Barbarları Beklerken’in Komün Dergi Röportajı: “En büyük suçumuz etkisizliğimiz!”

Barbarları Beklerken Edebiyat Fanzini’nin yeni sayısında Ömer Burçin Özkişi’nin “Marksizmin krizi”, yeni toplumsal hareketler ve seçim tartışmaları üzerine yayın kurulumuzla yaptığı söyleşiyi siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.


Barbarları Beklerken Edebiyat Fanzini – Sayı 11 / 2022

Öncelikle bizimle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için Barbarları Beklerken adına sizlere teşekkür etmek istiyorum. İlk sorum oldukça sıradan bir soru olacak. Komün Dergi yayın hayatına ne zaman ve hangi ihtiyacın ürünü olarak adım attı? Biraz daha açarsak, küçük büyük kendini Marksist olarak tanımlayan onlarca dergi/platform/parti vb. oluşumların olduğu bir ülkede, sizleri yeni bir dergi çıkarmaya iten temel dertler nelerdir?

Komün Dergi, 2018 yılının Eylül ayında yayın hayatına başladı. İlk olarak internet üzerinden başladığımız yayın faaliyetimizi 2019 yılının Ocak ayında bu yana basılı olarak da sürdürüyoruz. Dergimizi üçer aylık periyotlar halinde yayınlıyoruz. Son olarak yedinci sayımızı 2021 yılının yaz aylarında yayınladık. Şu anda yeni sayımızın hazırlıklarını yapıyoruz. Sekizinci sayımızı -bir aksilik olmazsa- yeni yılın başında okurlarımızla buluşturmayı hedefliyoruz. Bu röportaj vesilesiyle de yeni sayımızın haberini vermiş olalım.

Sonda söyleyeceğimiz şeyi başta söylemek gerekirse Komün olarak kendimizi yalnızca yayıncılık faaliyetiyle sınırlı tutmuyoruz. Dergi bizler için bir araç, 2018 yılında mevcut durumumuz gözeterek bir dergi çevresi olarak teorik ve politik mücadeleye atıldık. Aradan geçen yaklaşık 3 buçuk yıl içerisinde gençlik, kadın, mahalle, kültür-sanat gibi farklı alanlar da örgütlülükler oluşturduk.

Bizler isim olarak edindiğimiz Komün’ü yaşamın kurucu ögesi olarak görüyoruz. Komün hem varlık mirasımız hem de mücadele dinamizmimiz. Aynı zamanda Komün’ü tek bir örgütsel geleneğe hapsetmiyoruz. Orhan Yılmazkaya’nın, Meryem Güler’in, Yıldırım Taş’ın ve Jale Yeşilnil’in yoldaşları olarak bir aradayız. Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı, Hikmet Kıvılcımlı’yı bir yapbozun parçaları gibi görüyoruz ve eşit oranda sahipleniyoruz. Türkiye Devrimci Hareketi’nin içine hapsolduğu grupçuluğu aşmayı kendimize bir hedef olarak belirledik. Sosyalizmin teorik sorunlarıyla içinde yaşadığımız ülkenin ve bölgenin sorunlarını birbirinden ayrı olarak ele almıyoruz. Tüm bu sorunları özgünlüklerine dikkat ederek bir bütün olarak ele alıyoruz. Sorunlar(ımız)a “slogan devrimciliği”nin ötesinde somut öneriler getirme hedefiyle yaklaşıyoruz. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında Kürt ve Türk halklarının birleşik devrimini savunuyoruz. İdeolojik yerelleşmeye vurgu yapıyoruz. Özetle bunları kendimize düstur edindik. Öte yandan Marksizm’i eleştirmeyi kendine görev edinmiş liberal sol anlayışa da karşı çıkıyoruz. Buna karşı da mücadele yürütüyoruz. Bu noktada ne Marksizm’i ne de geçmişteki sosyalizm deneyimlerini ilahlaştırıyoruz. Artısıyla ve eksisiyle tüm pratiklerden dersler çıkarmak gerektiğini düşünüyoruz. İşte böylesi bir anlayışla Komün var oldu.  

