“Beni virüs değil sizin düzeniniz öldürür!” – Mehmet Turan

Böyle söylemişti tır şoförü Malik Yılmaz İskenderun güzergâhında yol alırken. Ertesi gün de gözaltına alınmıştı. Ve o güne kadar korona hakkında söylenmiş tüm politik, ekonomik felsefi vb. ‘tumturaklı’ değerlendirmelerin tek cümleyle bir özetini yapmış oluyordu.

Pandemide gelinen son güncel durumu ele alacağımız bu yazıya sadece unutulmasın diye değil, sürecin ana ekseni olmayı sürdüren Malik Yılmaz’ın bu cümlesiyle başlamayı uygun bulduk. Virüs kaynaklı biyolojik ölümlerin acısı bir yana, onun yarattığı sonuçlar yüzünden ekonomik kırıma uğrayan, işini, ailesini, geleceğini kaybeden milyonların dramını anlatan en doğru söz hala budur: Beni virüs değil sizin düzeniniz öldürür!

Modern sınıfların bilim karşıtlığı, yeni cahiliye dönemi

Luddistler, pozitivistler, İslamcı ve komünist şamanlar, neo-faşistler, selefiler

Pandemi sürecinde, özellikle aşı uygulamaları başladıktan sonra kimi sol kesimleri (komünist şamanlar) dahi kapsayan bilim karşıtlığı küresel bir fenomen halini almıştır. Hemen her alanda kıyamet senaryolarının bu denli yoğunlaşması tesadüf değildir. Biz bu tesadüf meselesini belki çubuğu biraz bükerek ele alacağız.

Tesadüflere çoğumuz inanmayız değil mi? Ama öte yandan içimizden “bu bir tesadüf olamaz” diyerek iç geçirmekten kendimizi alıkoyamadığımız ne kadar çok olay olmuştur değil mi?

Salgınla gelen modern gericilik dalgasının (komplo teorileri, kıyamet senaryoları, aşı karşıtlığı) hemen ardından Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesi arasında hiçbir ilişki olmadığı söylenebilir mi? Pandemi ile başlayan ve aşı uygulamaları ile doruğa çıkan kıyamet senaryolarından sonra Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesi dünya halkları için gerçekten çok büyük bir şok olarak görülebilir mi? Taliban’ın iktidara gelişi büyük bir gericilikti de komplo teorileri, aşı karşıtlığı, kıyamet senaryoları, tüm bunlar gericilik değil miydi?

Taliban’dan önce yeni cahiliyeye kapıyı açan, ABD’nin Avrupa’nın göbeğindeki kimi iktidar sahipleri ve onlara bağlı modern sınıfların bu yeni gericiliği değil midir? Hatta modern sınıfların belli kesimlerini ideolojik pençesine alan bu cahiliye dalgası, daha büyük bir gericilik değil midir? Cihatçılar Kabil’i ele geçirmeden çok önce neo-faşistler Beyaz Saray’ı işgal etmeye çalışmadılar mı? Brezilya’da yüz binlerin ölümüne neden olan başkan Bolsonaro’nun cihadist gericilikten geri kalır yanı var mıdır? G. Floyd isyanının -“Siyah hayatlar önemlidir” protestoları- pandemi ile oluşan eşitsizliklerin sonuçlarından biri olmadığını kim iddia edebilir?

