Barbarlar, Medeniyet Ve Asabiyyet – Haldun Karyol

8 Temmuz 2024’de ölümsüzleşen yoldaşımız Haldun Karyol’un (Harutyan Karyolacıyan), Türkiye Gerçeği’nin 2. sayısında, H. Atmaca ismi ile yayınlanan  yazısını siz okurlarımızla paylaşıyoruz.

Yazımızda Doğu Roma mülkünün yerleşik çiftçi/kentli hayat tarzı ile Asya bozkırlarından kopup gelen, barbar/göçebe atlıların karşılaşmasını, yerleşiklerin yenilgisini, istilayı, fethi ve fetihte sonrasının hikayesini nakledeceğiz. Ama bu hikaye yalnız Anadolu ve Rumeli’nin barbarlarla yaşadığı maceranın değil, Roma’dan Mısır’a, İran’a, Hind’e ve Çin’e kadar eski dünyanın dört bir bucağında barbar atlarının çiğnediği medeni/tarımcı/kentli/yerleşik ve yaya toplumların, barbar/göçebe ve atlı bozkır akıncıları karşısında yaşamış oldukları ortak çaresizliğinde hikayesidir.

Roma ve Barbarlar

Roma, yükseliş döneminde Akdeniz havzasına ve Yakındoğu’ya boyun eğdirdi ve imparatorluğa kattı. Ama yerleşik/çiftçi/kentli toplumlara karşı birbirini izleyen zaferler kazanan ve yenilgi bilmeyen Roma, barbarlar karşısında bocaladı, onlardan 200 yıl boyunca yediği ağır darbelerle yoruldu, yıprandı ve sonunda yine onların ellerinde can verdi.

İlk ciddi Roma, barbar karşılaşması İmparator Dacius zamanında vuku buldu. Daha sonra V. yy.’da İtalya’yı istila edecek olan Thedorik’in 10. kuşaktan dedesi Amale’nin başbuğluğu altında, İsveç güneyindeki Gotland’dan Pomeranya ve Prusya’ya yayılan Gotlar, daha sonra Kuzey Karadeniz kıyılarını istila ettiler. Bu istila sırasında başta Vandallar olmak üzere pek çok Germen kavimleri ile Sarmat ve Alanlar’da Gotlar’ın sancağı altına girdiler. Kurm’un bağbuğluğu altında 70.000 savaşçı ile Roma eyaletleri istila edildi. Moesla yakılıp yıkıldı ve 100.000 kişi kılıçtan geçirildi. İmparator Daciu, bugünkü Filibe yakınlarında Gotlarla karşılaştı. Bu muharebede Roma ordusu bataklıklara gömüldü ve İmparator Dacius savaş meydanında öldü (MS 251).

Bunu izleyen dönemde Germenler, imparatorluk eyaletlerini istila ettiler. Roma iç meseleleri sırasında tam bir acze düşmüştü. Bir keresinde tam onbir şahsiyet birden taht üzerinde hak iddia ettiler desteklerini kazanmak için barbarlarla ağır koşullar içeren anlaşmalar yaptılar. Onların Roma eyaletlerine yerleşmesine izin vermek zorunda kaldılar ve imparatorluk sınırlarını diğer barbarlara karşı korumaları için bu barbarlara teslim ettiler.

Birbirinin peşi sıra tahta çıkan İlliryalı birkaç imparator Roma’nın bu zilletine bir dönem için son verdiler, barbarları her tarafta ezdiler ve onbinlercesini kılıçtan geçirdiler. Daha da çoğunu pazarda sattılar. Böylece birkaç onyıl barbar akınları ve istilaları durduruldu. Barbarlar üzerinde Roma zaferleri birbirini izlerken Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda Hunlar zuhur etti; başta Gotlar olmak üzere bölgedeki barbar kavimleri Hunlar’a direnmeye çalışsalar da hiçbir başarı kazanamadılar ve Tuna’yı aşarak Roma topraklarına iltica izni istediler; bu da yeni bir Roma-Got savaşına yol açtı. Roma Gotlarla savaşırken, Hunlar da Roma’yı çiğnemek için uygun zamanı bekliyorlardı. Edirne’de Gotlarla yapılan savaşta İmparator Valens savaş meydanında öldü. Gotlar’ın Balkanlar’ı istilasını Almanlar’ın Galya’yı istilası izledi. Valens’in yerine tahta çıkan Büyük Theodosius Gotları yendi, onlarla anlaştı ve müttefikleri haline getirdi. Böylece imparatorluk sınırlarının savunulması için 40.000 feodarati Got savaşçısı elde edildi.  Theodosius ölümü ile Roma, Doğu ve Batı olarak ve bir daha birleşmemek üzere iki imparatorluğa bölündü.

Roma’ya kök söktüren ve kısa bir süre sonra onu yıkacak olan bu barbarlar kimlerdi? Dünyaya hükmeden Roma orduları niçin bunlarla baş edemediler? Roma’yı yıkmayı nasıl başardılar? Şimdi bunların cevabını vermeye çalışalım.

Barbarlar

a-)Barbarlık Durumunun Hikayesi (Engels)

Morgan ve ilhamını ondan alan Engels, insanlığın tarih öncesi macerasını başlıca iki döneme ayırır; bunlar vahşet ve barbarlık dönemleridir. Yine bu vahşet ve barbarlık dönemleri de kendi içlerinde aşağı, orta ve yukarı vahşet veya barbarlık aşamaları şeklinde tasnife tabi tutulmuşlardır.

Vahşet çağı, ok ve yayın icadı ve çömlekçiliğin ortaya çıkması ile sona erdi ve yerini barbarlığın aşağı aşamasına terk etti. Barbarlık çağı için demir kılıç, medeniyet için ateşli silah hangi anlama geliyorduysa, vahşet çağı için ok ve yayın keşfi de aynı tarihsel öneme sahipti.

Ok ve yayın keşfi, çömlekçiliğin icadı ve evcil hayvan yetiştiriciliğine atılan ilk adımlar barbarlık çağına geçişi karakterize eder. Orta barbarlık aşaması evcil hayvan yetiştiriciliğinin yaygınlaşması ve bitki ekimi ile inşaatta taş ve kerpiç kullanılmasıyla başlar. Davar evcilleştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin teşekkülü Aryen, Sami ve Turanilerin diğer barbarlar yığınından ayrışmasını beraberinde getirdi. Sürülerin meydana gelmesi Samileri Dicle ve Fırat’ın; Aryenleri Hindistan, Amuderya, Sirderya, Don ve Dinyeper’in çayırlık ovalarında çobanlık hayatına geçmeleri sonucunu verdi. Aryen ve Sami ırkların üstün gelmesi belki de bunların beslenmesinde et ve sütün bolluğu ve özellikle de çocukların gelişmesi üzerinde olumlu etkilerde bulunmasına bağlanması gerekir. Gerçekten de hemen-hemen tümüyle bitkisel besinlerle yaşayan New-Mexico’nun Pueblos yerlileri, et ve balık yiyerek beslenen barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük beyine sahiptirler. Ama her halde barbarlığın bu aşamasında yamyamlık tedricen ortadan kalktı ve insan kurban etmek dinsel bir eylem haline dönüştü.

BARBARLIĞIN YUKARI AŞAMASI demir madeninin eritilmesi ve dökülmesi ile başlar. Bu aşama üretimdeki ilerleme bakımından, önceki tüm aşamaların topundan daha zengindir. Kahramanlık çağının Yunanlıları, Roma’nın kuruluşundan önceki İtalyan tribüleri, Tacite’in Germenleri, Vikingler çağının Normanları… Bunların tümü bu aşamayı yaşamakta olan barbarlardı. Her şeyden önce büyük ölçüde tarla ekimi, tarımı mümkün kılan hayvanlar tarafından çekilen demir sabanı ilk defa bu dönemde görüyoruz. Bunun sonucunda, yaşama araçlarında çağın şartları bakımından sınırsız bir artış görülüyor. Demir balta ve demir bel olmadan ormanların açılarak tarla ve çayır haline dönüştürülmesi de yine sabanın icadına bağlıdır. Ama bütün bunların en önemli sonucu nüfusun hızla artması ve küçük alanlarda yoğunlaşması olmuştur.

Barbarlığın yukarı aşamasının doruğu kendini bize Homer’in şiirinde, özellikle de İlyada’da gösteriyor. Gelişen demir aletler, körük, kol değirmeni, çıkrıkçı tornası, zeytinyağı ve şarap imali, kalas ve tahtadan gemi yapılması, maden işleme zanaatı, yük ve savaş arabaları, mimarinin doğuşu, kuleli ve mazgallı surlarla çevrilmiş kentler vb. bunlar bize barbarlığın yukarı aşamasının üretimde ne kadar zengin bir gelişmeyi başardığını gösteriyor.