Uzunca sayılabilecek bir süredir çeşitli Marksist çevreler/yapılar “Marksizmin Krizi” hakkında tespitlerde bulunuyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? “Marksizmin Krizi”nden bahsedilebilir mi? Bahsedilebilirse bunun teorik ve pratik sebepleri, size göre genel hatlarıyla nelerdir?

Öncelikle şunu ifade edelim: Tüm sorunları Marksist bir bakış açısıyla ele alıyoruz. Dünyayı anlamak istiyorsak -hiç tartışmasız- Marksizm’i bilmemiz gerekiyor. Bugün içinde bulunduğumuz yoksulluk, işsizlik, emek sömürüsü, kadınların ve LGBTİ+ların maruz kaldığı baskı, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere, devletin makbul vatandaş tanımı dışında yer alan halklara ve inançlara yönelik asimilasyon ve soykırım koşulları bizlere hiç olmadığı kadar çok Marksizmi zorunlu kılıyor. Ancak kapalı salonlara hapsolmuş ve yalnızca makalelerde geçen bir “Akademik Marksizm”den de söz etmiyoruz. Bizler için emekçilere değmeyen sokaktan uzak devrimci olmayan bir Marksizm söz konusu olamaz.

Bu noktada Marksizm’e ilişkin tartışmaları önemsiyoruz ve dikkatle takip ediyoruz. Marksizm’e dair Avrupa merkezcilik, aydınlanmacılık, ilerlemecilik, pozitivizm gibi mütemadiyen tartışılagelen bir dizi ‘sorunlar’ mevcut. Bunun da farkındayız. Yer yer Reel Sosyalizmin pratikleşme sürecinden de yansımaları olduğunu düşündüğümüz ‘sorunların’ her zaman etraflıca tartışılmasından yanayız. Yalnız söz konusu sorunların tartışılmasının ve çözümler üretilmesinin zemini de bize göre yine Marksizm’dir. Marksizm’in evrensel bir teorik beceri ve kapsayıcılığı olduğunu düşünüyoruz. Bununla beraber Marksizm’in durağan ve dogmatik bir düşünce olmadığını da ısrarla söylüyoruz. Dolayısıyla Marksizm sorunlarını bir bütün olarak kendi kapsayıcılığı içinde ele alıp bunlara çözümler getirmeliyiz. Marksizm bize bunun imkanını fazlasıyla veriyor.

“Marksizm’in Krizi”nden söz edenler genellikle sorunların çözümünü -farkında olarak veya olmayarak- Marksizm’in dışına çıkarak yapmaya çalışıyor. Hatta bu söz konusu tartışmaların sonunda Marksizm’in geçersizliği sonuçlarını dahi ilan edilebilmektedir. Elbette tek bir Marksizm yok. Marksizm’e ilişkin çeşitli yorumlar var. Biz Marksizm’i ne salt bir tarih ne salt bir ekonomi ne de salt bir toplumsal teori olarak görüyoruz. Tek bir alana hapsetmek sizi muhtemelen idealizme götürecek ve kuşkusuz onu yetersiz kılacaktır. Marksizm’i gerçekler üzerinden ele alarak yaşamsallaştırmalıyız.

Bu tartışmalara ilişkin başka bir vurguya da az önce sözünü ettiğimiz Reel Sosyalizm deneyimine ilişkin yapmakta yarar var. Marksizm’i yalnızca Reel Sosyalizm pratiği üzerinden ele almak onu sorgusuz sualsiz mahkum etmek olacaktır. Elbette Reel Sosyalizm pratiğinin önemini ya da hatalarını es geçelim demiyoruz. Ancak hiçbir deneyimin de hatasız olmayacağının farkındayız. Önemli olan hatalardan gerekli dersleri Marksizm’in içinden çıkararak onu ileriye taşıyabilmektir. Devrimciliğin bunu gerektirdiğini düşünüyor ve söylüyoruz. Diğer taraftan son olarak şunu belirtelim; Reel Sosyalizm pratiğinin bütün yanlışlarını Marksizm’e mal etmek de doğru bir yaklaşım değil.

