise direnişin yükseltilebilmesi, iktidar hedefinde netleştirilmesi, öz-savunmasının sağlanması ve tüm toplumsal yaşamı durdurabilecek genel bir direnişe dönüştürülmesi gerekiyor. Bu, bugünkü koşullarda ancak belli aşamalar geçilebilirse olabilir. Bu temelde, ilk aşamada sağlanması gereken, gençliğin direnişe bir süreklilik kazandırabilmesidir. Bu süreklileşmeyi sağlayabilmek için bugün kullanabileceğimiz silahlar ise boykot (tüketim ve ödememe), blokaj ve işgal olarak tanımlanabilir. Elbette işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması yönünde atılacak her adım da anti-faşist mücadelenin bu ilk aşamasını daha ileriden kurmamızı sağlayacaktır.
Gençliğin, kitleleri hükümet istifa edene kadar periyodik olarak genel boykota çağırmaya devam etmesi, belli gündemler dahilinde sokakta toplumsal yaşamı yer yer kesintiyeuğratacak kitlesel yol kesmeleri ve kısa süreli meydan-park-yerleşke işgallerini örgütlemesi, devletle yer yer karşı karşıya gelişleri sağlaması ve bu karşı karşıya gelişlerde pratik-siyasal devrimci bir hegemonyayı inşa etmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Ayrıca, miting veya fiili meşru sokak eylemi olsun, her türden kitlesel buluşmaya ve toplanmaya devrimcilerin bir şekilde dahil olarak oraya kendi sembollerini, anti-faşist ajitasyonu ve hükümet istifa sloganını taşımaları da önemlidir. Bu doğrultuda, tüm mecralarda, dönemin ruhuna, edebiyatına ve estetik algılarına uygun yazılı-görsel bir devrimci ajitasyon ve propaganda da hız kesmeden sürmelidir. Bu ajitasyon ve propaganda taşınabildiği ölçüde sokağa da taşınabilmelidir.
Bu tarz bir hareketin içerisinde genel bir direnişe geçilmesi gerektiğini, geçilebileceğini ve ne yapılması gerektiğini kitlelere pek tabii kavratabiliriz. Zaten “dışarıdan bilinç taşımak” da tam olarak böyle bir şeydir. Eğer bu ilk aşama başarılırsa, toplumsallaşılır (sınıfla buluşulur), anti-faşist bir halk cephesi fiilen oluşur ve direnişin genelleşmesi için gereken öznel olgunluk hızlıca ve sıçramalı bir şekilde yaratılabilir. Bu oluşan anti-faşist cephe ve olgunlaşma kuşkusuz kendi ihtiyacı olan araçları da yaratarak ve örgütleyerek ilerleyecektir. Boykot, blokaj ve işgal silahının kullanılmaya devam edileceği, başka silahlarla birlikte çeşitlendirilip kurucu bir şiddetin ve halkın öz-savunmasının örgütleneceği bir genel grev ve direniş bu şekilde örgütlenebilir. Direnişin ilk aşamayı geçerek bir güce kavuşması, faşizmi durdurması ve tasfiye edebilmesi böyle mümkündür. Ancakdirenişin bu şekilde bir güce kavuşması noktasında aksini iddia eden, şu çerçevenin gerisinde bir şey öneren, direnişi süreklileştirip ileri sıçratmak yerine geri çekmeye veya yavaşlatmaya çalışan bir kimse ise gerçekçi değil düzene tabiidir. Biz güçsüzlüğümüzün farkında olarak, direnişin belli aşamalardan geçmesi gerektiğini söyleyerek, bu noktada esneyerek ve buna uygun bir plan çizmeye çalışarak yeteri kadar gerçekçiyiz zaten. Ama devrimcilik imkansızı veya zor olanı isterken başlamaktadır…
Bu noktada, önümüzdeki 1 Mayıs’ı ve ona doğru giden süreci de 19 Mart’ta başlayan direnişin devamı olarak görmeliyiz. 1 Mayıs’ı süreklilik kazandırdığımız direnişin içerisinde örgütlemeli ve direnişin bir sıçrama noktası haline getirmeliyiz. Gençliğin harekete geçtiği, sınıfı Taksim’i işaret ederek mücadeleye davet eden, hem militan, hem de kitlesel bir 1 Mayıs, süreklileşen direnişin sıçrama noktası olabilir. Bu yapılabildiği taktirde, direnişi geriye çekmeye çalışan eğilimlere karşı da devrimci bir çizgi çekilmiş olacaktır. Ayrıca, 19 Mart’da başlayan direniş sonrasında, direnişi sabote etmek ve istikametini şaşırtmak isteyen faşistlerin ve onların payandalarının, Mahir, Deniz ve İbrahim hakkında bir karşı propaganda kampanyası başlattığı herkesin malumu. Bugün, yapılan bu karşı propagandaya karşı, ‘71 devrimcilerinin mirası, 1 Mayıs’a ve direnişin sonrasına da rengini verebilmelidir. Yine aynı şekilde, 6 Mayıs ve 18 Mayıs’ı sokakta ve her mecrada güçlü bir şekilde anmak da devrimci komünistlerin günlük görevleri dahilinde değerlendirilmelidir. Çünkü, Türkiye’de devrimcilik yapmak ve faşizme karşı mücadele etmek isteyen bir kimsenin, ‘71 devrimcileri ve devamcılarından başka sırtını yaslayacağı bir dayanak noktası yoktur. Türkiye’de yeni bir devrimcilik yaratılacaksa da çıkış noktası kuşkusuz ‘71 devrimci kopuşunun bıraktığı miras olacaktır.
Bu mirası omuzlayalım, anti-faşist bir halk cephesini örgütleyelim ve direnişi yükseltelim!