Bütün faaliyet kollarında üretimin artması (hayvancılık, tarım, ev sanayi) insan çalışma gücüne kendisine gerekenden daha çoğunu üretme yeteneğini kazandırdı. Bu aynı zamanda her gen/soy, ev ortaklığı ya da karı-koca ailesi üyesine düşen gündelik iş toplamını da artırdı. Yeni çalışma güçlerine başvurmak gerekli hale geldi. Savaşlar bu güçleri sağladı; savaş tutsakları köle haline getirildiler. Birinci büyük toplumsal işbölümü çalışma üretkenliğini, dolayısıyla servetleri artırıp üretim alanlarını genişleterek o günlerin şartları içinde zorunlu olarak köleliği doğurdu. Birinci büyük toplumsal işbölümünden, toplumun iki sınıfı efendiler ve köleler, sömürücüler ve sömürülenler halinde bölünmeler meydana geldi.

Vahşi savaşçı ve avcı, evde ikinci planda kalmakla yetinmişti; daha yumuşak huylu çoban servetiyle öğünerek birinci plana çıktı ve kadını ikinci plana itti. Böylece karı-koca ailesi bağımsız bir güç haline geldi ve süreç içinde gens/soy’un karşısına dikildi.

Özgür insanlarla köleler arasındaki ayrışmanın yanı sıra zenginler ile yoksullar arasındaki ayrım da kendini gösterdi. Aile başkanları arasındaki bireysel mülkiyet farkları o zamana kadar varlığını sürdürmüş olan geleneksel komünist cemaati ve onunla birlikte toprağın bu topluluk hesabına ortaklaşa sürülmesi adetini de yok etti. Ekilebilir topraklar, önce geçici sonra sürekli olmak üzere karı-koca ailelerine verildiler. Karı-koca ailesi, toplumda temel ekonomik birim haline gelmeye başladı. Daha yoğun bir nüfus dışarıda olduğu kadar içeride de daha sıkı bir bağlılığı gerektirdi. Her yerde akraba boyların konfederasyonlar halinde birleşmeleri bir zorunluluk haline geldi. Askeri şef rex, basileus, thindem vazgeçilemez bir memur statüsü kazandı. Askeri şef, konsey, halk meclisi; işte gentilice örgütlenmenin BİR ASKERİ DEMOKRASİ olmak için dönüşmüş bulunan organları bunlardır.

Askeri; çünkü savaş ve savaş için örgütlenme şimdi artık halk hayatının düzenli görevleri haline gelmiştir. Servet sahibi olmayı hayatın başlıca ereklerinden biri olarak gören bu halklarda, KOMŞULARIN SERVETİ TAMAH UYANDIRIR. BUNLAR BARBAR HALKLARDIR: YAĞMA ETMEK, onlara, ÇALIŞARAK KAZANMAKTAN DAHA KOLAY, HATTA DAHA ŞEREFLİ görünür. Eskiden sadece bir zorunluluğun ürünü olarak ya da daralan bir toprağı genişletmek için yapılan savaş, şimdi SADECE YAĞMA İÇİN YAPILIR VE SÜREKLİ BİR SANAYİ KOLU haline gelir. Yeni müstahkem kentlerin çevrelerine korkutucu surların dikilmesi boşuna değildir. İçeride de durum farklı değildir. Çapul savaşları yüksek askeri şefin ve ast şeflerin İKTİDARINI GÜÇLENDİRİR. Bunların ardıllarının AYNI AİLELER İÇİNDEN seçilmesi adeti önce HOŞGÖRÜLEN, sonra HAK OLARAK İSTENEN, en sonra da GASP EDİLEN BİR VERASET haline gelir; soydan gelen krallığın ve soydan gelen asaletin temelleri böylece kurulmuş olur.

Böylece kendi örgütlenme organları, boy, oymak ve soy (gens, fratri, tribü) halk içindeki köklerinden yavaş yavaş koparılır; kendi işlerini özgürce düzenlemek hedefine sahip örgütlenmelerden, KOMŞULARINI SOYAN VE EZEN BİR ÖRGÜTLENME HALİNE GELİR. Önceleri halk iradesinin araçları olan organizmalar KENDİ ÖZ HALKINA KARŞI özerk egemenlik ve baskı organlarına dönüşür. Ama servete duyulan hırs, boy (gens) üyelerini zenginler ve fakirler halinde bölmeseydi, “aynı gens/boy içindeki mülkiyet farkları, gens üyelerinin çıkar birliğini UZLAŞMAZ KARŞITLIK haline dönüştürmeseydi” (MARX) ve köleliğin genişlemesi, hayatını çalışarak kazanmak olgusu çapuldan daha şerefsiz bir eylem olarak düşünülmeye başlanmasaydı, bunlar asla mümkün olmazdı.

Bütün yerleşik-medeni (tarımcı-kentli) toplumlar servet sahibi olmayı başlıca amaç haline getiren, komşularının servetine göz diken, yağmayı çalışarak kazanmaktan daha şerefli bir uğraş addeden barbar halkların askeri ve toplumsal tehdidi altında bulunmaktaydılar. Yerleşik medeniyetlerin zenginlikleri bu barbarları tahrik etmektedir. Yerleşikler hayat tarzı itibarıyla barbar akınları ve istilalarına karşı koymakta çok zorlanmaktadırlar. Yerleşik toplumların tümü gibi Roma da bu kaderi yaşayacaktır. Ama burada yine bazı sorunların cevabı verilmesi gerekmektedir; yerleşikler niçin barbarlara direnememekte veya barbarlar niçin yerleşik toplumları eninde sonunda fethetmeyi başarmaktadırlar?

Bu sorulara kendi çağının en uygun cevaplarını büyük Arap alimi Veliyüddin ebu Zeyd  Abdurrahman bin Muhammed İbni Haldun günümüzden yedi yüzyıl önce verebilmiştir. İ. Haldun’un barbar-medeni çatışması sürecini izah etmekte baş vurduğu anahtar kavram “asabiyet”tir. Asabiyet; yerleşik-medeni toplum insanlarının mahrum bulundukları, unuttukları bir dayanışma türüdür. Barbarlar İ. Haldun’un deyimiyle “bedeviler” ise çetin hayat şartlarına ancak “asabiyet” sayesinde dayanabilmekte ve hayatta kalabilmektedirler. “Asabiyet” çöl hayatında ayakta kalabilmenin olmazsa olmaz bir ön koşuludur. Çölün meşakkatine karşı durma imkanı ve gücü veren “asabiyet”, doğal olarak Bedevi’nin medeni ile ilişkilerinde de üstünlük ve hakimiyet sağlayan bir araç işlevi görecektir. İ. Haldun’a göre “Asabiyet”ten mahrum olan medeni, bedeviye er geç boyun eğmeye de mahkumdur.

b-) Asabiyyet (İbni Haldun)

İ.Haldun, bedevilerin içinde yaşadıkları şartları, yerleşiklerden farklılıklarını ve hayat tarzlarını gözlemlemekte ve onların temel özellikleri ve sebepleri hakkında şu yorumları yapmaktadır:  “…Göçebelik ve yerleşiklik durumları insanlar için tabii bir durumdur. İnsanların bir kısmı ağaçlar dikmekle ve ekinler ekmekle, diğer bir kısmı da koyun, inek, keçi, bal arısı vb. besleyip bunlardan faydalanmak suretiyle geçimlerini temin ederler. Bu ikinci yoldan geçimlerini temin edenler göçebe hayatı yaşamaya mecburdurlar. Bundan dolayı bunlar insanların en vahşileri olup, oturak hayat yaşayanlar da bunları vahşi ve dilsiz hayvanlar derecesine indirmişlerdir.”

İ. Haldun çetin hayat şartlarının bedevilere bazı özel hasletler kazandırdığını tesbit eder. Mesela onlar yerleşiklere göre daha şecaatidirler: “Şehirliler (…) kendileri, aileleri ve malları güven içinde bulunduğundan, saldırılma korkusu onları heyecana getirmez. Avları ürkerek kaçmıyor. Bunlar kendilerini güven içinde hissederek silahlarını bir kenara atmışlardır. Göçebelere gelince; onlar tenha mahallerde, çöllerde, uzaklarda yaşadıkları için kendilerini, ailelerini ve mallarını korumaya mecburdurlar. Bundan dolayı daima silahlı gezerler. Ancak oturdukları yerde yahut deve semeri veyahut at eğeri üzerinde hafif surette uyurlar. Şiddet ve kuvvet bunlar için bir yaratılış, şecaat bir karakter olmuştur. Düşman karşısında biri yardım isteyip de harekete geçmek üzere çağrıldıklarında, bu kuvvet ve şecaatlerini kullanırlar.” Ve üstat ekler: “İnsan alışkanlıklarının oğludur” ve “itiyatlarının otlaklarında otlar.”