68 Hareketi diye adlandırılan ve dünyanın bir çok yerinde kendi özgünlükleri ile kapitalist-emperyalist sisteme başkaldıran, genelde öğrenci hareketi olarak lanse edilen fakat aslında Fransa, İtalya vb. ülkelerde işçi sınıfının harekete damgasını vurduğu, Türkiye’de 71 devrimci kopuşuna kanal açan, kadın kurtuluş hareketlerinin, LGBTİ+ hareketlerinin, ekoloji hareketlerinin, anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazandığı bu dönemin, 21. yüzyılda “yeryüzünün lanetlileri” açısından teorik ve pratik karşılıkları neler olabilir?

Yarattığı ciddi krizlere, büyük buhranlara ve kendi içinde yok oluşunu barındıran yapısal çelişik karakterine rağmen eşitsizlik ve sömürüyü durmaksızın yeniden üreten, ekosistemimizi göz göre göre tahrip eden, iklim değişikliği nedeniyle 30 milyon insanın göç etmesine neden olan -savaşları saymıyoruz bile-, denizleri göçmen cesetleriyle dolduran, dünyanın bütün enerji havzalarını açıktan işgal eden, vekalet savaşları çıkaran, kamusal alanları beton ekonomisi ve rant alanına çeviren, insanları açlığı ve sefalete götüren dünyayı bir yok oluşun eşiğine doğru getiren bir sistemin hala nasıl ayakta durduğunu açıklamak en başta devrimcilerin sorumluluğudur. Bu anlamda geçmişe göre iletişimin ve etkileşimin daha da hızlandığı günümüzde yerel dinamikleri es geçmeden bir “dünya devrimi” meselesi olduğunun da farkında olmalıyız. Bu duruma ilişkin teorik ve pratik bir yaklaşım geliştirmek için kapitalizm üzerine önemli tartışmalar yürütmeliyiz. Bugüne kadar yapılanları görmezden gelmeden ekonomik-politik temelli soyut analizlerin, “insan hakları” enstrümanlarıyla vicdanlara seslenen çağrıların ya da salt siyasi propaganda içeren “antikapitalist” yaklaşımların ufuksuzluğunu aşan, insanlığa alabildiğine derin bir soluk aldıran “yeni pencereler” açmak gibi bir görevimiz var. Çünkü daha çok bizden kaynaklı kapitalizmi anlamak ve onunla mücadele etmek ile ilgili hala çok eksik olan şeyler var.

68 Mayıs’ında Avrupa’da başlayan rüzgar -bir iki sene içinde yenik düşse de- eski soruların cevaplarını yetersiz sayacak devrimci bunalımın kapısını araladı. Gençlik ve işçi eylemlerini var eden toplumsal çalkantı bir yanda da yeni soru(n)ları gündeme getirdi. “Eski soru(n)ların” yerini yeni toplumsal dinamiklere ilişkin soru(n)lar almaya başladı. 1968 tarihi, bu sizin de soru içinde saydığınız dinamiklere ilişkin soruların sorulmaya başladığı ve buralardaki ayrımların tartışılmaya başlandığı bir tarih olmuştur. Akademi, bu krizi büyük oranda Marksizm’i terk ederek çözmeyi tercih etti. Tabi devrimciler de uzunca bir süre eski soru(n)lara verdikleri ezbere cevaplarla bilindik sözleri tekrarlayarak kafalarını kuma gömmeyi tercih ettiler. Bu durum da zaman içinde devrimci örgütlerle yeni toplumsal dinamikler arasında bir makas açıklığı yarattı.

