Toplumsal muhalefet hareketi, başarısız 15 Temmuz darbesi ve ardından OHAL ilan edilmesinden beri büyük ölçüde durağan bir görünüm içinde ve Gezi bittiğinde hangi noktadaysa o noktada duruyor. Hatırlayalım; sokağa salınmakla tehdit malzemesi yapılan %50 karşısında iç savaşa hazır olmadığı için çözüldüğü noktada… Aslında o noktadan daha geriye savrulduğunu da söyleyebiliriz ama şurası kesin ki o zamana kıyasla bugün iktidara karşı daha uzlaşmaz bir nefret içinde. Gezi’de simgeleşen toplumsal muhalefetin çözülüşünün başlangıcı iktidarın iç savaş tehdidini ve meydan okumasını görecek durumda olmayışıyla başladı. Ardından gelen Kürdistan’daki kent yıkımları sadece doğuda değil batıda da hatta batıda muhalefetin daha fazla yeniklik psikolojisine girmesine yol açtı. Duruma dair bir benzetme yapacak olursak; 1999’da Öcalan’ın yakalanmasının yol açtığı ağır yenilgi havasına benzetebiliriz. (O hava 2007’ye kadar sürmüştü.)
Devletin 2015-2016 vahşeti karşısında sadece Kürt halkı şoke olmadı, Türkiye’deki demokrat yığınlar Kürtler’den daha ağır bir tramvayla sarsıldı. Kürtler bu devletin 1915’de yaptıklarını şimdi pekala kendilerine karşı uygulayabileceğini hissettiler. Türkiye’deki solcular ve antifaşist kitleler ise ilk kez Kürtlere bunu yapan devletin tanklarla, uçaklarla pekala bir benzerini Türkiye sahasında da yapabileceğini düşünmeye başladılar. Sol, ilk kez Türkiye dediğimiz bu topraklarda devrimin ne kadar acımasız ve pervasız bir şiddet aygıtı karşısında ne kadar esaslı ne kadar güçlü bir devrimci şiddet örgütlenmesi istediğini fark etti. Bunun gereklerinden ne kadar uzakta olduğunu acı bir şekilde gördü. O ölçüde de yenilgici bir ruh haline girdi, iddialarını belirsiz bir zamana erteleyerek içe kapandı. Muhtemelen diktatörlüğü yıkamayacağını ve sonra gündelik küçük direnişlerin de güçlerini boş yere yıpratacağını, “anlamsız” olduğunu düşünerek alt düzeyde bir sokak muhalefetinden bile vazgeçti.
Diktatörlük gücünü boşluktan alıyor
Sürecin böyle evrilmesinde burjuva muhalefetin kendisini tümüyle geri çekmesinin, tek adam diktatörlüğüyle ciddi çelişkileri olan kesimlerin de diktatörlüğe boyun eğmiş olmasının rolü vardır. İstanbul tekelci sermayesinden askeri ve sivil bürokrasiye, AKP dışındaki İslamcılardan akademi dünyasına kadar bütün düzen güçleri tek adam diktatörlüğüne karşı açık destekten hayırhah bir tarafsızlığa kadar derece derece değişen tutumlar için girdiler. Gerçek bir muhalefet yapmayan CHP’nin de bunların arasına dahil edebiliriz. Böylece Erdoğan’ın bütün düzen güçlerinin temsilcisi olduğu imajı doğdu.
Gerçekte ise onun sınıfsal-sosyal dayanağı, devlet imkanlarını sonuna kadar sunduğu kendi sermaye grupları ile daimi sosyal yardımlarla ayakta tuttuğu 20 milyonluk bir garibanlar kitlesinin toplamından ibarettir. İkinciler onun oy deposu birinciler ise gerçek sınıf temelidir.
Bütün burjuva muhalefet odakları kendini geri çekmiş, ortalığı diktatör için boş bırakmıştır. Makyavelli’nin hükümdar için söylediği diktatör için de doğrudur. Diktatör bütün gücünü “boşluktan” almaktadır. Rakipsiz ve engelsiz bir boşlukta güçlü bir kitle dayanağı olmasa bile bütün tebaayı temsil ediyormuş gibi at oynatmakta, bir pürüzle karşılaşmadan istediğini yapmaktadır. Engelsiz dilediğini yaptıkça kendini daha güçlü ve giderek kadiri mutlak hissetmektedir.
Türkiye düzeni çok derin bir yönetim krizi içindedir. Bir “adam”ın dilediğini yaptığı, dilediği gibi yönetebildiği koşullarda bir yönetim krizinden söz edilebilir mi? Evet, tam da bu durum krizden öte gerçek bir siyasal çöküşün kanıtıdır. 600 yıllık imparatorluk birikimine sahip, 1923’te kurulup bugünlere gelmiş modern devletiyle Türkiye’nin bugün zır cahil bir kabadayı bozuntusunun “tek adam”lığına muhtaç duruma düşmesi, işte sözünü ettiğimiz yönetim krizinin derinliğinin tam da kanıtıdır. Cumhuriyet, M.Kemal’den İsmet Paşa’ya, Bayar ve Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan Ecevit’e birçok lider gördü. Hiçbirisi ile mukayese kabul etmeyecek kadar olağanüstü bir “grada” kaybıdır bu adam T.C. için. Tamam, bu dünyada Reel Sosyalizm’in çöküşüyle birlikte kapitalizm 20. yüzyılda yaşadığı ölüm-kalım korkusundan kurtulmuş, eskisi kadar güçlü, birikimli, ciddi lider kişiliklere ihtiyacı kalmamıştır. Bu “Postmodern” dönemin “mottosu” olan “ne olsa gider” sloganı liderler için de geçerli hale gelmiştir. Bush’tan Trump’a, Orban’dan Kachinsky’ye, Outarte’den Bolsonara’ya kadar ahmaklık, dengesizlik, cahillik ve pervasızlıkta yarışan pek çok isim ortada dolanmaktadır. Ama Türkiye gibi varlık-yokluk krizi yaşayan, yarınının ne olacağını bilmeyen bir ülke için bu “adam”, işlerin tıkırında gittiği diğer ülkelerdeki örnekler gibi “eh bu şartlarda bu da idare eder işte” denilecek bir şahsiyet değildir.
