Baltayı ayağına vurmak – Kamil Yıldız

Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı gündemin ilk sırasına yerleştikten kısa bir süre sonra Erdoğan’ın CHP’ye yönelik operasyonu başladı. Türkiye siyasal gündemini Erdoğan iktidarının süreklilik halini alan saldırıları ve ona karşı geliştirilen direnişler belirliyor. CHP’nin “Kent Uzlaşısı” temelinde kazandığı Esenyurt Belediyesi ile başlayan saldırılar İmamoğlu operasyonu ile yeni bir boyut kazandı. Akabinde başta üniversite gençliği olmak üzere, kitlelerin gelişen tepkisi, CHP’nin Saraçhane’de bir hafta süreli mitingleri sonucu toplumun tüm kesimlerinin duyu organları bir kez daha canlı olarak siyasal gelişmelere duyarlı hale geldi. CHP bu saldırıyı “19 Mart darbesi” olarak ilan ediyor ve kendini ona göre konumlandırıyor. Bugüne kadarki pasif duruşunun aksine, CHP kitlelerin biriken öfkesini arkasına alarak, sürecin kontrolünden çıkmasını engellemeye çalışarak mitinglere devam ediyor. Bir zamanlar “normalleşelim, yumuşayalım” diyen CHP lideri Özgür Özel, bugün Erdoğan’ı bu darbenin “cunta lideri” ilan etti ve bunu sürekli tekrarlıyor. 

Bugün Türkiye’de İmamoğlu’nun tutukluluğu üzerinden başlayan tepkiler bu zamana kadarki süreçte yaşanan bütün haksızlıklara hukuksuzluğa karşı bir isyana dönüşerek toplumun geniş kesimlerine yayılmaya başladı.Üniversite öğrencilerinin başlattığı ve günlerce süren sokak eylemleri bütün şehirlere yayıldı. Üniversitelilerin bir bütün olarak geleceksizliğe yönelik öfkesi, umutsuzluğuyla beraber birikmiş tüm akademik demokratik sorunları bir kez daha görünür oluyor. Uzunca bir süredir ülkede var olan suskunluğun, sessizliğin yerini artık yeter diyenlerin isyan çığlığı alıyor. Lise öğrencilerinin kendi geleceklerine ve öğretmenlerine sahip çıkması uzun süreden buyana ilk defa liseleri bu kadar politikleştiriyor. İşçi sınıfının içinde bulunduğu maddi koşullar dibe vurmuş, ülke genelinde olmasa da işyeri direnişleri her geçen gün yükselmeye başlamıştır. Maaşlı çalışan tüm emekçiler ve küçük esnaf derin bir yoksulluk içindedir. Öğrencilerin talebi ve ısrarı ile CHP’nin Saraçhane sürecinde kamuoyuna ilanıyla hayli etkili olan boykot çağrısı, mevcut iktidarı zorlayan eylemlerden biri haline gelmiştir. Bugün sendikaların içinde bulunduğu durum nedeniyle “Genel grev, genel direniş!” çağrısıyla emekçi yığınların üretimden gelen gücünü kullanması tam olarak karşılık bulamasa da halkın tüketimden gelen gücünü kullanması beklenmedik biçimde etkili oluyor.

Bütün bunlar yaşanırken Dem Parti “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı temelinde bu sürecin öznesi olup, tam da bu başlıkla kendisini Türkiye halklarına anlatabileceği bir fırsatı yeterince değerlendirmiyor. CHP’nin de geçmiş dönemlerdekinin aksine, el yükselterek beklenmedik biçimde destek verdiği müzakere süreci demokratik muhalefetin geliştirilip güçlendirilmesine olanak sağlıyorken, bu süreçte en büyük etki gücüne sahip olması gereken Dem Parti rolünü yeterince ve olması gerektiği gibi oynamıyor. Defalarca dile getirdikleri “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısının Türkiye toplumuna mal edilmesi gerekliliği için atılan adımlar hiç sürece uygun gözükmüyor. Neredeyse onlarca yıldır Türkiyelileşme hedefi olan, öncülleri ve Dem Parti nesnel koşulların bugün sunduğu olanakları asgari düzeyde bile kullanma çabası içinde değil. Müzakere ve mücadele partisi olarak kendisini konumlandıran Dem Parti, Öcalan ve Kandil ile Erdoğan iktidarı görüşmelerine aracılık ederken, siyasal bir özne olarak mücadeleci rolünü oynayamıyor.

