Ulaşıma zam, elektriğe zam, suya zam, doğal gaza zam, ekmeğe zam, yağa zam, akaryakıta zam, kiraya zam, zam da zam…
Asgari ücretteki artış, yapılan zamların yanından bile geçmiyor. Zammın histerik bir duygu gibi sürekli arttığı bugünlerde, ücretlerde yapılan artışların eriyeceği ve ne kadar göstermelik olduğu her geçen gün daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Dolar hızlı yükselişi ile birlikte 2021’in Aralık ayında 18 lirayı gördü. Daha sonrasında Erdoğan’ın, kur korumalı mevduat hesabı açıklaması ile birlikte 12 liraya kadar geriledi. Her ne kadar Malatya’da bir grup esnaf kutlama düzenlese de büyük sermaye grupları asıl kutlamaları yapıyordu. Çünkü doları ucuzdan alan ve en yüksek seviyedeyken doları bozduran onlardı. Peki aradaki fark Malatyalı esnafın, işçinin cebinden çıkmamış mıydı?
Nedir bu kur korumalı mevduat hesabı? Gelin ufak bir örnek ile birlikte inceleyelim. Bir yıllık vadeli, %15 faiz getiren mevduat hesabında 10 bin lira olsun. Bu hesaba göre bir yıl sonunda 1500 lira faizle birlikte hesapta 11500 lira olması gerekir. Dolar ise aynı bir yıllık süreçte %25 artsın. Bu hesaba göre 10 bin lira, döviz endeksli mevduat hesabına değil de dövize yatırılsaydı 2500 lira gelir getirecekti. İşte Erdoğan aradaki farkı -bizim hesabımıza göre bin lirayı- hazineden ödemeyi garanti ederek, piyasada Türk lirasına olan güveni yükseltmeye çalıştı. Hazine ise halktan toplanan vergilerle doldurulan bir kurumdur. Aslında Erdoğan bu adımları atarak sermayeye, “Daha buradan yiyecek çok ekmeğimiz var. Nereye gidiyorsunuz?” diyor. Sermayeye güven vermek, ekonomik ve siyasi krizini ötelemek adına halkın sırtındaki yükü daha da ağırlaştırıyor.
Ekonomik kriz aynı zamanda bir yönetme/yönetememe krizine dönüşmüş durumda. Faşist şef Erdoğan bu krizi nas’la, “Faiz neden, enflasyon sonuçtur” çıkarımlarıyla sözcüsü olduğu sermaye gruplarının çıkarlarını korumaya, kasasını doldurmaya, krizin faturasını halkların sırtına yüklemeye çalışadursun, biz devrimciler, sokakta, gerçekçi ve imkansızı isteyen bir politikayı nasıl öreriz onu düşünelim.
Aslında son birkaç aylık sürece baktığımızda bile AKP’nin ekonomik krizin faturasını nasıl da halkın sırtına yıktığını görebiliriz. Geçilmeyen yolların, köprülerin döviz olarak taahhüt edilen parası, halk tarafından kullanılmayan hava limanlarının taahhüt edilen yolcu sayıları, harcanamayan su, doğal gaz, elektriğin yine de el yakan faturaları, kredi kartı borçları, olmayan mevduatlar ve taahhüt edilen hazine fonları… Hepsinin hesabı halka kesiliyor. Ayrıca ekonomik krizin devam etmesi, işçilerin ve işsizlerin alım gücünü düşürmeye devam ediyor. Dolayısıyla toplum barınma, gıda, sağlık, ulaşım gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma geldi. Durum çok açık. Yıllardır dilimize pelesenk ettiğimiz kapitalizm ve neo-liberal politikalar, bugünkü kriz koşullarında kendi propagandasını en açık bir biçimde yapıyor. Halkın etinde kemiğinde hissettiği bu politikaları, biz daha iyi propaganda edebilir miyiz halka? Demek ki sorun anlatım veya anlamama meselesi değil. Başka yerlere odaklanmak gerekiyor.