İ. Haldun, göçebe hayat tarzında yardımlaşma ve dayanışmanın olmazsa olmaz bir ön koşul olduğunu tespit emiştir. O, bunu Arap geleneğine uyarak “asabiyet” olarak tanımlar: “…arkalarında kendilerini koruyacak boy ve uruğları bulunanlardır ki ancak göçebe hayatı yaşayabilirler (…) Göçebelerin toplu surette indikleri konak yerlerini o uruğların şecaatleri ile tanınmış bahadırları ve gençleri düşman saldırılarında korurlar.”

Ama bu yardımlaşma ve dayanışmanın temel kaynağı nesep (kan/soy) birliğidir. “…Çünkü bunların şevketleri ancak bir nesep ve nesilden gelmekle kuvvet kazanır ve bu takdirdedir ki onların kuvvet ve kudretinden korkulur ve bunlardan her birinin kalbinde, kendi kavminin düşmanlarına karşı bir heyecan ve nefret meydana gelir. Nesepleri başka başka olan kimseler arasında kardeşlik bağı bulunmadığı için, savaş çağlarında başlarına felaketler geldiğinde haysiyetlerini koruyamazlar. Herkes kendi hayatını korumayı düşünür; korkarak ve arkadaşlarını terk ederek savaş meydanından çekilir, gider. Bundan dolayıdır ki, bir nesilden gelmeyenler çöl ve sahralarda yaşadıkları takdirde, diğer komşularının bir defada yutulan lokmaları olurlar.” (…) “Kavimlerin şevket ve kudret kazanmaları ancak nesep bağı ile birbirlerine bağlanmaları veyahut buna benzen müşterek bir bağ sayesinde olabilir.”

Bedevilerde azatlı köleler ve diğer himaye altındakiler de nesep hukukuna dahildirler; “…Köle sahiplerinin azat ettikleri kimse üzerindeki hak ve hukukları ve himayesine aldığı kimsenin hamisi üzerindeki hukuku da bir nevi akrabalık bağıdır. Azatlılar veya himaye altındaki kimse herhangi bir zulüm veya tecavüze uğrarsa, hami azatlının, azatlı hamisinin müdafaa ve himaye için harekete geçer ve yardımına koşar.”

Hz. Muhammed; “Siz neseplerinizi ve akraba ve kardeşlerinizin şecerelerini birbirinize bağlayacak derecede öğrenin.” Halife Ömer de; “Neseplerinizi öğretiniz, Irak’ın kasaba ve köylerinde yaşayan Nebatiler gibi olmayınız” demekle Araplara neseplerini korumayı emretmiştir.

Üstatlar üstadının göçebe hayat tarzı üzerindeki tespitleri, bedevi ortamının şartlarının, dayanışma ve yardımlaşma ihtiyacı ve ondan kaynaklanan korunma güdüsü, bunun tabii icra vasıtası olan şecaat ile nesep birliği unsurlarının bir arada ASABİYETE VÜCUD VERDİĞİNİ ortaya koymaktadır. Şöyle ki; “İnsanların birbirlerine yardım edecek ve birbirlerini koruyacak kuvvet ve kudret kazanmalarının/asabiyetin bir amili olan açık nesep, ancak çöl ve sahralarda göçebelik eden ve ilkel bir hayat yaşayan Araplar ve onların benzerleri olan kavimler arasında muhafaza edilebilir.” (…) “Düşmanların saldırılarından korunmak ve saldıranları kovmak ve şecaat kazanmak ve istilalar kişilerin bir araya toplanmasıyla gerçekleşebilir ve buna ASABİYET denir. Kurulan her topluluğun yasakçıya ve hakime ihtiyacı vardır. Bu hakim, birinin hakkını diğerinden alarak başkalarının tecavüzlerine engel olur. BU YASAKÇI VE HAKİMİN, ASABİYYET KUVVET VE KUDRETİYLE ONLARA GALEBE ÇALMIŞ VE ONLARI HÜKMÜ ALTINA ALMIŞ BİRİSİ OLMASI GEREKİR.”

“Asabiyet çöl ve sahralarda, ıssız köşelere çekilerek iptidai bir hayat yaşayan Araplar ve benzeri kavimler arasında muhafaza edilmesinin sebebi, onların zor geçinmelerinden, darlık içinde yaşamalarından ve yurtlarının iktisadi durumlarından ileri gelir. Zaruret ve ihtiyaç onları bu şekilde yaşamaya mecbur etmiştir. Çöller açlık ve darlık yeridir. Onlar bu hayata alışmışlardır, nesiller boyunca bu tarzda terbiye görmüş, bu yaşayış onlar için bir hulk ve tabiat olmuştur.”

İ. Haldun göçebelerin, yerleşiklerden şecaatli oldukları için onları yendiklerine, topraklarını fethettiklerine ve onlara hükmettiklerine tarihin tanıklığıyla emindir: “Bil ki göçebelik şecaatinin bir sebep ve amili olduğundan, göçebe bir kavmin, şehir ve kasabalarda yaşayan diğer uruğlardan daha bahadır ve şecaatli olduğu şüphesizdir. BUNLAR DİĞERLERİNE GALABE ÇALARAK ELLERİNDEKİ ÜLKE VE YURTLARI O KAVİMLERİN ELLERİNDEN ÇEKİP ALMAYA MUKTEDİRDİRLER.”

Ve bedeviler yerleşikleri yenip yurtlarını ellerinden aldıktan sonra devlet kurarlar: “ASABİYYET BAĞLARI SAYESİNDE KUVVET VE KUDRET KAZANARAK YÜKSELMENİN SONUNDA DEVLET KURARLAR. Kuvvet ve kudrete dayanarak ahaliye hükmü ve idaresi altına almak hükümdarlıktır. Hükümdarlık, kahır ve şiddetle galebe çalarak ve hükmü altına almaktan ibarettir. Aralarında kendisini koruyan ve kendisine yardım eden, nesilden gelen akrabaları veya kölelik, azatlılık, hamilik vb. bağlarla kendine bağlanmış olan yardımcıları bulunan kimse ululuk mertebesine erişir. Çünkü bu nefsin arzu ve talep ettiği bir şeydir. ÜSTÜN GELEREK DEVLET KURMAK, ASABİYETİN AMACI VE SONUCUDUR.” (…) “Arkasında, yardımcıları ve kudreti olmayan kimsenin emir ve yasaklarına kimse önem vermez. 0, hiç kimseyi kendine meylettiremez.”

Araplara benzeyen diğer göçebe kavimlere gelince; “Bu göçebeler, Araplar ve Araplar gibi göçebelik eden ve Mağrip’de yaşayan Berberiler ile Doğu’da yaşayan Kürtler ve Türkmenlerdir. (…) Çünkü…çöllerde göçebelik eden uruğlar kuvvet, şiddet ve istibdatla galebe çalmaya, kitle ve toplulukları kendilerine köle etmeye daima muktedirdirler. BU DURUM BUNLARIN DİĞER KAVİMLERLE SAVAŞMAYA MUKTEDİR OLMALARINDAN İLERİ GELMEKTEDİR. Bunlar şehir ve kasabalarda yaşayanlara nisbetle dilsiz hayvanların yırtıcıları kabilindendirler. Araplar, Zenata ve bunların benzerleri olan Kürtler, Türkmenler ve Sinhaceler de bu cümledendirler.”

Çöllerde ve sahralarda çetin şartlar içerisinde yaşayan, nesep bağları dolayısıyla birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde olan şecaat ve kudret sahibi bedevilerin sahip oldukları asabiyet nihayet fetih yoluyla devlet sahibi olma sonucuna ulaşır; ama artık zirveye çıkılmıştır ve iniş başlayacaktır. Çünkü fethi müteakip yerleşik hayata geçen bedeviler, giderek kendi hasletlerinden uzaklaşırlar, onları unuturlar ve asabiyetleri kırılır.

“Göçebelik, şehir hayatından evveldir; çöl hayatı, cemiyetler halinde dünyayı imar etmenin başlangıcıdır ve şehirlerin asıl temeli ve yaratıcısıdır. (…) Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve güzellik içinde yaşamaya alıştıklarından ve kendi duygu, arzu ve hevalarının esiri oldukları için fena huyları ve kötülükleri ile nefislerini lekelerler.”

“Bir kavmin şecaat ve bahadırlığı zamanla değişir, göçebe kavimler, verimli bereketli yerlerde yerleşerek, nimetler içine daldıkları ve bolluğun adet ve itiyatlarını değiştirdikten sonra vahşilik ve göçebelikten uzaklaşarak bahadırlık ve şecaatlerini de kaybederler. Çünkü bolluk ve rahatlığa alışmaları asabiyetin şiddet ve faydasını giderir; NİMETLER İÇİNE DALMA, ASABİYYETİN KESKİNLİĞİNİ KIRAR.”