Toplumsal değişimler, ona rengini veren asıl içeriklerin yanında farklı potansiyeller de barındırır. Zaten değişimin farkında olarak tarihte tekrarın olmadığını söylüyorsak yeni dinamiklerin doğması da son derece doğaldır. Bunda korkacak ya da görmezden gelinecek bir şey yok. 71’in yenilenme dinamizmi aslında bizlere günümüzün koşullarını anlamak için önemli nüveler veriyor. Denizler, Mahirleri İbrahimler 20’li yaşlarında kendi yollarını açtılar. Bugünün genç kuşakları da kendi yollarını açmalıdır. Komün, bunun arayışındadır. Kurucu bir devrimci faaliyet geride değil, ileride ve birleşik mücadelededir. Post-modernleşen dünyada darlaşan teorik tartışmalar değil, örgütsel mülkiyetçiliğin ötesinde üreten, kesintisiz, canlı ve bütünsel bir devrimcilik arayışı bizler için esas. Bunun için cüret ediyoruz.

Son sorum hepimizin gündemini bir şekilde belirleyen seçimler. Emekçileri resmen açlığa mahkum eden ekonomi politikaları, en temel hak ve özgürlüklerin ortadan kalkması, faşizmin tüm ezilenlere uyguladığı sistematik devlet terörü vb. birçok sebepten kaynaklı toplumun büyük bir kesimi seçimlerle AKP-MHP iktidarından kurtulma olasılığına umut bağlamış durumda. Fakat birçok insanın kafasında şu sorular dolanıyor: “Ya seçimleri kaybettikleri halde iktidarı bırakmazlarsa?”, “Devletin baskı aygıtlarını ve paramiliter yapıları iktidarda kalmak için devreye sokarlarsa?” Siz genel olarak seçimler ve sonrası süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Şunu da eklemeliyim; AKP-MHP bir şekilde seçimle iktidardan inerse, ezilen ve sömürülen milyonların hayatında ne değişecektir?

Türkiye birçok açıdan ciddi kırılmaların yaşandığı çoklu kriz döneminden geçiyor. 2011 Anayasa Referandumu, 2013 Gezi Direnişi, 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı, 2015 7 Haziran-1 Kasım seçimleri, 2015 ve 2016’daki hendek savaşları, 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe Girişimi ve son olarak da Erdoğan’ın Başkanlık Sistemi derken devlet bir dizi değişim dönüşüm geçirdi. Özellikle bu saydığımız olaylar içerisinde 7 Haziran 2015 sonrasında devlet savaş konseptine geçti ve adım adım “tek adam” rejimi inşa edildi. AKP-MHP iktidar bloğu bu süreci birlikte işletiyorlar. Bu sürecin geldiği nokta itibariyle baskıyı, yoksulluğu ve zorbalığı derinden hissediyoruz ve iktidarlarını kaybetmemek için her türlü yola başvurabileceklerini çeşitli şekillerde görüyoruz. Yalnızca kısa bir süre önce olan Büyükada’daki TÜGVA meselesi bile bizlere önemli ipuçları veriyor. Bir binayı dahi vermek istemeyen siyasi iktidar yarın öbür gün Ankara’daki koltuklarını hiç vermek istemeyecektir. Bunun için de şiddet ve zor dahil olmak üzere her yolu deneyecektir.