Odak kelimesi bu noktada anahtar kelime olarak duruyor. Çünkü Erdoğan bazen birbiriyle çelişen politikaları ortaya atarak şok doktrini ile toplumun ve muhalefetin odağını dağıtarak, onu yönetebileceği mecralarda tutmaya çalışıyor. Bir bakıma toplumsal bilinci parçalıyor diyebiliriz. Örneğin siyasal ve ekonomik krizi kurdaki artışa, dış güçlere bağlıyor. Ancak kendi de kurdaki artışı tetikleyecek hamleler yapmaktan çekinmiyor. Sonrasında ise TL’nin üzerinde kendi oluşturduğu köpüğü kendi temizliyor. Böylelikle kendini bir kurtarıcı el gibi göstermeye çalışıyor. Ancak yine kendiyle çelişen bir politika gibi gözüken elektriğe, doğalgaza fahiş fiyat zamlarını basabiliyor.
Keza sokağa dönük son dönemdeki açıklamaları da benzer anlamlar içeriyor. Sokağa çıkmak isteyenlere, 15 Temmuz’u hatırlatıyor. Düzen içi muhalefet ise ‘provokasyona gelmeyelim, sokağa çıkmayalım açıklamaları’ yapıyor. İşte Erdoğan da bir yangını başka bir yangınla kontrol altında tutma yöntemini kullanıyor. Böylelikle bir yangın çıktığında rüzgarın yönünü hesaplayarak başka bir yangın çıkartıyor ve yangını kontrol altında tutuyor.[1] Belli bir odaklanmamız olmadığı için Erdoğan’ın yarattığı gündemlerin peşine takılıyoruz, gündeme yetişmeye çalışıyoruz ancak toplamda günü kurtarmaya dahi yetmeyecek pratikler örüyoruz.
Dolayısıyla Erdoğan’ın “şok doktrini” ile yönetebilir kıldığı emekçi halkların ve ezilenlerin hepsini kesen bir paydaya odaklamamız gerekiyor. Yani Erdoğan’ın kurduğu oyunu bozacak bir oyun kurmalıyız kendimize ki Erdoğan, ha dediğinde gündemimiz değişmesin, kendi odağımızda yolumuza devam edelim. Özcesi sürüklenmeyelim, sürükleyici olalım.
Genellikle insanları yaşamda motive eden şey, gelecek planlarıdır. Emekli olmak için çalışılır, iyi bir meslek sahibi olmak için çalışılır, evlatlarına iyi bir gelecek hazırlamak için çalışılır… Bu listeyi uzatabiliriz. Fakat artık gelecek planları bu sistem içinde tutmuyor. Bizim olduğu kadar, emekçi halkların da katı olan her şeyi buharlaşıyor. Dolayısıyla şimdi, buharlaşan algıların ve değerlerin yerine devrimi koymanın, sosyalizm ile kendiliğinden hareketleri yakınlaştırmanın, sosyalizm şiarını ete kemiğe büründürmenin tam zamanıdır. Bunun için, içine kapanık, kendine devrimci halden çıkıp, şiarımızı dinamiğin içinde sınayan ve ona göre şekillendiren bir hareketliliğe geçmeliyiz. Çünkü devrimcinin işi devrim yapmaktır. Ancak tek tek örgütlerin bu süreci öremeyeceği aşikar. Bu cinnet borsasını dağıtmak için, halka sokakta politika yaptıracak dokunuşlar yapmalıyız.
Cereyan, anlık bir olaydır. Cereyan etti, denir. Akım ise süreklilik arz eder. Bir dönemi temsil eder. Toplumun bir geleceğe inanması için bir akıma ihtiyaç vardır tabiri caizse. Bu ise anlık sokağa çıkan ve anlık cereyanlarla sonuç bekleyen bir anlayışla olmaz. Bir akım yaratmak olarak tarif edebiliriz bu durumu. Akımı en ince ayrıntısına kadar düşünerek örmek gerekir. Bugün Türkiye’nin dört bir yanında, farklı taleplerle insanlar sokağa çıkıyor, cereyan ediyorlar. Türkiye Devrimci Hareketi’nin görevi, ayrım yapmaksızın, hem devrimci hareketi hem de sokağın gücünü birleştirecek hamleler yapmaktır.
