Bu yazı, ilk olarak, Jineoloji Dergisi’nin, “Rojava” dosya konulu 30. sayısında yayınlandı. Rojava Kadın Devrimi’nin, 19 Temmuz günü kutlanacak olan 12. yıldönümü vesilesiyle sizlerle paylaşıyoruz.
2012 Temmuz sıcağında, kadını erkeği ile ayaktaydı Rojava halkları. İlk hamle, Suriye rejim güçlerine artık Rojava’da işlerinin olmadığını söylemek ve bu sözün pratikleşmesini sağlamaktı. Bu devrimin startı demekti. Sonra inşa süreci ile cihatçı çetelere, DAİŞ’e karşı savaş iç içe yürüdü. Savaş, bir anlamda eski statükoyu parçalaya parçalaya kazanılıyor ve umudun rengi hakim kılınıyordu. Ancak hangi devrim üst yapıda sarsıntı yaratmakla, büyük bir alt üst oluşu örgütlemekle kalıcılaşmıştır ki. Ya da hangi devrim toplumsal bir devrime dönüşmeden, cins devrimiyle iç içe gelişmeden ayakta kalmıştır ki… Her günü, her anı, yaşamın her alanını örgütlemek gerekiyor; yani inşa. İşte bu, devrimin rüyasını görmek ve onu pratikleştirecek şekilde konumlanmak, bilinç-duygu diyalektiğini kurabilmekle alakalı bir şey. Kürdistan’ın dört parçasından kadınlar, dünyanın birçok coğrafyasından kadınlar ve Kürdistan’ı sömürgeleştiren, yetmedi Rojava Devrimi’ni boğmak için elinden geleni ardına koymayan Türkiye’den kadınlar gelip Rojava’da buluştu, devrimin savaşçısı, emekçisi oldu; aynı rüyaya yatıp aynı rüyaya uyandı.
Kadınlar, Rojava’da imkansızı sevdiler, ama asla ümitsizliği değil. Çünkü imkansızı istedikleri için gerçekçiydiler. Bu yangın yerinde, devrim dışında hiçbir ara çözümün, kurtuluşun mümkünü yoktu. Bölge kadınları, bunu ta en derinlerinde hissettiler. Belki de bu yüzden bu kadar sakınmasızlardı savaşta. Sonrasında devrimin yükünü omuzlamada da yine en öndeydiler.
Rojava devrimine, tarihi Kobané savaşına gelerek katılan birçok enternasyonalist kadın devrimci oldu. Her renkten, her ulustan, her dilden kadın bu devrimde yerini aldı. Rojava’ya gelmekle kadın-erkek tüm insanlık için, çitlerin olmadığı bir dünyayı kurmak istediler. Rojava şahsında kendi özgüçlerini gördüler, güç kazandılar.
Paris Komünü, 20. yüzyıl devrimlerinin erik çiçeği1, baharın müjdecisidir. Bir nevi hareketin akış yönünü imler. Kar, kış, boran tekrar bastırsa bile artık kışın sonu bahardır, devrimler çağı açılacaktır. Ekim Devrimi ve ardı sıra yaşanan devrimler onu takip eder. Nasıl ki erik ağacı kimi bahar, soğukların yeniden bastırmasıyla çiçeklerini döküyorsa, Paris Komünü de sınıfsal/toplumsal kaynamayı, hareketin akış yönünü, tıpkı erik ağacının doğadaki canlanmayı yakalaması gibi görmüş ve fakat yeniden bastıracak soğuğa karşı henüz kendisini koruyacak ve büyütecek koşulları olgunlaştıramadığı için yenilmişti. Elbette kimi zaman elverişsiz koşullar ve destek halkalarının zayıflığına rağmen, dalına akan öz suyun gücü ve sert rüzgarın hızını kesen komşu ağaçların dalları vb. sayesinde yine de erik ağacı çiçeklerini dökmez. Yani diyeceğimiz o ki Paris Komünü’nün yenilgisi kader değildi. Ama sonuçta yaşanan, göğü fethe çıkan Komünarların yenilgisi olmuştu. Buna rağmen o, yolu açmış, dünya halklarına en alttakilerin bir devrim deneyimi olarak güç vermiştir.
