Komün Dergi, politik altüst oluşun iliklere kadar hissedildiği bir atmosferde, Türkiye’de, basılı yayın hayatına başlıyor. Bu cümle, birinci sayıyı çıkarmamız, farklı olmayı hedeflememiz veya bölgemize finans kapitalden bağımsız jeostratejik önem atfetmemiz nedeniyle yapılmış sıradan bir girizgâh değil. Yeni bir işe koyulmanın sebep olduğu, başkalarından çok kendi mahallemize motivasyon sağladığı heveskar bir cümle de değil. Bu altüst oluş ve bilindik kavramların, araçların, yöntemlerin olan biteni açıklamaya yetmediği hava, herkesi derin bir umutsuzluğa sürüklüyor. Karl Marks, Ruge’a yazdığı bir mektupta “Bana umut veren şey, tam olarak bu umutsuz durumdur.” demişti. İlk sayısını çıkaran Komün Dergi, umudunu tam da içinde olduğumuz umutsuz durumdan alıyor.
Devlet sınıflarının kendi içerisine tepişmesinin, birbiriyle hesaplaşmasının ve devlet aygıtının giderek bir kişiyle yani ‘Reis’ ile simgeleşmiş kliklerin egemenliğine girmesinin sebep olduğu büyük bir kargaşa içindeyiz. Bu keşmekeş, eşine ancak 1908 Meşrutiyet Devrimi’nde rastlanacak ölçüde aşağıya, tabandaki halk sınıflarına sirayet ediyor ve onları içine alıyor. Bu politik altüst oluş, cumhuriyet tarihindeki benzerleri gibi devletlûnun yalnızca kendi içinde cereyan eden, bulaşmak istemeyen alt sınıfların ondan kolaylıkla sakınabileceği bir karakter taşımıyor. Yaşadığımız kaos; herkesi taraf tutmaya, söz söylemeye ve aynı zamanda da eylemeye davet ediyor. Vakit, sessizliğe olanak tanımıyor, suskunluğu kendi cenahından hareketle ‘olası gayrimeşru’ ilan ediyor.
Eski kuşakların bilindik serzenişidir: “İnsanlar, özellikle de gençlik politikayla ilgilenmiyor!” Şimdilerde ise Türkiye ve Kürdistan’da, bu sözü büyük ölçüde haksız çıkaracak bir siyasallaşma yaşanıyor. Kimileri cebini dolduruyor, sermayesini ikiye katlıyor; kimileri de ufak bir terfi için muhbirliğe soyunuyor veya sosyal yardımlara bel bağlıyor. Başkaları faşist muktedirle özdeşleşerek dünyaya kafa tuttuğunu düşünüyor, yedi düvele meydan okuyan “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle” olma hezeyanını Kemalistlerden devir alıyor. Öte cenahta ise gözaltılara, işkenceye ve açlığa mahkûm edilen insanlar çoğalıyor. En hafifinden, iktidarla özdeşleşmeyen herkes kendisine uyarıcı ve tehditkâr bir parmak sallandığını hissediyor. Faşizmle özdeşleşenler ise dinini ve milliyetini korumak adına önüne gelene parmak sallamakta beis görmüyor. Özetle, herkes herhangi bir siyasi akımın parçası haline geliyor, eski bir serzeniş olan apolitizmin yerinde yeller esiyor.
Herkesin politik söz söylemeye davet edildiği, sözünü söylemediği takdirde ise bir kimlik inşa edemediği dönemlere tarihte az rastlanır. Türkiye’de faşizm, herkesi biat etmeye zorlarken, muhalifler cılız da olsa karşı-kültür yaratıyor. Arada bir geçişkenlik bulunmuyor, sınırlar keskin çiziliyor, karşıt kesimler birbirine temas etmiyor. Komün Dergi işte böyle bir dönemde yayın hayatına başlıyor; ancak politik iklim onu çağırdığı için kendisini var etmiyor. Komün Dergi, komünün varlığını yani sınıfsız toplumu, kendi başlangıcı sayıyor; cüretini ise zalime karşı ilk taşı atan kimse ondan alıyor.
Yaşamanın cevheri olarak komün gücü
Komün, bir kez oluşmayagörsün, tarih boyunca meydana gelen tüm yapılara, olaylara ve davranışlara etkide bulunur. Meta ilişkileri bir yandan önüne çıkan her şeyi yozlaşmaya ve çürümeye mahkûm ederken; öbür yandan komün gücü insanlığın kendisini gerçekleştirebileceği üretken zeminleri yaratır. Komün, sınıfsız toplum çözüldükten sonra maddi varlığını kaybetse bile, her aşamada derinden söz sahibi olmaya devam eder.
İçinde yaşadığımız dünyada; mülkiyet duygusunun herkesi sarıp sarmaladığı, gösterişin ve bireyciliğin marifet sayıldığı kapitalizm çağında komün, geçmişin bir yanlışlık anı ve artık yaşanması imkânsız ütopyası olarak görülmektedir. Hâlbuki komün, gerçekliğin kurucu ögesi olarak ezilenlerin mücadele deneyimlerinde kanlı canlı meydandadır. Spartaküs’ten Şeyh Bedreddin’e, Paris Komünarlarından Ekim Devrimi’ne, Bolivya dağlarından Mahir, Deniz ve Kaypakkaya’ya yayılan tufan, komün gücünün tezahürüdür.
