AKP’nin Muhafazakâr Gücü ve Kuru Otlar Üstüne
(Geçen yıl parlamento seçimleri sonrası yayınladığımız makalenin içindeki bir bölümü daha genişletilmiş olarak tekrar düzenleyerek bağımsız, ayrı bir yazı haline getirdik. Önümüzdeki seçimler için yeniden okunabilir diye düşünüyoruz)
AKP iktidar olalı beri sokakta en çok tartışılan konuların başında Türkiye halkının bunca yoksullaştırmaya, göz göre göre çalıp çırpmaya, aşağılama ve horlamaya rağmen neden hala hem de bu kadar uzunca bir süredir AKP’yi tercih ettiği gelmektedir. Bu konuda siyaseten çokça doğru cevaplar üretildi. Biz üzerinde yeterince durulmayan hatta uzak durulan bir gerçeği tartışacağız. Taşra sosyolojisi. Bugüne kadar kırsal yaşamın sosyolojisi büyük ölçüde ihmal edilmiş, çalışmaların çoğu büyük oranda kente yönelik olmuştur. Oysa toplumsal gerçekliğin anlaşılması ancak bütünsel yaklaşımlarla mümkün olabilmektedir.
Asıl konumuza girmeden önce 31 Mart yerel seçimlerine dair küçük bir değerlendirme yapalım.
Geçen seçimlerde AKP-MHP ittifakına kazandıran şey, yenilgi ihtimalinin somut bir tehlike olduğu idi. Bu ihtimali kendi tabanına enjekte ederek onları bıçak sırtında tutmuş, çok daha güçlü harekete geçmelerini sağlamış ve iktidarını uçurumun kenarından bu şekilde almıştı. Aynı tehlike durumunu Avrupa ve Rusya’ya da iletmiş ve her iki tarafa kazandığı takdirde tutamayacağı sözler vermiştir. Şimdi mahalli seçimlere giderken bu kadar kısa sürede ne değişmiş olabilir? Değişen, ekonomik verilerin baş aşağı gidişini bir yana bırakıyoruz, AKP seçmeninin eski heyecanını kaybetmiş olması ve yorgun düşmesidir. Aslında bu CHP tabanı için de geçerlidir. Kaybedenlerin umutsuzluğunun onları daha gerçekçi yapacağı ve kazananların ise hala içinde oldukları zafer yorgunluğunun giderek bir utanca dönüştüğü koşullarda bu yeni seçim elbette ciddi sürprizlerle sonuçlanacaktır. Taşraya dair tarihsel-sosyolojik bir yapı olarak tespit ettiğimiz “dogma” nın ya da daha açık ifadeyle “körleşme ”nin ise bu alanlarda ciddi bir değişiklik doğurmayacağı söylenebilir.
Utanç mı dediniz! Evet, belki çok iyimseriz ama insan AKP’nin artık demokrasisiz de yönetebildiğini, bunun kendi verdiği oylarla sağlama alındığını hiç düşünmez, bundan hiç utanç duymaz mı? Ya da insan, merkez sağ ile aşırı sağın uzun yıllar süren bu yan yanalılığın artık bir ittifakın ötesine geçtiğini, burada başka bir dönüşüm yaşandığını hiç fark etmez mi? Demokrasi Türkiye’de artık ciddi bir yüktür. Liberaller ve aşırı sağ artık bir aradadır. Bu aynı zamanda gerekçe ve zemini farklı olsa da Avrupa’yı takip eden bir çizgidir. Merkez sağ ve faşist partiler, bunlar eskiden keskin çizgilerle ayrıydı. Bugün ise sadece ayrı gözüküyorlar. MHP’li seçmenin bu durum karşısında kafası ne kadar karışık olsa yeridir. Akdeniz’in derinlikleri bulunamayan 12 bin göçmenin cesetleriyle doluysa, bunun müsebbibi işte Avrupa’daki bu yeni koalisyondur, merkez sağ ve aşırı sağın faşist partileridir. Bu koalisyonun Türkiye’deki versiyonu ise kontrollü sömürgeci savaşı ilan edilmiş, bölgesel bir açık savaşa dönüştürmenin eşiğindedir. Böylesine geniş bir alana yayılmış, Kuzey Suriye’den İran’a kadar uzanan sınır hattının kırk kilometre derinliğindeki bir açık savaş ilanı uluslararası savaş hukukunun alenen kabulüdür aslında. TC devleti PKK ve YPG ile savaşmak için Irak ve Suriye’nin derinliklerine ineceğini tüm dünyaya ilan ederek Kürdistan’ın tüm parçalarındaki devrimci kuvvetleri bir “taraf” olarak kabul etmiş bulunmaktadır. Bu savaş ilanı Kürdistan özgürlük güçleri için büyük bir kazanımdır.