Devrimler, yukarıdan aşağı-aşağıdan yukarı güçlü bir ideolojik-siyasal-örgütsel rezonansın ürünü olarak gerçekleşir. Ama bir kez olduktan sonra, aşağıdan yukarıya olan hareketin adım adım öne çıkacağı bir diyalektik olarak işlemesi gerekir. Bu, emekçi kitlelerin devrime yabancılaşmamasını sağlayacak olandır. 20. Yüzyıl devrimleri bu diyalektiği işletemediği için çürümüş bürokratik yapılara dönüştüler ve çözüldüler. ‘90’lara geldiğimizde, yeryüzünün lanetlileri yaşadıkları umut kırımı ile birlikte, burjuva guruların ilan ettiği “tarihin sonu”nda asılı kalmışlardı. Artık tek kutuplu ve zamanın kapitalist sistemde donduğu bir dünyada olduğumuz söylendi. Kürdistan’da ve dünyanın başka coğrafyalarında, devrimi zorlayan ulusal kurtuluş mücadelelerine rağmen dünya halklarını umutsuzluk ve çıkışsızlık sarmalından kurtaracak, baharın mutlaka geleceğini muştulayacak bir erik çiçeği henüz yoktu. İşte böylesi bir evrede, Arap coğrafyasında, neoliberal kemer sıkma programlarıyla yaşanan yoksulluk ve sefalete, gerici faşist diktatörlüklerin boğucu baskı ve yasaklarına karşı, Kuzey Afrika’dan başlayıp yayılan bir isyan dalgası gelişti. Devrimci önderlik sorunuyla birlikte Arap Baharı, halkların baharına değil yeni bir kışa açıldı. Bunun tek istisnası, Kürt Özgürlük Hareketi’nin uzun yıllara yayılan varlığı ve emeği ile Rojava oldu. Rojava, devrimin zamansallığını, bu sefer kadın renginin baskın olduğu şekilde yeniden kurdu; 21. yüzyılın erik çiçeği oldu.
Erik çiçeğini hep seveceğiz2
21. yüzyılı kadın devrimleri yüzyılı olarak imleyen erik çiçeği; kara, borana yakalanmasın, dallarına akıttığı özsuyu kesilmesin diye tüm dünya halkları, en başta da kadınlar, tam bir seferberlik durumuna geçti. İşte Kobane savaşı sırasında geliştirilen enternasyonal dayanışma ve 1 Kasım Dünya Kobane Günü, dünya halklarının “erik çiçeği”ni sarıp sarmalamasından başka bir şey değil. Tekrar soğuklar bastırıp baharın -kadın devrimleri yüzyılının- müjdecisi olan Rojava devrimini vurup yıkmasın diye, dünyanın dört bir yanından kadınlar; devrimcisi, komünisti, feministi, anarşisti, ekolojisti… Rojava’ya geldi. Kimisi devrim savunmasında yer aldı; kimisi devrimin inşa faaliyetlerine katıldı. Devrime kendi devrimleri olarak sarılan kadınlar, erik çiçeğinin özsuyu oldular, onu hem emperyalist ve bölgedeki gerici güçlerin yörüngesindeki cihadist çetelerin hem de Türkiye gibi nerede olursa olsun Kürt halkının kazanımlarını, elde ettiği statüyü beka sorunu olarak gören sömürgeci ülkelerin, bölgesel gerici güçlerin saldırılarına karşı savundular. İvana onu DAİŞ çetelerine karşı savundu. Eylem Ataş ve Sevda Çağdaş Minbiç’i özgürleştirip devrimi büyütmek için kanlarını akıttı. Anna Chambell, Türk devletinin işgal hamlesine karşı Efrin’de çarpışarak şehit düştü, Ceren Güneş 2019’daki Serekaniye-Gri Spi işgal savaşında ölümsüzleşti.
Devrimi kendi devrimi bilenler, misafir değildi elbette. Bu devrim, dünyanın neresinde olunursa olunsun devrim toprağı olarak her devrimcinin, her özgürlük arayışı içindeki kadının devrimiydi. Bu da Paris Komünü ile bir başka benzerlik noktası olsa gerek. Paris Komünü, birçok ülkeden devrimcinin koştuğu bir devrimdi. Rojava da öyle. Bir devrim hiç bu kadar enternasyonalist savaşçıların ilgisine mazhar olmamıştı. Dünyanın her kıtasından birçok ülkeden genç, bu devrime aktı. Özellikle kadınlar, artık bu dünyada bir “kadınlar ülkesi” bulmuşcasına kendilerinin bildiler Rojava’yı. İnşa çalışmalarında bunca enternasyonalist kadının yer alması bundan olsa gerek. O da yetmez, ülkelerine döndükten sonra da Rojava kadın devriminin birer sözcüsü olarak enternasyonal dayanışmayı örgütlediler, örgütlüyorlar. Kadınlar, buraya turistik bir gezi, macera arayışı olarak gelmiyorlar. Devrimi inşa etmek, kendilerinde devrim yapmak için geliyorlar.
