Asıl mesele, hangi sınıfın krizi fırsata çevireceğidir… – Mehmet Güneş

Bu krizi anlayabilmek için çok yönlü bakmamız gerekiyor. Salt içeriden bakarsak Türkiye’deki kapitalizmin sorunlarını küresel dünyadan, bölge durumundan yalıtık bir biçimde anlarız. Siyasal istikrarsızlıktan bakarsak başka bir parçasını anlarız. Aynı zamanda çağımızın bugünkü gerçeği nedeniyle ekonomik sorunların iç içe geçtiği neoliberal dönem üzerinden baktığımızda ise bir başka parçasını anlarız. Ama tümünü anlamamız için bütün boyutlarıyla bakmamız gerekir.

Ekonomik olarak siyasal olarak bu sorunlar yaşanıyor. Dünya çapında süren bir krizin izleri var. Türkiye’nin güncel politikalarıyla ilgili süren sorunlar var.  Yani dünyadaki emperyalist krizin yansıması yok diye düşünemeyiz. Sadece emperyalist krizin bir parçası olarak da göremeyiz. 2008 yılından beri yer yer yükselip alçalarak yaşanan küresel krizin içinde yaşanan bir Türkiye krizi durumu var. Dünya kapitalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’yi kavrayabiliriz. Bu küresel kriz sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanmanın krizidir. Neoliberal birikim rejiminin krizidir. Mevcut durumda ufukta çözümüne dair bir şey  belirmiş durumda da değildir.

Biliyorsunuz, sosyalist sisteme karşı batı kapitalizmi bir politika geliştirdi. Emperyalizm, sosyalist sisteme karşı devletçiliği ve korumacılığı esas aldı. Dünyada işçi sınıfına karşı bir blok oluşturabilmek için sosyal refah devletini esas aldı. Bu sistem 1970’lere kadar devam etti ve 1970’lerin sonunda bu sistem çöktü. Bu sistem, ABD’nin güdümünde kurulan bir sistemdi. 1970’ler sonunda ise meşhur neoliberal döneme geçildi ve hemen peşinden sosyalist sistemin yıkılmasıyla neoliberal sistem asıl olarak “tarihin sonu” gibi bir iddia ile 1990’lı yıllarda zirve noktasına ulaştı. Sermayenin özgürlükçü açılımlarla bütün dünyayı kalkındıracağı öne sürüldü. Devletlerin yavaş yavaş sönümlendiği ve refahın tabana yayıldığı, toplumsal gelişmenin doğal seyri içinde yükseleceği gibi tezler ortaya atıldı. ABD’nin Irak müdahalesi ve işgali ile birlikte sermaye kendi gerçeğine döndü. Bugün bütün dünya devletlerinde ekonomik olduğu kadar siyasal bir kriz yaşanıyor.

Bütün dünyada hükmünü sürdüren finans sermayesi egemenliği var, bunun belirleyiciliğinde gelişen bir dönem yaşandı ve bu dönem Türkiye gibi devletlere müdahalede bulunulan bir süreç oldu. Bu müdahalenin Türkiye ayağının siyasal temsilcisi de AKP iktidarıdır. Bugün ABD ve emperyalist güçlerle Tayyip’in yaşamakta olduğu çelişkili hal, AKP iktidarının bu işteki niteliğini değiştirmez. En büyük emperyalist müdahale, Türkiye’de Erbakan’ın Rehaf’ını tasfiye edip içinden Erdoğan AKP’sini çıkarıp iktidara getirmektir. Bu özel bir emperyalist müdahaledir. 2001 krizinin ekonomik-siyasal çelişkileri üzerinden gelişmiştir. Neoliberal kriz politikalarının uygulayıcısı olmuştur. Bu anlamda AKP bir kriz hükümetidir. Türkiye’de neoliberal politikalar, sistem tarafından içerilemeyen muhafazakar yoksul kesimlerin AKP eliyle sisteme içerilmesiyle daha da derinleştirilmiştir. Dünyada 2008 krizine kadar, finans sermayesi istediği gibi at oynattı. Bu kriz ilk ABD’yi, sonra Avrupa’yı şimdilerde ise Türkiye gibi ülkeleri sarmalına almış görünüyor.