Elias Kanetti’nin Nazi ideolojisi karşısında Alman halkı için kullandığı “Körleşme” metaforu ile Anadolu halklarının tarihsel psikolojisinde önemli yer tutan (her ne kadar ciddi bir çözülüş içinde olsa da) Taşra olgusunu çıkış noktası olarak ele alacağız. Kürdistan toprakları sömürgecilik gerçekliğinden dolayı konumuzun dışındadır.
Körleşme nerde nasıl başlıyor? Düşünce ve gerçeklik arasındaki kopuşla başlıyor. Ya da Elias Canetti ’nin dediği gibi “kafasız bir dünya” ile başlıyor ve “dünyasız bir kafa” ile yol alıyor… Sonuçta oluşan “kafadaki dünya”, işte şimdi bundan söz edeceğiz.
Kendini amansızca gösteren acı ve zulümlere sanki onu hiç yaralamıyormuş gibi kendi sorgulanamaz doğrularıyla mukavemet etmek. Ezilişini adeta bir erdem gibi göstermek. Olaylar gerçeği doğruladıkça, haklıya hakkını verdikçe, onur zulme galip geldikçe inadına kendine de acı veren rejim gerçeğini bir türlü kabul etmemek. Görmek istememek, zihnini kapatmak. Körleşmek! İktidarın defalarca kanıt istemeyen suçüstü pratiklerine rağmen bu dogmatik, körleştirici akılda diretmek. Seçim sonuçlarından bağımsız, daha genel olarak bu ruhsal şekillenmeyi belki de en iyi, bir simge olarak herkesin varlığından haberdar olduğu ama çok az kişinin umursadığı “ücra” bir Anadolu kasabası alegorisi ile anlatabiliriz.
Taşra için belki de en uygun niteleme, onun paradoksal biçimde “ içerdeki dışarı “ olduğunu söylemektir. Taşra boyun eğdirilmiş ötekidir. Taşra Osmanlı döneminde çok daha özgürdü. Cumhuriyetle birlikte, onun giyim kuşam, harf devrimi, ibadete ilişkin kısıtlamalar, konuşma dili, müzik vb. yukarıdan aşağı dayattığı ‘reformlar’ la hızlı bir şekilde siyasi cendereye alınmıştır. Bu cendere taşranın kendi halinde doğal yapısını bozmanın ötesinde zamanla kendisinin yoksun olduğu başka bir yaşantının (kent !) farkına varmış ve sürekli ona ulaşma çabası içinde olmuştur. Kendi üzerindeki baskılarla birlikte kent kültürünün cazibesinin bir araya gelmesi ekonomik-sosyal gelişmelerle birlikte büyük kentlere iç göçü, sonrasında Almanya’ya dış göçü beraberinde getirmiş çözüm ise, kendi taşrasını metropollere taşıması şeklinde sonuçlanmıştır. Ulaşım ve iletişimdeki gelişmelerle birlikte taşra artık sadece şehrin uzağındaki mekân değil merkezin (kentin, metropolün) içinde yaşanan bir durumu ifade etmektedir. Bu anlamda İstanbul, Ankara, İzmir de birer taşradırlar. Kapitalizmin hem merkezi hem de taşrasıdırlar. O yüzden bazı aydınların “taşra” olgusunu özellikle salt roman ve sinema ekseninde kültürel bir olgu olarak ele almaları çok yetersizdir. Örneğin Tanıl Bora, “Taşraya bakmak insanın kendi içine bakmaktır” derken, modernitenin sınırlarını aşamıyor, meselenin asıl tarihsel-sınıfsal boyut ve iktisadi köklerini gözlerden uzak tutmuş oluyor. Anadolu taşrasına dair yaptığı filmlerle Cannes film festivalinde aldığı ödüllerden sonra kimi aydın çevreler tarafından Nuri Bilge Ceylan’a Neşet Ertaş’a benzer ( Bozkırın Tezenesi) denklikte “Anadolu’nun Çehov’u” olarak paye verilmesi ise ne henüz halkın teveccühünü kazanmış ne de hak edilmiş bir istektir. N.B.Ceylan, Anadolu coğrafyasının halk gerçekliğinden ziyade, merkezi devletin buralara gönderdiği küçük burjuva bürokratların taşrada yaşadığı sıkıntı ve bunalımları anlatır, bunda da gayet başarılıdır. Filmlerinde Kemalist oryantalizmin, sonra kapitalist piyasalaşmanın taşrayı nasıl ele geçirdiğinin eleştirisini görürüz ama taşranın gerçek insanları her nedense hep arka plandadır, sadece film platosunun fonudurlar. Ana hikâye, ya devletin küçük memurlarıdır ya da taşradan okumak ya da para kazanmak için büyük şehre gidip dönen insanların kendi köklerine yabancılaşmasıdır.