Ne emperyalist güçler, ne DAİŞ ve aynı özü taşıyan cihadist çeteler ne de bölgede emperyal hayallerini gerçekleştirmek için hamle üstüne hamle yapan Türkiye, bu devrimi ve bu devrimde simgelenen değerleri yok edebilir. Rojava, dünyada sınıfsal, ulusal, cinsel köleliğin son bulacağı baharı müjdeliyor. Ona sımsıkı sarılacağız.
Devrim yapmak ve devrim olmak
Che, nesnelciliğe yaslanan, öznenin rolünü silikleştiren anlayışlara, kendiliğindenciliğe karşı “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır” der. O, devrimi, henüz koşulları olgunlaşmamış olduğunda da, adım adım örmek olarak kavrar. Bozkırların tutuşmaya hazır olduğu koşul ve zamanlarda, (bir devrimci özne/parti, elbette kendisini inşa etmişse) Che’nin sözü adeta bir görev hatırlatmasıdır. Rojava’ya baktığımızda bu sözün ne kadar anlamlı olduğunu görürüz. Arap Baharı’nın bir tek Rojava’da çiçek vermesi (öncesindeki örgütlenmesi ve donanımı ile birlikte), Suriye iç savaş aralığına devrim yapma iddiasında bir özne olarak giriş yapan Kürt Özgürlük Hareketi’nin marifetidir. Devrimci bir özne, görevi devrim yapmak olan devrimciler, olmasaydı Rojava Devrimi olmazdı. Devrimci kopuşu örgütleyecek olan, bu devrimci irade ve eylemdir. Ancak devrimlerin hayata tutunabilmesi sadece bu kesitle –kopuş anıyla- sınırlı olamaz. İşte bu aşamada, sözü Ursula Le Guin’e verelim: “Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.”3
Ursula Le Guin, devrim yapılmaz olunur, diyor. Onun bu sözünü, devrimci kopuşu içermeyecek şekilde bir mottoya dönüştürmek, kendiliğindenciliğe savurur bizi. Diğer yandan devrimci kopuş sonrasının diyalektiğini tartışmaya başladığımız anda ise aslında Le Guin’in bu sözlerine bağlanırız. Bugün Rojava’da, artık Le Guin’in bu sözünün hükmünü yürütmesi gerekiyor. İşte bu da süreklilik içerisinde kopuşu örgütlemektir. Devrimi her ana, her kesite yaymak, devrimin kendisi olmak… Devrimi kendisinden başlayarak en küçük birime, alana taşımak… İhtiyacımız olan, Rojava’yı hep canlı ve devinen bir devrim olarak var edecek olan şey bu. Kuzey-Doğu Suriye, devrimi kendisinde yapanların yaşadığı bir coğrafya olmalı. Kendinde devrim yapan, kendisi devrim olan kadınların ülkesi.
Enternasyonalist devrimci kadınlar, hayatlarını da dünyayı da sarsacak bir enerji ile Rojava’ya aktılar. Hiçbir hesapları yoktu, erik çiçeğine akan öz suyunu çoğaltmaktan, erik çiçeğine can olmaktan başka. Kimisi bir devrimin içinde, görevi devrim yapmak olan bir devrimci olarak kendisini inşa etmek için geldi; kimisi hayatının anlam arayışının bir parçası olarak devrim olmaya geldi. Bir de bu topraklardaki kadınlar vardı, hayatları hayat değildi; sofrada yerleri, hayatta sözleri yoktu, adeta bir görünmezlik pelerinine sarılmışlardı. Ama daha da kötüsü vardı, DAİŞ ve türevi çetelerin dünyasında, Ortaçağın en karanlık zamanlarına ışınlanmaktı paylarına düşen. İşte o kadınlar, “ya barbarlık ya sosyalizm” sloganını, belki kavramıyorlardı henüz ama pratikte barbarlığın kimde, yeni bir yaşamın -sözüyle, emeğiyle, kimliğiyle varolabileceği yaşamın- kimde, temsil olduğunu biliyorlardı. Ve görevi devrim yapmak olanlara, geleceklerine/sosyalizme sarılırcasına sarıldılar.
Makro ve mikro ölçekte erkek iktidarını sarsmak
Rojava Devrimi, bir kadın devrimi olarak, tüm dünya ve coğrafyamızda sarsıcı bir etkiye sahip oldu. Öte yandan hiçbir devrim kitaplarda yazıldığı gibi idealize koşullarda olmadığı gibi steril bir dünya olarak da var olmuyor. Birçok zorluk, açmaz, sıkışma ve yetmezlik içerisinde boy veriyor. İleri sıçramalar ve bunun toplumsal karşılığını oluşturmada yaşanan zorlanmalarla. Emperyalistler ve gerici bölge güçlerinin kuşatması altında olmanın, sürekli işgal ve imha saldırılarıyla karşı karşıya kalmanın yarattığı sorunlarla. Öte yandan kadın özgürlük mücadelesinin önünü açan bir kadın örgütlenmesi ve ordulaşmasının varlığı, devrim için sigorta niteliğinde.
