Kısa bir Türkiye panoramasıyla başlayalım. Erdoğan, dediğim dedik çaldığım düdük hesabı; “kim aç, nankörlük etmeyin” diyor. NATO’ya Finlandiya ve İsveç’in kabulünü Kayseri pazarlığına çevirdi. İki ülkenin NATO’ya girmesini, Kürt meselesinde verecekleri tavizlere bağlıyor. Rusya’nın Ukrayna’da sıkışmış olması nedeniyle Suriye’de kendisine ses çıkaramayacağı düşüncesinin yanı sıra yine Ukrayna savaşı sonrası ABD ve AB nezdinde -sıfıra inmiş olan- kredisini yükseltmiş olmasına güvenerek mevcut konjonktürü fırsata çevirmek istiyor, Rojava’da yeni bir işgal hamlesine hazırlanıyor. Bu şekilde piyasada açlık ve yoksulluk üzerinden kaybolan “vatan” algısını, Rojava’da Kürtlere karşı yürüteceği yeni bir savaşla onarmaya ve gelişebilecek bir toplumsal başkaldırının önüne geçmeye çalışıyor. Güney Kürdistan’da savaş zaten devam ediyor. Ancak devlet hem istediği sonuçları alamıyor hem de Güney Kürdistan’daki savaş sıradanlaştı ve toplumda istediği karşılığı bulamıyor.
CHP cephesi ise toplumu seçimlere endekslemeye, “kontrolsüz çıkışları” engellemeye çalışıyor. Bu yolla başka olasılıkların önünü kesmek ve kitlelerin restorasyon kanalına akmasını istiyor. Aynı şeyi Kılıçdaroğlu’nun tek kişilik fatura ödememe eyleminde de gördük. Faturalarını ödemeyeceğini söylerken, bunun bir eyleme çağrı olmadığını ve simgesel bir anlam taşıdığını üstüne basa basa belirtti. Yani “sizin yerinize eylemi ben yaparım, siz çok eyleme bulaşmayın, seçimleri bekleyin” diyor. Kılıçdaroğlu, böylelikle bir yandan kitleleri kendi kurtarıcılığına yedeklerken bir yandan da pasifize ediyor. Yine SADAT meselesinde de kapı önü basın açıklaması ile birlikte benzer bir tutumda bulundu. Zaten başka bir tutum beklemiyoruz. O, almış olduğu emniyet sibobu görevini yerine getiriyor. “Hükümetler geçicidir, devletin bekası esastır.” Bilindiği gibi SADAT, bir savaş örgütüdür. 2012 yılında kuruldu, fakat ismini 15 Temmuz darbe grişimi sonrası daha sık duymaya başladık. Kılıçdaroğlu’nun ifşaatları aslında bir meydan okuma değil, bilinenin tekrar edilmesidir. Ancak neden şimdi gündeme getiriyor? Bunu, Erdoğan’ın “SADAT’la ve kurucuları ile uzaktan yakından alakam yoktur” demesinden anlıyoruz ki SADAT elde tutulamayacak rahatsız edici bir sıcaklığa ulaşmış. Kılıçdaroğlu da bu anlaşmazlıkları fırsat bilip seçim sürecinde SADAT’ın 15 Temmuz, 7 Haziran-1 Kasım süreçlerindeki gibi gayri nizami harp teknikleriyle sokağı karıştırmasını engellemek istiyor. Yani çıkabilecek bir iç savaşı engellemeye çalışıyor. “Seçimleri bekleyin, gidecekler” söylemi bundandır. Çünkü ne 15 Temmuz ne de 7 Haziran-1 Kasım seçimlerindeki gibi bir süreç var. Açlık, yoksulluk, yoksunluk bugün had safhadadır. Etki, tepkiyi doğurur ve olası tepkinin boyutları ön görülemez boyuttadır. Çakma Gandhi’nin çabası, bu tepkiyi öngörülebilir düzeyde tutmaktır.