İ. Haldun’a göre asabiyetin kırılmasıyla birlikte bedeviler tarafından kurulmuş olan devlet de “ihtiyarlamaya” başlar: “Devlette kudret ve ululuk şahıslarda, şahıslarda toplanacak nimetler ve refah vasıtaları son haddine vardıktan sonra devletin İHTİYARLAMA ÇAĞI başlar.” “Devlet için tabii olan hallerden biri devletin sükunet ve rahatlığı gerektirmesidir. Devletin idaresi başında bulunanlar, rahata ve sakin yaşamaya karıştıktan sonra rahatlık da onlar için tabii bir şey olur. Bunlardan sonra gelen nesiller, gevşeklik bolluk ve rahatlık içinde yetişirler. Çöllerde yaşadıkları çağlardaki huyları değişir, göçebelik alışkanlıkları son bulur. Halbuki onlar şecaatleri, şiddetli ve yırtıcı hayvanlar gibi saldırganlık itiyatları, çöl ve sahralarda dolaşarak şiddetlere alışkanlıkları sayesinde devlet kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu nimet ve lezzetlere alıştıktan sonra, onlar adi uyruk ve sınıflardan ancak düşünceleri ile giyim ve kıyafetleri ile ayrılırlar. Bundan ötürü devleti koruma gayretleri zayıflar, şecaat ve atılganlıklarını kaybederler, şevketleri kırılır ve bütün bunlar DEVLETİN İHTİYARLAMASINA sebep olur. Korunmak ve müdafaa için gereken bahadırlık ve şecaat tabiatlarını unuturlar. Nihayet bunun sonucu olarak yurdu koruyan diğer askere ve kuvvetlere sığınmaya mecbur kalırlar.”

İhtiyarlık, her canlı organizmanın ölümünün arifesidir. Bu devlet için de geçerli bir kural olduğundan, devletin ihtiyarlığını inhilal/ölüm takip eder. “İşte bu devrede devlette ihtiyarlama haleti husule gelir. Devlet tedavi kabul etmeyen bir hastalığa tutulur ve bu hastalıktan iyileşmesi İMKANSIZ HALE GELİR… büsbütün yıkılmaya kadar bu hastalıktan kurtulamaz VE DEVLET YIKILIR.”

***

Barbarlar-medeniyet-fetih süreci herhalde bundan daha güzel izah edilemez. İ. HaIdun, göçebe savaşçıların karakterini, yetiştikleri ortamı, yerleşik toplumların zaaflarını, fetih ve istilayı, fetihten sonrasını, yani “devletin ihtiyarlamasını” mümkün olan en veciz şekliyle daha XIV. yy’da ve bütün maddi sebepleriyle tasvir etmiştir. Üstadın bir tek eksiğinden bahsedilebilir; göçebe fetihlerinde atın oynadığı role değinmemiştir. Bir kaç yerde Bedevi’nin devesi ile ilişkilerine dokunup geçmiştir. Ama attan bahis yoktur. Bunu da doğal karşılamak gerekir, zira Türk değil bir Arap’tır.

Üretimde ve savaşta… At

Bozkırın barbar süvarilerinin tarihte oynadıkları rol, atın tarihsel önemi anlatılmaksızın kavranamaz. İnsanoğlunun at ve benzerlerini binmek veya her hangi bir aracı çektirmek için kullanmaya doğrudan başlamayıp, öküzleri ve belki de Ren geyiklerini kullandıktan sonra atlara yöneldiği sanılmaktadır. Evcilleştirilen atların etinden yararlanmak yerine yük çekme işlerinde kullanılmasına MÖ 2000’lerin başlarından itibaren başlanıldığı tahmin edilir. Bir atı yük çekmeye uygun bir şekilde bağlamak için insanlar epey uğraşmış olmalıdır. Atları arabaya bağlamak için gereken koşumların Çinliler tarafından geliştirildiği sanılmaktadır.

Atların çekeceği arabaların son derece hafif olmaları gerekiyordu. Sonuçta Chariot denilen savaş arabaları ortaya çıktı ve Mısır’dan Mezopotamya’ya kadar bütün uygar dünyaya yayıldı.

Tarihçi Stuart Piggot’nun öne sürdüğü gibi, bu arabaların ortaya çıkması bir devrim yaratmıştı. Öküzlerin çektiği arabaların hızı saatte 3 km. idi. Oysa iki midillinin çektiği ve yaklaşık 17 kg. ağırlığında olan Mısır savaş arabalarının hızı saatte 32 km. idi. Bu arabaların ortaya çıkması ile birlikte, arabaları beceriyle kullanan ve bileşik yay gibi gelişmiş silahları taşıyan yeni bir savaşçı grubu da yaratılmıştı. Bu durum seyisler; saraçlar, tekerlekçiler, marangozlar ve ok yapımcıları gibi meslek sahiplerine de yeni iş sahaları açtı. Savaş arabalarını kullananlar ya da soylarından geldikleri hayvan yetiştiricileri, acaba çiftçi komşularından ya da avcı atalarından daha fazla mı savaşa yatkındı?

Binici

Bu sorunun cevabı, bir insanın diğer memelileri nasıl öldürdüğü ya da öldürmediğini gösteren temel faktörlerin bir arada düşünülmesinde yatmaktadır. Çiftçiliğe başladıktan sonra insanların beslenmesinde et ürünlerinin miktarının düşmüş olduğunu kabul etmek gerekir. Tarımla uğraşanlar evcilleştirdikleri hayvanları kesip etinden yararlanmak yerine, elde edecekleri süt miktarını artırmak vb. sebeplerle onların hayatlarını uzatmayı tercih etmişlerdir. Dolayısıyla bir çiftçinin kasaplık yeteneği fazla gelişkin değildir. Hayvan yetiştiricileri ise işlerinin gereği hem öldürmeyi hem de öldüreceklerini iyi seçmeyi öğrenmek zorundaydılar. Besledikleri hayvanları dört ayaklı besin depoları olarak gördükleri için de her hangi bir duygusal soruna kapılmaları söz konusu değildi.

Böylece hayvanları öldürmek, kesmek, sürüleri yönetmek gibi beceriler, yetiştiricilerin uygar topraklarda çiftçilerle yaptıkları savaşlarda soğukkanlı davranmalarını sağlamıştır. Ayrıca hayvan yetiştiricileri bir sürüyü yönetebilecekleri gruplara ayırmayı, arkalarını çevirerek kaçmalarını önlemeyi, değişik hayvanları bir araya toplamayı, sürü liderlerini ayırmayı, tehdit ve korkutma yöntemi ile daha kalabalık olanları baskı altında tutmayı ve çoğunluğu kontrol altında tutarken, seçtikleri birkaç tanesini öldürmeyi gayet iyi biliyorlardı.

Tarihin daha ileri zamanlarında tanımlanacak olan hayvan yetiştiricilerinin savaş yöntemleri yukarıda gördüğümüz yöntemlerle benzerlikler gösterir. Avrupalı ve Çinli tarih yazarlarının yakından tanıdığı Hunlar, Türkler ve Moğolların at binmeye terfi ettikleri için taktiklerinin daha etkili olduğunu biliyoruz. Ama yöntemlerinin temelleri hiç değişmemiştir.

Yazarların anlattıklarına göre, bunlar savaş alanında bir sıraya girmiyor ya da kendilerini geri dönüşü olmayan biçimde saldırıya kaptırmıyorlardı. Düşmanlarına bir hilal şeklinde yayılarak yanaşıyorlar ve çevrelerini sarıyorlardı. Her hangi bir noktada ciddi bir savunma ile karşılaştıklarında geri çekilip düşmanın düzenini kolayca bozuyorlardı. Çarpışmalar ancak kendi lehlerine döndüğü zaman göğüs göğüse döğüşe giriyorlar ve çok keskin uçlu silahlarıyla düşmanın kafasını ya da kol ve bacaklarını kesiyorlardı. Düşmanın silahlarını pek tehlikeli bulmadıkları için zırh kullanma gereksinimi duymuyorlardı. Kullandıkları etkili bileşik yayla düşmanlarını uzun mesafeden ok yağmuruna tutup korkmalarını sağlıyorlardı. Ammianus Marcelius MS IV.yy.’da Hunları şöyle anlatmaktadır; “Savaş alanında korkunç çığlıklar atarak düşmanın üzerine yürüyorlar. Karşı durulduğu zaman dağılıp tekrar birleşiyor ve yollarına çıkan herkesi kesip biçerek yeniden saldırıyorlar. Çok uzaklardan attıkları demir kadar sert ve öldürücü keskin kemiklerle, uçları sertleştirilmiş oklarını kullanma yetenekleri karşısında boy ölçüşebilecek hiçbir şey bulunmuyor.”

