TC Anayasa Mahkemesi(AYM), ülkenin en üst mertebedeki hukuk kurumu, 26 Temmuz tarihi itibariyle Barış Akademisyenleri hakkında “hak ihlali yaşandığı” kararını verdi. Kararın gerekçesi daha yayımlanmadı; ama sonuca bakılırsa Barış Bildirisi suç niteliği taşımıyormuş, bu bildiriye imza atmak suç kapsamında değerlendirilemezmiş ve sırf bu bildiriye imza attığı için başına bir şeyler gelmiş olanlar varsa, artık süreç tam tersine çevrilebilirmiş. Eğer rutin işleyiş mümkün olursa, akademisyenler kaybettikleri haklarına yani seyahat özgürlüğüne, pasaportlarına, özel sektörde çalışma haklarına geri kavuşacak. Hapis cezası kararları bozulacak, halen sürmekte olan davalar düşecek. Hatta mevcut normlardan farklı bir işleyişi olan OHAL Komisyonu da bu kararları dikkate alırsa, kamudaki mesleklere iade bile mümkün olacak.
Erdoğan’ın her fırsatta temcit pilavı gibi ısıtarak hocaları aşağıladığı, hakkında bu kadar çok kötü söz sarf ettiği bir konuda, tam da onun kanaatinin aksi yönünde karar verilmesinin nedenleri şunlar olabilir.
- Ekim ayında TBMM’ye sunulacak olan yargıda demokratikleşme paketinin göstermelik ön hazırlığını yapmak, memlekette sanki hukuk varmış izlenimi yaratmak.
- Erdoğan’ın devlet içindeki bazı eğilimleri kontrol edemiyor oluşu.
- Kürt sorunun daha devletçi bir tarzda ele alınacağı yeni bir çözüm sürecini başlatmak, yani Barış Akademisyenleri gibi demokratik oluşuma verilen cezaları by-pass ederek mıntıka temizliği yapmak.
Bu yorumlardan hiçbiri yerli yerine oturmuyor. Bizce Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını en iyi niteleyecek açıklama, Recep’in bir hezeyanının törpülenmiş olmasıdır. AKP-MHP faşizminin aşil topuğu, onun bir kişinin biyolojisine indirgenmesiydi. Evet, AKP-MHP faşizmi büyük bir devlet geleneğini neredeyse tamamıyla içselleştirmiştir; ama bir kişinin biyolojisiyle ifade olmaktan kurtulamamıştır. AKP-MHP faşizminin, Recep’ten sonra aynı isimle ve tarzla devamlılığı yoktur. Dolayısıyla Recep yaşıyorken gelişen biyolojik aksamalar gayet önem kazanmaktadır. Örneğin onun epilepsi hastası olması ya da kolon kanseri olduğu iddiaları bu yüzden çok konuşulmaktadır. Epilepsi ve kolon kanseri hastalıkları kadar önemli olan başka bir patoloji ise Recep’in kendi sistemine bile leke getiren hezeyanlarıdır.
Faşist siyaset için hatalı sayılabilecek veya karlı olmayan sonuçlara yol açan hezeyanlar, muhtemelen başka tarihsel figürlerde de vardı. Büyük ihtimalle Hitler, Mussolini ya da Franco da böyle hezeyanlara sahipti; ama keskin mekanizmalar tarafından büyük ölçüde kontrol ediliyorlardı. Gelin görün ki teknik birikiminin dayandığı süreç, Recep’i sürekli kamera karşısında toplumun önüne bırakmaktadır. Recep, bu 7/24’lük gözetim sürecini genellikle başarıyla yürütüyor; ancak bazen hezeyanlarına yenik düşmekten de kendini alıkoyamıyor.