Kobane savaşında tanıştığım bir kadın savaşçısı, niye YPJ’ye katıldığını şöyle anlattı: “Öyle bir yokluk, öyle bir baskı, öyle bir çaresizlik vardı ki, evde şiddetsiz bir saat bile yoktu. Arkadaşlar, gelince ablamla birlikte devrime katıldım. Ben birçok şeyi, insan olduğumu arkadaşların yanında öğrendim. Öyle bir yoksulluk, sefalet vardı ki evde, annem adeta çıldırmıştı. Ben, sanki onun kumasıymışım gibi benimle, biz çocuklarıyla kavga ederdi. O zaman anlamazdım, ama şimdi fark ediyorum, onun yaşadığı tam bir cinnet haliydi. Başka bir hayat bilmiyordu ve çıkışsızdı.” Bu coğrafya, dini ve geleneksel yapının bir sonucu olarak -açlık, yoksullukla katmerlenmiş bir biçimde,- patriyarkanın oldukça güçlü olduğu bir yer. Ve kadın devrimi dediğimiz Rojava devrimi, işte burada, bu yapı ve ilişkiler sistemine karşı her gün, her saat, her an bir devrim olarak var oluyor.
Devrimci iddia: Göğü fethe çıkacak bir yüreğe ve bilince sahip olmaktır. Kadınlar için bu iddia, aynı zamanda hem göğü fethe çıkmak hem de gündelik yaşamı belirleyen toplumsal cinsiyet rejimi ve evdeki erkek iktidarını sarsmak ve yıkmaktır. Yani makro ile mikro iktidarın birlikte hedeflenmesi…
Devrim koşullarında çok açıktır ki makro siyasete hakim olan -ENKSliler, Türk devleti tarafından kontralaştırılmışlar ve rejim işbirlikçileri dışında-, devrimci öznenin belirlediği rotadır. Devrimle toplumsal yaşamın üst üste binmediği çokça kare var. Buna devrime en başından çocuklarıyla birlikte katılan, şehitler veren ailelerin yaşamlarında bile rastlayabiliyor insan. O ailede otorite olan, ilişkileri belirleyen erkekle, devrimin savunulmasına dair bir tartışmada neredeyse aynı cümleleri kurabiliyorsunuz. Hatta kamusal yaşamı belirleyen kararlara ve süreçlere dair de benzer bir ortaklaşma yaşanıyor. Ancak devrimin yasaları, kültürü, bir bütün olarak ailenin içine henüz nüfuz etmiyor ve ilişkilerin temel belirleyeni olmuyor.4
Rojava halkları; devrimin içerisinde söz kuruyor, yurtseverliğin ölçüleri ile konuşuyor. Öte yandan bir devrimi, toplumsal bir devrime dönüştürecek olan, siyasal düzlemde yaşanan kopuşun toplumsal karşılığının örülmesidir. Ancak her zaman için, böylesi köklü kopuşların gündelik hayatta bir bilinç durumu oluşturması bu kadar kolay olmuyor. Bunu nasıl tarifleyebiliriz; devrime katılmış, kızları ve oğullarını vermiş bir aileye gittiğinizde, hala toplumsal cinsiyet rollerinin hüküm sürdüğünü görebilirsiniz. Eskisi gibi değil elbette, ancak alttan alta hüküm süren eski dünyanın ilişki düzlemi.
Rojava’yı özgün kılan, bu dönüşümü devrimin bütünsel inşasının doğal bir sonucu olarak ele almaması; devrimin kodlarını doğrudan kadının özgürlük sorununa bağlamasıdır. Onu bir kadın devrimine dönüştüren aynı zamanda budur. İşte burada Le Guin’in sözüne tekrar bağlanabiliriz: “Devrim olmak”! Rojava Devrimi’nin kadın devrimi yapan; siyasal-yönetsel-toplumsal-kurumsal tüm alan ve veçhelerde (hem makro düzeyde hem de gündelik siyasetin ve yaşamın her bir parçasında/yerinde) kadın özgürlük çizgisinin hakim kılınması çabasıdır. Çaba derken, deneyip olmuyorsa en kolay olana doğru çekilmek gibi bir durumdan bahsetmiyoruz. Toplum yaşamının çekirdeği olan komünlerden başlayarak, eş başkanlık sisteminin oturtulması çabası, bunun bir parçası olsa gerek. Bir de yaşamın her alanının ve anının, kadın özgürlük mücadelesi lensinden bakılarak politize edilmesi…
Ne kadar yol alındı? Özellikle Rakka gibi, DAİŞ’in sadece dışarıdan bir güç olarak değil, aşiret yapısı ve dini referanslarla içine nüfuz edilebildiği bölgelerde, durum nedir, insan merak ediyor. Öte yandan kadınların oralarda da önde olduğu basın açıklamalarının, kurum toplantılarının bize söylediği şey; artık Arap kadınların önünde de bir yolun olduğudur. Ailesi tarafından bir genç kadın, zorla, kendisinden yaşça büyük bir erkekle, kimbilir belki de ikinci, üçüncü eş olarak evlendirilmek istendiğinde artık soluğu YPJ’de alabiliyor. Ya da Mala Jin’lara gidip, derdini anlatıyor, çözümü aşiret yapısı ile iyice katmerlenen erkek egemenlikçi dünyada değil devrimin kurumlarında, toplumsallığında arıyor. Devrim topraklarının neresinde olursa olsun, bir kadın cinayeti, namus cinayeti denerek artık olağanlaştırılamıyor, üstü örtülemiyor. En ağır şekilde, kadınlar tarafından yargılanıp cezalandırılıyor.