Bu hakikatin ışığında Komün Dergi sosyalizmin teorik-politik sorunlarıyla ve bölgemizin siyasal problemleriyle uğraşmaya niyetlidir. Düşük düzey solculuğun, burjuvazinin dünyasından rol çalan kısa süreli gelgitlerin, kurmaca gösterilerin, kampanyacı heveskârlığın ötesinde bitimsiz devrimcilik hedefinden vazgeçmemeye kararlıdır. Komün Dergi mevcut egemen gerçekliği yani sermaye düzenini değiştirmeye cüret edenlerin sesi olacaktır.
Komün, sırtını komünal ilişkilerinin temizliğine, kendiliğindenliğine, Anadolu ve Ortadoğu halklarının halen parıldayan aşağıdan dinamiklerine yaslıyor. Bilme, anlama ve değiştirme iradesi olarak zihnini Marksizm ile donatıyor, ideolojisini yerelleştiriyor. Komün’ün bedeni ezilenlerin arasında, gözü ve kulağı mücadele edenlerin hizmetindedir.
Her ezen sınıf gibi burjuvazi de kültürüyle, okuluyla, konutlarıyla, fabrikasıyla, devletiyle ve her türden gerici tahakküm araçları ile bir sınır çizgisi çekiyor. O çizgi arkasında saf tutarak kendisini koruyor ve yeniden üretiyor. Komün, burjuvazinin çektiği sınır çizgilerini ihlal etmeye ve parçalamaya cüret ediyor.
Komün popülist siyaseti, popüler figürleri, sivil toplumculuğu, yatay örgütlenmeyi, liberter çizgiyi meta ilişkilerini ve sermaye birikimini yok edecek bir yöntem olarak görmüyor. Komün, liberalizmin görünür olma halini yücelten küçük burjuva zihin dünyasını ve bireye dair tüm öznel kategorilerin kutsandığı evreni reddediyor. Komün kolektif aksiyona ve pratiğin içerisinde eriyerek üretme haline davet ediyor.
Elbette bizim de bir kapımız var ve o kapı yoldaşlarımıza açık. Bunun yanında yaptığımız veya amaçladığımız şey, bir davet ya da başkalarına bilinç aktarma isteği değil. Ezilenlere bir şeyler öğretme, onların yapacakları işleri planlama niyetinde değiliz. Kimseyi mutlak bir adrese çağırmıyoruz; aksine bizler zalimlerin de mazlumların da davetsiz misafirleriyiz! Üretenlerin alın terine karışırken, direnenlerin de bileğinin gücüne dâhil olacağız.
Komün Dergi Marksist-Leninist’tir
Komün Dergi‘nin birinci ve temel ilkesi Marksizm-Leninizmdir. Kendi mahallemizin zaten kabul ettiği bu basit gerçeği, ayrıca vurgulamamızın gereği var mıdır? Marksizm-Leninizmin üzerinde sadece kelime olarak dahi ısrar etmenin, teori yapmak için Marksizmi eleştirmenin veya onu aşmanın amentü haline geldiği akademik solculuğa karşı önemli olduğunu düşünüyoruz. 20. yüzyılın olumsuz deneyimlerini önce Sovyet revizyonizmine, yetmeyince Stalinizme, hızını alamayınca da Marksizmin kendisine rücu eden liberal sol anlayış her cepheden Marksizme meydan okuyor. Sol liberalizm, 21. yüzyılın olumsuz deneyimlerini yaşamsal, psikanalitik, kimlik, cinsel tercih ve ekoloji açılarından oldukça yetkin ve ayrıntılı inceliyor; incelerken de Marksizmi yetersizlikle suçlamayı ihmal etmiyor, sınıfsal yorumu arkaik buluyor.
Marksizm-Leninizmi vurgulamamızın bir diğer nedeni ise “şerbeti bile Besmeleyle içen Müslüman” tavrından ya da iman tazeleme ihtiyacından değil; Marksizmin teorik hegemonyasının artık yok olduğunu bildiğimizden dolayıdır. Dar Marksizm, teorinin eski kudretli günleri hala gerçek ve güncel sanıyor, Marksizmin rakibi olan ideolojilerin muhalefet cephesinde kapladığı geniş yeri görmezden geliyor. Marksizmin artık eskimiş olan sorulara verdiği cevapları hiç değiştirmeden tekrarlamaktan vazgeçmiyorlar. Marksizmin hareket imkânı bulduğu teorik-politik arenada artık birçok teori olduğunun farkındayız; ancak ısrarımız Marksizm-Leninizmin hem yeni sorulara cevap verebildiği hem de yeni sorular sorabildiği, herhangi bir çağa ait olamayacak ölçüde zamansız ve bütünsel bir doktrin olduğu yönündedir.
Ekim Devrimi ile bütünselliği yakalayan Marksizm, 20. yüzyıl boyunca neredeyse her tartışmada ana aktör olma rolünü sürdürmüştür. Bu yüzyıl boyunca Marksizmin temel gerilimleri Troçkizm/Stalinizm, Çin/Sovyet, demokratik devrim-sosyalist devrim ve kır/kent çelişkisi eksenindeydi. Marksist ekoller, çeşitli okullar kendilerini bu sorulara verdikleri farklı cevaplar üzerinden tarif ediyordu. 21. yüzyılda, kapitlist üretim tarzı aynı kalsa da, bu soruların sorulmasına imkan veren üretim ilişkileri ve onun belirlediği toplumsal formasyon değişikliğe uğramıştır.