Kapitalist metropollerde eğitimli şehirli orta sınıfların bir kesimi ile -ki bunlar içinde “ultra solcular” da var- cihadistler ve kimi Müslüman tarikatların tahakkümü altında yaşayan inançlı yüz binlerin Covid-19’un biyolojik bir silah olduğunda ve aşı karşıtlığında birleşmesi kesinlikle anlaşılmaz değil. Bilimi dogmatik kavrayanlar ile bilimi dogmalara kurban edenler arasında, sanıldığından çok daha az fark vardır. Salgın bu karşıt kesimleri birleştirmiştir. Bu kesimlerin aynı ortak paydada olması, dünya gericiliği için yeni bir kesittir. Öte yandan pandemiyi din ile hesaplaşmanın bir aracına dönüştürmeye çalışan laik, bilimci, burjuva ateist kesimlerden söz etmeden olmaz. Bilimi kendi pozitivist pozisyonlarına dayanak yaparak Müslümanların kutsallarını aşağılamaları, bilimi de onların gözünde değersizleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Kaldı ki bazı muhalif tarikat ve etkili din adamları dışında, inançlı kesimlerin ağırlıklı olarak korona tedbirlerine uydukları, aşı karşıtlığı içinde olmadıkları gerçeği de ortadadır.

İnstagram’da aşı karşıtlığı sayfasında 900 bin takipçisi olan Abdurrahman Dilipak ile İtalya’da zorunlu aşıya karşı çıkan kimi “antikapitalist” gruplar, aynı kulvarda yürümektedir. Aşı konusunda “yarı insan yarı maymun çocuk doğurabilirler” diyen Fatih Erbakan ile Covid-19’un bir laboratuvar ürünü olduğunu söyleyen kimi ultra solcular/komünist şamanlar arasında da çok büyük bir fark olduğu söylenemez. Bizzat Komün sitesinde 68 Kuşağı’nın değerli bir sosyalisti, kendisiyle yapılan röportajında şunu telaffuz edebilmiştir: “Korona virüs doğrudan doğruya ABD emperyalizminin ilaç ve biyogenetik tekellerinin her türlü araştırmayı yaptığı laboratuvarlarında üretilmiş bir virüstür.” Aynı röportajda daha da ileri giderek daha önce Afrika’da ortaya çıkan Ebola virüsü ile Çin’de ortaya çıkan SARS virüsü için de biyolojik bir savaş aracıdır, diyebilmiştir.

Sermayenin bir kötülüğü olduğundan daha kötü göstererek, kendi çıkarlarına payanda yapması elbette eleştirilmeli, teşhir edilmeliydi. Ama bu tam tersinden ortada duran mevcut kötülüğü küçümsemeyi ya da onun bir komplo olduğunu beraberinde getirmemeliydi. Toplumların zihnine korku tohumları ekilerek pandeminin uçlaştırılmasının teşhir edilmesi görevi, belli sol kesimlerce öyle bir noktaya taşındı ki şu söylenebildi: Covid-19 gerçek bir tehlike değildir, abartılmamalıdır. Geçmiş yüzyıllarda daha beter salgınlarla karşılaşmadı mı insanlık? Egemenler pandemiyi bir silah olarak kullanırken kimi sosyalistler de bu silahı etkisizleştirecek politikalar üretmek yerine ya pandemiyi adeta yok saydılar. Ya da emperyalizmin bir oyunudur, dediler! Aşıyı bulanların aynı zamanda ekosistemi çığırından çıkaran kapitalist tekeller oluşu, kimi sol kesimlerde, sonuçlardan hareket etme kolaycılığını geliştirmiştir. Tarih boyunca salgın hastalıklara karşı bulunan aşılar konusunda olumsuz hiçbir beyanda bulanmayanlar, ilk kez bu salgınla birlikte bulunan aşının güvenilmez olduğundan, genetiğimizi değiştirecek özellikler taşıdığından, yani aynı korona virüs gibi onun devamı olan bir biyolojik silah olduğundan dem vurur oldular. Sol’un belli kesimleri Pandemi sürecinde Demokritosçu değil, Aristocu olmuşlardı.

Tarihte makine kırıcılar vardı. Bunlara Luddistler deniliyordu. Patronlara olan öfkelerini dokuma tezgâhlarına, buhar makinalarına, fabrikalara zarar vererek, sabote ederek çıkarıyorlardı. Ama sonra anladılar ki makinaları kırmak, sabotajlarda bulunmak ne büyüyen sanayiyi ne de emeğin sömürüsünü durdurabiliyordu. Çözüm makinaları kırmak değil, fabrikaların idaresini ve sonra sahipliğini ele geçirmekti. Aşı karşıtlığı, aşının mülkiyetini elinde tutanları güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Aşıyla değil, aşı sahipliğiyle mücadele! 

