Ayasofya’nın görünür kıldığı siyasal körlük: Seçimle gidecekler! – Elif Ateş

Sonunda beklenen oldu ve Ayasofya Kilisesi büyük bir gösteriyle camiye dönüştürülerek ilk namaz kılındı. Ayasofya’da namaz öncesi minbere iki yeşil sancak çekilerek Diyanet İşleri Başkanı elinde kılıçla hutbe okudu ki bu artık “Yeni Türkiye”nin inşasının yalnızca dinle değil, kılıçla iktidar alanı yaratarak yürütüleceğinin ve şiddetin egemen kılınacağının da ilanıdır. 

Kılıçla hutbe okumanın İslam’la, Kuran’la bir alakası olmadığını ve bugüne kadar yalnızca IŞİD lideri Bağdadi’nin elinde kılıçla Bağdat’ta hutbe okuduğunu bilerek süreci değerlendirdiğimizde, artık başka bir Türkiye’ye doğru epeyce yol aldığımızı görmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bugün artık farklı dinlere ait ibadethanelerin camiye dönüştürülmesinin dinen haram olduğu veya yeşil sancağın Osmanlı İmparatorluğu’nda fethin sembolü olarak kullanıyor olması nedeniyle, bu güç gösterisinin de zaten 567 yıl önce Osmanlı’nın eline geçmiş olan İstanbul’u yeniden fethetmek anlamına geldiği eleştirileriyle yetinilemez. 

Zira tarikatların ve cemaatlerin öncülüğünde Türkiye’nin dört bir yanından gelen binlerce insanı Ayasofya’ya seferber edip 24 Temmuz tarihini “milat” ilan edenler, ne yaptıklarını iyi biliyorlar. Büyük camiler yaptırmanın, sembolik değeri olan büyük kiliseleri camiye dönüştürmenin ve daha da önemlisi bütün bu güç gösterisini kılıç kuşanarak gerçekleştirmenin anlamı, faşist diktatörlüğün artık içeride ve dışarıda dini ve milliyetçiliği öne çıkararak savaşı daha da büyüteceğidir.

Bu nedenle, daha önce birçok kez üzerinde Arapça “Allah” yazılı dekorları kullanan Erdoğan’ın, Ayasofya’da başına takke takarak Fatiha okuması, giderek kendisine kutsallık atfedeceği bir noktada halifeliğini ilan edebileceğinin bir göstergesi olduğu kadar; ezici, yıkıcı ve devletçi dinsel gücün egemen kılınmak istendiğinin de temsilidir. 2023’e hazırlık anlamında, uzun zamandır temel taşları örülmüş faşist rejim altında, padişahlık özlemiyle kendisini dokunulmazlıklarla donatan Erdoğan’ın, Ayasofya gösterisinin hemen ardından yaptığı konuşmaya bakmak gerekir: “Son günlerde çok fazla gürültü çıkartan ülkelerin gayelerinin Ayasofya ve Doğu Akdeniz değil, Türklerin ve Müslümanların bu coğrafyadaki varlığı olduğunu biliyoruz”  diyerek başladığı konuşmasında sert mesajlar veren Erdoğan’ın, “Elde ettiğimiz her kazanım için büyük bedeller ödedik” diyerek bundan sonra da bedel ödemekten çekinmeyeceklerini söylemesi önemlidir.

Dolayısıyla, Ayasofya’yı camiye çevirmek de dahil olmak üzere, bütün bu yaşadıklarımızı yalnızca sembolik bir gelişme olarak görmek veya sürekli oy kaybeden Erdoğan’ın iktidarda kalmak için ellindeki son kartları kullandığıyla izah etmek yetersiz olacaktır. Artık ideolojik-siyasal hedeflerini seçimle veya sandıkla değil; zoru ve şiddeti devreye sokarak gerçekleştirebileceklerini düşünerek hareket ediyorlar. Dolayısıyla Türk ırkçılığı ve Sünni İslamcılığın Emevi yorumu üzerine kurulu devletin ideolojik temellerinden güç alarak, bunlardan beslenerek ama asla bunlarla yetinmeyerek, içeride ve dışarıda savaşı süreklileştirip büyüterek ilerleyecekler. 