Bu hezeyanların sol ve demokratik muhalefet açısından önemli olanları, Barış Bildirisine, Türk Tabipleri Birliği’nin(TTB) halk sağlığı ve savaş konulu açıklamasına ve Boğaziçi öğrencilerine yönelik olan keskin dilli saldırgan tavırlardı. Erdoğan bu üç olayda öyle çok sinirlenmişti ki, ağzından bu kadar salya saçılmasına başka muhalefet öbekleri neden olamamıştı. AKP-MHP’nin kolluk güçlerinin ve medyasının Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik kollarına, onun dolayımıyla HDP’ye, komünist partilere ve işçi-memur sendikalarına yönelmesi anlaşılabilir durumdur, bu faşizminin doğrudan bir halidir. Ama TTB’ye, Barış Akademisyenleri’ne ve Boğaziçi öğrencilerine yönelik üslupsuzlaşan dil ve sonrasında gelişen eziyet süreci aslında tamamıyla sonuçsuzdur. Erdoğan kameralar önünde, hedef göstererek ve seviyesizleşerek bu üç muhalefet odağına saldırdığı kadar bir sosyalist örgüte veya sendikaya saldırma ihtiyacı hissetmemiştir. Bu durumun sebepleri neler olabilir?
Denecektir ki, bu tarz muhalefetin kitleselleşme ihtimali vardır, Erdoğan önlem alıyor olabilir. Fakat gerçekte her üç muhalefetin de toplumsal tabanı yoktu. TTB’nin savaş ve halk sağlığını konu edinen bildirisi İnternet yoluyla duyurulmuş bir metindi, hakeza Barış Bildirisi de İnternet yoluyla dolaşıma sokulmuş ve imzaya açılmıştı. Boğaziçi öğrencilerinin eylemleri de kampus sınırları içindeydi. Yani Erdoğan’ın dikkatini çeken ve onu epey sinirlendiren üç eylem de kitle bağları kuvvetli olan eylemler değildi.
Yine denecektir ki Recep, yılanın başını küçükken ezmek istiyor. Yani çok demokratik görünen eylemi bile yasaklıyor ki, başkaları daha büyüklerine cesaret edemesin. Topluma şöyle düşünceler egemen olsun; bu iktidar Barış Bildirisine bile müsaade etmiyor, daha radikal işlere ne hacet! Eğer bu görüş doğru olsaydı, devletin bu eylemlerin yayılabileceğine yönelik şüphesi olsaydı, süreç çok daha sistematik olarak yürütülürdü. Oysaki Barış Bildirisi’ne imza atanlar ilk kuşak olarak 1128 kişiydi, ikinci kuşak da eklenince toplam sayı 2212’ye ulaştı. İki bini aşkın kişi arasından sadece yaklaşık 400 kişi adli işlemlere tabi tutuldu, 135 kişi hapis cezası aldı, 35 kişinin cezası da ertelenmedi. Bazı üniversitelerde imzacılar meslekten ihraç edildi, bazı üniversitelerde edilmedi. Yani devlet barış imzacılarına sistematik olarak ceza vermedi. Eğer bu bildiri, başka büyük radikal gösterileri önlemenin ön adımı olarak düşünülseydi, iki bin kişiye de ceza verilebilirdi. TC, güvenlik önlemleri noktasında teknik birikimi iyi kullanan ülkeler arasındadır. Adres, SGK, kimlik ve geçmiş bilgileri tek elden kontrol altındadır. TC’nin güvenlik politikasında sürdüğünü otomasyon ağı, herkesi cezalandırmayı başarabilirdi. Zaten komünist örgütlere, Gülen cemaatine ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik saldırılar bu tarzda bir güvenlik konseptiyle sürdürülüyor ve egemenler nezdinde olumlu sonuçlar alınabiliyor. Oysaki Barış imzacılarına verilen cezalarda hiçbir algoritma yoktur, egemen güçler açısından şimdiye kadar sistemsiz ve oldukça dağınık bir süreç yürütülmüştür.