MRNA aşısı gibi biyoteknolojideki gelişmeler, egemen sınıflar açısından modern Luddistlerin iddia ettiği gibi “gereksiz popülasyon”un ortadan kaldırılması ya da düşman devletleri istikrarsızlaştırmak, çökertmek için değil; bizzat bu alanda tekel oluşturmak, tekel karını artırmak, tekelci rekabette öne geçmek ve daha darlaşmış bir oligarşik sınıflaşmayı öncelemek için kullanılmaktadır. Bu durumu marjinal bir bilim kurgu ya da kıyamet senaryosu şeklinde ele alanlar, dijitale ve biyoteknolojiye yatırım yapan kimi tekellerin günümüzde bu teknolojiler üzerinden artan karları ile fosil yakıt sermayeli sanayilerin nasıl önüne geçtiklerini de ıskalamış oluyorlardı. Günümüzde solda iki sapma yaşanıyor: İlki, teknolojinin her şeye kadir mutlak bir ilerlemenin aracı olduğu, diğeri ise tüm kötülüklerin en saflaştırılmış hali olduğudur.

Asıl mücadele, aşının başta Afrika ülkeleri olmak üzere tüm yoksul ülkelere hızla dağıtılması olması gerekirken aşı karşıtlığı, emperyalizmin değirmenine su taşımaktır. Aşı karşıtlığını aşıyı üretenlerin sermaye içindeki tekel durumundan yola çıkarak ideolojik bir temele oturtmaya çalışanlar, aynı zamanda salgından mustarip olan kesimleri yanına çekmeye çalışan egemen sınıfın iktidarda olmayan fraksiyonlarıdır. Bu “fesat kuramcıları” olağanüstü durumlarda her daim hazır ve nazırdırlar. Kimi sol kesimler de komplovari iddialarıyla bu fraksiyonlarla aynı çizgiye düşmüşlerdir ne yazık ki!

Pandemi, emperyalist hiyerarşi içinde uzun süredir oynayan taşları büyük bir şok dalgasıyla sarmıştır. En basitinden ABD’nin Çin’i “stratejik rakip” değil de artık düşman kategorisine sokması, salgın sonrası Biden yönetimiyle daha belirginleşen bir durum değil midir? Evet, şunu hiç sakınmadan söylemekte fayda var: Pandeminin dünyaya ilk armağanı Taliban iktidarıdır! Afganistan şimdiki dünya düzenin çöküşünün cisimleşmiş halidir! Cihadist selefizmi, dünyanın dört bir yanında eylem yapan bir örgüt olmaktan çıkarıp onu kurumsal bir devlet ideolojisi haline getiren ve diplomatik olarak meşru bir devlet olarak ilk tanıyan ABD emperyalizmidir. Nasıl ki Siyonizmi tanıyan ilk devlet olmuşsa, Taliban şahsında Cihadist selefizmi tanıyan ilk devlet de yine o olmuştur. 11 Eylül sonrası yaratılan “düşman hukuku”nun bu denli pespaye bir şekilde tarumar oluşu üzerine ne kadar yazılsa azdır.