Ve taşranın doğasının gayet mükemmel resmedilmesi, görüntülenmesi NB Ceylanın mekâna çok yaratıcı ama yine de gözlerden kaçmayan çok incelikli bir oryantalizmle yaklaştığını gösteriyor. Anadolu insanından ziyade Anadolu’nun mekânsal coğrafyası onu daha fazla cezbeder görünmektedir. Taşra İnsanı yaşadığı coğrafya içinde sadece bir nesne gibi dururken kasabaya dışardan gelenler filmlerin hep gerçek öznesi oluyorlar. İnsanın şunu söyleyesi geliyor: Taşra onun yapıtlarının sadece görsel bir malzemesi mi? Belki de tüm bu yanlış, kendi kafasında coğrafyayı başa alarak yarattığı taşra olgusunun gerçek taşra ile uyumsuz olmasından kaynaklanıyor. İnsanı coğrafyanın merkezine koymuyor, coğrafyayı nerdeyse toplumsal ilişkilerin yerine ikame ediyor. Hani orada bir insan, toplumsal bir ilişki, bir eylem varsa nerdeyse sadece coğrafya ile ilişkisi içinde vardır. Böylesi bir bağlamın içine sokulan Anadolu ve onun taşrası objektif olmaktan uzak, yönetmenin zihniyle yapılandırılmış hayali bir kasaba olmanın ötesine geçemiyor.
“Anadolu kasabalarında… İnsanın ömrü kotrada rüzgâr bekler gibi daimi bir bekleme, durgunluk ve sıkıntı içinde geçer; bu hayattan şifa, sıhhat ve zevk beklemek abestir, günler adamı için için, sessiz sedasız, yumuşacık dişleriyle farkında olmayarak mütemadiyen kemirir, eritir ve bir gün kof edip bitirir. Artık, özünü kurt yemiş bir ağaç gibi sizden çiçek, yaprak, meyve, yani fikir, zevk, neşe beklemek abestir; kaba, hantal, lüzumsuz bir şekil, bir eşya haline gelir, kütük gibi hissiz durur, hülasa kurursunuz.” (Refik Halit Karay’ın Ay Peşinde isimli romanından / Aktaran Tuncay Birkan / Sol: Evin Reddi / Taşraya Bahar Hiç Gelmez mi?)
Refik Halit’in 1922 tarihli bu romanında tasvir ettiği kasaba gerçekliği elbette değişime uğramış ama temel özelliklerini hala koruduğu görülmektedir. O yüzden bizim için bir çıkış noktası olabilir.
Kendi sessiz ve dingin “ücra” Anadolu kasabasına çekilmiş, dış dünya ile özellikle büyük şehir yaşamıyla ilişkisiz, kafasının içi atalarının anılarıyla dolu taşra insanının bu hayatı öylesine uzun zamandır sürüp gitmektedir ki, artık istese bile (-onun için en büyük eylem olan seçimler dışında-) dış dünya ile tatmin edici bir ilişki kuramamaktadır. Kurmaya çalışsa bile kurduğu, sağlam temellerden yoksun, gerçeklerle bağdaşmayan, dolayısıyla hiçbir soruna çözüm getirmeyen bir diyalogdur.