Pekiyi birçoğunun kendisinden nefret ettiği “müesses nizam” sahipleri açısından bu adamın tercih sebebi nedir? Bu noktayı doğru anlamamız kritik önemdedir. Tek ve en önemli tercih sebebi mevcut siyasetçiler arasında en geniş ve istikrarlı kitle desteğine sahip kişi olmasıdır. “Beka” yani ayakta kalma savaşı verdiğini söyleyen yerleşik düzen karşı karşıya kaldığı ağır, yıkıcı, iç, dış, ekonomik, siyasi sorunlar karşısında kitlelerin yaşamını etkileyecek o kadar radikal tedbirlere ihtiyaç duymaktadır ki, “oy kaybederim” kaygısı olan, dar seçmen tabanına dayanan hiçbir iktidar bu tür tedbirlere cesaret edemez. Bu bakımdan Amerika ile Brunson iddialaşmasından dolayı dolar 7,5 TL’ye çıktığında sesini çıkartmayan OHAL ilan edilip tüm demokratik, yasal hakları yok ettiğinde itiraz etmeyen, birkaç ayda şehirleri dümdüz edip, binlere Müslüman Kürdü öldürdüğünde bile kendini Müslüman saydığı halde isyan etmeyen tabanıyla bugün en uygun lider Erdoğan’dır. Türkiye’nin yerleşik düzen sahipleri tarihin bugünkü kanadında “beka sorunu” adını verdikleri yıkıcı sorunlar karşısında halkın yaşamını alt-üst edecek derecede zecri tedbirleri ancak Erdoğan gibi bir lider eliyle uygulayabilirler.
Sevseler de hiç sevmeseler de onları Erdoğan’a mahkûm eden şey budur. Yani işin sırrı şimdilik geniş ve bugüne kadar istikrarlı bir oy tabanına sahip olmasıdır. İçerideki egemenler gibi dışarıdaki emperyalist dostları da bu adamla ne kadar didişirse didişsinler bu aşamada onunla gitme mecburiyetindedirler.
Her gün “beka sorunu” yaşadığını tekrarlayıp durmak bir devlet için züldür. Söz gelimi biran için Fransa, Mısır, Kanada, Macaristan veya herhangi bir devletin başındakilerin “beka sorunu” yaşadıklarını söylediklerini düşünün… Her an dağılıp yok olma riski yaşadığını itiraf eden bir devletin dünyada hiçbir güvenilirliği kalmaz. Bu bakımdan bu “beka” lafını sadece içeride vatandaşı “yarın ne olacağız” korkusuna düşürüp iktidara bağlama oyunu gibi düşünmeyin. Böyle basit cinliklerle 80 milyonluk bir toplum sittinsene yönetilemez.
İşin gerçeği şu ki; 1923’te kurulup bugünlere gelen 90 yıllık bu siyasal üst yapı şimdi değil birkaç 10 yıldır gerçekten bir “beka sorunu”yla karşı karşıyadır ve sorun her gün büyümektedir. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi’nin ürünü olan uluslararası statüko Reel Sosyalizm’in çöküşü sonrasında 1990’larda alt üst oldu. Doğu Avrupa’da bütün sınırlar değişti. Ortadoğu’da da Osmanlı Devleti’nden kalan bütün topraklar için Birinci Dünya Savaşı’nın ve Lozan Antlaşması’nın sonuçları olan siyasal sınırlar eski tarihsel zeminini kaybetmiştir. Buna sadece Türkiye değil emperyalistlerin o zaman yapay olarak parçaladıkları Osmanlı bakiyesi 22 Arap devleti de dahildir. 1990’dan beri bölgede bütün sınırlar bütün egemenlik alanları tartışma konusudur. Vakiyle Clinton’a “Türkiye sınrıları önümüzdeki dönemde büyüyebilir de küçülebilir de”, Condoleeza Rice’a “Ortadoğu’da 27 devletin sınırları değişecek” dedirten bu yeni koşullardır. Yani bölgede sosyal ve siyasal mücadelelerin üzerinde yürüdüğü topoğrafya değişmiştir. Bu yeni zemin üzerinde ABD’nin mi Rusya’nın mı Arap gericiliğinin mi Anti Emperyalist Arap halk hareketlerinin mi Kürtlerin mi Kürt karşıtı şovenizmlerin mi, Sosyalizm mi Kapitalizm mi kazanacağı bugünden belli değildir çünkü hepsinin içinde birer yer işgal ettikleri 20. yüzyılın uluslararası matrisi ortadan kalkmıştır. Bölgede neler olacağı, kimin kazanacağı tamamen dünya ve bölge güçlerinin ezen ve ezilen sınıfların savaşına bağlıdır. Dünyada ABD ve Rusya hakim o halde onların dediği olur diye bir şey yok. Hiçbir şeyin kimse için bir garantisi yoktur. Bölge son derece kaygan, son derece değişken, sayısız vektör cirit atıyor. Kazandı sanılan pekala kaybediyor. Örneğin ABD, Irak savaşında kazandı; Saddam’ı devirmeyi başardı ama sonuçta Irak’ı kazanamadı. Irak ABD’nin Irak’tan sonra ikinci düşmanı olan İran’ın nüfus alanına dönüştü neredeyse. ABD dahil bütün emperyalistler “Arap Baharı”nı hararetle desteklemişlerdi ama kısa sürede hayal kırıklığına uğrayıp Mısır’da aksine Sisi’ye destek çıkmak zorunda kaldılar. Keza bütün Batılı emperyalistler Esad’ı devirip Suriye’yi Rusya’nın nüfus alanından çıkartacaklarına emin olarak işe başladılar. Bugün ise Esad ve Rusya daha da güçlenmiş ABD ise kazasız belasız Suriye’den çekilmenin derdinde. Kısacası Ortadoğu statülerin belirsizleşmesi sadece emperyalistlere, bölge egemenlerine değil belki daha da çok bize ezilen sınıflara ve halklara fırsatlar sunuyor. İşte “beka” dedikleri mesele böylesi bir bölgesel ortamın meselesidir. Ve bugünkü somutlanışı da Kürt sorunudur. Yani muhalefet partisi politikacılarının seçim propagandası icabı hafife aldıkları gibi değildir. MGK’larda bu işin adı böyle konulmuştur. Düzen partilerinin sevip saydığı eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ “Kürt sorunu denilen sorun ve Kuzey Suriye’de ortaya çıkan oluşum Türkiye için beka meselesidir” derken yerleşik düzenin bütün sahiplerinin ortak tespitini dile getiriyor. Kürt sorunu bölgedeki bütün statükoların çözüldüğü bu süreçte şu veya bu şekilde mutlaka çözüme kavuşacaktır. İster özerklik ister federasyon ister bağımsızlık isterse diğer özerk parçalarla bölge devletlerinin sınırlarını değiştirmeden konfederasyon… Hangi biçimde olursa olsun Türkiye’nin 90 yıllık köhne antidemokratik yapısının sonu olacaktır. Kürt sorununun çözümü geleneksel T.C. egemenlik mekanizmasının bitişi demektir. Bu bakımdan devletin “beka sorunu” Türkiye egemenlerinin kendileri için de bir hayat memat meselesidir.