Oysaki bütün dünyada barışa ilişkin müzakerenin başladığı dönemler aynı zamanda tarafların birbirine karşı en etkili kitlesel mücadele ve örgütlenmeyi geliştirmeye çalıştığı süreçler olmuştur. Müzakere süreçleri, mücadelenin çok yönlü, yeni araç ve yöntemler kullanılarak hem de olabilecek en etkili tarzda sürdürülmesini gerektirir. Silahlı mücadelenin yürütüldüğü Kolombiya örneğinde olduğu gibi, başka ülke deneyimleri silahların susması halinde, diğer mücadele araç ve yöntemlerinin daha etkili biçimde devreye girmesi gerektiğini gösterir. Bugüne ve Türkiye’ye baktığımızda, müzakerenin tarafları bellidir; bir tarafta Kürt Özgürlük Hareketi’nin temsilcisi A. Öcalan ve Kandil varken, diğer tarafta Türkiye egemenlik sistemini temsilen Erdoğan-Bahçeli iktidarı var. Dem Parti’den oluşturulan heyet bu iki güç arasında kamuoyu önünde aracılık yapmaktadır. Elbette Dem Parti Kürt sorunu başta olmak üzere, Türkiye’nin temel ekonomik demokratik sorunlarına çözüm gücü olduğunu iddia ediyor, kendisini politik bir özne olarak konumlandırıyor. Ancak bu iddialarının ve konumunun gereğini yerine getirdiği söylenemez.

Dem Parti’nin bu süreçte, Newroz günlerinde olduğu gibi Türkiye’nin her tarafında “Barış ve Demokratik Toplum” mitingleri örgütleyerek sürecin ilerlemesi için yapılması gerekenleri Türkiye halklarına anlatmasının önünde engel ne? Bu çağrıyı Kürt halkının nasıl anladığı, Türk halkına ne mesaj verdiği, Erdoğan iktidarının ne tür adımlar atması gerektiği kitlelere anlatılmak zorundadır. Erdoğan-Bahçeli iktidarı ile görüşmeler yapmak bu eylemliliklerin yapılmasına engel midir? Örneğin pasif bir direniş olmasına rağmen, son derece etkili olan “boykot” çağrısının Kuzey Kürdistan’da da etkili hale getirilebilmesinin önünde engel var mıdır? “Demokratik Toplum” diyenler, hem de toplumun çok geniş bir kesiminin siyasal duyarlılığı bu kadar artmışken, meydanlara çıkıp bunu topluma anlatarak, onları sürece katma çabası içinde olmak zorunda değil mi? Kendi politikaları ve halkların demokratik talepleri doğrultusunda, CHP’nin “miting kitlesi olmadan” kendi mitinglerini örgütlemek, Erdoğan iktidarını adım atmaya zorlayacak bir tarz değil midir? Bunların yapılması sürecin akamete uğramasına mı yol açacak, yoksa bu sürecin gelişmesi için adım atılmasını mı sağlayacaktır?

Çok açık ki, bugün Türkiye’deki tüm ekonomik ve demokratik sorunları meydanlarda dile getirme işi CHP’ye bırakılmıştır. Kürtlere yönelik yapılan siyasal saldırıların küçük bir kısmı CHP’ye yapıldığı halde CHP bunu son derece iyi hamlelerle karşılayıp kitlelerle buluşmanın ortamını yarattı. Bunlar yaşanırken Dem Parti ya da Türkiye’deki sol siyasal bir özne bunu kendi politikası dışında göremez. Tam tersine, kendi politikalarını ve kendisine onlarca yıldır uygulanan saldırıları anlatabileceği bir olanak görmelidir. Yine hiç kimsenin, Dem Parti ve öncüllerine defalarca kez ve onlarca yıl bu tür saldırılar yapıldı ve CHP bunlara yeterli destek vermedi gibi apolitik bir yaklaşıma sığınamaz. Anti-demokratik saldırılar kendimize yapıldığında tüm muhalefete etkili duruş çağrısı yapılırken, başkasına yapıldığında ciddi ve etkili bir duruş gösterip bunu kitlelere anlatmaktan geri durulamaz. İktidarın İstanbul merkezli olarak CHP’ye yönelen saldırısı, Kuzey Kürdistan’da yıllardır uygulanan saldırıların tüm Türkiye’de daha görünür olmasını, en azından emekçi kitlelerin vicdanında mahkûm edilmesini sağlayabilir. Van ve Mardin başta olmak üzere, Dem Parti belediyelerine atanan kayyumlar geri alınmadığı gibi, İstanbul büyük şehir belediyesi ve diğer ilçe belediyelerine yapılan operasyonlarla birlikte halkın iradesine yönelik bu saldırılar Türkiye’nin gündemi olabilirdi. Mardin, Van ve Diyarbakır’da yapılacak kitlesel mitingler Türkiye’de yükselen demokratik muhalefeti selamlamak anlamında, sürecin ruhuna da uygun düşecektir.

Bugün artık geçmişte yaşanan olumsuzlukları tekrarlamanın bir anlamı yoktur; CHP’nin ne olduğu, bugüne kadar neler yaptığı biliniyor. “Anayasaya aykırı olduğunu biliyoruz fakat olumlu oy vereceğiz” diyerek Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanmasında iktidarın ortağı olmuştur. Van ve Mardin belediyelerine kayyum atamalarına karşı etkili biçimde tepki göstermedikleri de biliniyor. Diğer taraftan CHP yönetimi “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısına destek vermiş, hatta yaptığı mitinglerde defalarca kez Kürt sorununu dile getirip, kendisinin çözeceğini ilan etmiştir. CHP sistemin ve devletin tehlikede olduğunu düşündüğü anda egemen iktidarın yanında olmaktan geri durmayacaktır. Bugün toplumun birikmiş öfkesini, derinleşen sorunlarını sistem içinde tutmanın politikasını yapıyor. Bundan sonra da sistemin ve devletin bekası için neler yapabileceğini tahmin etmek zor değil.