Son zamanlarda, çeşitli site ve yayın organlarında[2], sokağın gücü ile sosyalizm şiarını nasıl birleştiririz ve nasıl yol alırız üzerine birçok tartışma yürütüldü. Birlik meselesi stratejik bir tartışmadır. Bu kadar stratejik vurgusu yapılmasına rağmen, birlik ve ittifak politikaları hep gelip geçici olmuş, küçük hesaplara kurban gitmiş, nihayete erdirilememiştir. Bugün, birlik ve sokakta politika tartışmasını bu kadar yakıcılaştıran şey ise devrimci hareketlerin bölünmüşlüğü ve devrimci hareketin pratik fakirliğidir. Nesnel ve öznel durumlardan da kaynaklansa birliği, yetersizliklerimizi tartışmak olumlu bir noktada duruyor. Stratejiyi, sokakta karşılığı olacak taktik hamlelerle beslemeliyiz ki strateji anlam bulsun. Diğer türlü tartışmalar, sadece güzel bir fikir olarak kalır. Taktik bu anlamıyla pratiğimizdir. Nasıl bir pratik hem sokağı ve devrimci güçleri birleştirir?
Aslında kendi pratiklerimizi iyi değerlendiremediğimiz için bugün yine aynı şeyleri tartışmaya, sokakta cereyan eden olaylara şaşkınlıkla bakmaya devam ediyoruz. Akım meselesine geri dönersek, kısa da olsa Gezi Ayaklanması bir akım yarattı. Fakat Gezi’de sergilediğimiz pratiğin eksik ve yanlışlarını doğru değerlendiremediğimiz için, hafızasını kaybetmiş topluluklar olarak tartışmaya devam ediyoruz. Elbette mücadele deneyimlerimizi tartışmak için geç kalmış değiliz. Öte yandan tartışmaya devam ederken, pratik olarak da yol almaya ihtiyacımız var. Tartışmaları, yayın organları ve kapalı kapılar arkasında yaparsak yola revan olamayız. Yol almak için birlikte yürünecek zeminlere ihtiyaç var.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında, birbirinden bağımsız bir şekilde hakkını arayan işçiler, emekçiler sokağa çıkıyor. Barınamıyoruz, yurtsuzlar, geçinemiyoruz gibi birçok hareket ve meclisler kuruldu ve bunlar sokağa müdahale etmeye çalışıyorlar. Ayrıca geçim ve yoksulluk derdi dışında Kürtler, kadın, LGBTİ+’lar sokağı domine etmeye devam ediyor. Daha geniş bir çatıda nasıl birleşebiliriz ve sokak politikasını daha etkili hale getirebiliriz?
Hem devrimcilerin birliğini hem de sokağın gücünü olabildiğince buluşturabilecek ve belli bir programda birleştirecek bir süreç oluşturmalıyız. Her şeyde anlaşmamıza gerek yok. Anti-faşist ilkeler temelinde anlaştığımız noktada, birlikte mücadeleyi savunan her grupla yan yana gelmeli ve süreci bir an önce başlatmalıyız. Özcesi minimum da olsa bir paydada buluşup, tartışmaya ve ortaklıkları, planları yolda bulmaya devam etmeliyiz.
Yazının başında ekonominin güncel durumu hakkında kısa kısa noktalardan bahsetmiştik. Şimdi taktik hamleye gelecek olursak, derinlemesine örülecek bir süreçle birlikte “Ödemiyoruz Hareketi” gibi tüm emekçileri ve ezilenleri kesen bir çatı etrafında neden birleşmeyelim? Harekete geçen/geçmek isteyen dinamikler ve devrimcilerin bir arada güçlü duruşu, pekala böyle her kesimi kesen bir çatı altında toplanabilir. Bir yandan birlikte mücadele dinamiği içinde iç içe geçen, kaynaşan, yol yürüdükçe yeni hedefler koyan devrimci örgütler, öte yandan ise birlikte mücadelenin verdiği öz güven ve artan imkanlar dahilinde sokağın gücünü örgütleme.
Daha da somutlayacak olursak elimizdeki kartları az çok, küçük büyük demeden ne varsa ortaya dökmeliyiz. Birliğin verdiği güçle mahalle, fabrika, okul neresi olursa oranın ilk elden öncüleşenlerine, derneklerine somut bir hareket planı ile gitmeliyiz. Devletin yönetememe krizini derinleştiren ve eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitlelerin önüne somut, ayakları yere basan bir hareket planı olmalı bu. Kurumlarda değil, amaç temelinde birleşmeliyiz. Kurumları fetişleştiren, tersten yönsüzlüğü fetişleştiren oluşumlara inat, amaç odaklı birliği sağlamalıyız. Çünkü “İnsanlığın krizi devrimci liderliğin krizidir.”[3] O yüzden birleşik mücadele hattını oluşturacak hamlelere odaklanmak zorundayız.