Bu nedenle, küresel ölçekte yenilgiye uğrayan siyasal İslam’a vurgu yaparak, Erdoğan’ın ekonomik krizle gideceği umuduyla ya da parti içindeki bölünmelerle, kirli rant ilişkilerine boğulan yetersiz kadrolarla AKP’nin daha fazla ülkeyi yönetemeyeceği düşüncesini ortaya atarak kendiliğinden gideceklerini düşünen seyirci konumdaki “muhalefet” fena halde yanılıyor. Erdoğan ve ekibi gayet planlı programlı biçimde stratejik hedeflerine yöneliyor ve sürekli biçimde saldırarak iktidarda kalabileceklerinin bilinciyle hareket ediyorlar. Çünkü ancak böylesi bir ortamda şeriatçı faşist düzenlerini geliştirip güçlendirebileceklerdir.

Nitekim son dönemde büyük bir hızla gündeme sokulan ve birbiri ardına geliştirilen hamlelerle zaten güçsüz konumdaki muhalefeti tümüyle etkisizleştirme planlarını devreye soktular. İşçi ve emekçilerin haklarını kısıtlayan bir dizi düzenlemenin ardından, Barolar ve meslek odalarıyla ilgili yasal değişiklikler, kadınların haklarını kağıt üzerinde de olsa güvence altına alan İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 Sayılı Yasa’nın iptali ve çocukların tecavüzcülerle evlendirilmesine ilişkin yasanın, İnternet yasakları ve sosyal medyayı tümüyle denetim altına almayı hedefleyen yasa taslağının gündeme getirilmesi ve son bir haftadır sokaklarda yaşanan saldırılar bunun göstergesidir. Siyasi alanı alabildiğine daraltan ve muhalefeti kuşatmaya alan iktidarın kadın cinayetlerine, çocuk tecavüzlerine tepki gösteren kadınlara, Suruç’ta IŞİD eliyle katlettikleri gençlerin anmasına katılan gençlik örgütlerine ve Cumartesi Annelerine saldırısını, kılıç kuşananların görüntüsüyle birlikte düşünmek gerekir. 

Nitekim kolluk güçlerinin saldırısıyla yetinmeyip eli sopalı esnafı devreye sokarak gerçekleştirilen baskılar, artık sokağı kontrol etmek ve eylemleri yasaklamaktan öte sokağa hayat hakkı tanımayan bir anlayışı ortaya koymaktadır. Bugün Ayasofya için meydanlara çıkan ve tekbir sesleriyle sokakları dolduran gerici yobaz güruh, yarının yeni “Kanlı Pazar”larının failleri olacak biçimde devreye sokulacaktır. Aynı şekilde Diyanet’in sitesinden kadınların nasıl evlerinde oturup kendilerinden beklenilen “kadınlık” görevini yerine getireceklerini, bunu yapmadıkları takdirde dövülüp öldürülebileceklerinin fetvasını verenler, kadınlara, çocuklara yönelik saldırıların örgütleyici gücüdür. Yine Ayasofya’nın açıldığı gün Valilik kararına uyarak metroyu durduran makinist kadına yapılan saldırı; tüyleri kıbleye bakan halı saçmalığıyla, üzerinde İsa’nın, Meryem Ana’nın olduğu ikonaların, fresklerin perdelenerek kapatılmasıyla yaratılan baş dönmesi halinin diğer boyutudur. 