Bu değişimin başlangıcını 1991 yılındaki yozlaşmış bir işçi devletinin yıkılışı olarak ilan etmek gerçekçi olmaz. Esasında Marksist teorinin bunalımı, onun kuvvetinin en yaygın ve en çok hissedildiği bir kesitte, 68 Mayıs’ında başlamıştır. 68 Mayıs’ında Avrupa’da başlayan rüzgâr, bir iki sene içinde yenik düşse de, eski soruların cevaplarını yetersiz sayacak bunalımın kapısını aralamıştır. Gençlik ve işçi eylemleri, saman alevi gibi kısa sürede sönümlense dahi, onları var eden toplumsal çalkantı teoride yeni soruları gündeme getirmiştir. Artık eski soruların yerine yapı/praksis çelişkisinin odağındaki birey sorunu ile cinsel ve etnik kimliğin inşası meselesi gündeme gelmiştir. 1968 tarihi, bu teorik soruların sorulmaya başlandığı ve buradaki ayrımların tetiklediği örgütlenmelerin yaşanmaya başladığı bir tarihtir. Akademi, bu krizi Marksizmi terk ederek çözmeye girişmiş; komünizmde ısrarcı olanlar ise eski sorulara verdikleri ezbere cevapları ve alıntı paragrafları tekrarlayarak başlarını kuma gömmeye devam etmiştir.
Toplumsal değişimler, ona rengini veren asıl içeriklerinin yanında potansiyelleri ile birlikte gelir. Faşizm için bile böyledir; General Kornilov darbesi ile Ekim Devrimi, ya da Alman devrimi ihtimali ile Hitler’in yükselişi eş dönemlerdir. Aynı şekilde, muhalif hareketler de bütün potansiyelleriyle birlikte vuku bulur. Sol seçenek bir kez belirince; parlamentarist, yasalcı, pasifist, kitleci, kimlikçi, öncü savaş yanlısı, gerillacı veya silahlı bütün mücadele biçimleri yaşam alanı bulur. 21. yüzyılın diktatörleri olan Erdoğan, Trump, Putin, Modi veya Bolsonaro birdenbire ortaya çıkmamıştır. Sol seçeneğin neredeyse bütün renklerinin yenilgisi, politik ortamı ağırlaştırmakla birlikte Marksizmin bunalımını derinleştirmiştir.
Neoliberal sermaye birikim rejimine karşı sol seçenek, 21. yüzyılın başında farklı yerlerde değişik şekillerde tezahür etmiştir. Örgütlü siyasal öznelerin varlığından bahsedemesek de Arap coğrafyasında, Akdeniz Havzasında ve ABD’de birçok ayaklanma olmuştur. Arap Baharı, Latin Amerika deneyimi, Yunanistan’daki grev dalgası ve sosyalist iktidar, Nepal’deki Maocu seçenek dünya halklarının kapitalizme karşı farklı arayış biçimleridir. İşgaller, direnişler ve kitlesel gösteriler Tunus’tan Bahreyn ve Yemen’e; Libya’dan Kuzey Afrika ülkelerine sıçramış ve Tahrir’in ilhamı İspanya’da İndignados’a, Türkiye’de Gezi’ye, ABD’de Occupy Wall Street’e yansımıştır.
Neredeyse birbiriyle bağlantılı sayılabilecek, neoliberal birikim rejimine karşı gelişen benzer protest tavırların esin verdiği bütün deneyimler, ayaklanmalar ve işgaller -Rojava Devrimi istisnasıyla- yenilgiye uğramıştır. Sonuç itibariyle, 2010-1013 arasında, 1848 devrimlerinin yenilgisine benzer süreci yaşadık. 1848’de siyasal özne proletarya adıyla meydandaydı; ama kuruculuk konusunda zaafları vardı. 2010-2013 arasında ise pasif kimliklerin, öznelliklerin ve yaşam tarzının muhalefetini meydanlarda gördük. Bu eylemlerin bırakalım kuruculuk misyonunu, siyasal özne olma halleri bile çok zayıftı.
Nihayet, küresel ticaret savaşlarının tarafı olan Çin sosyalist atılım hamlelerini terk etmiş, Chavez’in Venezüela’sı ile Morales’in Bolivya’sı devlet kapitalizmini aşamamış, Nepal’deki Maocu iktidar parlamentarist hatta çekilmiş ve Syriza’nın Yunanistan’ı AB emperyalizmine doğrudan teslim olmuştur. Gezi, Wall Street’i İşgal Et ve Öfkeliler Hareketi gibi sol seçeneklerin pratik varoluşunun yenilgiye uğraması ardından faşist diktatörlükler artış göstermiş ve dolayısıyla da Marksizmin teorik bunalımı derinleşmiştir.
Komün Dergi, önümüzdeki sayılarda, Marksizm-Leninizmin üretkenliği içerisinde bu kulvarda meşrebince yol almaya çalışacaktır. Dergimizin isminde geçen komün, neolitik devrim öncesine yani on bin yıl geriye dayanıyor. Marksizm ise, Karl Marks’ın yaşamsal kesitine veya politik olarak da I. Enternasyonal yıllarına, yani 19. yüzyıla ait bir doktrin. Aradaki binlerce yıllık fark, Marksizmin yalnızca bir döneme ait bir akım olamayacağının göstergesidir. Marksizm, kendinden önceki tarihi açıkladığı ve kendine kök bulabildiği gibi, aynı bilimsel bakışı şimdiki zamana ve geleceğe yöneltme becerisini içinde barındırmaktadır.