Cihatçı selefizm, pandeminin yarattığı küresel kaosun çocuğu olarak yeniden iktidara gelmiştir. Taşları yerinden oynayan emperyalist hiyerarşinin boşluklarını hızlıca doldurmuştur. Taliban, pek de kısa olmayacak bir süreliğine emperyalizmi onunla kendini bir arada yaşamaya mecbur bırakmıştır. Metropollerdeki modern sınıfların yeni cahiliye takımı ile -içinde ultra solculardan neo-faşistlere ve köktendincilere kadar olan bir yelpazedir bu- Taliban şahsında cisimleşen gericilik, aynı zaman diliminde siyasal olarak örtüşmekte ve birbirini tamamlamaktadır. Kaldı ki kimi sol kesimler, bunlar ulusal solcular, kimi eski Üçüncü Dünyacı Maoist gelenekten gelenler; Taliban iktidarını anti-işgalci, anti-emperyalist olarak selamladılar. Şeyh Şamil ile Ömer Muhtar ile benzer bir mücadeledir, dediler. Daha ileri giderek Lenin’in UKKTH kitabından alıntılarla desteklemeye çalıştılar. Anti-işgalci bakış, Taliban’ın emperyalizmle uzlaşarak çok önceden başlayan gizli pazarlıklarla iktidara geldiğini görmemek oluyor. Salt seküler bakış, ABD ve AB’nin Afganistan’da Taliban’ın başta kadınlara yönelik şeriat kanunlarına karşı çıkabileceğine safça inanmak oluyor. Bu anlamda ülkemizde kimi yasal sosyalist parti ve kimi sendikaların laikliği başa alan çağrılar yapması, sadece apolitikliğin bir göstergesidir. Avrupa demokrasisi, Afgan kadın ve çocukları yalnız bırakmamalıdır, demeye gelen açıklamalar; Selefi faşizmini, kimin iktidara taşıdığını bilmemezlikten gelmek olmuyor mu? AKP’nin her şeye rağmen Kabil havaalanını işletme ve Taliban’la diplomatik ilişki geliştirme ısrarına yüksek sesle karşı çıkan Sözcü ve Cumhuriyet gazetesinin Kemalist solcularına da bir çift sözümüz olacak. Aynı karşı çıkışı ve duyarlığı Suriye’de, Libya’da ve Azerbaycan’da IŞİD türevi selefi kiralık orduların desteğiyle savaş verilirken neden göstermediniz? Suriye’de, Libya’da ve Azerbaycan’da selefilerle kol kola yürünebilir ama Taliban ile diplomatik ilişki geliştirilemez öyle mi! Sahada birlikte olunan selefi türevi cihatçıların ağababaları ile ilişki geliştirilmesine neden şaşırıyorsunuz, neden karşı çıkıyorsunuz? Türkiye’nin ulusal ve liberal solları bu dünyadan kopmuş ve emperyalizme şaşı bakmaktadırlar.

Bir ara sosyal medyada sol cenah Diyanetin “üzerine vazife olmayan işlere el attığından” yakınıyordu. Ama bununla birlikte şu soruyu sormuyordu: Özellikle neden bu dönemde dinle ilgisi olmayan şeylerin de dinselleştirilmesine yönelik özel bir çaba var? Sorun yerel ve “milli” değildi aslında! Sadece Diyanet değil, tüm dünyada Hıristiyan ve Müslüman köktendinciler, Taliban ve diğer selefiler, neo-faşistler, pozitif bilime biat eden Aristocu aydınlar salgın nedeniyle eski yöntemlerle dünyayı açıklamanın yollarından yoksun bırakılan bir toplumsal gerçekliğin varlığını çok iyi tespit etmişler ve halkların bu zaafını çok iyi kullanmaktadırlar. Pandeminin dünya toplumlarında yarattığı korku ve kaygı iklimi ile gelecek endişesi, bu kesimlerin ekmeği olmuştur.

Demek ki şimdi gericilik her yerde! Taliban’ı öyle güncel en büyük gericilik olarak gösterip dünya başkentlerinde pandeminin yarattığı modern gericilikleri görmezden gelmeyelim. Herkes 2020 Mart ayından beri salgın sonrasını tartışıyordu. Kimin aklına gelirdi, pandeminin en akıldışı fikirlere bu denli ciddi bir vasat oluşturacağı ve farklı siyasi görüşlerin ortak paydası olabileceği?