Gerek TTB’nin savaş karşıtı tutumuna gerek Boğaziçi öğrencilerinin kampus içindeki eylemlerine gerekse de Barış Bildirisi imzacılarına karşı yapılan saldırılar, Recep’in kontrol edemediği hezeyanlarıdır. Muhtemeldir ki önüne bu haberler rastgele düştüğünde, girdiği nevrotik hal hemen ekranlara yansımakta ve sonrasında geri adım atamamaktadır. Yani bir kişinin attığı taş kırk kişi tarafından çıkarılamamaktadır. Recep’in bu saldırıları, korku çemberini genişletmek şöyle dursun, korku ile çizdiği meşruiyet sınırlarını silikleştirmektedir. Onu savunan kitleler dahi “Bir bildiriye bunca saldıran anlayış, daha radikal olanlara ne yapmaz” diye düşüneceğine “Bir bildiriye karşı bunu yapıyorsa, şimdiye kadar suçlu ilan edilen diğer kişiler de acaba masum mudur” diye sorabilirler. Henüz sormadılar!
Anayasa Mahkemesi’nin son kararını da Recep’in bir hezeyanının törpülenmesi olarak görmek gerekir. Barış imzacılarına yapılan eziyet ve saldırı, planlanmış bir devlet organizasyonu değildi; yani HDP’ye, HDK’ye, komünist örgütlere yapılan sistematik saldırılara benzemiyordu. Bu eziyet tamamıyla Erdoğan’ın kişisel hırsının devam ettirilmesiydi. Erdoğan TTB’yi, Barış Akademisyenleri’ni veya Boğaziçi öğrencilerini parmağıyla işaret etmeseydi, bu üç olay hatırlanmayacaktı bile. Bu nedenle de saldırılar ve eziyetler bir türlü sistematikleşemedi. Kimi hocaya ceza verildi, kimi hocaya verilmedi; kimi hoca meslekten atıldı, kimisi atılmadı.
Dağınıklık o derece ileri boyuttadır ki, AYM de karar verirken bundan nasibini almaktan kurtulamamış. Kararın oylaması 8’e 8 kalmış, başkanın oyu 2 sayıldığı için de sonuç “hak ihlalinin olduğu” yönünde çıkmış. Büyük büyük hukukçuların kararsız kaldığı meseleye bakın! Yahu, açın bildiriyi sakin gözle okuyun, bir daha okuyun. O metinde PKK propagandası yoktur! Sizleri şüpheye düşüren şey, o metin içindeki PKK propagandası olabileceği değil; Recep’in sizin hakkınızda ne düşüneceğidir. Yoksa o metinde PKK propagandası olmadığını cümle âlem bilmektedir. Ayrıca akademisyenlere karşı açılan davalardaki iddianameyi de okumak gerekiyor! Orada PKK propagandası iddiasına kanıt olsun diye, bildirinin Bese Hozat talimatıyla yazıldığı söyleniyor. İşte ülkenin en üst mertebesindeki hâkimler, aylardır bu derecede gülünç bir iddiayı konuşuyor.
***
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı normalleşme sürecinin ön adımı değildir. AYM uzun süredir bireysel ve kurumsal başvurularda hiç de “normal” olmayan kararlara imza atmaktadır. AYM, OHAL Komisyonu denen ucubeye onay vermiştir, seçimlerdeki usulsüzlüklere göz yummuştur. Daha üç hafta önce sendikaların kararıyla greve giden memurlara ceza verilmesini onaylamıştır. AYM, tutuklu ve hükümlülerin işkence ve kötü muameleye dair başvurularının hiçbirinde “demokratik” sayılabilecek kararlar almamıştır. Barış Akademisyenleri konusunda verdiği son karar da Recep’in hezeyanlarının törpülenmesininden ve faşizmin meşruiyet sınırlarının keskinleştirilmesinden ibarettir.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi dâhil bütün devlet kurumları Recep’in biyolojik sağlığının ve fikirlerinin devamına amade olmuştur; söz konusu olan yalnızca birkaç hezeyanın törpülenmesidir.