Bozkır savaşçılarının attan sonra en önemli silahlan bileşik yaydı. Bileşik yayın ortaya çıkışı konusunda tarihçiler bir karar varamamışlardır. Eğer bazı Sümer kabartmalar; doğru yorumlanmışsa MÖ 3000’lerde bu yay türü kullanılmaktaydı. 2000’lerde kullanıldığı ise kesindir. Bileşik yayı germek kuvvet ve beceri isteyen bir işti. Gerildiği zaman bir insanın tepesinden beline kadar gelen bileşik yay, savaş arabasında ya da at sırtında rahatça kullanılabiliyordu. Yaklaşık 25 gr. ağırlığındaki oklar, uzun yaylarla kullanılanlardan daha hafiftiler ve 282 metre mesafeden isabet kaydedebiliyorlardı. 90 metreden ise bir zırhı delebiliyorlardı. Okların hafifliği kılıf içinde elli tane birden taşımaya imkan verdiğinden, düşmanı ok yağmuruna tutup zafere ulaşmanın yolunu açıyordu. Okçuluk tekniği 3000 yıl boyunca pek değişmedi.

Bütün savaşlar hareket gerektirir ama yerleşik insanlar için kısa mesafeler bile zorluklara yol açar. Yunanlılar tarım işinde çalışanların savaşçı olmaya daha yatkın olduğunu iddia ederlerdi; ama göçebelerle karşılaştırıldıklarında çiftçiler çok çelimsiz ve dayanıksız kalıyorlardı. Oysa göçebeler sürekli devinim halindedirler; fırsat buldukça yemek yerler, her türlü hava şartlarına dayanıklıdırlar,  en önemsiz yardımlara bile minnettar kalırlar. En iyi şartlarda yaşayan göçebeler bile yerleşik çiftçilerden daha serttirler.  Herhangi bir manevra ile başını dertten kurtaramayan toplum askerlerinin geriye iki seçeneği kalıyordu; kaçmak veya teslim olmak. Her iki durumda da göçebeler üzerlerinde hak iddia edebilecekleri çok sayıda esiri savaş ganimeti olarak ele geçirebilirlerdi.

Köle ticaretinin nasıl başladığını kimse bilmiyor. Dört ayaklı hayvanları gütmeye alışkın hayvan yetiştiricilerine köle ticareti çok doğal gelmiş olmalıydı. Eğer hayvan yetiştiriciler esirleri bozkırlarda satmak için toplayıp götürmesini biliyorlarsa, esir almayı yönetmeyi, yendikleri üzerinde otorite kurmayı da daha önceden biliyor olmalıydılar. Küçük gruplar halindeki saldırganların kendilerinden daha kalabalık toplumları yalnız yenmekle kalmayıp bir süre egemenlikleri altında nasıl tuttuklarını bu şekilde açıklayabiliriz.

Savaş atı ve bozkırın atlı savaşçıları

MÖ 2000 yılından beri uygar dünyada at kullanılıyordu. MÖ 1350’ye ait Mısır kabartmalarında at binenler görülmektedir ve MÖ XII. yy.’dan kalma kabartmalarda Kadeş savaşına katılmış bir atlı vardır.Yine de bu atlı askerler süvarı sayılamazlardı. Eyer ve üzengisiz biniyor ve hayvanı kolay yönetemeyecek şekilde arkaya doğru oturuyorlardı. 0 devirlerde atların sırtlarının ortasında insan taşıyacak kadar güç kazanamadıklarını böylece öğrenmiş bulunuyoruz. MÖ VIII. yy.’da ise seçme ve ıslah yoluyla elde edilen atlara, ağırlık sırta verilerek binilmeye başlanacaktır. Böylece hayvanlarla gerçek iletişim kurulabildiği için hareket halindeyken ok atılabilmektedir.

Gerçek bozkır kuşağı 4.800 km. uzunluğunda ve 800 km. genişliğindedir. Kuzeyinden kutup bölgesi, güneyinden çöller ve dağlar, doğusundan Çin nehir ve vadileri, batısından ise Ortadoğu ve Avrupa’nın bereketli topraklarına ulaşan yollarla çevrilidir. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ve oralardan çıkarak batıya yayılan ilk bozkır kavmi Aryen kökenli İskitlerdir. Daha sonra bugün dahi çeşitli halklar tarafından konuşulan bir dili kullanmakta olan Türkler tarih sahnesine çıkmışlardır. MS V. yy.’da Roma kapılarına dayanan Hunlar da Türk dilleri grubundan bir dili konuşuyorlardı. Moğol dilleri ise bozkır kavimleri arasında çok ender konuşulmaktaydı. Ama tabii ki ilk atlı bozkır savaşçıları Hint-Avrupa kökenliydiler. Ama bu atlı- göçebe kavimleri acaba niçin bozkırı terk edip komşu yerleşiklerin topraklarını istila ettiler?

Bunların “ilkel savaşçılar” olmadıkları kesindi. ilk günden itibaren kazanmak için savaştılar. Göçebeliğin en belirgin özelliklerinden biri ise kabile yapısının kesin sınırları olmayışı, reislik makamının sık sık değişmesi ve hiç beklenmedik dağılma ve birleşmeler görülmesidir. Bozkırdaki komşular da aynı toplumsal yapıya sahip oldukları ve akınlara rahatça karşı koydukları için, bozkır sınırları içinde akın ve istila hareketlerine girişmenin pek bir anlamı yoktu. Bozkır hayatını meşakkatinden kurtulmanın yolu, işlenmiş toprakların yeterli yiyecek sağladığı daha ılıman iklim kuşaklarına göç etmekti. Gerçek aslında çok basit ve bu göçebelerin lehineydi. Fiziksel açıdan güçlü, mantıksal olarak göçe hazır, kültür olarak da kan dökmekten çekinmeyen, kendi dışlarında kalan toplumların özgürlüklerini gasp etmek ya da canlarını almak konusunda dinsel yasakları bulunmayan bu göçebeler hayattan edindikleri tecrübeler ışında, savaşın insanı zengin ettiğini öğrenmiş bulunuyorlardı.

Gaddar insan ile at birleşince savaşlar değişmiş, “başlı başına bir olgu” haline gelmişti. Böylece “militarizm”kavramından söz etmeye başlayabiliriz. Ne var ki atlı kavimler için bu kavramı uygulayamayız Çünkü militarizm diğer toplum kurumlarının dışında ve onlara hükmeden bir ordunun varlığını gerektirir. Oysa Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar hiçbir atlı kavimde militarizmin teşekkülü mümkün değildi, Tüm atlı kavimlerde bütün sağlıklı erkekler orduyu oluşturmaktaydı (halta bazen kadınlar da seferlere katılırlardı). Bunlar atalarının ilk kez eyer üzerinde ok attığından beri süregelen biçimde yaşamaya devam ediyorlardı.

Talanı ve yağmayı üretimden üstün tutan ve daha şerefli olduğunu düşünen barbarlar (Engels); kandaşlık bağından güç alan asabiyetle mücehhez kılınmış olarak (İ. Haldun) at sırtında ve mükemmel oklarla (Keegan) yerleşik medeni dünyayı en az bin yıl boyunca dehşete boğdular.

Bunalan kentli-çiftçi ve yaya yerleşik toplumlar/devletler bu belayı savuşturmak için çeşitli yöntemler denediler;bunlara haraç ödediler, bir bölümünü kendi topraklarında iskan ettiler, ordularına kabul eltiler, hanedan prenseslerini bunların şeflerine gelin verdiler, onlara karşı zaman-zaman imha seferleri tertip ettiler. Ama hiçbir kalıcı sonuç alamadılar. Hatta Çin Devleti’nde MÖ III. yy.’da İmparator Çe-Huang-Ti tarafından barbar akıncıların önünü alabilmek için ünlü Çin Seddi inşa edildi. Sonrasında çeşitli hanedanlar ve hükümdarlar tarafından bu müstahkem mevki sürekli onarıldı ve geliştirildi (bugünkü kalıntılar MS XV. yy.’da hüküm sürmüş Ming hanedanı devrinde inşa edilmiş olup, uzunluğu 3.000 km’den fazladır). Bu tedbir de fayda vermedi ve akınlar durmadığı gibi Çin çeşitli kereler barbarlar tarafından fethedildi ve hatta imparatorluk tahtına dahi barbar fatihler oturdu. Nitekim Çin devrimiyle tahttan indirilen son İmparator bir barbar hanedanına mensuptu ve Mançu fatihlerinin torunlarındandı.

Barbar kavimlerin askeri üstünlükleri barutun ve ateşli silahların keşfinden sonra daha bir müddet devam ettiyse de askeri teknolojide meydana gelen ilerlemeleri müteakip bunlar artık yerleşik toplumları tehdit etme kabiliyetlerini ebediyen kaybettiler ve büyük çoğunluk itibarıyla yerleşik hayata geçtiler/geçirildiler.