Yakın veya orta vadede bizi ne tür gelişmeler bekliyor: 1- Bölgesel krizin en önemli fay hatlarından biri bugün İdlip meselesidir. AKP faşist iktidarının sıkışma noktalarından birini bu oluşturacaktır. Bugüne kadar Rusya ile geliştirdiği ilişki İdlib üzerinden test edilecek. 2- ABD kıskacı ise görünür yüz rahip krizi olmakla birlikte İran’a yaptırım mevzusunda oluşturdu. İran’a olası bir müdahale Türkiye’nin bölgede emperyalist güçler arası çelişkilere oynayan stratejisinin çöküşüne yol açacaktır. 3- Ekonomik kriz ve çöküntü adım adım ilerliyor. Bütün bunlara dönük, devrimci hareketin bütünlüklü bir programı yok. Diyebiliriz ki devrimci demokratik kesimler önümüzdeki yerel seçimi bekliyor. Oysa bugün iki kez doğru olan şudur ki, seçim çare değildir.

Bugün ABD, Türkiye’yi zorluyor, bu kriz konusunda Erdoğan’ı zorluyor. Son seçimde, emperyalist güçler, yer yer ayar çekme anlamına gelen itiraz ve memnuniyetsizlik gösterilerine rağmen Erdoğan’ın arkasında durdular. Şu an bile Türkiye ABD ile çatışırken Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa Türkiye’nin sırtını sıvazlıyor. Ancak mevcut kriz sarmalında bu destek  yangını söndürmeye yeterli olmuyor. Çünkü, küresel krizin artçı sarsıntıları Türkiye’yi içine almış durumda. Türk ekonomisinin yapısal kırılganlığı ve zayıflığı, bölgesel sorunların da  derinleştirmesi sonucu, küresel kriz anaforundan çıkışını engelliyor.

ABD, küresel krizle belirginlik kazanan güç yitimini, hegemonya krizini, Trump’ın agresif politikaları ile durdurmaya ve aşmaya çalışıyor.  Neoliberal politikalarla, neoliberalizm döneminde, Çin karşısında kaybeden bir ABD  var. Yine Avrupa ile de ilişkiler sütliman değil. Ekonomik-siyasi-askeri anlamda Avrupa ile de bir bütün olarak uyumlu bir süreç yaşamıyor. Düne kadar Ortadoğu siyaseti açısından aynı referanslar üzerinden hareket ederlerken bugün örneğin bir İran konusunda, Türkiye’ye dönük politikalar konusunda farklı noktalarda olabiliyorlar. Özellikle İran konusunda ABD, yer yer Avrupa’yı da karşısına alarak dayatmalarda bulunuyor. ABD’nin dünya siyasetini de bölge siyasetini de belirleyen, yeniden dünyaya hükmeden bir güç olarak kendisini konumlandırmaktır. Bu da Çin’in gelişimini durdurması ile ancak mümkün olacaktır. İran’a dönük saldırgan politikası bölgeyi dizayn etme politikasıdır. Rusya ve Çin’in bölge siyasetine ayar vermek için de İran hedef tahtasındadır. Bu anlamda ABD’nin Türkiye ile çelişkileri onun bölge siyaseti ile de doğrudan bağlantılıdır. İran’a yaptırımlar konusunda Türkiye’yi sıkıştırıyor. Ve olası bir İran’a müdahalede Türkiye’nin de yanında yer almasını istiyor. Bugün Rusya ile iş tutması nedeniyle bölgesel tüm sorunlar ve çelişkiler, Türkiye ile ABD arasında gerilim unsuru olarak devrede. İran’a olası bir müdahalede, ABD ile Türkiye’nin bu çelişkili-çatışmalı hali daha da büyüyecektir. Suriye ve bölgedeki diğer meselelerde kafa kafayalar. Ve bütün bu meselelerde uzlaşma bulamıyorlar. Ama ABD, Türkiye’de Erdoğan iktidarını alaşağı etmek de istemiyor. Zira burjuva muhalefet içerisinde daha kullanışlı bir aktör ortaya çıkabilmiş durumda değil. Bu nedenle şimdilik, AKP’ye ayar çekip bölge politikasına yedekleme seçeneğine oynamaktadır. Anlayacağınız mesele papaz meselesi değildir.