Komün Dergi’nin varlığının teorik ve politik kaynakları
Komün Dergi, fiziki olarak Türkiye’de basılıyor, dağıtılıyor ve okunuyor. Buna rağmen kendisini Misak-ı Milli sınırlarına hapsetmiyor. Çünkü Ortadoğu ve Balkanlar coğrafyasının Türkiye’ye bıraktığı atipik modernleşme mirası ve bu genetik kökenin sebep olduğu sınıfsal çelişkiler, mevcut sınırları aşıyor. Komün; Ortadoğu, Balkanlar ve Anadolu’nun kaderinin birbirine bağlı halde olduğunun farkındadır, devrimcileşme sürecinin ‘bölge devrimciliği’ misyonu taşıma zorunluluğunu ilan ediyor.
Coğrafyamızın kapitalistleşme sürecinin birincil oyuncusu olan tefeci-bezirgân sermaye, yıllar içerisinde finans kapitale olan tabiiyetini tamamlayıp maddi olarak yok olsa da, onun ‘huyu icabı’ türlü türlü düzenbazlıklar ve akla gelmedik ayak oyunları sahne almaya devam etmektedir. Bölgemiz, emperyalist kapitalizmin hareket sahası için de vazgeçilmezdir; herkes hesabını bu topraklarda görmektedir.
Komün, bu topraklarda serpilip büyüyen sınıflar savaşında elbette öksüz değil. 1908’de Selanik’te işçi grevleriyle başlayan, Ermeni komitacılarla istibdat rejimine devrimci başkaldırıya cüret eden ve nihayet TKP (Türkiye Komünist Partisi) adıyla proletarya partisini hedefleyen mücadele silsilesinin içinde yer alıyor. Devlet en başından beri, komünizmle mücadeleye ayrıca önem vermiş, devrimcilerle ve devrimci örgütle özel olarak uğraşmış, bu amaçla bolca kaynak ve zaman harcamıştır. Katliamlara, uzun tutukluluk sürelerine, idamlara ve olağanüstü güvenlik tedbirlerine rağmen; devrimci hareket, iki kez olmak üzere, 1960’larda ve 1970’lerde büyük bir kitlesellik yakalamıştır. Devrimci hareketin şaha kalktığı iki dönem, ancak kanlı iki NATO darbesiyle bastırılabilmiştir. Komün, bu mücadele tarihinin yani Türkiye devrimci hareketinin inançlı bir parçasıdır.
Bu anlamda Komün, bu toprakların devrimcilerinin başardığı, muktedir olduğu, kendini gerçekleştirdiği ve destanlaştığı kesitlere de ortaktır. Aynı zamanda geçmişin trajedilerine, yalnızlıklarına, yenilgilerine, sinikliğine, pasifizmine de tanıktır.
Komün Dergi‘de ifade imkânı bulan devrimciler, yakın tarihte başarısız bir birlik deneyimi yaşadı. Komün’e emek veren kişiler arasında Birleşik Devrimci Parti’nin mayalandığı örgütsel yapılarda, partinin kuruluş aşamasında ve ilerleyen dönemdeki politik eylemlilik sürecinde yer alan sosyalistler bulunuyor.
Birleşik Devrimci Parti üç yıl önce, Türkiye devriminin güncel ihtiyaçlarının, devrimci niyetin ve sosyalist yenilenme iradesinin adresi olarak kuruluşunu gerçekleştirmişti. Partiyi üzerinde inşa edildiği başlıca siyasal saptamalar arasında Marksist-Leninist politika/örgüt anlayışının aşılmaz bir kategori oluşu, komünist ideolojinin ancak yerelleştiği ölçüde vücut bulabileceği ve burjuva aydınlanmacı felsefenin bu topraklarda daima devleti yeniden ürettiği tespitleri yer alıyordu.
İsminden de anlaşılacağı üzere Birleşik Devrimci Parti, birden çok sosyalist grubun katıldığı bir örgüt olarak doğdu. Bu birlik Türkiye sosyalist hareketinin tarihi boyunca çokça denendiği gibi yan yana gelme, ortak eylem yapma, cepheleşme stratejisi gütme veya güçleri toparlama aracı olarak görülmedi. Kaldı ki eski guruplar dünyasına olan aidiyetler statükoculuğa, dar grupçuluğa, anakronik hale ve düşük yoğunluklu devrimciliğe ileriden ‘hayır’ demek ve egemenlerle boy ölçüşecek politik pratikler üretebilmek için terk edildi. Birleşik Devrimci Parti’nin her kademesinde bu bilinçle gösterilen yoğun çaba, dar grupçu kalıpları yıkarak devrimci kopuşun imkânını yaratmak içindi.