Bozkır göçebe-atlı kavimleri arasında en önemli yeri işgal eden ve tarihe damgalarını vuran Türkler oldu. MÖ III. yy.’dan beri tarih sahnesinde ve çeşitli isimlerle yer alan Türk kavimleri sayısız devletler yıktılar ve sayısız devletler kurdular ve sonra bunlardan çoğu da başka Türk kavimleri eliyle yıkıldılar. Türk kavimlerinin yeryüzünde hakim olmadıkları topraklar istisna kabilindedir. Bunlar eski dünyada B. Avrupa Hindiçini, Japonya ve yakın zamanlarda keşfedilen yeni dünyada ise Siyah Afrika, Okyanusya ve Amerika kıtalarından ibarettir.

Şimdi Türklerin tarihteki rolleri ve maceralarına kısaca göz atalım.

Türkler (İslamiyetten önce)

Türklerin kavimlerinin bilinen tarihi yaklaşık 2500 yılı geçmez; tarihte “Türk” adına bir Türk zümresinin adı olarak “Türk budun” şekliyle ilk kez Göktürklerde rastlanmıştır. Daha sonra Göktürk kağanlarının hakimiyeti altındaki boylar topluluğunun ortak adı olacaktır. Türklerin ilk yurdu Altay dağları ve civarı olduğuna dair bir genel kanaat vardır. Buradan çevreye ve dünyaya yayıldığı kabul edilen Türkler, muhtemelen bölge yakınlarına kadar yayılan Hind-Avrupai topluluklar ve Moğollarla karışmış ve antropolojik özellikleri bu karışımın neticesinde teşekkül etmiş olmalıdır. Got tarihçisi Jeordinen’in çizdiği portrede Atila, “kısa boylu, geniş göğüslü, koca kafalı, gözleri küçük ve batık, burnu düz, karaya yakın esmer tenli, seyrek sakallı” olarak tasvir edilmiştir (Avcıoğlu 307).

Türk kavimleri veya zümreleri  bozkırda yaşamaktadırlar. Bozkırda hayat şartları zordur ve burada yaşamak insanlara çetin bir kişilik kazandırmıştır. Tarıma elverişli olmayan bozkır, nüfus yoğunlaşmasına da izin vermez. Coğrafyacı Retzel’in XX. yy. başlarında verdiği tebliğe göre; mil kare başına düşen nüfus, avcı ve balıkçı halklarda 0.005 ile 0.025 arasında değişiklik arz eder. Nüfus yoğunluğu göçebelerde milkare başına 2 ile 5 arasında, ekstansif tarımda milkare başına 10 ila 25, entansif tarımda 100 dolayındadır. Bozkırda bitki alanının besleyebileceği hayvan sayısı değişmez bir vakadır. Hayvan türleri bellidir. Doğanın insana sunduğu kaynaklar sabittir. Bitki, hayvan ve insan ilişkileri bu sabit dengeye tabiidir (Av. 321). Nüfus artışı ister istemez bu dengeyi bozar. Otlak kavgaları kızışır, sorunlar artar. Bozkırın tarihi, boyların birbirlerinin otlaklarını ele geçirme kavgaları ve yeni otlaklar peşinde koşturma tarihinden ibarettir (Av.322). Sanılmamalıdır ki göçebe zevk için göç eder. Göçü yöneten şef, yaylaların sınırını, hayvanların nerede otlayacağını tayin eder. Sık sık görülen sert kışlar sırasında sürüler azalır. Özetle bozkırda hayat çetindir (Av.323).

Ata “tarih yapan hayvan” adı verilmiştir. Bozkır kültürüne “atlı kültür” denir. At bozkır boyları için ilkin bir av hayvanı, daha sonra etinden sütünden yararlanılan kasaplık bir hayvan iken, giderek ulaşım aracı, SAVAŞ YOLDAŞI ve HERŞEY olur (Av. 333). Dede Korkut öykülerinde “Boz aygırlı Banısı Beyrek” atını “KARDEŞİM” diye öper ve hatta onu kardeşinden ve en yakın silah arkadaşından yeğ tutar (Av.336).

Orta Asya bozkırında Hun, Göktürk, Moğol gibi çeşitli zamanlarda teşekkül eden kabile konfederasyonlarında en büyük tanrı “Gök Tanrı”dır. Gök Tanrı gökteki bütün yıldızları, Güneşi ve Ayı kapsayan nesnel bir varlıktır. Ateş, su, dağ vb. de kuşkusuz ki zaman zaman Tanrı mertebesine çıkarılmaktadır. Ama bunlar daha çok ruhlar olarak kabul edilir. Çoğu zaman Tanrı ve Ruh birbirine karışır.

İnsan her zaman en üstün varlık değildir; bazen hayvanın insana üstünlüğü söz konusudur. Takvim hayvanlara göre düzenlenmiştir. Hayvanların da boy ve oymakları olduğuna inanılır. Başlıca kutsal hayvanlar kurt ve kartaldır. Hayvan atalar’a inanılır. Boyların çoğunun kurttan geldiklerine inanırlar.

Asya bozkırlarındaki boylarda da sınıfsız, eşitlikçi topluluktan, sınıf ayrımının kesinlikle belirmiş olduğu topluluklara doğru bir evrim yaşanmaktadır. Göktürk Federasyonu ak-kemik/kara-kemik ayrımı, irsi kayra soyluluğu, hizmet soyluluğu ve buyrukçu beğler, Şad denilen askeri şefler, muhafız kuvvetleri ve boy beyleri ile sınıflaşmanın ileri boyutlara ulaştığı…yıkım evresini yaşayan bir toplum halindedir. Ama bu evrede dahi eşitlikçi ve dayanışmacı toplumun hatırası ve izleri hala canlıdır. Örneğin Bilge Kağan meşruiyetini “aç budunu zenginleştirmeye/doyurmaya” istinat ettirir.

Boylar arası ilişkiler gevşektir. Boylar konfederasyonunun başındaki Han’lar savaş zamanı dışında hala pek az yetki sahibidirler, Han’ın “egemenlik” ve “hukuk”u eşkıya çetesi reisinin yetki ve ayrıcalıklarını andırır ve akın, yağma ve soygun için atanmıştır. İleri gelen Bahadırlar, Han’ın buyruklarını savaş zamanında dinlerler, barışta bağımsızlıklarını korurlar.

Bozkır “devlet”leri bilinen anlamıyla devlet vasfı taşımazlar. Bunlar gerçek kabile konfederasyonlarıdır. Siyasi birlik, iktisadi toplumsal şartların dayattığı zamanlarda sağlanır ve bozkır boyları ya kendiliğinden veya bir gücün zorlamasıyla konfederasyona bağlanır. Ama bu bağlılıklar istikrar ve süreklilik arz etmezler. Siyasi yapı sık sık değişikliklere uğrar.

Bozkırda kurulan siyasi birlik nasıl ki devlet vasfına sahip değilse, birliğin başı olan Kağan da bir hükümdar statüsünde değildir. O sadece gevşek bir konfederasyonun lideri, boyların güvenine sahip bir kahraman veya bilgedir. Sadece “Primus inter pares”dir. Akınları ve savaşları idare eder, ama barış için KURULTAY toplamak zorundadır. Kurultay, Kağan’ın meşruiyet kaynağıdır. Kağan’ın Hükümdar’a dönüşmesi İslamiyet’in Türklerce kabulünden sonra gerçekleşecektir.

İslamiyet Öncesi Türk Birlikleri

MÖ 220’den önceki Türk siyasi yapı ve faaliyetleri hakkında elde kayda değer bilgi mevcut değildir. Bu tarihte bozkır boylarının hakimi olduğu hakkında bilgi bulunan şahıs Teoman Yabğu ldur. Teoman, oğlu Mete tarafından iktidardan uzaklaştırılmıştır. Ünlü Çin Seddi’nin tamamlanması, Metel nin bozkır hakimi olduğu dönemde, MÖ 210’da gerçekleştirilmiştir. Bundan anlayabildiğimiz şudur ki, Mete döneminde Hunlar, Çin devletini çok rahatsız etmektedirler. Rivayet odur ki Mete’nin hükmettiği arazi, ölümünde 18 milyon km2‘ye ulaşmaktadır. Ancak Mete’nin ölümünden sonra Hun Konfederasyonu giderek güçten düşmüş ve MS 216’da, Hun kabileleri hakimiyeti kaybederek Avrupa’ya göçmek zorunda kalmışlardır.

Hunlardan sonra Çinlilerin Sien-Pi olarak andıkları boyların hakimiyeti altında bozkır birliği yeniden kurulmuş, ancak IV. yy.’da bunların yerini Avarlar almışlardır. Avarlar da VI. yy.’da dağılmışlar ve Hunlar gibi bunlar da Avrupa’ya göç etmişlerdir. Bozkır siyasi birliği bundan sonra Göktürkler tarafından temsil edilmiş ve VI-Vlll. yy. arası Göktürk dönemi olarak anılmıştır. Bu birliğin kurucuları iki kardeş olan Bilge Kağan ve Kül Tiğin’dir.