Burjuvazi ve faşist iktidarın kriz politikaları

11 Ağustos’ta hazine ve maliyeden sorumlu bakan damat Berat Albayrak’ın tekelci burjuvazinin temsilcilerine yapmış olduğu sunum tam da tekelci burjuvazinin istediği açıklamaydı. İMF gibi emperyalist kurumların şart koştuğu  bazı şeyleri, örneğin merkez bankası bağımsızlığı gibi şeyleri dillendirdi. Aslında merkez bankasının bağımsızlığı diye bir şey yoktur. Merkez bankaları bir yere bağlıdır. Merkez bankalarının bağımlığı olduğu yerler devletlerden çok uluslararası tekelci kapitalist kurumlardır. Küresel anlamda neoliberalizme yön veren kurumlara bağlıdır. İşte Türkiye’deki tartışma merkez bankasına iktidarın müdahaleleri olmuştur. Emperyalist güçlerin ve Türkiye’deki tekelci burjuvazinin, hem siyasetin hem de ekonominin diliyle söylemiş olduğu şudur: Merkez bankasıyla istediğiniz gibi oynayamazsınız! Bu düzenlemeler, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş döneminde yapıldı. 15 tane üst kurul kuruldu. Para ve ekonomi konularında ana yönelimleri belirleyen bu kurullara, uluslararası sermayeye bağlı kişiler getirildi. Mesele Erdoğan’ın, ekonomik açmazla karşıkarşıya kaldığı son dönemde bunu takmıyor olmasıdır. İşte Berat Albayrak dövizin ateşini söndürmek, krizi kontrol altına alabilmek için, mealen, ‘artık finans piyasalarına uygun karar alacağız’, dedi. Ancak bu açıklama da fayda etmedi. Zira ekonominin yapısal sorunları (katma değer üretiminden çok inşaat tekelleri üzerinden bir büyümenin artık sınırlarına gelinmiş durumda), dünya ve bölge durumu, Türkiye ekonomisini oldukça kırılgan hale getirmiştir. Şu an kur krizi devam ediyor. Kur krizini fırsata çevirenler de var. Diğer yandan şirket ve banka iflasları da gündemde. İflas bildirimlerinin yasaklanmış olması bu gerçeği değiştirmiyor.

Türkiye, tam anlamıyla derinleşen ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel bir krizin içerisinde. Siyasal kriz mi yoksa ekonomik kriz mi daha ağır derseniz, bunun bir ölçüsü yoktur. Her ikisi de birbirinden daha ağır. Kültürel kriz mi daha ağır derseniz, Türkiye toplumu her an birbirine düşecek birbirini yiyecek vaziyettedir. Bunun örnekleri de çokça yaşanıyor. Yaşam tercihlerinde, birbirini boğacak bir toplum haline gelmiş. Bu yüzden krizi tek boyutlu almak durumu ifade etmiyor. Dünyada ve bölgede yine öyle. Türkiye, içeride devlet krizinden tutalım da ekonomik krize kadar  her yönüyle kriz batağına saplanmış durumda. Ve, sermaye sınıfı ve faşist devlet için bu krizden çıkma dinamikleri de henüz belirmiş durumda değil. Burjuva muhalefetin durumunu ifade ettik, bölgesel durum da sermaye cephesinden öyle hızlı bir çıkış imkanı sunmuyor. Mevcut durumu koruyan, bu AKP iktidarını koruyan şeklinde de okunabilir, dengeler var. Eskiden olsaydı, krizin yaratacağı toplumsal çalkantı da kullanılarak başka arayışlara gidilirdi. Bugün, bu seçenek kimsenin işine gelmiyor. Ekonomik kriz sarsacak, ama iktidar, mevcut muhalefetsizlik durumunda, devrimci hareketin bunca zayıflığı koşullarında, krizi şimdilik yönetebilir durumda. İçeride ve dışarıda savaşı öne çıkartarak, toplumu şoven duygularla sersemleterek hedef saptırabiliyor. Bu anlamda içeride ve dışarıda savaşı yükseltmek için, toplumsal direniş dinamiklerini yoketmek için başta kendi çekirdek kitlesi olmak üzere toplumsal ve askeri örgütlenmelere gidiyor. Kriz dönemlerinde eğer devrimci hareket güçlü değilse, toplumsal muhalefet dinamikleri zayıfsa güçlenen faşizm olur. Bugün de AKP iktidarı faşist saldırıları yoğunlaştırıyor ve “faşizmin kitle ruhu”nu somutlayan kitlesel örgütlenmelere gidiyor.

Burjuvazi, sınıf bilinci güçlü bir sınıftır. Krize yaklaşımı kendi sınıf çıkarları eksenindedir. AKP’nin gelişimini ve kriz karşısındaki konumlanışını da bu temelde okumamız gerekiyor. Bugün AKP’nin karşısında herhangi bir muhalefet yok. Öte yandan kriz koşullarında toplu iflaslar engellenemez. Hayat seviyesinin düşmesi engellenemez. Ve bunun sonucu olarak toplumsal travmalar yaşanacaktır. İşte bu nedenle faşist AKP-MHP iktidarı, krize paramiliter örgütlenmelerle hazırlanıyor. Kendi cephesini sağlam örmeye çalışıyor.