İşte yerleşik düzen sahiplerinin tarihin bugünkü anında sevseler de sevmeseler de bu “adamı” lider kabul etmek durumunda kalmış olmalarının nedeni böyle bir meseledir. Laik İstanbul sermayesi de mukaddesatçı Anadolu zenginleri de ordunun, yargının, polisin ve sivil bürokrasinin üst katları da kısacası “bu düzen benim düzenim” diye düşünen ve öyle hisseden herkes, şimdiki bölge ve T.C. statükosunun devamı için kendini bu “adama” kendini mecbur saymaktadır. İşin sırrı da başkasının değil bu “adamın” sadece bugün için sadık ve genişçe bir oy tabanını kendine bağlı kılmayı başarmış olmasıdır.
Bu yüzden hepsi ortalığı boşaltmış, “adamı” ve partisini muhalefetsiz bırakmışlardır. Dilediğini yapmasına imkan tanımaktadırlar. Onun “eski Türkiye” diyerek aşağıladığı eski Atatürkçü statükonun temsilcileri, hepsi bu durumdadır, kendilerini kerhen de olsa “tek adam”ın diktatörlüğüne razı olmak zorunda hissetmektedirler. Yoksa “tek adam”ın diktasını kendisiyle birlikte ortadan kaldırmak onlar için çok mu zordur? Hiçbir tedbir, hiçbir teknoloji devletin içinden gelen bir teşebbüsün başarısını engelleyemez. Gel gör ki; ona bir peygambercesine kendini bağlamış belli bir kitle orta yerde dururken böyle bir hamle sonrasında devralınan toplum nasıl yönetilecek, o toplumun benimseyeceği iktidar alternatifi nasıl ortaya çıkartılacak? Asıl önemlisi, ancak güçlü yani geniş az çok istikrarlı, sadık bir kitle tabanına oturan bir siyasi liderliğin korkmadan cesaret edebileceği dışarıda savaş içeride sert iç güvenlik uygulamaları, ekonomide halkı acıtan tedbirleri kim gerçekleştirecek? İşte sorun budur. “Beka sorunu” ve üstüne binen bu yönetememe krizi egemen sınıfları ve devletin bütün sahiplerini “tek adam”ın otoritesine razı etmiştir.
Metin Gürcan isimli Özel Kuvvetler Komutanlığı kökenli bir akademisyen darbe sonrasında Cumhurbaşkanlığı sistemi tartışmaları döneminde ordudaki Tuğ, Tüm, Kor, Or. bütün general ve amiral kadroları arasında yaptığı bir ankette sorduğu sorulara verilen cevaplardan şu sonucu çıkardığını yazmıştı: “TSK’daki generaller AKP’li denilebilecek generallerin sayısı ancak %4’ü buluyor” buna karşılık aynı general ve amiral topluluğunun %80’i Türkiye’nin bütün karşı karşıya olduğu sorunlar nedeniyle Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istiyor”. Yani malum “beka” korkusu AKP’ye uzak generalleri bile bu “adam”a mecbur bırakmaktadır.
Türkiye’de sandık devri bitti
“Ana muhalefet” CHP, tek adam rejiminin bir şekilde temel ayağıdır. CHP tabanındaki iktidara yönelik şiddetli tepkinin, Kılıçdaroğlu’nun yönettiği bir mekanizma tarafından etkisizleştirildiğini herkes görüyor. Kanunun “gerçersiz” saydığı oyları “geçerli” ilan eden Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) kararıyla ve kırk türlü seçim hilesiyle açıklanan referandum sonucuna karşı dünyanın en meşru muhtemel bir toplumsal hareketi, genel merkez binası önünde hırsından ağlayan CHP kitlesine rağmen bizzat Kılıçdaroğlu tarafından engellendi. Sonra da utanmadan gazetecilere “hükümet niye bize kızıyor ki bu yürüyüşle milletin gazını alıyoruz” diyen aynı Kılıçdaroğlu tarafından “Adalet Yürüşü”yle sönümlendi. Referandumda yüzde 50 oyu bulmamış gayri meşru bir anayasa metni CHP sayesinde yasallaştı.
Şu anda bu rejim sadece tarihsel, bilimsel, ahlaki vb. anlamda falan değil düpedüz basit aritmetik anlamda gayrı meşrudur. Bu anayasaya dayanan hiçbir şeyin meşruiyeti olamaz. 24 Haziran seçimi de bu anlamda sonucu baştan belli gayrı meşru bir seçimdi. Ancak içindeki boykot yanlısı güçlü seslere rağmen Kılıçdaroğlu, partiyi seçime soktu. Halkların Demokratik Partisi (HDP) bir bakıma mecburen seçime girdi. Gerçekte referandum sonucunun meşru olmadığını kabul eden bütün muhalefetin seçime katılmamasının tüm haklı ve mantıklı gerçekleri hazırdı. İşin gerçeği, o günlerde Fikret Başkaya’nın çok doğru olarak ifade ettiği gibi toplumun çoğunluğunu temsil eden muhalefet parlamentoyu terk edip onu gayrı meşru ilan edebilir, ayrı bir yerde meclisi toplayıp kendisini toplumun gerçek temsilcisi ilan edebilirdi. Ama tabi ki, bütün bunlar ucu ikili iktidara uzanan iddialı bir siyasi kafa gerektirirdi. CHP’de bunun zırnık kadar emaresi olmadığı için faşizm tarafından siyasal sistemde zaten kazınmak istenen, eş genel başkanları ve milletvekilleri tutuklanmış HDP açısından ağır bedellerle mevzi tutabildiği o arenada var olmaya devam etmek için direnmek kalan tek doğru yol oldu.
Bu rejim altında ve bu YSK’nın düzenleyebileceği her seçimin sonucu baştan belli olduğu halde muhalefet 24 Haziran seçimlerine de katıldı. Ertuğrul Kürkçü seçim sonuçlarını değerlendirdiği bir röportajda HDP’nin 24 Haziran seçimlerine katılmasının gerekçesi Express dergisine özetle şöyle anlatıyordu: “Referandumdaki hilelerden sonra bu gayrı meşru anayasa altında seçimlere katılmamızın bir tek gerekçesi olabilirdi. Mademki aynı hileler bu seçimde de tekrarlanacaktı, biz YSK’nın 16 Nisan referandum sonuçları karşısında yapamadığımızı yapmak için yani bu defa oyunu bozmak ve oylarımıza sahip çıkmak için seçimlere katılmalıydık.” Röportajcının “Peki, niye YSK’nın açıkladığı seçim sonuçları karşısında yine bir şey yapılmadı?” mealindeki sorusuna Kürkçü’nün cevabı herkesin bildiğini tekrarlamaktan öteye gitmiyor: “O gece Muharrem İnce ortadan kayboldu vs.” … Doğru; Muharrem İnce 16 Nisan referandum hilesi karşısında Kılıçdaroğlu’nun tabanı dizginleyici tavrına derin tepki duyan CHP’li kitlelere “bu defa hileye fırsat vermeyeceğiz, o gece milyonlar Türkiye’deki bütün ilçe seçim kurulları, il seçim kurulları ve Yüksek Seçim Kurulu önünde toplansın, ben de önünde olacağım” demişti. Sonra da o gece sırra kadem basmıştı. İyi de tarihi değiştirebilecek böyle büyük bir sosyal-siyasal olayın gerçekleşmesi bir kıtıpiyos burjuva siyasetçisine mi kalmalıydı? Az buz bir rakam değil, %12-13 oy alan bir HDP’nin o gece ve ertesi günler için kendi hazırlıkları yok muydu? Demek ki yokmuş…
24 Haziran gecesi, “kitleler ve önderlik” konusunda unutulmaz tarihi bir derstir. Sözünü ettiğimiz röportajın devamında Ertuğrul Kürkçü, yeni seçilen parlamentoda kalıp kalmamayı kendi aralarında tartıştıklarını, HDP’nin parlamento dışı muhalefet yapmayı ön planda tutarak şimdilik mecliste kalacağını söylüyor.
Gerçeği kabul edelim, muhalefet referandum düzenbazlığı sonrasında meclisten çekil(e)meyerek tarihi bir fırsatı kaçırdı. O zamandan beri bu parlamentoda yer alarak ve 24 Haziran seçimlerine katılarak “gayrı meşru” ilan ettiği rejime meşruiyet şırınga etmektedir. Parlamenter muhalefet kendisini kapana kıstırmış gibidir. Gerçeği herkes kabul etmelidir. Türkiye’de sandık dönemi bitmiştir. Antifaşist muhalefet başka bir mücadele yolu geliştirmediği için sadece bu nedenle sandık demokrasisinin uzatmalarını oynamaktadır.
Protestocu seçmeni sandığa çekme gayretleri
31 Mart yerel seçimleri kopartılan onca yaygaranın aksine Türkiye tarihinin en önemsiz seçimleridir. Yaratacağı hiçbir anlamlı değişiklik olmayacaktır. Devrimci ve antifaşist muhalefet açısından sadece YSK’nın sonuçları tayin edemeyeceği beldeler ve muhtarlık seçimleri bir anlam taşıyabilir. Elbette kayyum belediyelerinin Kürt halkının direnişinin bir göstergesi olarak geri alınması da büyük önem taşıyor. Bu ülkede hiçbir yerel seçim bu defadaki gibi neredeyse altı ay önceden medya cazgırlığıyla vatandaşın gündemine sokulmadı. Sandıktan soğumuş seçmeni, özellikle de gidip kendi partisine oy vermeyecek olan protestocu muhalif seçmeni sandığa ısındırmak için bin türlü şaklabanlık altı ay öncesinden başladı. Bu işte başı Erdoğan çekti. “İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz”diyerek protestocu CHP’li seçmen tabanın en fazla olduğu İstanbul’da onları gaza getirmeye çalıştı. Ardından Bahçeli sözümona kendi tabanına “aman üç büyük ili kaybetmeyelim yoksa Cumhurbaşkanlığı Sistemi çöker” diyerek aslında protestocu muhalif seçmene sandık heyecanı vermeye çalışıyordu. Aynı kervana diğer partilerde katıldılar. Başka zamanlarda seçimlerde en çok iki ay kala konuşulmaya başlanan başkan adaylarının isimleri daha ortada fol yok yumurta yokken altı ay öncesinden televizyonlarda her gün her saat özel programlarla konuşulur oldu. Sanki seçimi kaybedebilirlermiş ve kaybederlerse tek adam sistemi ortadan kalkabilirmiş gibi beyhude umutlar yayarak protestocu seçmen kitlelerini sandığa heveslendirmeye çalışıp durdular. Eh, başta Kılıçdaroğlu CHP’si olmak üzere muhalefet partilerinin yardımıyla bu konuda belli bir başarı elde ettiler. Oysa görünen köy kılavuz istemez. Görev süresi dolduğu halde yeniden atanan bu YSK ile yine son seçimlerin neticesinden esasta farklı bir sonuç elde edilemeyecektir.
Seçmende “bunlar sandıkta yenilseler bile yenildiklerini kabul etmeyecekler” kanaati yerleşmeye başlamıştır. CHP seçmenleri arasında ve sosyal medyada yayılan boykot çağrıları iktidarı son derece rahatsız etmektedir. Sadece iktidarı değil objektif olarak iktidara payanda olan düzen partilerini de rahatsız etmektedir. Sandığa güvensizlik besleyen herkesi hainlikle suçlamaktadır. Yeter ki vatandaş sandık devrinin bittiğini anlayıp başka yollara tevessül etmesin.
Tek adam rejimi için sandık hayati önemdedir çünkü elinde meşruiyet iddiasını dayandıracağı başka hiçbir araç yoktur. Ne yapıp edip dört yıl sonraki seçim dönemine kadar bir daha tekrarlanmayacak olan bu son seçimde, referandumda YSK’nın açıkladığına benzer bir sonucu elde etmek zorundadır. Kürdistan’da “gerekirse yine kayyum atarım” tehdidiyle Kürtleri sandığa gitmekten vazgeçirmeye çalışırken Türkiye tarafında aksine “beni devirme şansınız var” ümidi yayarak muhalif seçmeni sandığa heveslendirmeye çalışmaktadır. Çünkü toplumun çoğunluğunun bu yönetime rızası bitmiştir. Bırakalım rızayı, iktidara karşı dinmek bilmez bir öfke ve nefret duygusu içindedir.
Yüzde 50’yi aşkın bir kesimin bu dinmeyen nefrete rağmen gösterdiği uysal sessizlik ile tek adamın burnundan kıl aldırmayan kibirli tiranlığı arasında pamuk ipliğine bağlı çok hassas bir denge vardır. Şu andaki ağır baskıya dayalı mevcut iktidar son derece kırılgan bir durumu ifade etmektedir… Bir kere daha “burası Türkiye her an her şey olabilir” diyoruz.
Kendi ordusu olmayan diktatör
Tamam, gerçekçi olalım devrimci hareket olarak durumumuz iyi değil, kolay gerçekleşebilir umutlar içinde olmayalım. Ama karşı tarafında durumunu hiç abartmayalım. Diktatörlük boşluktadır ve bu boşluk sayesinde istediği gibi hareket edebilmektedir. Düzenin karşı karşıya olduğu sorunlar devasa boyuttadır ve mevcut iktidardan başka hiçbir alternatif bu sorunlarla boğuşma cesareti gösterecek olmadığı için sahneyi boşaltmış diktatörü “one man show”u ile baş başa bırakmışlardır. Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, İYİ Parti vs. hepsi bu durumdadır. Onlara iktidarı versen almazlar. Bu yüzden yeni rejim sadece AKP ve MHP’nin değil, yönetimin işini kolaylaştırmak için sahneyi boşaltanların da dolaylı olarak iktidarıdır.
Diktatörün ve partisinin gerçekten kendisine ait tek gücü seçmen tabanıdır. “Tek adam”ın tek gerçek “sermayesi” budur. Bu güç şimdilik arkasında durmaya devam ettiği için içerideki ve dışarıdaki diğer güç odakları T.C.’nin yakın geleceğine dair onsuz bir oyun planı kuramamaktadırlar.
“Tek adam”ın kendisi için savaşacak ne bir ordusu ne de onu ilelebet “satmayacak” bir yargı gücü vardır. Hala büyük ölçüde devraldığı eski orduyla ve eski yargıyla iş yapmaktadırlar. Zaten devlet aygıtında kendisine ait kadrosu olmadığı için Gülen şebekesiyle iş yapmak zorunda kalmıştı. Şimdi onlar tasfiye ettikten sonra devletteki klasik Kemalist, Ergenekoncu, MHP’li, faşist, merkez sağ, apolitik veya çeşitli tarikat bağlısı kadrolarla işleri yürütmektedir.
En önemlisi ordudur. Her ne kadar Harp Okulları’nın bütün sınıflarını kapatıp yeniden yapılandırmış ve çoğunluğu açık öğretim fakültesi mezunu çok sayıda AKP’li genci uyduruk bir kısa dönem Harp Okulu eğitiminden geçirdikten sonra teğmen rütbesiyle ordu saflarına almışsa da orduda kadrosu olduğu söylenemez. Basının yazdığına göre darbe öncesinde profesyonel ordu mensupları arasında Gülenciler Hava Kuvvetleri’nde yüzde 90, Kara Kuvvetleri’nde yüzde 50, Jandarma’da yüzde 80, Deniz Kuvvetleri’nde yüzde 20 imiş. Her gün onar, yirmişer subay-astsubay tutuklamaları sürüyor. Bunca tasfiyeden sonra geriye ne kaldıysa o bile tek adamın kendi ordusu değildir.
Kişisel diktatörlük rejimleri kişiye bağlılığı güçlü olan “hassa ordusu” gibi ordular ister. Polatlı’da kısa dönem askerlik yapıp üniforma giymiş olmaktan başka ömrü hayatında askerlikle ilgili hiçbir bilgisi görgüsü olmayan “tek adam” istediği kadar “baş komutan benim” diye ortalıkta kabara kabara dolaşsın dursun, ordusu olmayan bir diktatördür.
Generaller, TSK’nın bildik genel yapısıdır. Çoğunluğu Türkçü-Milliyetçi, MHP’den Kemalizm’e, CHP’ye uzanan bir yelpezade ama esas itibariyle mefatini önde tutan bir topluluk… Şimdi bu ordu üst kademesi Erdoğan’ın emrinde gözükmektedir. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz araştırmadan da anlaşılacağı gibi generallerin ezici çoğunluğu AKP’ye sempati duymamaktadır. Terfi ve tayinlerde belirleyici olan ve karar veren kişi olduğuna göre kuvvet komutanları düzeyinde Erdoğan’ın etkili olması beklenir. Bu kademedeki durumu yeterince bilmiyoruz ama şu kadarını biliyoruz ki; Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler, “adamı” denilecek kadar Erdoğan’a yakın birisidir. Buna karşılık ordunun asıl gövdesini yani Kara Kuvvetleri’ni komuta eden Ümit Dündar MHP’lidir. Hatırlayalım, darbe gecesi ekranlara çıkıp hükümete bağlılık beyan eden ve 1. Ordu bölgesinde darbenin etkisizleştiğini duyuran komutan… Ertesi günlerde basında Erdoğan’a telefonda “Beni Bahçeli’ye sorabilirsiniz” dediği yazılan general. Başka bir iddiaya göre ise darbe gecesi Erdoğan’ı arayarak kendisine tam desteğini bildiren Bahçeli’nin “İstanbul Atatürk Havalimanı’na inebilirsiniz, Ümit paşa sizin güvenliğinizi sağlayacak” dediği Ümit Dündar. Kendisi şimdiki Kara Kuvvetleri Komutanı yarının Genelkurmay Başkanı’dır. Diğer kuvvet komutanlarını bilmiyoruz. Ama bu bilgiler çerçevesinde şu kadarını söyleyebiliriz: 1978’de MHP adına darbe yapılacağı düşünülerek Ecevit tarafından tasfiye edilen zamanın 1. Ordu Komutanı Namık Kemal Ersun’dan bu yana onun kadar hatta daha üst mevkiye tırmanmış ilk MHP’li komutan anlaşıldığına göre bu Ümit paşadır. Orduda geçmişte MHP’nin her daim bir cuntası varoldu ama ilk defa şimdi başarısız 15 Temmuz darbesi sayesinde MHP ordunun ana gövdesine Kara Kuvvetlerine hakim olmuş bulunuyor. Cumhur İttifakı üzerinden koalisyon ortağı olduğunda MHP bakanlıklarda ve sivil bürokraside önemli mevkiler elde etmemiş olabilir ama orduda elde ettiği bu mevki sivil bürokrasideki 20 müsteşarlıktan daha önemlidir. Kara Kuvvetleri bir bakıma ordunun kendisi iktidarları ayakta tutan veya deviren en önemli silahlı güçtür. MHP’nin yeni sistemde işgal ettiği görünmeyen kilit yer budur.
“Tek adam”ın yüksek yargıda da dilediği ölçüde egemen olduğu söylenemez. Danıştay’ın okullarda Andımız’ı kaldıran yönetmeliği birdenbire AKP’ye yargıdaki müttefiklerinden bir ayar verme olarak yorumlandı. Keza FETÖ’ cü olduğu şantajı ile hizaya getirilen, son tahlilde Erdoğan’ın “adamı” olmayan Anaysa Mahkemesi Başkanı Zühtü Aslan son başkanlık seçiminde Erdoğan’ın atadığı üyenin başkan adaylığı karşısında başkan adayı olarak tekrar çıkmaktan vazgeçmemiş ve arka arkaya yapılan turlardan sonra nihayetinde Erdoğan’ın adayına karşı seçimi kazanmıştır.
Özetle devlet denildiğinde ilk akla gelen şeyler olan ordu ve yargı şu an iktidarı hiç rahatsız etmese, her denileni yapıyor olsa da gerçekte Erdoğan’ın tam kontrolü altında değildir. Ama ekonomik yaşamın egemenleri gibi devletin asker-sivil “oligarşisi” de devletin bekasını tehdit altında görmektedir ve bu şartlarda tek adam komutası altında çalışmayı uygun bulmuştur.
Baştan beri dediklerimizi özetleyecek olursak; ortada derin bir kriz ve hatta çöküş halinde bir devlet vardır. Bütün alternatif iktidar odaklarının kendilerini geri çekip “tek adam” için meydanı boşalttıkları koşullarda yönetim engelsiz tıkır tıkır işliyor görünse de faşist rejim aritmetik olarak gayrimeşrudur. İsterse rejimin iddia ettiği gibi bu anayasa %52 gibi bir çoğunlukla kabul edilmiş olsun, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar sınırlı kitleye dayalı bir anayasal rejim uzun süre yaşayamaz. Anayasalar bütün toplumun ona göre yaşayacağı bütün diğer kanunların ona göre düzenleneceği temel toplumsal mutabakat metinleridir. Kıl payı çoğunluğa dayalı anaysalar uzun süre yaşayamaz. Olumlu içeriğinden bağımsız olarak söylüyoruz, DP’lilerin oy vermediği %60 katılımla yapılan ve %70 civarından bir çoğunlukla referandumda kabul edilen 27 Mayıs Anayasası’nın akıbeti ortadadır. Şimdilik hiçbir direniş görmemesinden gücünü alan tek adam rejimi her bakımdan çok zayıftır. Muhtemel güç odaklarının kimisi “dur bakalım hele şimdilik destekleyelim nasıl olsa kendi başını belaya sokacak” diye kimisi de “dur bakalım hele Kürtleri biraz daha ezsin hele Suriye krizi bir sonuçlansın vs.” diyerek harekete geçmenin elverişli koşullarını beklemektedir.
Onlar beka diye ağlaşırken halk muhalefeti saflarında karamsarlık anlamsızdır
Bizim asıl üzerinde durmamız gereken halk muhalefeti saflarındaki, rejimin bu olağanüstü zayıflığına ve kırılganlığına hiçte uyumlu olmayan karamsarlık havasıdır. Kötümserlik diz boyudur. Rejimin aslında bütün gücünü muhalefet boşluğundan aldığı görülmemekte “adamın”, en başarılı olduğu iş olan kof ama her şeyi yapmaya muktedir gibi kendine güvenli baskın propaganda üslubu belki de kendi tabanından çok bizim muhalefeti etkilemektedir. Rejimin gücü abartılmakta buna karşılık muhalif yığınların kendine güvensizliği derinleşmekte bu hava içerisinde rejimin zayıf noktaları ve bunların bize sunduğu fırsatlar görülememektedir. “Memleket yaşanmaz oldu” deyip şehir küçük burjuvazisinin üst kesimleri için yapacak bir şey yok. Onlar ancak muhalefet canlanırsa dönerler. Karnını zor doyuran halk burada ve hep burada olmaya devam edecektir. İşçi, memur, işsiz, çiftçi, öğrenci, aydın velhasıl emekçi milyonların bu gereksiz karamsarlığı ve güçsüzlük duygusunu üzerinden atması şarttır.
Aydınlar arasında karamsarlığın o kadar akıl dışı boyutlara vardığına şahit oluyoruz ki, kimi zaman şu cümleyi bile duyuyoruz: “Durum 12 Eylül’den bile kötü”! bunu söylemek için gerçeklik duygusundan tamamen kopmuş olmak gerekmektedir. 12 Eylül, devletin kendini geride tutup bizi 70’li yıllarda kısır bir sivil sağ sol çatışmasına, boğduğu ve devrimci iktidar perspektifiyle geliştiremediğimiz bu süreç, kitlelerde “asayiş olsun da kim getirirse getirsin” eğilimini körüklediği ve böylesi bir süreçten geldiği için toplumda geniş bir destek görmüştü. Bu destek 3, 4 yıl Erdoğan’ın gördüğü destekten misliyle büyük ve üstelik coşkulu bir destekti. “Halkımızı” temize çıkartmak için ya da kendini rahatlatmak için kimse o zamanki referandumda “şeffaf zarflar yüzünden halkımız hayır oyu kullanamadı” ya da “eğer hayır dese cunta gitmeyeceği için evet dedi” vs. dedi diye kendini kandırmasın. Referandumda 12 Eylül Anayasası’na %90 küsur destek vardı. Bugün konuştuklarına bakıp kimse aldanmasın Erdoğan gibi Necip Fazıl Kısakürek hayranı AKP’lilerin hepsinin 12 Eylül faşizmini yürekten desteklediğinden emin olabilirsiniz. O zamanki AP ve MHP tabanını hepsi, CHP ve MSP tabanının da ezici çoğunluğu o anayasayı destekledi. Yani 12 Eylül faşizmi kitlelerin güçlü onayına mazhar olmuştu. Şimdiki faşizmin ise toplumdaki desteği %50’nin altındadır. 12 Eylül ile bugünü kıyasladığımızda bundan daha önemli fark olabilir mi? Toplumun yarısı veya fazlası rejime karşıdır, üstelik öyle böyle değil azalmayan bir nefretle ve kinle karşıdır. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimlerinde YSK karşısında kendi partilerinin ve liderlerinin ihanetine uğradıkları için çaresiz bir biçimde hınçlarını içlerine atmışlardır. Önderlikten yoksundurlar. Sessizce boyun eğmelerinin nedeni budur. Kaldı ki; 12 Eylül’den farklı olarak bugün bıçak kemiğe dayanınca tepkisini bir şekilde kamusal alanlarda ifade eden sayısız insan vardır. Cezaevleri Cumhurbaşkanı’na hakaretten gelenlerle doludur. Bugünkü durumu 12 Eylül ile kıyaslayarak kimse muhalefetin bugünkü ataletini haklı çıkaramaz. Bugün Türkiye tarihinde en fazla oyu alarak gelmiş %12-13’lük sol bir parti vardır. En önemlisi bugün 12 Eylül’de dağlarda olmayan gerilla vardır.
Velhasıl halk muhalefeti açısından koşullar 12 Eylül ile kıyaslanmayacak kadar olumludur. Muazzam büyüklükte bir kitle diktatörlüğe karşıdır. Dünyadaki pek çok antifaşist devrim örneklerinde çok daha az ama ne yaptığını bilen kararlı ve örgütlü kitlelerle başlayan mücadeleler iktidarları alaşağı etmiştir. Erdoğan bugüne kadar muhalefete karşı kendi tabanını düşmanlaştırma siyaseti de fayda etmemektedir. Muhalif yığınlardan tek bir ferdi yanına çekme şansı kalmamıştır. Bundan sonra tabandaki kayma iktidar destekçiliğinden muhalefete doğru olacaktır. Bu saatten sonra kutuplaştırma siyasetinin faydası iktidardan çok muhalefete olur. Erdoğan’da durumun farkında olduğu için Fazıl Say’ın konserine gitmek gibi atraksiyonlara girişmektedir. Ama buna benzer kırk takla da atsa işin seyri değişmez. Gezi, anti-demokratizme, ağır baskılara, halka karşı hakaret boyutundaki kibre karşı bir halk ayaklanmasıydı. O zaman bu yığınlar ne kadar büyük tepki ve hırsla bugün o zamankinden daha büyük bir tepki ve hıncı içinde biriktirmiştir. Gezi, karşı tarafın iç savaş restini göremedi. Sahip olduğu örgütlülük, bilinç, teçhizat ve önderlik düzeyiyle de göremezdi. Yarım kalmış her ayaklanma gibi peşi beklendiği gibi geldi. Madem ki karşı tarafın meydan okuması karşısında geri bastın, kendini yeni, gerçek bir kapışmaya hazırlamaya fırsat vermeden karşı taraf soluk aldırmamacasına üstü üstüne saldırılarla gelecekti. O da onu yaptı, baskıyı adım adım artırdı. Ardından Kürt kentlerinin yerle bir edilmesi, birbirine bitişik tek olay içinde bir faşist “darbe ve karşı darbe” yaşandı; “seni başkan yaptırmayacağız” diyenler hapse atılıp yeni bir rejime geçildi.
Ancak niteliksel olarak Türkiye 2013 Haziran’ında Gezi hangi noktada bittiyse o zamandan beri aynı noktada duruyor. Aynı yerdeyiz: “Yeni bir darbe ya da iç savaş”. Rejim bu durumun gayet iyi farkında. O yüzden o zamanki tehditlerini her fırsatta tekrarlamadan edemiyor: “1 Nisan’da sarı yeleklilere özenenler olursa bedelini öder”, “kimse yeni Gezi rüyaları görmesin”, “vatandaş ensenizi patlatır” vs… Çünkü muhalefetin büyük bir güç ve potansiyel barındırdığını, kendi iktidarlarının ise zayıf ve oynak dengeler üzerinde durduğunu onlar bizden iyi biliyor. Ne yazık ki başta devrimci hareket olmak üzere anti-faşist yığınlar kendi gücünün fırsat ve olanaklarının düşman kadar farkında değildir. Muhalif yığınlardaki yenilgiyi kabullenmiş karamsar ruh haline göz yumma kabul edilemez.
Faşizm sağlam ve organik bir tabandan yoksundur
Öteki %50’ye gelince onlar hiç öyle beri taraftan sanıldığı gibi kararlı kafası net bir kitle değildir. Öyle olduğunu bildiği için Erdoğan gün-gün, saat-saat kendi kontrolünde yoğun bir psikolojik harekât sürdürmektedir. “Adam” her gün her saat kendini onlara sesini işittirmezse sağdan-soldan duyacakları siyasi mesajlarla kafalarının karışıvereceğini düşündüğü için ekranları biran olsun boş bırakmamaktadır. Gerçekten de bu kitlenin önemli bir kısmı sınırlı ama düzenli bir sosyal yardım parasıyla desteklenmiş “uhrevi” bir Tayyipçilik dışında siyasi bakımdan tanımlanabilecek ideolojik duruşu yoktur. Kendini Tayyip’e kail sayan ne derse onu diyen demediği konularda bağımsız bir fikir sahibi olmayı gerekli görmeyen bir kitle vardır. Erdoğan içinden geldiği kitleyi iyi tanımakta beklentilerini iyi bilmektedir. Onlar üzerindeki “uhrevi” otoritesini ve mesajlarını biran eksik ettiğinde ne yana döneceği belli olmaz.
Erdoğan’ın her gün sahnedeki varlığı aynı zamanda hem öte taraftakine hem beri taraftaki %50’ye bir güç gösterisidir. Öyleyse bizim öncelikli işlerimizden birisi bu güç gösterisinin ardındaki kofluğu deşifre etmektir. Diktatörlüğün ne kadar zayıf temellere oturduğunu kitlelere göstermektir. “Tek adam” diktatörlüğü son derece zayıftır. İdeolojik olarak zayıftır bir dediği bir dediğini tutmamaktadır. İç tutarlılığı olan bir fikriyatı yoktur. Bugün ak dediğine yarın kara der. Bir gün Atatürk düşmanı ertesi gün Atatürkçü, bir gün milliyetçilik “ayaklar altında” ertesi gün baş üstünde, bir gün muhafazakâr demokrat ertesi gün “demokrasi istediğin yere gelince inip terk edeceğin bir tramvay” … Tutarsızlığın haddi hesabı yok. Tek değişmeyen tutarlı ideolojik çizgi “ayakların baş olmasına” izin vermeyen bir anti-komünizm ve sermaye taraftarlığıdır. Ama ideolojik motif gibi sunulan İslam, sermaye düzeni savunuculuğunun sosu olmaktan öteye gitmez, ahlaklarının zerre kadar İslam’la ilgisi yoktur. Gerçekte tam bir İslam düşmanıdırlar. Diktatörlüğün siyasal olarak zayıf olduğunu yukarda anlatmıştık. “Müesses nizamın” bütün geleneksel güç odaklarının desteğine sahiptir ama bu destek geçici zorunluluklarının ürünüdür. Devlet içerisinde son derece zayıftır. Müttefiksiz ayakta duramayacak kadar zayıftır. “Lider”, yarın o müttefikler kendisini terkettiğinde hiçbir şeydir. Peki güçlü tarafı hiç mi yok? Olmaz mı, asıl gücü coşkulu kitle desteğidir. Zaten tek gerçek gücü de budur.