VIII. yy.’da bozkır birliği Uygurlar tarafından ihya edildi; bu dönemde yerleşik hayat ve tarım, bozkırda büyük ilerleme kaydetmiş ve birlik, konfederasyondan devlete doğru evrilmeye başlamıştır. Bozkırda kent hayatının ilk kez bu dönemde meydana çıkması ile birlikte Uygurlar arasında Gök Tanrı dini kitlesel boyutta terk edilmeye başlanmış, önce Maniheizm, sonra Budizm, Nasturi Hristiyanlık ve giderek İslamiyet yaygınlık kazanmıştır.

Bu arada kesin olmamakla birlikte Çinide Türk veya bozkır kökenli birkaç hanedanın İmparatorluk tahtına çıktığına dair bilgiler de mevcuttur. Hindistan’da da, MS 3-176 arasında bozkır kökenli Koşanlar ve 496-567 arasında Akhunlar (Eftalitler) devletler kurmuşlardır.

Asya bozkırlarında boylar arasındaki mücadeleleri kaybeden Hunlar (374-454) ve Avarlar (565-835) Doğu Avrupa ovalarına göç etmiş, istila ve fetihler gerçekleştirmiş ve siyasi birlikler (konfederasyonlar) kurmuşlardır. Bunları Hazarlar (468-965), Tuna Bulgarları, Macarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar ve Kıpçaklar ile Volga Bulgarları (770-1400) izlemiştir.

Bu saydıklarımızdan Hazarların yönetici sınıfları geleneksel bozkır dinini terk etmiş ve Yahudiliği kabul etmişlerdir. Tabii ki bunların tebalarından da bir bölümü kendi egemenlerinin dinlerine dahil olmuşlardır. Dünya Yahudileri bunların Yahudi dinine girmesini kuşkuyla karşılamış ve pek iltifat etmemişlerdir. Hitler’den önce Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilerin (Eşkinazim) Hazar Devletinin Yahudi tebasından gelen nesiller  olduğu genel kabul gören bir düşüncedir. Volga Bulgarları ise daha başlangıcından itibaren İslamiyeti kabul etmiştir. Diğer Türk-bozkır kökenli kavimler ise Hıristiyanlaşmış ve çoğunluk içerisinde eriyip gitmişlerdir.

Görüldüğü gibi Türk kavimleri son derece geniş bir coğrafyaya yayılmış ve İslamiyet öncesi siyasi örgütlenmeleri genel olarak devlet mertebesine ulaşamamıştır. Ancak İslamiyetin kabulü sonundadır ki Türkler devlet ve uygarlık sahibi olabilecekler ve tarihe kök salacaklardır.

Roma’nın Yıkılışı

a-) Barbar istilaları

İmparator Theodosius’un ölümünden sonra imparatorluğun feoderati askerleri konumundaki Gotlar, MS 396’da silaha sarıldılar. Onları ihtiyatlı ve yetenekli bir lider olan Alarik yönetiyordu. Barbar istilası Dalmaçya’dan İstanbul kapılarına kadar bütün Balkan yarımadasını alt üst etti, yaktı yıktı, katletti ve onbinlerce köle topladı. Roma’nın barbarlara karşı düzenlediği seferler sonuç vermedi ve bu yüzden Doğu İmparatoru Arkadius, Alarıkl le anlaşmak zorunda kaldı ve onu yakıp yıktığı Dalmaçya’nın komutanlığına tayin etti; böylece oğullarını öldürdüğü babalar, karılarına tecavüz ettiği kocalar onun otoritesi altına verildiler. Bu başarıları Alarik’in Vizigot kralı ilan edilmesine yol açtı ve bu defa yüzünü Batıya döndü. Batı imparatoru Honorius tam bir gaflet içindeydi, barbarların geldiğini duyduğunda Galya’ya kaçtı.

Vizigotlar İtalya üzerine yürürken, 400.000 savaşçı ve sivilden müteşekkil barbar-germen sürüleri Galya’yı istila etti. İmparatorluk Naibi Vandal asıllı Stilikon, Vizigotları yendi ve Sicilya’ya çekilen Alarik orada öldü. İmparator Honorius, Stilikon’u bu başarısından dolayı ölümle ödüllendirdi. Vizigotlar da Honorius tarafından Galya ve İspanya’yı yeniden Roma’ya bağlamakla görevlendirildiler ve İspanya’ya geçerek orada bir krallık kurdular. Kuzey Afrika’da asi vali Bonifacius Vandallarla anlaşarak onları yardıma çağırdı. 50.000 Vandal yardıma geldiler ve ilk işleri asi generali öldürmek oldu. Batı Roma eyaletleri yıldırım hızıyla dağılıyordu. İmparator barbar şeflerine bazı resmi görevler vererek çöküşü erteleme gayretine girdi ama bütün bunlar boşunaydı. Ufukta yaşananlara rahmet okutacak bir felaket belirmişti. Hunlar İmparatorluk sınırlarına doğru ilerlemeye hazırlanıyordu.

b-) Atila ve Hunlar

Bozkır hakimiyetini Siyen-Pi’lere kaptırdıktan sonra Hunların büyük çoğunluğu MS 216’da

Anayurtlarını terk etti. Bir kısmı Hindistan ve İran istikametine gitti, ama büyük bölümü Ural Dağları batısına, Avrupa’ya intikal etti. 374’de başbuğ Balamir, Volga bölgesine hakim oldu. Ama daha kalabalık Hun zümreleri Volga’dan sonra yollarına devam ettiler, Kafkasya’ya, Karadeniz’in kuzeyine ve Macar ovalarına kadar yayıldılar. Yolları üzerindeki Gotları 376’da Orta Avrupa’ya doğru sürdüler. Gotlar da Germenleri yerlerinden oynattılar; böylece Hunlar Roma’nın Got ve Germen istilalarına maruz kalmasına yol açarak İmparatorluğun yıkılmasının yollarını açtılar.

Atila’dan önce Hunların idaresi, amcaları Rua ve Rugila’nın elindeydi. Bunlar Roma’nın içişlerine müdahale edecek iktidara sahiptiler ve imparator tarafından Panonya (Avusturya) eyaleti onlara ikram edilmişti. Hunların gücü o kadar ürkütücüydü ki Büyük Theodosius bile onlara yıllık haraç ödemek zorunda kalmıştı. Bazı Cermen kabilelerinin Kagan’a isyan etmesi ve Doğu İmparatorunun bunları desteklemesi üzerine Rugila 434’de onun sınırlarına dayandı. Bizans dehşete düştü ve derhal barış önerdi. Rugila bu barış görüşmeleri sırasında öldü. Kagan’ın ölümü üzerine yeğenleri Atila ve Bleda iktidarı paylaştılar, fakat büyük Kaganlık makamı Atila’ya ait oldu. Bleda da 445 yılında öldü. Barış görüşmelerine Atila ve Bleda devam ettiler. Atila, Doğu Roma elçilerini atından inmeye tenezzül etmeden kabul etti. Haraç iki misline yükseltildi (350’den 700 libreye).

Atila cüretkar, yetenekli ve çok zeki bir başbuğdu. Mars’ın kılıcına sahip olduğu rivayet ediliyor ve bu da bütün çağdaşlarını korkutmaya yetiyordu. Bağlaşıklarıyla birlikte ordusu 500.000’e ve bazı kaynaklara göre de 700.000’e ulaşıyordu.

Atila iki Roma’dan önce hangisine saldıracağına henüz karar verememişken Afrika’daki Vandal Kralı Genseric onu Doğuyu istilaya tahrik etti. Doğu eyaletleri istila edildi; Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar 500 km. mesafeye kadar bütün arazi ele geçirildi, yakıldı-yıkıldı. Doğu orduları iki kere yenildi ve imha edildi. Nüfusun büyük bölümü esir edildi ve bu eyaletler insansız kaldı. Doğu İmparatoru II.Theodosius, ordularının imha edilmesinden sonra Atila’dan bağışlanma istedi ve bütün Balkan yarımadasını Kagan’a terk etti, haraç da 700’den 3.100 libreye yükseltildi. Bir müddet sonra Doğu ile arası yeniden bozulan Atila, Balkanlar’da 70 şehir ve kasabayı kan ve ateşe boğdu ve Mora’ya ve İstanbul kapılarına dayandı. Bizans tekrar boyun eğmek zorunda kaldı. Zaten o sıralarda Atila gözünü Batı imparatorluğuna dikmiş bulunuyordu.

Atila, kendini Batı imparatorluğunun dostu ve koruyucusu olarak takdim ederdi. Fakat imparatorluk tahtında hak iddia edenlerin kendisine sığınması üzerine siyasetini değiştirdi.