Tam da bu nedenle, Dem Parti bileşenleri başta olmak üzere Türkiye’nin sol, sosyalist güçleri mümkün olduğu kadar kendi bağımsız güçleriyle meydanlara çıkıp, kendisini toplumun tüm kesimleriyle buluşturmalıdır. Dem Parti “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısını anlatmak için bundan daha uygun nesnel koşullar bulamaz. DEM Parti bir taraftan mevcut iktidar ile görüşmeler yaparken, diğer taraftan meydanlarda halkla buluşmak zorundadır. Erdoğan’ın CHP’ye yönelik operasyonu, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik açıklamaları önümüzdeki sürece nasıl yaklaştığını göstermeye yeter. Bu koşullarda meydanları, sokakları sadece CHP’ye bırakmadan, aynı zamanda muhalefete karşı muhalefet yapmadan kendi politikalarını geniş kitlelerle buluşturmalıdır. Zaman kaybetmeden “Barış ve Demokratik Toplum” mitingleri örgütlemek sürecin ruhuna çok uygundur. Dem Parti, kitleleri sadece CHP’nin muhalefetine teslim etmenin siyasal sorumluluğundan kendini kurtaramaz. Bir an önce ve özellikle Karadeniz’den Ege’ye, Akdeniz’den Orta Anadolu’ya kadar tüm şehirlerde kitleleri meydanlara çağırıp “Üçüncü Yol” çizgisiyle duruşunu göstermelidir.

Dem Parti yöneticilerinin bu zamana kadar yaşananlara ilişkin açıklamaları ve Saraçhane sürecinde gösterdiği sınırlı diyebileceğimiz dayanışma ortadadır. Bu dönem kitlesel biçimde yapılan Newroz mitinglerinde CHP mesajları okundu. Ancak hemen sonrasında Dem Parti mitingleri bitti ve nerdeyse bu konu kapanmış oldu. Her ne kadar meclis grup toplantılarında Parti Eş Başkanları CHP’ye yönelik Erdoğan operasyonu karşısında net bir duruş gösterse de bağımsız bir siyasal özne olarak sürece müdahil olamıyorlar. Dem Parti’nin temel sorunlarından biri, kendisini Türkiye siyasetinin temel öznelerinden biri olarak görüp görmemesindedir. Baltayı ayağına vurduğu nokta da burasıdır.

Başta Kürt sorunu olmak üzere, Türkiye halklarının ayyuka çıkmış ekonomik ve demokratik tüm sorunlarına ilişkin çözüm önerilerini toplumun tüm kesimlerine etkili bir şekilde anlatacağı bir nesnel süreç yakalanmıştır. İktidarın ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizi daha da derinleştiren adımları, artık siyasi krizle birlikte daha da gözle görünür hale gelmiştir. Bugünün görevi bu krizi değerlendirebilecek akılcı politikalar geliştirerek gerekli adımlar atabilmektedir. CHP’nin Yozgat mitingi yalnızca bu ülkede yaşayan çiftçilerin değil, bütün emekçilerin yaşadığı zulmü ve iktidara olan tepkisini anlatıyor. Dem Parti’nin sessizliği ve müzakere yürütmek dışında hiçbir siyasi faaliyette bulunamıyor oluşu ise muhalefet cephesinde değil de Cumhur İttifakının yanındaymış gibi görünmesine neden olmaktadır.

Yaklaşan 1 Mayıs’ı da gündemine alarak, Dem Parti’nin muhalefet cephesinde yer alan diğer sol, sosyalist güçlerle buluşarak, Kürt illerindeki mitinglere ek olarak, İstanbul, İzmir, Trabzon, Ankara, Adana, Mersin gibi şehirler öncelikli olmak üzere, meydanlara çıkması sürecin ruhuna uygundur. Bir taraftan müzakere yapılırken diğer taraftan mücadele etmenin bugün en etkili yöntemlerinden biri budur. Böylesi bir duruş iktidarla yapılan görüşmelerde elini güçlendireceği gibi Dem Parti’ye yönelik gelişen spekülasyonu da ortadan kaldıracaktır. Dem Parti sözünü eylemiyle somutlamadığı sürece bu spekülasyon sürecektir. Sonuçta Kürt sorunun çözümü demokratikleşme süreciyle doğrudan bağlantılıdır ve bu iktidarın demokratikleşme diye bir derdinin olmadığı ortadadır. Bundan sonraki süreçte bütün güçlerin etkili bir muhalefet yürütmelerinin önemi açıktır. Tam da kitlelerin yığınsal biçimde sokağa çıktıkları bu süreçte, Dem Parti dönemin ruhuna uygun biçimde meydanlara çıkmalı, sokaklara inmelidir.

19.04.2025