Rojava devriminde, siyasetin ve toplumsal örgütlenmenin her kademesinde eşit temsil sistemiyle kadınlar; gelenek ve dinin çevrelediği yaşamlarının çitlerini kıra kıra ilerliyorlar. Kadınlar, onur ve özsaygı kazanacak bir mücadelenin içerisinden geçerek devrime yürüdüler, bugün de kadın örgütlerinin öncülüğünde, süreklilik içerisinde kopuş diyalektiğini işletiyor, her günü devrime örgütlüyorlar.
Bu devrim bizim, bu devrim hepimizin
Dünyanın her tarafında kadınlar bu devrime katıldı, katılıyor. Bazıları Rojava’ya gelip devrim savunmasında yer alıyor, inşa faaliyetlerinin bir parçası oluyor. Bazıları ise bulundukları ülkelerde Rojava Devrimi’nin sesini yankılıyor. Ona dönük işgalci saldırıları teşhir ediyor, kendi ülkeleri üzerinde basınç oluşturarak işgal saldırılarını engellemeye çalışıyor. Devrim için yapılan işin, akıtılan emeğin, toprağa karışan kanın bir hesabı kitabı tutulmuyor. Çünkü kimse kimseye bir şey yapmıyor, kimse bu çemberin dışında değil, herkes kendi devrimini örüyor. Kimisi bizzat Rojava’da kimisi ise Rojava’da kendisini inşa etmiş olarak gelmiş olduğu topraklarda. Aynı direnişin, aynı düşün bir parçası, bir ezgisi olarak… Bu devrimci kadınlar, Rojava devriminde kendisini bulan kadınlar o kadar çok ki. Ben birkaçını buraya taşıyacağım.
Bu coğrafyadan bir Ceren geçti
Ceren Güneş, “tarihin çağrısına yanıt olmak” ister. Onu ve kolektifini Rojava’ya getiren budur. Rojava’ya vardığında yaşamın anlamını, devrimi sorgular; bu devrimin Türkiye halkları için anlamını kavrar. Özge Aydın’dan Rojava’nın Ceren’ine doğru yol alırken, komünar bir devrimci olarak devrim patikasına düşürdüğü izleri belirginleştirir. Kavganın ortasında, ateş hattında kurduğu cümlelerle Rojava devrimine niye katıldığını, ailesine bıraktığı mektupta şöyle anlatır:
“Evet Rojava’dayım. Burada havalimanlarında kendini patlatan; Suruç’u, Ankara’yı katliam alanları yapan; faşist, tecavüzcü, emperyalistlerin yarattığı IŞİD’e karşı, alçaklara karşı savaşmaya geldim.
Niye buradayım? Çünkü bu insan olmanın, insanlığını hissetmenin, vicdanın, öğrettiğiniz yardım ve adalet duygusunun gereği. Hayatımı heba etmedim, boşa harcamadım, saçma sapan hayaller kurmadım. Kendimi kahraman falan da görmüyorum. Bu en doğal insanı görevdi, ben de buradayım. Bir kadın olarak, kadın taciri, tecavüzcü IŞİD ve onun ürettiği her zihniyete karşı burada, Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir devrimci olarak savaşmak aslında devrimci olmaya gerek yok bir insan olarak savaşmak boynumun borcuydu. Türkiye’de kalsaydım da farklı bir hayatım olmazdı. Burada evleri bombalanan, savaştan kaçan, evleri tarumar edilmiş insanları, köylüleri gördükçe aklıma geliyorsunuz. Siz de bir gün öyle bir duruma düşmeyin diye.”