İmparator III.Valentinianus’un kızlarından prenses Honoria, çocuklarının tahta rakip olmaması için evlenmemeye mahkum edilmişti. İntikam amacıyla Atila’ya bir nişan yüzüğü gönderdi. Atila evvela bu teklife iltifat etmediyse de, Batı Roma’ya saldırmak için bahane aramaya başladığında bu teklifi değerlendirmeye karar verdi ve imparatora bir elçi göndererek nişanlısının derhal serbest bırakılmasını ve müstakbel eşinin çeyizi olarak İmparatorluk arazisinin yarısının kendisine verilmesini istedi. Gerginlik böylece zirveye ulaştı. İki Roma’nın kendisine karşı birleşmesini önlemek için hızla Galya üzerine yürüdü. 24 Haziran 451’de Chalon savaşında Hunlar, Batı Roma ve Got ordularıyla karşılaştılar. Volga’dan Atlantik kıyılarına kadar olan alanda yaşayan tüm ulusların eli silah tutan erkekleri Chalon ovasında toplanmış bulunuyordu. Roma ordusuna General Aetius (barbar asıllıydı) ile Vizigot Kralı Teodorik kumanda ediyorlardı. Çok kanlı bir meydan muharebesi oldu; kimine göre 160.000, kimine göre de 300.000 ölü muharebe meydanında kaldı.Vizigot kralı Teodorik de bunlar arasındaydı. Atila ilk kez yenilmişti ama bu Onun ne gözüpekliğine ne de ününe zarar verdi.

Atila bu yenilgiyi izleyen 452 ilkbaharında Honoria’yı ve ona düşen miras payını ikinci kez talep etti. Roma bu istekleri reddetti. Ateşli “aşık” yeniden silaha sarıldı. Alpleri aştı ve İtalya’yı ele geçirdi. Hunların tarihteki en kanlı ve korkunç vahşeti bu seferde oldu. Uzun yıllardır askerlik mesleğinden ellerini çekmiş bulunan Romalılar, ülkelerine ve dinlerine düşman olan bu barbar karşısında dehşete kapıldılar. General Aetius aciz kalmıştı, zira Galya’yı savunan barbarlar İtalya’ya yürümeyi reddediyorlardı. Bu durumda Roma, Atila’nın merhametine sığınmaktan başka çözüm bulamadı ve Papa III. Leo başkanlığındaki barış heyeti Atila’nın huzuruna çıktı. Kağan tekrar Doğu Roma üzerine yürümek üzere olduğundan Papa’nın yakarışlarını kabul etti. İtalya yüklü kurtarmalık ödedi ve yıllık haraç ödemeyi taahhüt ederek Atila’nın pençesinden kurtulabildi.

Atının bastığı yerde ot bitmeyen bu “Tanrı’nın kırbacı” ve “Mars’ın oğlu”, Doğu Roma seferinin hazırlıklarını yapmaya koyuldu. Bu arada genç bir kızla evlendi ve gerdek gecesi ölü bulundu (452). Büyük bir merasimle mecrası değiştirilmiş bir dere yatağına gömüldü ve suların yönü değiştirildiğinde mezar, suların altında kaldı.

İsveç’ten Kafkasya’ya, Ren’den Hazar Denizine kadar bu toprakların hakimi olan ve Balkanlar’ı, İtalya’yı ve Galya’yı akınlarıyla kasıp kavuran bu fatihin mirası ölümünden kısa bir süre sonra yok oldu. Üç oğlundan biri İlek 454’de Gotların, diğeri Dangirik 469’da bir Roma generalinin elinde öldüler. Üçüncü oğlu İrmek Doğu Avrupa’ya çekildi. Bunun varisleri Macar kabilelerinin başbuğları oldular. Hun kavmi ise diğer barbar toplulukları arasına karışarak tarih sahnesinden çekildi.

c-) Batı Roma’nın Yıkılışı

Atila tufanını, birkaç yıl sonra İtalya’nın Vandallar tarafından istilası izledi. 456 yılında Vandal donanması Tiber nehri ağzında demir attı. Atila’nın İtalya istilasında olduğu gibi Romalılar, Papa III. Leo’yu Vandal kralı Genseric’e elçi gönderdiler. Genseric, Papaya hürmet etti ve sadece yağma yapacağına dair şeref sözü verdi. Aynı tarihlerde Galya da İtalya gibi bir barbar tufanına maruz kaldı.

Saksonlar deniz kıyılarını yakıp yıkarken, Almanlar ve Franklar da Galya ortalarına kadar indiler. Vizigotlar ise Güney Galya’yı ve İspanya’nın tamamını ele geçirdiler.

Okyanustan Alplere kadar eyaletlerini ve onlarla birlikte yaşama gücünü kaybetmiş olan İmparatorluğu diriltilmek mümkün değildi. Ancak savaşçılığını yitirmiş olan Romalılar yerine barbarlara karşı yine başka barbarlar seferber edilmişlerdi. Tuna’dan Alplere kadar bütün bölgelerin barbarları Ligürya ovalarında toplandılar; Vandalları birkaç kere yendiler ve Roma’yı kurtardılar. Ama Roma’yı bunların ellerinden kim kurtaracaktı? İmparatorlar birbirini izledi. Atila’ya danışmanlık yapmış olan Ravenalı asilzade Oreste Roma’yı ele geçirdi, ancak kendisi tahta çıkmaya tenezzül etmedi ve oğlu Romulus Augustus’u İmparator ilan etti. Augustus son Batı imparatorudur (475-76) .

Bu iğreti imparatorun paralı barbar askerlerin elinde rehin olmaktan başka bir sermayesi yoktu. Barbarların tehlikeli ittifakı Roma hükümranlığından geride kalanları da silip süpürdü; her ayaklanmada barbar askerleri aylıklarını artırıyor ve yeni bir takım ayrıcalıklar elde ediyorlardı. Afrika’da, Galya’da ve İspanya’da kalıcı yönetimler kurmuş olan soydaşlarına özenen barbar askerleri nihayet bir gün İtalya topraklarının üçte birinin kendilerine dağıtılmasın istediler. Son imparatorun babası gözü pek Oreste, halkı barbar askerlere karşı ayaklanmaya tahrik etti. Barbar askerlerin lideri, Atila’nın Got elçilerinden Edekon’un oğlu Odoakr idi. Paralı ordu onun bayrağı altında toplandı ve yağma ve katliam başladı. Barbarların öfkesi ancak Oreste’nin Roma yönetimi tarafından öldürülmesi ile yatıştı. Babası katladilen İmparator Augustulus ise canının bağışlanması için Odoakr’a yalvardı. Yoldaşları Odoakr’ı oybirliği ile Kral ilan ettiler. O, yoldaşlarının kıskançlığına hedef olmamak için ömrü boyunca erguvan giymedi ve tahta çıkmadı. Son Batı İmparatoru Augustus tahttan feragat etti. Batı tahtı böylece ortadan kalkarken imparatorluk alametleri Bizans’a gönderildi ve Batı Roma, Odoakr eliyle Doğuya ilhak edildi. Doğu İmparatoru Zenon’un heykelleri İtalya’nın dört yanına dikildi ve Odoakr ve askerleri Zenon’un tebası statüsü altında İtalya’ya hükmettiler.

Barbar hakimiyeti altındaki İtalya’da açlık, kıtlık ve salgın hastalık kol geziyordu. İtalya’nın uğradığı felaketi yumuşatmaya gayret eden Odoakr on dört yıl süren bir saltanat sonrasında Ostrogot kralı Teodoric tarafından yenildiğinde, ülkenin her yeri barbar çetelerinin hükmü altındaydı.

Batı Roma’nın 476 yılında noktalanan macerası, büyük Arap alimi İbni Haldun’un nazariyesi ile tam bir uyum arz etmekteydi. Romalılar kendi barbarlık (bedeviyet) çağlarında asabiyete sahip, zorluklara direnebilen savaşçı bir toplum oldukları günlerde zaferler kazanmış ve Akdeniz havzasına egemen olmuşlardı. Ancak medeniyetle birlikte asabiyet, mukavemet, şecaat vb. hasletlerini giderek kaybetmiş ve sonunda yeni bir barbar/bedevi tufanının avı haline gelmişlerdi. İSKİT VE CERMEN SAVAŞÇILARI ÖNCE HİZMETKAR,SONRA MÜTTEFİK VE EN SONUNDA DA EFENDİ SIFATIYLA ROMA EYALETLERİNE YERLEŞTİLER. Böylece barbarlık bir kez daha medeniyeti yuttu.

Not: Bu çalışma için Engels, İ. Haldun, Keagon, Avcıoğlu, Öztuna ve Gibbons’tan yararlanılmıştır.

Kaynak: Türkiye Gerçeği, 2007 Kasım-Aralık, Sayı 2