Ödemiyoruz! Tek kelime, beş hece. İlk bakışta çok pasif bir eylemlilik biçimi olarak gözüküyor. İnsanların bu eyleme katılması için sadece herhangi bir faturasını, kredi kartı borcunu, kirasını vs. ödememesi yeterli. Zaten insanlar faturalarını, borçlarını ödemekte zorlanıyor veya ödeyemiyor. Bu durumu bir eylem biçimine çevirmemiz gerekiyor. Söz gelimi bilinci öde-ye-miyoruz halinden, ödemiyoruz haline sıçratmalıyız. Bu eylem biçimi aslında sermayenin veresiye defterini yakmak, halkın borcunu sıfırlamak anlamına geliyor. Bunun sonrası da var elbette. Devlet böyle bir şeye göz açtırmamaya çalışacaktır. Ancak böyle bir akım yarattığımızı düşünelim bir an için ve eğer etkili olabilirsek akıma katılan diğer yoksul kesimleri ve ülke sathına yayılan eylemleri… Gerçek anlamıyla canından başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar ve birliğin getirdiği öncü kuvvet, devletin saldırısını pekala göğüsleyebilir.
Ödemiyoruz! Tüm emekçileri ve ezilenleri kesecek bir payda. Neden bir sürü şeyi tartışıp daha da karmaşıklaştırıyoruz? Bu payda bizi, yani birleşik mücadele hattını niye kesmesin? Yol açmak, politikayı sokağa indirmek değil mi görevimiz?
Gezi’nin ilk günlerini düşünelim. Mart ayından itibaren kabaran bir hareketlilik söz konusuydu. Devrimci hareketin gücü de şimdiye nazaran daha etkiliydi. Ancak eylemler çatışmaya döndüğü andan itibaren birkaç saat sürüyor, belli bir eşik aşılamıyordu. Bu durumun, sokaktaki gücümüz ve o zamanın gündemiyle alakası vardı elbette. Ancak damarımıza basan iktidara karşı örgütlü devrimci güçler ve kitleler sokağı zorluyor, gün be gün çıtayı yükseltiyordu. İşte böyle bir momentte, 31 Mayıs ve 1 Haziran günlerindeki sokaktaki güçlü duruş bir akıma dönüverdi. Bir eşik aşıldı.
Günümüzde de iktidar, sermayeyi ve iktidarını koruma pahasına, toplumun sinir uçlarında dolaşmaya ve damarımıza basmaya devam ediyor. Gezi, kendiliğinden bir ayaklanma olsa da devrimcilerin alanlardaki güçlü duruşu, ısrarı, Gezi eylemlerini Türkiye’nin dört bir yanına sıçrattı, bir akıma dönüştürdü ve potansiyeli harekete geçirdi. Bugün kendiliğinden hareketin büyümesi, ihtimal dahilindedir. Bu haliyle, devlet ne kadar krize girerse girsin, sokağın gücü onun krizini derinleştirmedikçe yönetmeye devam edecektir. Ender Öndeş’in, Yeni Yaşam’da yaptığı tartışma bu anlamda dikkat çekicidir: “…krizle devrimci irade arasındaki ilişki, “bekleyip punduna getirme” ilişkisi de değildir. Devrimci irade, bekleme odasında oturup, krizin derinleşme noktasında “öne atılan” bir fırsatçılar grubu değil, tersine, krizin içsel bir parçası olarak onu derinleştiren ve olgunlaştıran bir şeydir. Daha da ileri gidelim; devrimci irade ve kitlelerin eylemi yoksa eğer, hiçbir kriz, tam bir ‘yönetememe’ halini de ortaya çıkaramaz. Ezilenlerin durumu değiştirecek mecali yoksa ülke bal gibi de yönetilir, berbat yönetilir ama yönetilir.”[4] Olabildiğince geniş birleşik mücadele zemini oluşturarak, tüm emekçi ve ezilen halkları, “ötekileri” kesen Ödemiyoruz Hareketi gibi bir paydada neden buluşmayalım? Ya da nasıl buluşuruz? Asıl odaklanmamız gereken sorular bunlardır.
Ödemiyoruz Hareketi’nin, harekete geçen veya geçmek isteyen tüm kitleler için bir payda olduğunu belirmiştik. Ancak bu, sadece ekonomik bir mücadele verelim ve kimlikleri ve diğer sorunları yüzünden sistemle karşıtlaşanların sorunlarını öteleyelim anlamına gelmez. Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler, LGBTİ+’lar, ekolojistler… Hepsinin kendine özgü mücadele sebepleri var. Gezi Ayaklanması’na bir daha bakarsak belki anlatmak istediğim daha anlaşılır olacaktır. Gezi de 3-5 ağaç meselesinden çıktı, sistemle sorunu olan birçok kesimi kapsadı. Alanda her eğilim, hem kesişim noktalarında, hem de kendi rengi temelinde hareket etti. Öte yandan Atsızcılar, İşçi Partisi gibi faşist eğilimlere devrimciler müdahale etti.
Günümüze ders çıkarmak için Gezi’ye tekrar bakarsak; kendiliğinden hareket ile örgütlü güçlerin birbiriyle tam olarak iç içe geçmesi birlikte hareket etmesi söz konusu değildi. Daha çok ayrı ayrı oluşturulan koordinasyonlar, forumlar ve birbirini kesen noktalar vardı. Bu haliyle tam bir plan ve ve program dahilinde, Gezi’nin kolektif gücü açığa çıkamadı. Şimdi yapacağımız planda, buna talip olmalıyız. Farz-ı misal, işçilerin, işsizlerin ve proleterleşen yazılımcıların birlikte ürettiği bir mücadeleyi hayal edelim. Dijitalleşen dünyada böyle bir mücadele hattını yakalamak için öncelikle hayal gücümüzü oluşturacağımız birleşik mücadele hattının iktidarına taşımalı, doğru pratikleri bütüne yaymalıyız. Bu sadece bir örnektir, öncülüğün meselesi bu bileşimleri yakalayıp pratiğe dökmektir.
Seçimlere de odaklanmamalıyız. Şöyle düşünelim: Seçimleri yine Erdoğan kazanırsa kaldığımız yerden mücadeleye devam ederiz. Eğer millet ittifakı kazanırsa toplum Cumhur ittifakından istediklerini ya da Millet ittifakının vaatlerini derhal isteyecektir. O zaman daha güçlü bir şekilde akım oluşturmaya devam edebileceğiz. Ancak seçim arenasında böyle bir akım yaratma olanağımız yok.
Bugün devletin kurumlarına, elektrik, doğalgaz şirketlerine, beşli çeteye, emekçilerin kanını sülük gibi içen sermaye gruplarına, bankalara… Karşı çeşitli düzeylerde ve biçimlerde eylemler, basın açıklamaları yapabiliriz. Bu bir cereyandan öteye gider mi? Ancak bir akım içinde yaptığımız her türden eylemin anlamı farklı olur. Birbirini besleyen bir bütünlük yaratırız. O zaman gündemi biz yaratır, Erdoğan’ın yarattığı gündemlerin peşine takılmayız.
Ayrıca interneti ve sosyal medyayı da iyi kullanmalıyız. Özellikle sanatçı, kanaat önderi, mahalli, bölgesel tanınmış kişilerin, çeşitli hareketlerin tanınmış simalarının Ödemiyoruz Hareketi’ni destekleyen, iktidarın halka kestiği faturaların neden ödenmemesi gerektiğini açıklayan görüntüler, sokak röportajları da etkili olacaktır. Sokakta yürütülecek birebir propagandanın yanı sıra, sosyal medyada yürütülecek böyle bir çalışma etkili olacaktır.
Sözümüzden feragat etmeyelim ama pratiksiz tartışmalarla birlikte söz ağırlığını yitiriyor. O yüzden bir paydada buluşmak ve ilerisini-gerisini yürürken tartışmak, pratiğin öğreticiliği ile pişerek tartışmak bize yol açacaktır. Diğer türlü tartışmalarımız çok çiğ kalıyor.