İstese, kapitalist sistem içerisinde, ayrıcalıklı bir konuma sahip olabilir, birçoklarının gıpta edebileceği bir hayat yaşayabilir. Ancak o bu hayatın bir kadın için özgürlük olmadığını bilir. Kendisini tüm yeti ve yetenekleri ile geliştirebileceği, var edebileceği bir devrimi, bir kadın devrimini ister, bunun kavgasını verir. Ceren, 2019’da Serekaniye’de TC ordusuna karşı savaşta şehit düşer. Devrimin içerisinde, savaş cephesinde toprağa düşen her devrimci için olduğu gibi adeta kendi ölümsüzlüğünü de şu sözlerle not düşer: “Ölüm düşmanın ellerindeyse/Yaşamak bizim ellerimizdedir.”
Kara Afrika’nın Güneş’i
Til Temir’de DAİŞ’e karşı savaşırken ölümsüzleşen Afrika kökenli enternasyonalist savaşçı Ivana Hoffman (Avaşin Tekoşin Güneş), Rojava’ya giderken geride bıraktığı mektupta şunları yazar: “Artık güzel renkleri ayırt edemiyorum, kentin rüzgarını tenimde hissedemiyorum ve kuşların cıvıltısı bana daha güçlü bir özgürlük çağrısı gibi geliyor. Ben bir karar verdim ve günler boyunca kafamda bu düşüncelerle yaşadım. Artık gün Dicle ve Fırat nehirlerinin akıntısı kadar güçlü irademle adım atma günüdür. Rojava devriminin bir parçası olmak istiyor, orada kendimi geliştirmek istiyorum.”
O, Rojava Devrimi’nde kendi devrimini yapmaya giden komünist kadınlardan biri. “Her şeyden de önemlisi gerekirse hayatım pahasına devrimi savunmak istiyorum. Bunun sonucunda ne ile karşılaşabileceğimi biliyor ve bu mücadelenin öneminin farkındayım. Elbette zor anlar yaşayacağım ve ne tür burjuva özellikler taşıdığımı göreceğim. Fakat tüm bunlarla da mücadele edeceğim. Elimde silahımla devrim için savaşmanın, emperyalizme karşı savaşmanın nasıl bir duygu olacağını yaşayacağım … Eğer bir gün dönersem, yoldaşlarıma ve çevreme mücadele ruhu ve çelikten irade taşıyacağım. En güzel şarkılar olup, herkesi büyüleyeceğim.” Devrime katılmaya, devrim olmaya gider İvana. Bir gün dönerse Rojava devriminde, kolektifiyle birlikte edindiği deneyim ve kazandıkları ilee dünyayı büyüleyecek bir gelecek tasavvur eder.
Kavgamız da Kader’imiz de ortak
Kobane Direnişi şahsında kişisel tarihlerini Rojava Devrimine bağlayan devrimci kadınlardan biridir Kader Ortakaya. Önce Suruç’da Kobane için yapılan eylemlerde, DAİŞ çetelerinin Türkiye’den Kobane’ye geçişini engellemek için insanlık zinciri oluşturanların içinde yer aldı. Sonra bu kafi gelmedi. Ateşin tam ortasında olmak, Kobane’de amansız bir biçimde süren iki dünyanın çarpışmasında, devrimden yana elde silah saf tutmak istedi. Kader, arkasında bıraktığı mektupta şöyle diyordu:“Bu savaş sadece Kobanê’de yaşayan insanların değil, hepimizin savaşı. Ben de çok sevdiğim ailem ve tüm insanlık için bu savaşa katılıyorum. (…) Ben bu savaşa katılarak aileme ve tüm insanlığa memur olmaktan daha çok fayda sağlayacağıma inanıyorum. (…)Ben istiyorum ki bütün insanlar özgür ve eşit bir şekilde yaşasın. Hiç kimse bir lokma ekmek, başını sokacak bir ev için ömrü boyunca sömürülmesin. Bunların olabilmesi içinde savaşmak ve mücadele etmek gerekiyor.” Onun savaşa hangi amaçla gittiğini, Rojava devrim savunmasına hangi anlamları yüklediğini çok net anlatır bu satırlar. Kader Ortakaya, sınır tellerini aşıp Kobane’ye koşarken, Kobane’de süren amansız kavgaya karışmak üzereyken, TC askerleri tarafından katledildi. Kader, içine doğduğu coğrafyanın, yaşadığı tarihsel anın şekillendirdiği bir devrimci kadın olarak; sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, cins ayrımsız özgür bir dünya düşünü Rojava devrimine katılmaksızın gerçekleştiremeyeceğini düşündü. Kobane savaşı başladığı anda soluğu önce Suruç’da alması, sonra Kobane’ye ulaşmak için yanıp tutuşması bundandı.
Kendisini sınırsızca devrime veren Hêlîn Qaraçox
Hêlîn Qaraçox (Anna Campbell) Rojava Devrimi’ne katıldı; çünkü özgür, eşit bir dünya istiyordu. Dünyanın neresinde kadın özgürlük mücadelesine dair bir şey yapılsa Hêlîn ‘in yüreği orada atıyordu. Onu İngiltere’den Rojava’ya götüren Rojava’nın bir kadın devrimi olarak var olmasıydı. “İnsanın kendisini daha zengin, daha derin ve daha iyi bulması için sınırsız olarak vermesi vardır…” Bir anarşist olarak kimbilir belki de Emma Goldman’ın bu sözünü rehber edinmişti, çünkü her şeyi ile sınırsızca devrime katılıyordu.
“Sen Rojava’ya dünyadaki tüm kadınların özgürleşmesi için mücadele etmeye geldin. Ve öz savunmanın her alanında savaştın. … Gericiliğe ve patriyarkaya karşı savaştın; elinde bir kalaşnikofla savaştın; bu toprakların dilini, kültürünü ve geleneklerini öğrenmek için savaştın; kapitalizmin kişiliğindeki etkisine karşı savaştın; daha özgür olmak ve bu gezegendeki tüm canlıları daha özgür kılmak için savaştın. Ve tüm bu alanlarda kazandın…” TC ordusu ve çeteleri tarafından Efrin savaşında katledilen Hêlîn Qaraçox için bunları yazıyor bir arkadaşı. İnsan daha güzel nasıl anlatabilir ki, onun Rojava devrimiyle bütünleşmişliğini, devrimciliğindeki sınırsızlığı.
Kamerasını devrim için silaha dönüştürmek isteyen Alba
Sıradan insanların siyasete katılabildiği, kararlar alabildiği ve kendilerini etkileyen sorunları çözebildiği bir devrim, ancak bu dünyayı büyüleyebilir. Sıradan insanların yapıp ettikleri devrime bağlanıyorsa, bu devrim fark oluşturur. Rojava devrimi, hem içeride hem de enternasyonal dayanışma ağlarında herkesin kendisini katabileceği bir devrim olarak şekillendi. Kadınların kendisini katabildiği bir devrim.
Kobane’nin özgürleştiği ve savaşın artık Kobane köylerinde sürdüğü 20 Mart 2015’de, Fırat’ın kıyısındaki bir köydeyiz. Her bir mevzide, DAİŞ’i yenmiş olarak Newrozu karşılayacak olmanın heyecanı ile kıpır kıpırız. İşte bu ana tanıklık eden bir gazeteci de var. Alba adında belgesel film hazırlayan İspanyol bir kadın gazeteci. YPJ’li kadınların hayatlarını kameraya alıyor. Bir yerden sonra fark ediyoruz, Alba içimizden biri, onunla tercüman aracılığıyla da konuşsak, her haliyle bunu duyumsuyoruz. Hep o mu soracak, biz de soruyoruz ona: Rojava Devrimi’ni, bu savaşı nasıl değerlendiriyorsun? Verdiği cevap sarsıcıydı. “Bu yaşımda olmasaydım, sizin gibi elimde silah olurdu, bu yaşımdayım elimde kamera Rojava devrimi için savaşıyorum” dedi. Onun bu sözleriyle fark ettim, Rojava devrimi, herkesi içine alan, içeridenleştiren bir devrim. Savaşın sıcak anlarında fark edemediğim şeyi Alba çok yalın bir cümleyle kavratmış oldu bana. Beni de enternasyonalist bir devrimci olarak içine alıp sarıp sarmalamıştı bu devrim. Herkesin kanının, emeğinin karıştığı; herkesi yoğuran ve yeniden inşa eden bir devrim.
Rojava’ya gelenler, sıradan hayatlar yaşamak istemedikleri için geldiler. Nasıl ki Promethus ışığı tanrılardan çalmaya lanetlendiyse, buraya dokunan herkes de artık devrim ateşini tüm coğrafyaya yaymakla ve 21. yüzyıla kadın rengini vermekle “lanetlenmiş” durumda.
Son söz yerine
Herkes yeni bir başlangıç için katıldı devrime. Bu, aynı zamanda insanın kendisini yeni durum içerisinde yeniden üretmesi. Zorlu bir görev. Ama bir kez ufuk çizgisi ile buluştu gözlerimiz, devrimi gördük, ona dokunduk artık mümkünü yok, savaş da olsa yokluk ve zorlu yaşam koşulları da olsa Rojava devrimini, yeni devrimlerle destekleyerek yaşatmaktır görevimiz.