Emekçi sınıfların durumu
Bugün iktidarın yaşanmakta olan krizin yükünü emekçi sınıflara yıkmasıyla birlikte icralık olan devasa bir borçlular kitlesi oluştu. 2022 yılı verilerine göre Türkiye genelinde icra dairelerinde devam eden icralık dosya sayısı 23.5 milyonu buldu. Türkiye’nin 3 büyükşehrinde ise şöyle: İstanbul’da 8.2 milyon, Ankara’da 2 Milyon, İzmir’de ise 1.6 milyon. Dikkat etmek gerekir ki bu Türkiye’deki borçluların sayısı değil, borcunu ödeyemeyen ve bu yüzden icralık olanların sayısıdır. Bu sayıları birey birey değil de hane halkı üzerinden hesap edersek özellikle büyükşehirlerde nüfusun büyük bir çoğunluğu, borcunu ödeyemiyor duruma gelmiş. Özellikle son bir yılda icralık dosyalar % 30 oranında artmış. Borcun büyük bir çoğunluğu tahmin edileceği üzere bankalara. Ancak şöyle bir denklem de karşımıza çıkıyor: Faturalar, yiyecek, giyecek alış-verişi vs. kredi kartından ödeniyor. Ya da fahiş konut kiralarına ayrılan pay nedeniyle, insanlar bu kalemlere nakit ödeme yapamıyor ve haliyle borç batağına saplanıyorlar.
Zaten kıt kanaat geçinen halk, enflasyonun % 160’a yükselmesi ile birlikte temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla kredi kartına ve krediye başvurdu. Kirasını, faturasını, gıdasını… kredi kartları üzerinden bir şekilde şimdiye kadar döndürdü. İcralık olmamak için bir bankadan çekip diğerine yatırdı vs. Ama bu icralık dosya sayısı gösteriyor ki artık borçlanarak geçinme yolunun sonuna gelinmiş durumda. Ve piyasada işçilerin ücreti her geçen gün enflasyon karşısında erimeye devam ediyor. Bu durum ne devlet ne de işçiler için sürdürülebilir bir durumdur. Hacizlerin her geçen gün artacağı şimdiden gözlenebiliyor.
Şimdiye kadar borç üzerinden emekçiler, bir şekilde yaşamlarını idame ettirebiliyordu ancak bu döngünün sonuna gelindiğini görüyoruz. Bu demek oluyor ki devletin haciz memurları ve polisi, özellikle yoksul mahallelerin kapısını daha çok çalacak. İşte tam da burada Karl Marx’a kulak vermemiz gerekiyor: “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir: tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Bu söz, bizim de kulağımıza küpe etmemiz gereken bir söz. Soldaki genel algı, insanlara özsel olarak komünal bir atıf yapar. Ancak sorgulama ile beraber bu özcü anlayışın çelişkileri ortaya çıkar: “Neden bunca zulme ve sömürüye isyan etmiyorlar?” İşte Marx’ın belirttiği de budur. İnsanların varlığını bilinçleri belirlemez, yaşadığı koşullar bilincini belirler. Bugünlerde bir bütün olarak toplum, devletin polisi ve memuruyla daha fazla karşılaşacak. Bunun anlamı “bizim polisimiz, bizim devletimiz” algısının yerine “burjuvazinin ve bankalarının alacaklarını zorla tahsil eden polis, devlet” algısı alacak. Kutsal olan devlet, asker, polis algısı buharlaşacak.
Öte yandan konut, araç kredileri ve bir bütün olarak borçlar, genellikle işçilerin elini ayağını da bağlıyor. Yani bir bakıma krediler, işçilerin kölelik zincirini iki kat daha ağırlaştırmış durumda. Grev örgütlenir ama işçi, ücretinden, çalışma koşullarından memnun olmasa da ev, araba taksitleri, kredi kartı borcunun taksitleri -haciz gerçekliği- nedeniyle greve gitme “riski”ni göze alamaz. Böylece borçlar, tam anlamıyla boğaza takılan bir tasmaya dönüşmüştür. Artık işçilerin, emekçilerin zincirlerinden biri de borçları olmuştur.
Evet kredi kartı borcu ve taksitleri boynumuza takılmış tasmadır. O tasma ki, Koçların, Sabancıların, 5’li çetenin bekası için bize dayatılan en rezil çalışma ve yaşam koşullarına boyun eğeriz. Borçlar adeta ölümüne bir itaati örgütler. Çünkü hep sınırda yaşamaktasındır. Ama icraya düşünce, hayatı riske etmeme kaygısı risk olmaktan çıkmış, yaşamın realitesi olmur. İşte o zaman artık kaybedecek bir şey de kalmamıştır. Rehin bırakılan hayatı kazanmak için mücadele etmekten başka çare yoktur. Ötesi yoktur; ya açlık ve sefaletin en dibine yuvarlanılacak ya da geleceksizlik girdabından kurtulmak adına intihar tercih edilecektir. Tam da bu zamanda, borca batan ve uçurumun kıyısında yaşayanlara, “çıkışsız değiliz” veya “çöküşten önce son çıkış”, dedirtecek bir mücadele hattı örmeliyiz.