Gelinen noktada Birleşik Devrimci Parti, kuruluşunda ilan ettiği hedeflere ulaşamamıştır. Faşist şiddetinin en küçük deliklere kadar sızabildiği dönemin karamsar ruhu partinin başarısızlığını daha da görünür kılmaktadır. İfade etmek gerekir ki, başarısızlığa uğrama nedeni kurucu değerlerin ve ilkelerin mücadele içinde aldığı yenilgi değildir. Devrimci Parti’de devrimci kopuşun ilkeleri yoğun emeğe rağmen hayata geçirilememiştir. Grupçu anlayışı aşarak pratiğin içerisinde eriyerek gelişme, Marksist bilinçle emekçilerin ve ezilenlerin öfkesine örgütlenme ve devrimci cüret imkânı Devrimci Parti’de artık tükenmiştir.
Geçirdiğimiz üç yıl boyunca kurucu ilkeleri ve değerleri hayata geçirmek adına emek harcandığı ve başarısızlıklar yaşandığı gibi; ağır bedeller de ödenmiştir. Faşizmin tırmandığı bu yıllar tutuklamalara, gözaltılara ve yoğun hak ihlallerine sahne olmuştur. Yaşadığımız süreçte hangi tavrı alıyorsa alsın bu ağır dönemin altında ezilmeyen ve devrimci iradeyi sürdürmeye kararlı her yoldaşımız bizim değerimizdir. Ülkemizdeki sosyalizm damarı kuvvetlidir ve yüz akımız olan şanlı devrim tarihi sayfaları elbette bedellerimizi de yazacaktır.
Komün Dergi, ısrarcı olduğumuz kurucu devrimci ilkelerin teorik ve politik araçlarından yalnızca biridir.
Türkiye devrimci hareketi, iradecilik ve reformizm
Komün’ün varlığının uçları Paramaz’ın idam sehpasına, Mustafa Suphi’nin gemisine, grevlere, gençlik isyanlarına, 71 kopuşuna, hapishane direnişlerine, Gezi isyanına, Kürdistan kentlerine, Ortadoğu’ya ve taşı dahi olmayan binlerce mezara dağılmıştır. Bu varlık, hem mirasımız hem de mücadele hırsımızdır; bugünler için bir mihenk taşıdır. Herkesin geçmiş ile bugünü kıyaslayabileceği, gelecek için kendisini organize edebileceği bir mihenk taşı!
Türkiye devrimci hareketinin ana yarılmasının ‘hareket örgütlenmeleri’ ile ‘parti örgütlenmeleri’ arasında olduğu söylenebilir. Hareket örgütlerinin neredeyse tamamı 1971 kopuşunu pozitif bir milat olarak görüyor. Parti örgütlenmelerinin ana bölüğü için ise, TKP tarihine çokça vurgu yapılsa da, 71 tarihi negatif bir milat. Onlar, 71’i devrimci zorun yanlış ve aceleci kullanımının simgesi olarak görüyorlar. Zaman zaman 15-16 Haziran işçi grevlerini, 1989 Bahar eylemlerini simgeleştirseler de, kitlesel örgüt deneyimini 71’deki gibi devrimci zorun ‘amaçsız’ ve ‘savruk’ kullanımının hatalarından arınmak olarak kurguluyorlar.
71 kopuşunu eleştirse de, bu kopuşa methiyeler düzse de; Türkiye solunda maddi ve ideolojik pratik anlamda sözünün ağırlığı olan yapıların neredeyse tamamı bu tarihten köken alıyor. Sosyalist örgütler nezdinde, 1971 tarihinin doğurganlığı ile boy ölçüşecek başka bir kesit bulunmuyor. Bu anlamda daha medyatik olan 1968 tarihini, 71’e olanak sağladığı için çokça önemsendiği rahatlıkla ifade edilebilir.
68 hareketi Avrupa’da kitleselliği, doğurganlığı ve şiddetin politik kullanımını kendiliğinden yaratmışken; Türkiye’de bu özellikler ancak 71’de ete kemiğe bürünmüştür. 71 kopuşunun devrimci ve iradeci önderleri; yani Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya ile simgeleşmiş kuşağın temel motivasyonu TİP eleştirisidir. TİP gündemine sosyalist devrimi almıştır ama; proletaryanın misyonunu “vakit gediğindeki ana” kadar ertelemiştir. Önce örgütlenmeli, sonra kitleselleşmeli, sonra da ayaklanmalı hatta bu arada parlamentoya da girilmelidir Aybar, Boran ve Aren oportünizminin tavrına göre. Yani TİP revizyonizminin görüşleri II. Enternasyonal Marksistleri gibi oldukça “bilimseldir”. Mahir, Deniz, İbrahim ise programlarına sosyalist devrim yerine demokratik devrimi koyarak üretici güçlerin gelişkenlik seviyesini dikkate almaktadırlar. Proletaryanın misyonu da gelecekte değil şimdi, yani demokratik devrim aşamasındadır. Demokratik devrim adı altında sık sık üretici güçlerin gelişkin olmadığı vurgusu yapılsa da, esasında gözle görülür olan şey, devrim hedefi için üretici güçlere meydan okuyan ve “Kapitale’e karşı Devrim” sloganı ile benzerlik gösteren iradi bir çıkıştır.
Bu iradi çıkış, Marksizmin dar ve ekonomist yorumlarından kopuşu sağlamış, devrimciliğin üremesine imkân veren ideolojik taşıyıcılığı üstlenmiş; ancak şabloncu bakış açısını aşamamıştır. Türkiye ve Kürdistan topraklarında devrim isteği olarak filizlenen 71 kopuşu, ideolojik yerelleşme açısından verimli nüveler taşımaktadır. Bu üretken zemin, pratikte askeri darbe ile ezilmişse de teorik alanda hazır reçetelere ve şabloncu parti tezlerine kurban edilmiştir. 71 devrimci kopuşunu, ideolojik yerelleşme şiarıyla güncellemek önümüzdeki en önemli görevlerden biridir.