Öte yandan eğer doğru adımları atar ve sokağın gücüyle sosyalizm şiarını birleştirirsek, mücadelemiz hiç olmadığı kadar zenginleşecektir. Zamanla kapitalizmin “imdat freni”ne asılan yeni bir yaşamı neden öremeyelim? Ödemiyoruz Hareketi ile başladıktan sonra, kitleler kolektif gücünü deneyimledikçe, neye muktedir olduğunu gördükçe daha ileriden her anlamda ihtiyacı karşılayacak pratikleri, faşizme karşı birleşik mücadele hattını neden öremeyelim? Sokak bizi çağırıyor. Şimdi eyleme geçme vakti. Devrimcilerin ve sokağın birleşik mücadelesinden gelen gücümüzle krizden çıkmalı; canlı bir mücadele hattıyla, hayatı yeniden anlamlandırmalıyız.
Özgürlük Rüzgarı[5] yazısında her dönemin kendi özgün koşullarında, dönemin ihtiyacına binaen gelişen, ihtiyacı karşılayan örgütlerin öncüleştiği ve özgürlük rüzgarını restorasyon kanallarına değil, devrim kanallarında birleştirerek akıttığı üzerine vurgular yapmıştık. Yaşadığımız dönemde ise en geniş birleşik mücadele hattı içinde, dinamik ile kaynaşan, onun içinde kendini damıtan ve birleşik mücadeleyi bir üst düzeye sıçratanlar, öncü örgüt olacaktır. Bu dönemin en temel ihtiyacı budur. Şu soruyu soralım kendimize: Örgütlerimiz ne için var? Örgütlerden bir örgüt olmak için mi? “Hareket” için hareket mi? Yoksa büyük bir amaca mı hizmet etmeliyiz? Bir duruş sergilemek için mi? Duruş da önemli elbette ancak devrimcilik için yeterli değil. Tek başına devrimci duruş “kendine devrimciliği” ifade eder. Ya da yaşam tarzı olarak “devrimcilerin” bir araya toplandığı yer olarak örgüt anlamına gelir. Bu gibi anlayışlar, devrime muktedir olamaz. Kartacalı Hannibal’ın sözünü değiştirerek alacak olursak ya bir yol açacağız, ya da yolu tutmayacağız. Eğer “örgüt, devrim için vardır” cevabını veriyorsak, ki doğru olan budur, küçük dükkanlarımızdan vazgeçmeli, birlik ve devrim ekseninde, sistemin krizini derinleştirecek, sokakta politikanın imkanlarını arttıracak hamlelere odaklanmalıyız.
“Çünkü baskı, şiddet ve otoritenin olduğu her yerde sokak, direnişin ve özgürlüğün simgesi olmuştur.
Çünkü sokak, umutların tükendiği anda hayallerin yeniden ayaklandığı yerdir; sokak umuttur.
Sokak başkaldırıdır. Suskunluğun, tepkisizliğin, duyarsızlığın aşıldığı, ışığın ve aydınlığın ortaya çıktığı, artık ben de varım – biz de varız dendiği yerdir.
Sokak her türlü statükoya, egemenlik ilişkisine ve “düzene” karşı sessiz yığınların yıkıcı gücünün ortaya çıktığı yerdir. Sokak değişimdir. İsimsizlerin ismidir sokak … , reddetmenin adıdır, aidiyetsizlerin yeridir.
Her şeyin bittiği anda sokak yeni bir başlangıçtır. Ruhların silahlandığı yerdir sokak…
Çünkü sokak iktidar olanların değil, muktedir olanların dans ettiği yerdir.”[6]
Neye muktedir olduğunu denemeden, sınamadan bilemezsin. Muktedirlerin sınanacağı, gelişeceği, bilince ulaşacağı yer sokaktır. İşte bugün, birleşik öncülüğün meselesi de muktedirlerin önünü açmakta, muktedirliğini hatırlatmaktadır.
[1] İki Satır: Erdoğan’ın şok doktrini: Topluma çığlık attır! – Hakkı Özdal, Bahadır Özgür
(https://www.youtube.com/watch?v=2hzyupqEHOI)
[2] Kriz, sınıf ve sosyalist strateji tartışmaları https://sendika.org/2021/11/kriz-sinif-ve-sosyalist-strateji-tartismalari-635972/
[3] Andreas Malm’ın sözü
[4] https://yeniyasamgazetesi2.com/kotu-yonetmek-yonetmek-degil-mi/
[5] Özgürlük Rüzgarı, Mahir Yılmaz, Komün Dergi, Sayı 8
[6] Sokakta Politika, Volkan Yaraşır, s. 7-8