İcraya düşen emekçilerin kapısına icra memurları polisle birlikte dayanacak, insanların son hayati ihtiyaçlarını da elinden zorla el koyma yoluyla almaya çalışacak. İşte bu meseleyi örgütlü bir karşı koyuşa çevirmemiz gerekiyor. Örgütlülüğün, devrimciliğin esprisini şimdi ortaya çıkarmazsak ne zaman çıkaracağız? Zira geleceğe yapılan doktriner atıflar “karın doyurmuyor”. Bu anlamda kurulu düzeni alt üst eden gerçek hareketi yaratacak mantığı oluşturmalıyız. İşte komünizm ile var olan gerçek hareketi ancak bu şekilde yakınlaştırırız. Daha önce “ödemiyoruz” ile ilgili yazdığımız yazılarda da benzer bir mantığı ortaya koymaya çalıştık[1]. Ve bu şartlar da hala geçerlidir. “Ödemiyoruz” veya icralık olup neyimiz var neyimiz yok her şeyin gasbı anlamına gelen zorla el koymaya karşı direniş meseleleri birbirini kesen, benzer kaynaklardan etkilenen ve hatta birlikte örülebilecek süreçlerdir. Birkaç mahallede bu şekilde başlayacak süreç, tüm Türkiye’ye sıçrar ve devrimci hareketi sıçratır niteliğe gelir. Böyle bir süreç, kitleyi, örgütü bir üst seviyeye taşıyacağı gibi görüşlerimiz ile gerçek hareket arasındaki mesafeyi de yakınlaştırır. Yani sosyalizm bir slogan, gelecek ütopyası veya geçmişte farklı ülkelerde yaşanan deneyim olmaktan çıkıp, gerçek hareketin kendisiyle buluşur, verilen mücadele sosyalizm mücadelesine dönüşür.
Bu noktada kitlelerin ihtiyaçları meselesine ve bileşke kuvveti nasıl oluşturacağımıza eğilmemiz gerekiyor. Kendi ideallerimizle, emekçi sınıfların çıkarlarını nasıl kesiştirebiliriz? “Sosyalizmde şöyle olacak, kendi kendinizi yöneteceksiniz, herkese emeğine göre, herkesten emeği kadar” mı diyeceğiz? Bunlar elbette önemli, fakat bu ezber, toplumun şu anki sorunlarına değer mi? Tabii ki hayır. O yüzden ihtiyaçlar/çıkarlar meselesini sosyalizmle kesiştirme yönlü çabalara girmeliyiz. Bu çıkarlar, bir bireyin değil, emekçi sınıfların genel çıkarlarıdır.
Öte yandan yeni durumun içerisinde düşünüp mücadele dinamiklerini okuyamayan ve yeniyi kavrayan örgütlenme araçları oluşturamayan devrimci hareket için çanlar çalıyor. Mevcut koşullarla tezat oluşturacak şekilde eskinin teori-siyaset-örgütlenme dizgesi içerisinde hareket ettiği için daralan mücadele kanalları ile birlikte devrimcilik, alt bir kültür olarak kendini var ediyor. Bulunduğu alanı devrimci fikirlerle ve pratikle buluşturmak yerine, bugün sosyalist olmak; kendi kafasındaki dünyayla ve ideolojik formla kendine sosyalist bir hal almış. Yani topluma sosyalizm yok. Bunu mekan ve sosyalite olarak incelediğimizde de benzer sonuçlara varabiliriz. Devrimcilerin mekanı, sosyalliği farklılaşmıştır, örgütsüz insanlarla çok nadiren sosyallik geliştirilir veya devrimcilerin olmadığı mahallelere, mekanlara nadiren gidilir. Elbette bu asosyal veya kendi içinde sosyal tarz, alt kültür olarak sosyalistlik zaman içinde gelişmiştir. Belki de şöyle açıklayabiliriz. Devletin veya örgütlenmenin zorlukları kolaycılığa kaçılarak aşılmaya çalışıldı. Bu kolaycılık derinlikli yapılan çalışmaları ve kurulan ilişkileri yüzeyselliğe indirgedi. Ve zamanla o yüzeysellik dahi yitirildi. Böylelikle bugün hem sınıf mücadelesi hem de öncülük iddiası fakirleşmiştir. Bu anlamda mücadeleyi zenginleştirmenin yolu sosyalizmi, emekçi sınıfların mücadeleleriyle bütünleştirmekten geçiyor. Sosyalistler, çözüm sunmadığı, “ihtiyaç” oluşturmadığı koşullarda; kimse kapitalizm kötü diye sosyalist mücadeleye katılmaz. Kodlarımıza geri dönüş yapabilmek için emekçi sınıfların kapısı icra memurları ve polis tarafından kırıldığında yanında olmak için şimdiden o kapıları çalmamız, örgütlü bir direnişi örmemiz gerekiyor. Eskilerin deyimiyle “sosyalistler bu ülkenin onurlu, güvenilir insanlarıdır”. Bugün de şüphesiz öyledir. Fakat bugün bu özellikleri daha bir can hıraş göstermemiz, mücadelenin onurunu, mücadeleye ihtiyacı olanlarla paylaşmamız gerekli. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle belirtir: “Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerle bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi.” Bu anlamda her yerde ve her zaman yuvalanan, yerleşen, bağlantılar kuran kapitalizme karşı asosyallikle malul ve zaman zaman pratikte bulunan bir tarzla savaşamayacağımız açıktır. Bunu karar altına alalım, alanlara gidelim demiyoruz, devrimci yaşam ilkesi gereği doğalında böyle olmalıdır.
Ekmek davasından sosyalizme bir yol gider
Kendimizi ve kitleleri sıçratacak bir bütünlük oluşturmalıyız. Farz-ı misal ilk adım bazen “ekmek davası” olabilir fakat bunun da sınırlarını görmek ve o sınırları zorlamak sosyalistlere düşer. Kapitalizmin kendisini onarmasını bekleyen hamleler reformizmin, sivil toplumculuğun ötesine geçmez. Düzeltilmiş kapitalizm hayalleri satmayacak, yeni Keynesyencilikten öteye -ki bugün sistemin bu biçimde bir esneme koşulu da yoktur, olsa bile müebbet ücretli köleliğe mahkum bir hayatı reddediyoruz- geçmeyecek bir yolu izlemeyeceğiz. Bu anlamda “ödemiyoruz” ve icraya karşı direniş komiteleri oluşturmak bu sınırları altüst eden ilk adımlar olabilir. Başka bir deyişle “ekmek davasına”, “geçim derdine” sahip çıkalım fakat derdimiz kapitalizmi yıkmak ise bu taleplerde kesişen yolları bileşke kuvveti yaratarak; daha ileri taleplere sıçratmamız ve krizi derinleştiren hamlelere odaklanmamız gerekir.
Diğer yandan özneden kopuk bir şekilde eylemler yapılıyor. “Zamlar geri alınsın, ücretlere enflasyon oranında artış” talepleri dile getiriliyor. Bu sözü belli meydanlarda söyleyince kitlelerin bilinçleneceğini mi düşünüyoruz? Hakikatten bu kadar basit bir mesele mi bilinç taşımak? Kim niye gelsin, pratik olarak ne vaad ediyoruz? Bu basın açıklamasından müstakbel öznenin çıkarı ne? Veya öznenin harekete geçmesi gibi bir derdimiz yok mu? Ayrıca bu sloganlarda genellikle mağdur edebiyatı söz konusudur. Bu bakış açısına göre toplum mağdur edilmiştir. O yüzden bu sistem içerisinde zamlar geri alınmalı, ücretler arttırılmalı, mağduriyet giderilmelidir. Meşruluk, mağduriyetten devşirilmeye çalışılır. Burada seslenilen kitleyi özne olarak görmekten çok sinik bir yakıştırma vardır. Marx’a tekrar kulak vermekte fayda var. Proletarya en çok sömürülen, en çok ezilen olduğu için değil, kendisiyle birlikte sınıfları ortadan kaldırmaya muktedir tek sınıf olduğu için devrimci potansiyel taşır. Ancak bu potansiyelin varlığı kendiliğinden devrimci bir sınıfın var olacağı anlamına gelmez, mücadelenin içinde bu duruma gelir. Bunun için komünist örgüt katalizör rolünü oynamalı, çelişkileri inceldiği yerden koparıp çatışmaya çevirmelidir. Ayrıca tarihten de biliriz ki muktedir olan sınıflar mağdur edebiyatıyla değil, özne rolleriyle, faillikleriyle başarılı olmuştur.
Bu anlamda failliği/özneliği açığa çıkartmak için suça ortak edeceğimiz zeminleri yaratmalıyız. İşte ödemiyoruz ve zorla el koymaya karşı direnişi mahallelerde, o sorunun gerçek muhataplarıyla birlikte eylemlilik zemini, suça ortak edecektir. Eyleme iştirak edene, eylemin içinde bilinç taşıyacak bir tarzdır bu. İnsanların son yaşamsal araçlarına el konulduğunda o insanlar ister istemez direnecek. Bunu daha örgütlü bir mücadeleye döndürmektir meramımız. “Demek ki benim yanımda olan sosyalistlerdir, devrimcilerdir. Benim çıkarım sosyalizmdedir” cümlesini kurdurtursak gerçek anlamda bilinç taşımış oluruz. Böylece açlıkla, yoksullukla, özgürlük yoksunluğuyla, polisin jopuyla, gazıyla, mermisiyle buharlaşan sistem değerleri yerine gerçek hareketi var eden değerler gelir. Müstakbel öznenin yakıcı sorunlarına an’da çözüm gücü üretilir. Çözüm gücünü özneden kopuk bir şekilde meydanlarda değil, sorunu yaşayan insanlarla buluşturur, böylece kopuk olan yanı onarır, öznenin gerçek sesini meydanlara taşırız.
Bir önceki yazımızda farklı bir zamansallık yaratmanın öneminden bahsetmiştik[2]. Şartlar bazen fiziki bazen de fiziki olmayan şekilde ölümü dayatıyor. Ölüme bu denli yaklaşmak bir noktadan sonra işi, gelecek kaygısını, yaşamı belirleyen yasaları unutturur. İşte bu noktada yaşam gayesi olarak mücadele açığa çıkmalıdır. Yani özne ve öncünün yolları kesişmelidir. Bu bir olasılıktır. Ama olasılık deyip karşılaşmayı bekleyemeyiz. O olasılığın mümkünlüğünü arttırmak için çabalamalı, sokak, fabrika, mahalle, okul nerede yaşam ile ölüm arasında bir gerilim varsa onu bulmalı ve mücadeleye katmalıyız. Eğer farklı bir zamansallığı yaratırsak, özne daha çabuk ve elinden ne geliyorsa katarak harekete geçer. Farz-ı misal kişi mücadeleye başladığı andan itibaren borçlarını, sisteme karşı olan yükümlülüklerini geride bırakır. O borçları, yükümlülükleri üzerinden atmanın verdiği hafiflikle kavgaya atılır ve bu hafifliğin rahatlığıyla, yeni bir yaşam kurabilme olasılığının verdiği ümitle savaşır. Bu, kölenin sahibinden kaçışının; yaz tatiline giren öğrencinin üzerinden attığı ödevlerden, sınavlardan, sabah erken kalkmadan kurtulmanın; devrimci savaşa katılan birinin sistemdeki sorumluluklarını geride bırakmanın verdiği hafifliğe benzer. Ama önce “öncü” iddiasında olanlar bu netliği yakalamalı. Yani ileriye bakınca cidden kafamızda bir şey canlanıyor mu? Nereye ve nasıl gidilecek? Yoksa sadece insan kalabilmenin gerekliliği olarak mı devrimcilik yapıyoruz? Bu da önemli ancak verilen mücadelenin de bir karşılığı olmalı. Gücümüzden bağımsız olarak hedefimiz ne? Bu stratejinin altını nasıl dolduruyoruz? Niyetten bağımsız, gerçekten kapitalizmsiz bir dünya için mi mücadele ediyoruz? Bu sağlamaları yapabiliyor muyuz? O zaman dillerden düşmeyen uzlaşmaz çelişkinin esprisi neydi? Peki neden hala kapitalizm sınırları içinde mücadele ediliyor? Uzlaşmaz çelişkilerden doğan gerilimler bu kadar artmışken herhalde bu çelişkileri geçici süreliğine uzlaştırmak daha fazla çaba gerektirir. Kapitalizm her gün kendi suçlarını, pisliklerini ortaya saçarken, dünyanın kan emici kapitalizmden kurtulması aciliyetinden değilse nereden başlamalı?
[1]https://komundergi8.com/bir-akim-yaratalim-odemiyoruz-mahir-yilmaz/
[2]https://komundergi8.com/hayati-devrimcilestirmek-mahir-yilmaz/