Bugüne kadar uzanan “hareket mi, parti mi” yarılması, aslında teorik dünyada daima güncelliğini koruyan yapı/praksis çelişkinin ürünüdür. Türkiye’de hareketçiler de particiler de ezilenere derinlemesine kök salacak bir güç elde edememişlerdir. Açık yüreklilikle ifade etmek gerekir, her iki kanat da Leninizm veya Maoizm gibi bütünsel bir halka yakalamayı başaramamıştır.
Komünist devrimcilik sürekliliğini sağlamayı ve yenilenmeyi iki türde başarıyor. İlki kendisini sosyalist örgütlere ait hisseden insanların toplam varlığı üzerinden, ikincisi ise devrim iddiasının ve devlete başkaldırmanın ideolojik taşıyıcılığı sayesinde. Gerek hareket gerekse de parti örgütleri, ardlarından sosyalist devrimciliği sürdürebilecek insan toplamı bırakmayı başarmışlardır. Ancak devlete başkaldırı, devrimci zor ve devrimci cüretin ideolojik taşıyıcısı olma misyonunu çoğunlukla hareket örgütleri sürdürmüştür. Zaten bu misyonu sürdüremeyenler hangi akıma ait olursa olsunlar ideolojik anlamda çürümüş, yozlaşmış ve Kemalizm ile hemhal olarak hayatlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir.
Birçok örgütün köken aldığı 71 kopuşu, Marksizm-Leninizm iddiasının ve devrimci zorun ideolojik taşıyıcılığı için elimizdeki tek seçenektir. Leninizmin veya Maoizmin bütünselliğini yakalayamasa da, bilimsellik iddiasını kısmen sekteye uğratsa da, 71 kopuşunun ardıllarının bir kısmı kendini yenilemeyi ve yeniden üretmeyi başarmıştır. Bu ülkede halen devrimcilerin varlığından söz edilebiliyorsa, 71 kopuşunun geleneğinden gelenlerin yüzü suyu hürmetinedir. Yoksa Marksist-Leninist devrimcilik, TİP ve devamı olan diğer revizyonist çizgilerin eline kalsaydı, bitmekle veya Avrupa’daki gibi ılımlı bir sol harekete dönüşmekle yüz yüze kalırdı.
71’in yenilenme momentleri
Neo-liberal dalga, devletin yoğun saldırısı ve saman alevi gibi parlayıp sönen küçük burjuva örgütlenmeleri, Marksist-Leninist politikayı ülkemizde önemli oranda geriletmiştir. Hatta elinizdeki dergide yer alan F. Kızılırmak imzalı yazıda, artık 2018 Türkiye’sinde devrimcilerin ve devrimci örgütlerin varlığına rağmen; örgütlü devrimci pratiğin yokluğundan söz ediliyor! Yine de Kızılırmak, bu toprakların yapısal koşullarının devrimciliğin yenilenmesine açık kapı bıraktığını ve zaten bunun gerekli olduğunu da eklemeyi unutmuyor.
71 kopuşunun ardılları, hepsi olmasa da, kendini yeniden üretecek veya farklanacak momentleri yakalamayı başarmıştır. Önemli ayrım noktaları şöyle sıralanabilir:
- 71’in ardıllarının bir kısmı Kemalizm ile hesaplaşmayı büyük ölçüde başarmıştır. Bu bilinçle 1984’ten itibaren Kürt Özgürlük Hareketi’nin yanında saf tutmuştur. Lübnan ve Suriye deneyimleri kritik değerini korumaktadır.
- 1990’lı yıllardan hapishane direnişlerine kadar olan dönem boyunca devrimciler, bazı örgütsel hatalara rağmen, kahramanlıklarıyla ve tavizsiz yaşamlarıyla devlet karşısındaki politik hattı geri dönüşsüz olarak sağlamlaştırmışlardır. Yaklaşık on yıllık süreyi kapsayan ve hapishane direnişleri ile biten bu dönem, hem sosyalist bireylere hem de örgütlere önemli bir mesajdır. Bu dönem paradoksal biçimde sol liberal ideolojinin de eş zamanlı olarak güç kazandığı zaman dilimidir.
- 71’in güncellenmesinin son halkası ise Rojava Devrimciliği’dir. Marksist-Leninist devrimcilik Rojava topraklarında yeni bir moment ve örgütlenme hamlesi yakalamıştır. Rojava devrimciliği hem enternasyonal bir dayanışma örneğidir hem de Kemalizm’i reddeden ve Kürt Özgürlük Hareketi’yle yan yana durma becerisini gösteren devrimci anlayışın pratik halidir.
Bu düşünceler ekseninde, gerek parti geleneğinin gerekse de hareket geleneğinin, yani topluca Türkiye sosyalist hareketinin başlıca ayrımları şöyle oluşmuştur:
- Devrimci zoru bir yöntem olarak kullanma şekli,
- Kemalizm ve cumhuriyet değerlerinin yanında veya karşısında olma,
- Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve onun davasına olan yakınlık.