Toplumsal kriz noktalarına temas ve devrimci çıkışın örgütlenmesi

 Krizi nasıl tanımlarız? Kriz, tıkanma ve yeniden yapılandırmanın birliğidir. Tıkanmaya, kriz dinamiklerine biz devrimciler değebilirsek bunu imkana dönüştürebiliriz. Ancak biz müdahale edemez, temas edemezsek, kriz belki bir iktidarın yıkılışına sebep olabilir, Ecevit hükümetinin yıkılmasına yol açtığı gibi, ama burjuvazi krizi fırsata çevirerek yeniden yapılandırma adımlarını atar. Ki bugün AKP’nin yerine hazırlanan bir seçenek de bulunmamaktadır. Bu nedenle iktidarın gemi azıya alıp faşist saldırganlığı artırmaktan başka çaresi yok.

Devrimci hareketin, bu süreci önden görüp hazırlık yapması gerekirken, şu anda, Türkiye’de süreci Kürt hareketi dışında kavrayabilen yok. Bütün dünyada faşist iktidarlar, krizlerin -ekonomik toplumsal ve kültürel çürümenin- üstüne gelmektedir. Devrimci çıkışlar da, burjuvazinin ve kurumlarının hegamonya kaybından, dünya sisteminde yaşanan boşluklardan ortaya çıkar. Faşizmin çıkışı veya yükselişi de, aynı şekilde, böylesi süreçlerde yaşanan siyasal krizlerle olur. Tek boyutlu ele almamak gerekir, böylesi süreçler hem (eğer devrimci hareket güçlüyse) devrim imkanını açığa çıkarır hem de faşist dalganın yükselişini…

Faşist devletin, toplumsal muhalefet dinamiklerini bastırmasından ve toplumun ağırlığını oluşturan Türk sünni işçi-emekçi nüfusun büyük oranda faşist iktidara yedeklenmiş olmasından dolayı, kimileri, bir dönem Türkiye’de devrimcilik çıkmaz diyor. Toplumu salt psikolojik ve sosyolojik analizlerle okumaya çalışanlar yanılıyorlar. Bu karamsar ruh halinden çıkmalıyız. Türkiye’de faşist iktidarı yıkacak kitlesel potansiyel var. Uzağa gitmeye gerek yok, Gezi’yi hiçbirimiz unutmadık. Gezi’de sokaklara çıkan, barikat kuran kitle Erdoğancı olmadı, faşist devletten yana saf tutmadı. Keza Kürt halkı, bugün Kürdistan’ın her karış toprağında süren savaşa karşı bugün yeteri kadar harekete geçmemiş olabilir, ama Kürt halkının özgürlük ve devrim ateşi sönmedi. Ve bir başka gerçek de Erdoğan’a oy veren Türk işçi ve emekçilerinin yaşadığı yoksullaşma ve yoksunlaşmanın yaratacağı tepki birikimidir. Krizin acı reçetesine karşı kitlelerin öfkesi birikiyor.

Toplumsal kriz anılarını iyi anlamak lazım. Küçük bir olay büyüyebilir ve toplumsal bir kalkışmaya yol açabilir. İçinde bulunduğumuz kriz, 2001 krizinden daha sert bir krizdir. Ancak devrimci bir müdahale olmadığında toplumsal çürüme derinleşecek, sistem içi öfke, faşizan öfke büyüyecek. Devrimci güçler olarak, bugün toplumsal bir karşılığımız yok. Bunu örgütleyemedik. En büyük handikapımız bu. Hiçbir devrimci örgüt, kendi içerisine kapanarak sorunlarını çözemez. Şu an Türkiye’de yasal ve yasa dışı her düzlemde örgütler boşluktadır ve boşlukta olan her şey savrulmaktadır, savrulmaya açıktır. Potansiyel olarak, bugün, çok daha güçlenmiş olan devrimciliğin dinamiklerini kavramalıyız. Toplumsal muhalefet dinamiklerine hitap etmemiz, değmemiz gerekiyor. Krizi fırsata, devrimci bir çıkışa çevirmemiz gerekiyor. Biz Devrimci Komünarlar, Türkiye devrimci hareketi içerisindeki mevcut çıkışsızlığa yanıt olma arayışıyla yola çıktık. Yaşamış olduğumuz ağır ve sancılı süreci devrimci kopuş çizgimizi derinleştirerek aşabiliriz. Dün olduğu gibi bugün de ideolojik-siyasal-örgütsel olarak bu çıkışı örgütlemek, birleşik mücadele hattını örmektir hedefimiz. Bir devrimci özne, hareket içerisinde, mevcut durumu değiştirme dinamiklerini örgütleyerek, kitleleri eyleme geçirerek, öncü çıkışları yaparak kendisini oluşturabilir. Krize müdahale perspektifimizi belirleyecek olan tam da budur.

Mehmet Güneş

(Bu yazı komungucu.com adresinden alınmıştır.)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir