Bu yazıda aynı yüksekokulda aynı dönemde öğrencilik yapan dört isimden, dört hayattan bahsedeceğiz.
1968 kuşağı denilince aklımıza bir devrimciler kuşağı gelir doğal olarak. Ama aynı nesilde olup da devrimci olmayan gençler de vardı onlarla yanı zamana kesitini paylaşan. Ankara’nın Beşevler bölgesindeki okullar ve bunların arasında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi (AİTİA) 1970’lere doğru gelinirken faşistlerle devrimciler arasındaki mücadelenin sert alanlarından birisidir. Bugün yaşayan üç siyasetçi Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu ve Ahmet Türk’ün her üçü de o yıllarda aynı okulun öğrencileridir.
Bu isimlerin her üçü de 2005 seçimleri sonucunda parlamento sıralarını birlikte ilk kez paylaştıklarında medya onların okul arkadaşlığından gelen tanışıklıklarını kurcalayıp birbirleri hakkında sorular sormuştu hatırlarsanız. Kılıçdaroğlu, Bahçeli’nin okuldaki kibarlığını, efendiliğini överken Bahçeli altta kalmamış Kılıçdaroğlu için şu ifadeleri kullanmıştı: “Kemal Bey kaliteli bir insandır. Zaten sosyal demokrasi de kaliteli bir düşüncedir.” Mardinli Ahmet Türk ise o yıllarda babası öldüğü için tarlalarla ilgilenmek üzere birkaç yıl okulu bırakıp memlekete döndüğünü anlatmış, okulda fazla bir tanıdığı ve anısı olmadığını söylemişti yanlış hatırlamıyorsak.
Bütün diğer okullarda olduğu gibi AİTİA’da da çatışma Ülkü Ocaklı faşistlerle yeni kurulan Dev-Genç’li devrimciler arasındaydı. Askerken ABD’de kontrgerilla eğitimi alan ve o yıllarda CKMP’yi ele geçirip MHP’ye dönüştüren Türkeş, ülkenin çeşitli bölgelerinde “komando kampları” adı altında kamplar açıp Ülkü Ocaklı gençlere savaş eğitimi verdiriyordu. İstanbul’da Taylan Özgür ve Mehmet Cantekin adlı devrimci öğrencilerin katlinden sonra Ankara Beşevler bölgesinde İlker Mansuroğlu ve Nail Karaçam adlı devrimci öğrenciler de öldürülmüştü. Öğrenci gençlik ve işçi sınıfı arasında hızla gelişen sol düşünceye karşı faşist terör başlamıştı. Patronlar grevleri bastırmak için Ülkü Ocakları’ndan adam tutup grevci işçileri dövdürüyorlardı.
Bütün bu faşist terörün nedeni bir iki yıl sonra 12 Mart Muhtırası’nı verecek olan Orgeneral Memduh Tağmaç’ın “muhtıranın nedeni” olarak açıkladığı şey ile aynıydı: “Çünkü memleketteki sosyal çalışma ekonomik gelişmeyi aşmıştı”. Burası zengin bir Avrupa ülkesi miydi ki her isteyen aklına geleni yapsın! Yani toplumsal hak taleplerini ve ezilen sınıfların mücadelesini zorbalıkla dizginlemek gerekiyordu.
O dönemde okullardaki Dev-Genç ve Ülkü Ocakları’nın yanı sıra üçüncü bir dernekleşme daha peydahlandı. Adı Sosyalist Demokrasi Dernekleri Federasyonu (SDDF) idi. Çatışan iki tarafa barış çağrısı yapıyor “silaha hayır” kampanyalarını örgütlüyorlardı. Gerçekte saldıran taraf belliydi, devrimci gençlik faşistlerin silahlı saldırıları altında silaha başvurmak zorunda kalmıştı. “Silahı bırak” çağrısı yapılacaksa faşistlere yapılmalıydı. Bu SDDF’liler faşistlerin hakim olduğu hiçbir okulda ses çıkaramaz ve varlık gösteremezlerdi. Dev-Genç’in güçlü olduğu yerlerde onun sayesinde hayat hakkı bulurlardı. Devrimcilerin sabrını zorlayacak kadar ileri gittiklerinde Dev-Genç’ten dayak yedikleri de olurdu. İşi gerçeği SDDF’liler okullarda genellikle Dev-Genç’lilere hayran, onlara imrenen parka-postal giyip onlar gibi kavgaya girmeye cesaret edemeyen çocuklardı.
CHP Genel Başkanı olduğunda Kılıçdaroğlu bir ara gazetecilere parkalı, pos bıyıklı gençlik resimlerini gösterip “kantinde tartışır, boykotlar yapar, bildiriler dağıtırdık” gibi şeyler anlattığını herkes hatırlayacaktır. Kılıçdaroğlu, şimdi gençliğin öyle olmasını isterdi muhtemelen ama anlattıklarının tümü masaldır. Kılıçdaroğlu ve SDDF’liler boykotlara katılmayan, dersine çalışıp okulunu bitirmeye çalışan öğrencilerdi.
Aynı okulda bir de son sınıftan asistan çıkacak olan bir MHP’li öğrenci vardır: Devlet Bahçeli. MHP’lidir ama başka MHP’liler gibi dayak yediğini, dayak attığını gören yoktur. Bir şekilde okulda asistan olur ve sonra da Ülkücü Öğretim Üyeleri Derneği’nin başkanlığını yapar.
***
Devlet Bahçeli’yi milletin başına kim bela etti?
Yıllar sonra MHP Genel Başkanlığı yapacak olan Bahçeli için MHP (ve oradan ayrılan BBP ile İYİP) camiasında herkesin bildiği ve anlattığı gerçek şudur: Türkeş, 1970’li yıllarda Bahçeli’nin MİT’e çalıştığından kuşkulandığını yakın çevresine söylemiş ve ona karşı dikkatli olunması konusunda uyarmıştır.
MİT’in burjuva siyasetçiler arasında her istihbarat örgütü gibi çalıştığı muhakkak. Hele ki Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından birçoğunun eski “Teşkilatı Mahsusa” kadroları olduğu düşünülürse bunun devletin bir kuruluş karakteri olduğu kabul edilmelidir. Siyaset dünyasında istihbarat elemanı olarak bulunan çeşitli isimlerden her zaman bahsedilir. Bir şekilde devletle mücadele ederek halkın oyu ile iktidara gelen ama sonradan devlete teslim olup “devletleşen” Ecevit, Demirel, Erbakan ve Erdoğan gibilerini kastetmiyoruz. Bir de başından beri devletin güvenlik ve istihbarat birimlerine angaje edilerek görevle siyaset yaptırılanlar vardır. 12 Eylül darbesinden sonra burjuva siyaseti yeniden kurulurken böylelerinin önceki zamanlardan daha fazlasıyla siyaset dünyasında yer aldıklarını düşünmek akla uygundur.
Devlet aygıtından gelen ve devleti destekleyen birisi olarak Türkeş’in MİT’le bağı olmaması düşünülemez. Ancak Türkeş, komünizm tehdidine karşı devleti sonuna kadar desteklese de aynı zamanda devleti ele geçirme ve iktidarını kurarak devleti dönüştürme projesi olan birisiydi. Türkiye’de faşizmi birincisi klasik, geleneksel, resmi devlet faşizmi; ikincisi de sivil faşizm olarak iki ayrı olgunun çelişkili birliği olarak düşünmekte yarar var. Sivil faşizm yani MHP, resmi faşizmin gözünde kullanılacak yardımcı bir aygıttan ibarettir. Ama sivil faşist hareket ve lideri Türkeş için mesele asla böyle değildir. O gerektiğinde TSK içinde MHP cuntasının darbesiyle, gerektiğinde aynı anda Ankara’ya “Büyük Anadolu Yürüyüşü’yle” girmeyi planlayan, her şartta kendi bağımsız iktidar projesine esas olan bir güçtür. Dolayısıyla Türkeş-MİT ilişkisini her iki taraf için de karşındakini kullanma ilişkisi olarak düşünebiliriz. Türkeş, kendi örgütünü MİT’in tasallutundan korumaya çalışmaktadır; bilgisi dışında MİT’in, MHP ve Ülkü Ocakları’na sızmasından, eleman örgütleyip altını oymasından, kendi bilgisi dışında eylemler organize edilmesinden tedirgindir.
Tıpkı Hizbullah’ın devletle ilişkisi gibi dava dosyalarından da açıkça ortaya çıktı ki Hüseyin Velioğlu askeri istihbaratla ilişkiliydi. Onun çıkarlarına hizmet ederek onu kullandığını, bu arada onun sayesinde güçlendiğini sanıyordu. Ama ne zaman ki istihbaratın ki kendi altında eleman örgütlemeye başladığını fark etti, onları tespit ettiğinde sorgulayıp “mezar evlere” gömmeye başladı. Nihayet kendini tamamen devletten kurtarmaya kalkıştığında başaramadı. Beykoz Operasyonu ile öldürüldü.
12 Eylül cezaevlerinde MHP içindeki ayrışmanın çok önemli bir boyutu da bu konularla ilgilidir. Hatta “Biz devleti ölümüne destekledik, o bizi kullanmakla kalmadı zindanları layık gördü” diye düşünenlerin bir kısmı “Bundan sonra kendimizi devlete kullandırtmayacağız” deyip Türk-İslam Birliği ideolojisinde İslam’ın dozunu biraz daha arttıracak MHP’den kopup BBP’yi kurdular.
Türkeş 1997’de arkasında bir halef bırakmadan ansızın öldüğünde MHP, yeni bir genel başkan seçimi sorunuyla karşı karşıya kaldı. MHP kongresinde Türkeş’in Bahçeli ile ilgili uyarıları alttan alta çokça konuşulduğu halde ve Türkeş ailesinin bütün fertlerinin muhalefetine rağmen Devlet Bahçeli genel başkanlığa seçildi. Herhalde dayandığı delege desteği üzerinde de kendisine kol kanat geren aynı odak etkili olmalıydı. Aynı süreçte medya eliyle dört koldan bir Bahçeli övgüsü başladı. Bahçeli, her şeyden önce bir akademisyendi ve sokak eylemlerine karşı olduğu biliniyordu. Bahçeli de verdiği demeçlerle bu “yağlama-yıkama” kampanyasına malzeme oluşturacak ifadeler kullanıyordu. Ülkücülerin silahı kalemi olmalıydı, ülkücülerin mafyayla bir ilgisi olamazdı, ülkücüler efendi olmalı, beyaz çorap giymemeliydiler vb…
Bahçeli’ye en fazla övgü 12 Eylül öncesinde üye ve yöneticisi MHP kurşunları ile öldürülen CHP’nin yöneticilerinden geliyordu: Bahçeli bilge bir insandı, ülkücüleri sokaktan ve mafyadan çekecek, MHP’yi şiddet yöntemlerinden uzaklaştıracaktı. Bu dönemde MHP’nin devlet içinde özellikle PÖH’te ve askeriyede kadrolaşmasına bütün iktidar partileri; DYP, ANAP, DSP hepsi önayak oldular.
Böylece Türkiye siyasetinin meşruiyeti ve yasallığı en tartışmalı partisi yavaş yavaş düzenin diğer partileri ayarında, onlar kadar meşru bir parti haline getirildi. Oysa o günleri bilmeyenlere inanılmaz gelebilir ama MHP, 1970’ler Türkiye’sinin bütün vatandaşları gözünde meşruluğu en tartışmalı partiydi. Komando kampları açıp insan öldüren, patronlardan para alıp grevlere saldıran, sağda solda kurt gibi uluyan, lideri Türkeş’in ağzından açık açık “Ordu müdahale etmeli” diyen, koalisyon ortağı olduğu birinci MC hükümeti döneminde ele geçirdiği 1. Ordu Komutanları eliyle içinde yer aldığı hükümete bile darbe tezgahlamaya kalkan oy oranı düşük bir Gladio örgütü idi.
Duvarlar “MHP-MİT-Kontrgerilla kapatılsın” yazılarından geçilmezdi. Yani sıradan insanlar gözünde kontrgerilla denilen ne olduğu belirsiz karanlık odakla aynı ayarda bir şeydi. Maraş, Sivas, Çorum, Malatya Alevi katliamlarının faili; binlerce insanın katili paramiliter biri yapı…
Bu yapı nasıl oldu da bugün düzenin en “meşru”, hatta AKP’den bile meşhur ve vazgeçilmez, neredeyse onu bile arkadan idare eden partisi haline geldi? Bu iş Bahçeli’yi ve MHP’nin başına geçiren devlet odakları kadar başta CHP ve DSP yöneticileri olmak üzere bütün devletçi kadroların marifetidir. Az konuşan “sakin güç” ve “bilge adam” rolünü iyi kıvıran Bahçeli’nin MHP’sini burjuva siyasetinin başrol oyuncuları arasına sokan süreç “Anasol-m” denilen koalisyon hükümetidir. Çöken Refahyol’un yerine hükümet krizini çözme adına bu koalisyon oluşturulurken 70’li yılların CHP mitinglerinde sağından solundan vızıldayan MHP kurşunlarını unutmayan Rahşan Ececvit’in eşine “Bülent ne işimiz var bizim bu katillerle” dediğini herkes hatırlar. 1999’da Öcalan’ın yakalanması DSP’ye nasıl prim yaptırdıysa aynı şekilde MHP’yi de %18 oy oranına ulaştırdı. MHP artık Türkiye siyaset arenasının temel taşlarından birisi olmuştu.
Bir süredir Bahçeli bir zamanların o “sakin güç”, “bilge adam” sıfatlarını boşa çıkartırcasına sabah akşam sağa sola küfreden abuk sabuk saldırgan konuşmalarla toplumsal gerilimi tırmandıran öcü rollerinde burjuva siyasetteki yerini aldı. Bu yeni rolün de tıpkı önceki “bilge adam” rolleri gibi kendisine üstlerince sipariş edildiğinden emin olabiliriz.
Ülkü Ocakları üyeleri tarafından dövülen, 12 Eylül cezaevlerinde sekiz yıl yatmış eski MHP’li Selçuk Özdağ’ın ağzından Bahçeli bir kere daha deşifre edildi: “Bütün ülkücü derneklerinin başkanları 12 Eylül’de tutuklandığı halde Ülkücü Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bahçeli o zaman tutuklanmadı. Neden?”
Şimdi daha ilginç bir olay hatırlatalım. 1970’lerin ikinci yarısında aralarında Haluk Kırcı’nın da yer aldığı küçük bir faşist grup, otoyla gelip Ankara Tıp Fakültesi Hastanesi’ne baskın yaparlar. Baskından sağa sola açtıkları ateş sonucu Mehmet Güçlü adlı bir teğmen doktor ölür. Bu olayın soruşturmasında saldırganların eylem yerine gelirken ve giderken kullandıkları otonun AİTİA’da görevli Devlet Bahçeli’ye ait olduğu ortaya çıkar ama Bahçeli bu olaydan dolayı yargılanmak bir tarafa soruşturmaya bile uğramaz.
Muhalif MHP’liler/İYİP ile MHP’den kopan eski yöneticiler, Bahçeli’nin 2002’de Ecevit hükümetini erken seçime götürmek ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş gibi olağanüstü önemli kritik kararları kimseyle önceden konuşmadan kendisine gelen bir telefon üzerine tek başına alıp kamuoyuna açıklandığının anlatıyorlar hep.
CHP içinden de Kılıçdaroğlu’nun benzeri şekilde telefonla bir yerlerle konuşup parti tavrı açıkladığını söyleyen yöneticileri basından okuyoruz. “Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyoruz ama yine de dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde oy kullanacağız” diyerek iktidarın HDP’liler aleyhinde getirdiği fezlekeleri kabul yönünde gruba oy kullandırttığını da Kılıçdaroğlu’na bir yerlerden telefon mı geldi diye sormadan edemiyor insan!
12 Eylül sonrasında yasaklanan siyasi partiler yeniden açılıp siyaset arenası tekrar kurulurkenden başlayarak istihbarat kurumlarının siyaset sahnesinde kendi unsurlarıyla yer alarak manipülasyon güçlerini arttırdığını düşünmemek için hiçbir sebep yok. Tabi ki; MİT deyince tek bir politik çizgi anlamamak lazım. Müsteşarı (şimdilerde “başkan”) iktidar tarafından atanır ama siyasi partiler ve liderleri arasında gördüğümüz tepişme aslında bir yönüyle devletin içinde birbiriyle mücadele eden kliklerin kendi aralarındaki iktidar savaşının kamuoyuna yansımasıdır. Bu çatışma her daim mülk sahibi sınıflar arasındaki çıkar farklılıklarıyla da bağlantılıdır. Devletin “hassas” kurumları da hep bu çatışma alanlarından birisi olmuştur. Örneğin; her biri MİT’te çok önemli pozisyonlarda bulunan Özalcı Mehmet Eymür ekibi ile ulusalcı Kaşif Kozinoğlu’nun veya eski MHP Avrupa Mali Sorumlusu (şimdi FETÖ’den tutuklu) Enver Altaylı’nın bulundukları kurumda temsil ettikleri iç ve dış politika çizgileri birbirini ölümüne boğazlayacak kadar terstir ama boğazlaşma o kurumda değil siyaset sahasındaki temsilcileri arasında olur. Bu bakımdan birbiriyle çatışan siyasetçilerin aynı devlet kurumuyla bağlantılarının olması eşyanın tabiatına uygundur.
***
Aynı okulda aynı dönemlerde bulunan dört öğrenciden birisi düzene akademisyen olarak hizmet etmeyi seçmiş, sivil faşist hareket saflarında birilerinin sinsice önünü temizleyip kol kanat germesi sonucunda bugün onlar adına rejimin temel partilerinden birisine genel başkan olmuştur.
Bir diğeri, okulu bitirip önce memur sonra SSK Genel Müdürü olarak sisteme hizmet etmiş, bilahare bir kaset skandalı sonrasında istifa eden eski genel başkanın peşinden Cumhuriyet’in kurucu partisine genel başkan olmuştur.
Aynı okul sıralarında aynı dönemde öğrencilik yapan üçüncü isim olan Ahmet Türk ise onuruyla yaşamış, kişiliğini korumuş, CHP sonra SHP, HEP, DEP, HADEP ve bugün ilerleyen yaşına rağmen HDP saflarında mücadelesini sürdürmektedir.
Ve Sinan Kazım…
Başta dört hayattan söz edeceğiz demiştik. Yukarıdaki üç isim dışında aynı yıllarda AİTİA öğrencilerinden biri de Sinan Kazım Özüdoğru’dur. Yoksul bir Anadolu çocuğu olarak üniversiteyi kazanıp Ankara’ya geldiğinde ne cebinde parası ne de yatacak yeri vardır. AİTİA’ya kaydını yaptırdıktan sonra bir ara ayakkabı boyacılığı bile yapmıştır. Okulda devrimcilerle tanışması onun en büyük şansı olur. Hızla kendini geliştirir ve önderleşir. Onurunu her şeyin önünde tutan dürüst ve tavizsiz kişiliğiyle sadece Bahçelievler’deki okulların değil Ankara’daki tüm üniversite öğrencilerinin liderlerinden birisi haline gelir. Sadece faşistlerin korkulu rüyası değil forumların güçlü hatibidir de. 12 Mart’tan önceki son Dev-Genç kongresinde Ertuğrul Kürkçü genel başkan olurken o de genel sekreter seçilir. Sinan Kazım Özüdoğru’nun hayat çizgisi 30 Mart 1971’de dokuz yoldaşıyla birlikte Kızıldere’de son bulmuştur.
Bu dört yaşamdan bugünün öğrencilerinin alacağı o kadar çok ders vardır ki… 15-20 yaşlarındaki tercihler yaşamımızı belirler. Adalet, eşitlik, insan onuruna saygı… Bu duygular herkeste daha çocuk yaşlarda gelişmeye başlar. Bunlarla birlikte kişisel çıkar ve bencillik gibi duygular da… İlk saydıklarımız ilkel komünal zamanlardan beri insanlığın ve toplumun ne kadar sınıflaşırsa sınıflaşsın ne kadar zengin ve fakir bölünmesine giderse gitsin; en rezil halindeyken bile resmi ideolojinin ve hukukun bir türlü açıkça karalayıp reddedemediği aksine hep “doğru” diye kabul etmek zorunda kaldığı temel toplumsal değerler olarak varola gelmiştir. Ancak gerçek hayatı bu temel değerler temelinde yaşamak bambaşka bir iştir.
Egemen sınıflar açıkça reddedemedikleri tüm bu değerlerin tersini yaşarlar ve topluma da aynı şekilde bunu dayatırlar. Bireyler düzeyinde ise herkes için bu değerleri kendi yaşamına hakim kılmak, kişisel çıkarları değil toplumsal çıkarları önde tutmak, bu ikisi çeliştiğinde tercihini “ben”den değil “biz”den yani toplumsal olandan yana yapmak hiç kolay bir şey değildir. Yaptığınız bilinçli tercihlerle kendinizi siz yaratırsınız. Çoğunlukla ya hayatı boyunca bir öyle bir böyle davranır, yalpalar durur ve acı çeker ya da çoğunluğun bir bölümü açıktan açığa bu değerlere karşı bir yaşam seçer kendine. Devrimciler he zaman azınlıkta olanlardır. Onlar kendileriyle tutarlı ve yaşama sevincini her an hissederek mutlu yaşayanlar ve bu değerler uğruna ölmeyi göze alanlardır. Biyolojik ömürleri kısa olabilir ama geride bıraktıkları etki her zaman büyüktür. Ötekiler ise her bakımdan çürüyerek, bir sürüngen gibi yaşar giderler.
Sinan Kazım Özüdoğru ve yoldaşları sonraki bütün kuşaklar üzerinde derin izler bırakarak sonsuza denk yaşayacak olan, örnek alacağımız zamanlar üstü insanlardır. Anılarına ve mücadelelerine saygıyla…
Ekim 2021
Edirne F Tipi Hapishanesi