Bugün artık yazı yazanın, konuşanın, tweet atanın “terörist” sayıldığı ve ekranların muhaliflere yasaklandığı bir ülkede, Haluk Kırcı gibi katillerin pervasızca televizyon ekranlarına çıkarılarak “davasına inanmış kahramanlar” olarak gösterilmeleri de üzerinden atlanacak bir konu değildir. Burada mesele yalnızca tetikçilerin işlediği cinayetleri haklı göstererek onları aklamak veya yaptıklarının meşrulaştırılması değil, yaptıklarının “suç” olarak görülmediğinin ilanı ve devletin affediciliğinin ortaya konulmasıdır. Nasıl ki kontrgerillayı araştıran savcı Doğan Öz’ü katleden İbrahim Çiftçi’ye hapis yatırmayıp parti başkanlığı yaptırarak, ihaleler verip iş insanı diyerek ona itibar kazandırdılarsa, Kırcı gibi katillerin de aynı şekilde ödüllendirileceğini gösteriyorlar. Dolayısıyla, bu programların tam da bu dönemde ve bu ortamda yapılıyor olmasının, bu devlet ve elbette ki toplum nezdinde özel bir anlamı vardır; geleceğe dair düşündükleri yeni katliam planlarının ideolojik zeminini yaratmak ve buna ortam hazırlamak! 

Bilinmelidir ki iktidar yalnızca gündem değiştirmiyor, uzunca bir süredir hayalini kurdukları şeriatçı faşist düzeni adım adım gerçekleştirmek için her şeyi yapıyor. Devrimci siyasetin etkisizliği ve burjuva muhalefetin destekçi tavrıyla birlikte, son bir haftadır yaşananlara bakmak bile mevcut potansiyel mücadele dinamiklerini çok daha büyük şiddet politikalarıyla bastıracaklarını gösteriyor.

Ancak bunlar oluyorken ve yıllardır açlık, yoksulluk içindeki kitleler sömürü çarkı altında ezilirken, kriz, işsizlik, rant, doğa talanı yaşanırken ortalarda görünmeyen “muhalefet”in pek çok konuda olduğu gibi Ayasofya meselesinde de iktidarın destekçisi konumunda olması ilginçtir. Siyasi varlığını devletle özdeşleştiren iktidar sahiplerine karşı, sınıfsal ve kurumsal açıdan onlarla aynı saflarda yer alıyor olmak “ana muhalefet”e bugüne kadar savunuyor göründüğü bazı değerleri de unutturmuş görünüyor. Bu yüzden Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine onay verdikleri gibi, Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıçla isim vermeden Atatürk’e lanet yağdırmasına da, Lozan’ın yıldönümünde Anıtkabir’in temizlik gerekçesiyle kapatılmasına da ses çıkarmadılar. Kemalizmin kendisi dışındaki bütün siyasal odakları, Kürt isyanlarını, komünist hareketi ve Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin hayat alanlarını şiddet yoluyla bastırması geleneğini AKP’nin doğrudan üstlenmiş olmasının CHP’nin bu türden bellek kayıplarında büyük rolü vardır.

Uzun süredir politik yönelimlerini oylarına ihtiyaç duyduğunu düşündüğü seçmenin değer yargılarına göre biçimlendiren, onları kendinden uzaklaştırmamak adına iktidarın çizdiği sınırlara hapsolan CHP, artık bu zamana kadar savunduğunu düşündüğü “Cumhuriyet”in geleceğini veya laikliği önemsemiyor, seküler dünyaya karşı olan İslamcı ideolojiyi ise hiç dert etmiyor. İktidarla gayet uyumlu biçimde sokağa çıkmayacağını, ılımlı ve kavgacı olmayan, ehlileştirilmiş bir siyaset anlayışıyla hareket edeceğini gösteriyor. Bu devletçi muhalefet anlayışının sonucu olarak zaten Kürt sorunu başta olmak üzere pek çok konuda mevcut siyasi iktidara açık destek verdiğini, savaş tezkerelerine, dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verdiğini, seçimlerde gizli saklı yürüttüğü ittifak politikalarına rağmen kayyum atamalarına, HDP’ye yönelik gözaltı ve tutuklamalara sessiz kaldığını biliyoruz. 

Neye inanıp neyi savunduğu belli olmayan, sahiciliğini yitirmiş, ürkeklik ve korku içinde yürütülen bir siyaset anlayışının kendilerinde yarattığı tahribatı da göremeyecek kadar kör olan bu yapı, zaten kendi içindeki antidemokratik işleyişi son kongresinde de sürdürerek gelecekteki konumunu da ortaya koymuş oldu. HDP’den uzak durarak, “demokrasi ittifakı”nın bileşeni olarak gördükleri stratejik derinliğin teorisyeni ve uygulayıcısı konumundakilerle işbirliği yaparak iktidar olacaklarını zannediyorlar.