Şimdi çerçeveyi oluşturduktan sonra çubuğu biraz kendimize bükelim. Bunca önemli gelişme beraberinde mücadele için birçok fırsatı da getiriyor. Tam da bu aşamada krizin, Türkiye Devrimci Hareketi için de geçerli olduğunu görüyoruz. Memleket ciddi sancılar yaşarken en büyük suçumuz hiç tartışmasız etkisizliğimiz! Boş hamasi sözler yerine gerçeklerden söz etmek istiyoruz: Sosyalist Sol’un önemli bir kısmının -biz de dahil olmak üzere- 2019’daki yerel seçimlerde özellikle İstanbul’a ilişkin değerlendirmelerinde yanıldığını kabul etmeliyiz. Sosyalist Sol’un önemli bir kesimi AKP seçimle gitmez seçimleri boykot ediyoruz diyerek tavır almıştı. Biz de bu kesimin içerisindeyiz. Aslında AKP, İstanbul’u vermemek için direndi önce biz kazandık dedi sonra allem etti kallem etti seçimleri iptal etti. Ama sonrasında da ağır bir yenildi aldı. AKP-MHP faşist iktidar blokunun kaybetmesi elbette ezilenler açısından önemli bir durumdur. Mevcut koşullarda bu yadsınamaz. Ancak yerine nasıl bir programla neyin geldiği de son derece önemli. Bu noktada da Sosyalist Sol gerçekçi bir programla yan yana gelerek halkın karşına çıkamadı. Hala daha da bu durum devam ediyor. Esaslı bir programla halkın karşısına çıkmayı bir kenara bırakalım bugün Sosyalist Sol’un içinden diyebileceğimiz kimi gruplar burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmış bir durumda!

İstanbul seçimlerine ilişkin az önce yaptığımız değerlendirmenin de yanıltıcı olabileceğine dikkat çekmek isteriz. Ne demek istiyorsunuz diye soracak olursanız biraz açıklayalım: İstanbul’u öyle ya da böyle AKP kaybetti. Ancak İstanbul’u kaybetmekle merkezi iktidarı kaybetmenin aynı şey olmadığını son bir senedeki gelişmeler dahi çok net bir şekilde gösteriyor. Bunun en çok AKP farkında. Önümüzdeki süreçte -eğer seçimler olursa- AKP normal bir seçime girmeyecektir. Seçim ilan edilirse herkes bilmeli ki AKP kazanma planları yaptığı baskın bir seçime giriyor. Aksini düşünmek kendimizi kandırmak olur. HDP kapatma davasının hızlandırıldığı, Meclis’teki muhalefet partilerinin milletvekilleri hakkındaki fezlekelerin okunduğu, OHAL’in söz konusu olduğu, ancak öte yandan da asgari ücret zammında olduğu gibi halka yönelik yalancı rüzgar diyebileceğimiz “olumlu” kimi adımların atıldığı çetrefilli bir süreci yaşamamız muhtemel. AKP’nin bu hesabı tutar mı tutmaz mı belli değil, ancak 2021’in son günlerini geride bırakırken sert geçecek bir 2022 yılına giriyoruz. Bu süreç aynı zamanda devrimciler açısında da bir fırsatlar süreci. Tarihte devrimler her zaman böyle zorlu süreçlerin yaşandığı anlarda olmuştur. Ancak bu noktada da şunu da ifade edelim: Dünyada 2008 krizinden bu yana yaşanan büyük eylemliliklerin temelinde anti-kapitalist, anti-emperyalist bir bakış açısı olsa da 68 dönemindeki gibi sosyalizmden yana sloganların bu eylemlerin geneline yayılmadığı da bir aşikar. Bu durumun da farkında olarak bunu aşabilmek için dönemin koşullarını anlayan bir devrimciliği inşa ederek bu süreci karşılamalıyız.

Somutlayacak olursak; öz örgütlülüklerimizi her alanda hızla oluşturmalıyız. Artık “kelle hesabı” yapmayı bir kenara bırakmalı ve 40-50 yıl önceye dayanan meselelerden yaşanan ayrılıklardan vazgeçilmelidir. Samimi bir şekilde günün koşullarına uygun genç bir devrimci dinamizm hızla oluşturulmalıdır. Devrimciler olup biteni analiz etmenin ötesinde işler yapmalıdır. Tüm çabamız bunun içindir. Bugünün koşullarına uygun yeni bir 71 Devrimciliği yaratamazsak halk nezdinde bir alternatif olamayız.

Kaynak: Barbarları Beklerken