Gecenin karanlığını yaran en parlak yıldıza kilitlenip yürüyen kadınların buluşma noktası oldu Rojava devrimi. Bir şarkının, bir türkünün, bir stranın gürül gürül akışı, bu akışa kendisini kaptıranların gözlerindeki ışıltı… Dağ gibi bir sevdayı yüklenmiş olarak yürüyenlerin bitimsiz sevinci…
Nerede mevzilenirsek mevzilenelim, ister bir düşman saldırısını göğüslemek için en önde, ölümün soluğunu ensemizde hissedecek şekilde konumlanalım; istersek her yani bir savaş mevzisi olan devrim sahasının başka bir alanında konumlanalım, bu devrimin kadın savaşçılarıyız. Hatta düşmana karşı savunma hattını, Rojava topraklarında değil doğrudan emperyalist kapitalist dünyanın merkezlerinde de kurabiliriz. Bu da bizi bir savaşçı olmaktan çıkartmaz. Eğer dünyada kuşatılmış bir sahada ayakta duran bir devrimse sözkonusu olan, hele de kadın devrimiyse, o zaman dünyanın neresinde olursak olalım bu devrimin savunmasında yer almak zorundayızdır. Bu devrimin dertleri ile dertlenmemiz, mutluluk ve sevinçleri ile havalara uçmamız gerekir. Cins ayrımsız bir dünyanın ışıltılı hayalini kurabilen herkes, yüreğinde devrim ateşini harlamak, bu devrimi büyütecek emeği akıtmak zorundadır. Devrime bedenleri ile harç olan tüm ölümsüz kadınlara sözümüz ancak bu olabilir.
Rojava devrimini, bir kadın devrimi olarak dünya kadınlarının odağına yerleştirmeliyiz. Biz kadınlar, çoğu zaman yaşadığımız hayattan dolayı adeta nefessiz kalırız. Dünyanın tüm yükü ağırlığınca üzerimize çullanır. Işıksız, soluksuz kaldığımızı duyumsarız. İşte Rojava, zindan gibi hayatlara mahkum edilen kadınlara ışık; nefessiz bırakılan kadınlara tertemiz, taze bir soluk olmalı. Bunu arayış içinde olan, patriyarkal kapitalist sistemin cenderesinden kurtulmak isteyen kadınların gündemine sokmak zorundayız. Paris Komünü, dünyanın hangi ülkesinden gelmiş olursa olsun devrim safında yer alanları, Komün vatandaşlığına kabul eder ve hiçbir ayrım gözetmeksizin bağrına basar. Rojava da devrimciler için olduğu gibi, erkek egemenlikçi dünyaya karşı yeni bir yaşamın peşine düşecek kadınlar için de böyle bir anlam kazanmalı. İşte o zaman bu devrim, 21. Yüzyılın kadın devrimlerine açılan bir pencere olur, Rojava da “kadınlar ülkesi”…
Kaynak: Komün Gücü
Dipnotlar
1“Uzun gecelerin ve buzdan ayazların mevsiminde oldu: Bir sabah evimin bahçesindeki yasemen çiçek açtı, soğuk hava onun aromasını içine çekti; aynı gün erik ağacı da çiçek açtı ve kaplumbağalar uyandı. Bir hata oldu ve kısa sürdü. Ama bu hata sayesinde yasemin, erik ağacı ve kaplumbağalar bir gün kışın biteceğine inanabildiler. Ben de.” (Eduardo Galeano-Yürüyen Kelimeler)
2 Komüncü Jean-Baptiste Clément’in Paris Komünü için yazdığı “Kiraz Zamanı” şiirine atıfla…
3 Mülksüzler
4“Yaşamlarını anlattırıyorduk gelen genç kadınlara; hepsinin aile içinde erkek egemen sistemin aynen korunmaya çalışılmasına itirazları vardı. Babaları, abileri, evli olanların eşleri yurtseverdi ve DAİŞ’e karşı savaşan da vardı içlerinde. Hatta ailelerinde şehitleri olanlar da… Yani, diyeceğim o ki, bu insanlar devrimin değdiği, devrimin inşasında ve korunmasında sorumluluk alan insanlardı. Ancak Rojava devrimini savunurken, özgür topraklarda yaşamak isterken, bir yandan da toplumsal cinsiyet rejimi aynen devam etsin istiyorlardı. YPJ vardı, kadın savaşçılar çok cesurdu, amenna. Ama o, başka bir dünyaydı. Kendi köylerine, evlerine uzaktı ya da uzak olsundu!” (Hevi Devrim, “21. Yüzyıla Rengimizi Vermek İçin Kestik Kara Saçlarımızı!”, Jineoloji Dergisi 17. Sayı)