Yanlış anlaşılmasın, bu yarılmalar pozitif uçtan negatif uca olan keskin ayrımlar değildir, bir tür derece meselesi haline gelmiştir. Yani Türkiye sosyalist hareketinde hemen hemen herkes Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanır; ama iş Afrin işgaline işgal demek veya işgali yüksek sesle dillendirmek noktasına geldiğinde tereddüt yaşanır. Öbür yandan herkes Kemalizm’in sosyalizm içinde yer alamayacağını konusunda hemfikir gibidir; ancak bir anda Adalet Yürüyüşü’nde Kılıçdaroğlu’nun yanında fotoğraf çektirme telaşı başlar. Aynı şekilde hiç kimse devrimci zorun varlığını reddetmez; ama zoru kullanma tasarrufunu proletaryanın örgütlendikten sonra tam da iktidarı alacağı güne kadar erteler, bir eylemde güvenlik güçlerine atılan taş dahi rahatsızlık verir hale gelir.
Komun Dergi, değerli bulduğu bu ayrımlarda savunduğu safları derinleştirme ve ilerletme hedefindedir.
Ayrılık motivasyonları
Türkiye’de yüzü sola dönük, sosyalistlerin yazıp çizdiklerine arada bir de olsa göz atan, geçmişi veya yakın çevresi dolayımıyla devrimcilerle bir şekilde karşılaşan, hiç olmazsa yaşanan onca acının ve katliamların anısına solculara değer veren hatırı sayılır bir kitle mevcuttur. Bu kitlenin sosyalizmle ilişkisini Marksist ideolojik zeminden değil de; Alevilikten, Kürtlükten ya da laiklik temelinden kurduğu bilinen bir gerçektir. Her ne sebeple olursa olsun, olası bir devrimcileşme döneminde, sosyalist örgütlerin proletarya ile bağını, bu proleter-küçük burjuva melez hat üzerinden sağlayacağı kesindir.
Sosyalist yapılar için önemi aşikâr olan bu toplam, örgütler hakkında ne düşünmektedir? Hayatını sosyalist örgütlerle birlikte kurgulamayan, verili siyasal konjonktür içinde dar bir örgüt çerçevesinde yer almayan hemen hemen herkes, bu parçalanmışlığı ve dağınıklığı gereksiz ve yapay bulmaktadır. Bazen iş, ‘üç sosyalistin bir araya geldiğinde illa ki ayrışacağı bir konu bulabildiğinden’ hareketle mizaha, bazen de AKP faşizminin bu denli kurumsallaşmasında sosyalist yapıların dağınıklığının sorumlu olduğu ekseninden derin bir karamsarlığa kadar uzayabilmektedir.
Türkiye’de hâlihazırda 70’i aşkın örgüt, dergi çevresi, girişim veya hareket olduğunu düşünürsek, bu yapıların zemini sayılabilecek proleter-küçük burjuva toplamın sosyalistlerin dağınıklığı hakkındaki mizahi veya karamsar bakış açıları önemsiz midir? Ya da örgütsel formlar, kendi zeminleri ayrımları bu kadar yapay ve gereksiz görüyorken, motivasyonlarını nasıl sağlamaktadırlar?
Esasında motivasyonun ana kaynağı, devrimin somut bir ihtimal haline geldiği veya siyaset sahnesinde devrimcilerin etkili bir öğe olduğu zamanlarda, yalnızca bir fraksiyonun adının geçiyor olmasıdır. Bütün başarılı devrimler veya iktidar girişimleri bu şekildedir: Lenin, Mao, Enver Hoca veya Castro’nun liderlik yaptığı devrimlerin hiçbirinde bütün sol yapıların seyrelerek ve fedakârlık yaparak buluştuğu bir ortak zeminde güç biriktirerek başarıya ulaşma hikâyesi yoktur. Hepsinde, bir fraksiyon siyasal gelişmeleri lehine değerlendirebilmiş ve kitleleri kendi etrafında toparlayabilmiştir. Devrim girişiminin başarısızlığı konusu da böyledir: Alman devriminin yenilgisi aslında Spartakistlerin yenilgisidir ya da TUDEH’in Humeyni’yi destekleme kararı bütün İran solunu katliamla karşı karşıya bırakmıştır.
Solculuğun kibri: Gelenekçilik ve grupçuluk
Bahsettiğimiz yarılmaları aşabilen ve gelenekçiliğin koltuğunu yerinden eden bir solda birlik deneyimi henüz gerçekleşmemiştir. Örgütler arası hukuk ve ilişkilerin tanzimi açısından sayısız yol denenmiş, bazen ortak bir varoluş yaratılmaya çalışılmış ama yine de devrimci birlik perspektifi başarıya ulaşamamıştır. Bu durumun sebepleri arasında sosyalist siyasetin halka ve düzen politikasına etki edebilecek denli kuvvetli olmaması, gruplar arası rekabetçilik veya işçi sınıfının atıllığı yer alabilir. Sebep her ne olursa olsun, bunca birlik deneyimi ve başarısızlıktan sonra ‘birlik’ veya en azından ‘kapsayıcı sol mücadele’ için gayriciddî davranmamak gerekmektedir.