Peki Ayasofya rüzgarının estirildiği, bütün bu saçmalıkların yaşandığı siyasi ortamda HDP ne yaptı? Tıpkı Samsun’daki 19 Mayıs’ın 100. Yıl Törenleri’ne davet edilmediklerinde “Davet etselerdi, Samsun’da olmak isterdik” dedikleri gibi, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasına davet edilmediklerine üzüldüler. HDP Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, ilk kez gerçekleştirilecek cuma namazı için Diyanet’ten kendilerine davet gelmediğini belirterek ve Anayasa’nın ilgili maddelerine atıfta bulunarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ayrımcılık yaptığını belirtti ve “Bu tutumu kınıyoruz, bunu kesinlikle kabullenmiyoruz, ayrımcılık yapılmasını kesinlikle çok ağır bir şekilde, en sert biçimde eleştiriyoruz” dedi. Onları da davet etseydi gidecekler ve ırkçılık ve ayrımcılık dolu o açıklamaları gönül rahatlığıyla dinleyecekler miydi bilemiyoruz; ama böyle bir olay karşısında esas görevleri dinin nasıl siyasete alet edildiğini halka anlatarak bu ikiyüzlü politikayı teşhir etmek ve ibadethaneleri bile kirlerini, pisliklerini aklama yerine dönüştürdüklerini göstermek olan siyasetçilerin, sitem ederek bu oyunun içinde olamayışlarına hayıflanmaları abesle iştigaldir.

Yıllardır seçimlere odaklı bir siyaset anlayışıyla hareket edip AKP’nin de seçimle gideceğini düşünen ve eski yeni bütün parti liderleri ve yöneticilerinin “Seçimde biz kazanacağız”, “Gidecekler” söylemini dillerinden düşürmediği HDP’nin, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda CHP’ye benzer biçimde dindar kesimleri küstürüp yanlış anlaşılmayalım kaygısıyla hareket etmesi anlaşılır değildir.

Sonuç olarak, bütün bu yaşananlar siyasal ve ideolojik körlüğün çok ötesindedir. Erdoğan’ın tek adam rejiminin ve mevcut faşist iktidarın şeriatın egemen olacağı bir düzene doğru gidişi ve artık  IŞİD’le işbirliği yapan değil, doğrudan İŞİD zihniyetinin egemen olduğu bir iktidarın hazırlığı içinde olduklarının görülmeyişi kabul edilemezdir. Yıllardır kurumsallaştırılan bütün faşist güç odaklarının JÖH, PÖH, SADAT, Osmanlı Ocakları, Ak Militanlar’ın, bekçilerin, cemaat ve tarikatların iç savaşa hazırlıklı biçimde donatılmış olmasının önemsenmemesi, aslında tüm muhalif güçlerin siyasal ve ideolojik anlamda tam bir tükenmişlik içinde olduklarının göstergesidir.

İçeride ve dışarıda savaşın sertleşerek büyümesi, bütün devrimci yapıların yan yana gelmesini ve solcusuyla, liberaliyle, seküler olanı ve olmayanıyla tüm antifaşist güçlerin birlikte mücadelesini dayatıyor. HDP’nin artık liberal, uzlaşmacı anlayıştan uzaklaşarak tutarlı ve kişilikli bir politikayla hareket etmesi, CHP’nin ve solun önemli bir kısmının ise Kürtlerden uzak durmanın kendi sonlarını da hazırlamak olduğunu ve Kürtlerin ezildiği bir ortamda onlara da hayat hakkı tanınmayacağını görmeleri gerekiyor. Bundan sonraki süreçte Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle birlikte, faşist diktatörlüğe karşı çıkan bütün kesimlerin, anti faşist güç birlikleri oluşturarak harekete geçmesinden başka yol yoktur.