Ama güç de sağlam, organik bir kitle gücü değildir. AKP 2001 yılında bazı tarihsel koşulların üst üste denk gelmesinin düşmesinin ürünü nevzuhur bir parti, kitle desteği de eski Kemalist statüko güçlerinin “e-muhtıra” hatalarıyla büyümüş AKP’nin devlet imkanlarını kullanarak daha da büyüttüğü büyük kısmı kof bir köpük sayılabilecek bir kitledir. Bu gerçekte apolitik ve ne yazık ki çoğu ezilen sınıflardan olan kitlenin Erdoğan’ı kutsallık halesiyle kuşatıp yarı halife-yarı peygamber olarak algılaması, onu kendi ezilmişliğinin intikamını alan bir önder sayması, bu duygular bu kitle gücünün sağlam ve kalıcı olduğu anlamına gelmez. Türkiye seçmen profilinin “yüzer-gezer oylar” diye tanımlanan kalabalıklarıdır bunlar. Bunların en geniş kısmı 17 yıldır AKP’ye demir atmıştır. Ama “yüzer-gezer” karakteri değişmemiştir. Türkiye tarihinde faşizmin askeri veya sivil bütün ardışık versiyonlarından hangisi diğerinin yerine geçse bu kitle diktatörlüğe taban olmuştur. Faşizmin bir çeşidinden diğerine aşkla sarılırken yenisine kölece bağlanmış, eski göz ağrısına küfürler etmiştir. Bugün Erdoğan hayranı olan aynı kitle dün Kenan Evren’in hayranıydı. Faşizmin kitle tabanının evrensel nitelikleridir bunlar.
Ne var ki öyle dönemeç noktaları olur veya öyle politik rüzgarlar eser ki, bu kitle hiç varolmamışa döner. Bugün memlekette Evrenci kim kaldı? Bir dönem sonra Özalcı oldular. Pekiyi Özal’ın partisinden eser kaldı mı? “Tek adam” ve partisinin kaçınılmaz akıbeti de budur. Bütün mesele bunun zamanıdır. Her dost meclisinde yeni darbe söylentileri fısıldaşılıyor. Her öfkeli evde “yağlı kurşun” bedduaları yapılıyor. Köşe bucakta Bahçeli’nin bile işitip irkildiği Musollini’nin bacaktan asılışı hikayeleri anlatılıyor. Ufak bir rüzgar fırtınaya yol açabilir. Esmesi biz bağlı olmayan muhtemel rüzgarların doğuracağı fırsatları akılda tutarak, şimdi biz asıl kendi yaratabileceğimiz rüzgarlara yoğunlaşalım. Öncelikle faşist diktatörlüğe karşı bütün insanlarımızın kamusal ortamlarda geri adım atmayan direngen politik pozisyonunu koruması önemlidir. Antifaşist muhalefetin direngenliği onların moralini çökertiyor. Yanlışa sevk ediyor. Yanlışları, tepkiyi daha da büyütüyor.
İktidarın düşmanlaştırma siyaseti tabanındaki milyonların gözünü kulağını bizden gelecek mesajlara kapatmasını sağlamış olabilir. Mühim değil. Öylece milyonların gözlerindeki perdeyi yırtacak iyi kurgulanmış, mesajı kendi içinde taşıyan farklı ajitasyon propaganda eylemleri düşünmeliyiz.
Türkiye Gezi biterken hangi noktadaysa altı yıl sonra bugün aynı noktada
“Tek adam” rejimi bir şekilde kendini “hukukileştirmiş”, “resmileştirmiş” ama yerleşememiştir. Her gün yama mahiyetinde yeni hukuki düzenlemelere ihtiyaç duymaları ne kadar iğreti durumda olduklarını gösteriyor. Hem kendi yapısal zayıflığı ve iç faktörler hem de kendi dışındaki etkenler nedeniyle hiçbir zaman tam olarak yerleşme fırsatı bulamadan kırılmalarla karşı karşıya kalacağı kesindir. 2013 Haziran sonunda Türkiye’nin durumu ve halk muhalefetinin temel ihtiyacı ne ise altı yıl sonra bugün de aynıdır.
Üstelik kriz çok daha içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Diktatörlük burjuva muhalefetin kendini geriye çekip ortamı ona boş bırakmasına rağmen habire ekonomide, dış siyasette, her alanda tökezlemekte, sosyal yardımlarla iktidara dayanak olan seçmen kitlesinin tereddütleri ve korkuları artmaktadır. Halk muhalefeti ise öfkesini içinde biriktire biriktire neredeyse patlama noktasındadır.
2013 yazında Gezi sönerken Türkiye darbe ve iç savaş ikilemine girmişti. Altı yıl sonra yine aynı noktadadır. Antifaşist muhalefet eğer 1965 Endonezya’sı gibi bir akıbetle karşılaşmak istemiyorsa daha gerisine çekilemeyecek kadar, bir duvara gelip dayandığını görmelidir. Karamsarlığa kapılmanın hiçbir gerçekçi temeli yoktur. Toplumdaki sessiz ama yaygın ve öfkeli muhalefet meclisteki, sokaktaki bitmeyen direniş ve dağdaki mücadele, bunlar şu en kötü halimizde bile muazzam avantajlara sahip olduğumuzu gösteriyor. Duvara dayanacak kadar geri çekilişimiz bizi bundan sonraki ilk kapışmada istesek de istemesek de artık ileri doğru fırlamak zorunda bırakacaktır. Devrimler halkların böyle köşeye sıkışmışlıklarından doğar çoğu zaman ama kader değildirler. Ancak öznenin gerçek kılabileceği ihtimallerdir. Nesnel koşullar dayattığında gerçekleşmeyen devrimlerin cezası ise her zaman kanlı bir karşı devrim olmuştur. Önümüzdeki dönemde her anımızı bu şansı gerçek kılmak için planlı, iyi değerlendirmek zorundayız. İhtimallerden hangisinin gerçek olacağı tümüyle bize bağlıdır.
Not: Bu yazı 31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimlerden önce kaleme alınmıştır.