Dikkatsiz gözler, bir fenomenin aslı ile karikatür arasındaki farkı anlamaz. İkisini birden hızlıca göklere çıkarmakta veya hemencecik çöp sepetine göndermekte sorun görmez. 71 kopuşunun başına da bu problem gelmiştir. Simge haline gelmiş gençlik liderlerinin aralarındaki farklar görülmemiş, devrimci kopuşa sadece onların kahramanlık hayatları üzerinden arka çıkılmıştır. 71’in devrimci şiddeti, bağlamından çıkarılıp yalnızca ahlaki bir tavır alışa indirgenmiştir. 1990’lı yılların aksine gelenekçi ve rekabetçi gruplar 71 kopuşunun karikatürünü savunmaya devam ediyorlar. Kastlaşmış yapılar kendilerine yönelen liberal ve ulusalcı eleştirileri, 71’in karikatürü olan içi boş cevaplarla karşılıyorlar. Böylelikle liberalizmi ve ulusalcılığı tersinden yeniden üretiyorlar.
Gelenekçilik ve grupçuluk giderek selfie resmi çekip sosyal medyada paylaşma modasına benzemektedir. Teknolojik bir kamera ile kendisinin resmini çeken kişi, önce resim çekme ihtiyacı hissetmekte, ardından da beğeni toplamak için kendi resmini sosyal medya aracılığıyla kamuya sunmaktadır. Ne resmi çekerken başkasına ihtiyaç duymaktadır ne de kendi resmini kamuya açarken bir diyalog kanalı yaratma ve iletişim peşindedir. Tek talebi beğeni toplamaktır. Grupçu ve rekabetçi yapılar da çoğu eyleminde kendi fotoğrafını çekmekte, herhangi bir diyalog ve iletişim biçimi beklemeksizin resimlerini kamuya açmaktadır. Grupçuluk da selfie resmi gibidir; önce kendi fotoğrafını görme ihtiyacını dizginleyemez ve sonunda da herhangi bir iletişim biçimini talep etmez, yalnızca ‘beğeni’ ister.
Komün Dergi, devrimci kopuşunun ve devrimci zorun politika sahnesindeki yerinin hakkını teslim ediyor; ancak kopuşa ve devrimci şiddete imkân veren yapısal etmenleri analiz etmekten ve başarısızlığın nedenlerini saptamaktan imtina etmiyor. Kopuşun anlamını yalnızca reformizm eleştiri yapan iradeci hatta değil, devrimi başarmaya imkan tanıyan süreklilikte, koşulların yapısal analizinde ve keskin bir programda görüyor. Komün Dergi, grupçuluğun kamerasıyla kendi fotoğrafını çekip yaymaktan kaçınıyor. Türkiye sosyalist teori ortamının diğer gerici ucu olan akademik bakıştan da uzak durmayı gözden kaçırmıyor.
Komün’ün varlığı devrimci şiddet, kopuş veya yeni bir teorik okul keşfiyle değil; başarılı bir devrim ile tamamlanacaktır.
Kurucu devrimci faaliyet için
Kurucu bir devrimci faaliyet açısından; geride değil ileride birliği ve birleşik mücadeleyi hedeflemek gerekiyor. Bu amaçla Leninizm ve Leninist örgütlenme modeli, aydınlanmacı soldan ve burjuva Kemalist teoriden kopuş ve İdeolojik yerelleşme başlıklarında ısrarcı olacağız.
Anlattıklarımız yalnızca fraksiyonlar dünyasıyla sınırlı bir hedef değildir, diğer anlamıyla devrimci pratiğin yapısökümü de denebilir. Yazıda konu edindiğimiz hareket geleneği mi parti geleneği mi sorusuna, iki alanın da hastalıklı taraflarını çıkarmak şiarıyla cevap vermeye girişilebilir. Dar grupçu, kastlaşmış ve burjuva mülkiyeti ruhunu örgütlere taşıyan anlayıştan kopuşu örgütlemeye çabalamak, iki geleneğin olumlu taraflarını sentezlemek noktasında anlamlıdır.
***
Elinizdeki birinci sayımızda, devrimci örgütlenme, devrimci kimlik, devrimci yaşam konusuna eğildik. M. Güneş, bölgemizin içinde bulunduğu siyasi durumu ve devrimci çıkış yollarını analiz eden bir perspektif yazısı yazdı. Erol Dündar’ın incelemesinde okullu Marksizmlere karşı özgürlük paradigması arayışına gidiliyor. F. Kızılırmak ise yazısında, Rojava Devrimi’nin Türkiye’ye taşınamasını ve AKP faşizmine karşı başarılı bir muhalefet cephesi örülememesini devrimciliğin tükenmesinin nedenleri olarak görüyor. Ali Tekin, Tunuslu Psikanalist Benslama’nın Ölüm Siyaseti isimli kitabını eleştirdiği yazısında şiddetin hümanist eleştirisine karşı çeşitli argümanlar geliştiriyor. Halil Yıldız’ın metninde Güney Afrika sosyalizminin kısa tarihi ve Amilcar Cabral’in hayatı yer alıyor. Benay Can ise bu sayıda ideoloji kavramının bilim felsefe ve politika arasındaki yerini konu ediyor.
Komün, bazen postmoderleşen bazen de darlaşan teorinin, kısır tartışmaların, bitip tükenmez örgütsel mülkiyetçiliğin ötesinde; üretken, kesintisiz, canlı ve bütünsel bir Marksist-Leninist devrimcilik hedeflemektedir.
Cüret edeceğiz!