Mahrumiyetin yarattığı hayal gücü eksikliğini taşraya gelen yabancılarla gidermeye çalışan, bunu yaparken öğrenen ama bunu içselleştirmeyen tersine ona kendi doğrularıyla uzlaşması gerektiğini -sözleriyle değil hal ve hareketleriyle sessiz bir direnişle- dayatan kendi dünyasında bir kafadır bu. Kasabanın yabancı ile temel ilişki biçimi onu sürekli gözlemlemek ve kayıt altına almaktır. Yabancı geçicidir o kalıcı ve yabancının orada geçirdiği zaman zarfında kasabanın egemenlik sahası içinde kasabalılara rağmen bir değişiklik yapma ihtimali olmamalıdır. O yüzden gözetim şarttır. Denizleri Şarkışla’da, Mahirleri Kızıldere’de, İbrahim’i Dersim Mirik mezrasında ve daha birçok devrimciyi Anadolu kırsalında, Karadeniz yaylalarında yakalatan, hatta bazen silah kuşanıp Jandarmayla birlikte sürek avına çıkan işte taşranın yabancılara olan bu özel merakı ve dayanılmaz gözetim ihtiyacıdır. Ve elbette her şeyi değiştiren kapitalizm! Eski zamanlarda köylüler eşkıyaları sever ve saklardı. Kimileyin arkasından destanlar yazardı.
Burada biraz soluklanırsak, betimlemeye çalıştığımız şey taşrayı salt olumsuzlayıcı bir sıfat olarak kullanmak değil. Kaldı ki taşrayı kamplaştıran, ideolojik olarak sert bir coğrafyaya dönüştüren sanılanın aksine tek parti dönemi değil, çok partili demokrasiye geçildikten sonraki dönemdir. Tek parti her ne kadar yukardan aşağı bir istibdat rejimi olsa da halkın geçmişten gelen kültürel mirasını tümden yok edememiştir. Oysa 60lı yıllardan sonra ülkenin Amerikan emperyalizmi ile bütünleşmesinden sonra asıl ideolojik kamplaşma başlamıştır. Gerici İslamcı partiler de milliyetçi faşist partiler de bu dönemle birlikte kurulmuş ve gözlerini ilk olarak saf bozulmamış Anadolu halklarına çevirmişlerdir. Anadolu taşrasının çürütülmesi, öncelikle İslamcı ve faşist partilerin seçim kazanlarında kaynatılması ile başlamıştır.
Taşra gerçekliğinin somutluğuna göz attığımızda hayatı gerçekten çekilmez hale getiren o kısır döngünün merkezinde yer alan kasveti, mahrumiyeti ve ataların mirasını daha net görebileceğiz. Ve bunların taşranın ontolojik özellikleri değil, uzun bir toplumsal tarihin ürünü olduğunu ve pekâlâ değiştirilebilecek özellikler olduğunu kavrayacağız.
Taşraya giden yeni yetme devlet memurlarının bu “ücra” ilçe-kasaba gerçekliği hakkındaki şaşkınlıklarını, tuhaf ve ilginç hikâyelerini çoğumuz işitmiş ya da dinlemişizdir. Özellikle eski köy-kasaba romanları ve filmlerinde. O ilk geldikleri gün kendilerini kasaba halkından üstün gören şehirli, kibirli, medeniyeti getiren “beyaz adam” havasındaki davranış ve üsluplarının orada geçirdikleri zaman içinde yavaş yavaş üzerlerinden nasıl kayıp gittiğini hüsranla yaşamışlardır. Şehirli küçük memurlar içinde bulundukları somut maddi koşullarla açıklamanın pek mümkün olmadığı insanlarla karşılaşmış olduklarını çok sonradan anlayabilmişlerdir. Taşra cidden “başka türlü insanların” dünyasıdır! Çok sonradan geldikleri Anadolu yarımadasının gerçek sahiplerinin (Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Alevi halkları) göçertilmesi ile ev ve toprak sahibi olmalarının tarihsel tedirginliğini bir türlü üzerlerinden atamamaları mıdır yabancılara karşı olan bu kuşkuculukları? Üzerinde tartışmaya değer…
Taşrayı hem şehir hem ilçe hem de artık kasaba olmuş köylerden oluşan bir kültürel coğrafya olarak ele alıyoruz. Örneğin ilçe ne kasaba ve köy gibi alabildiğine tarım arazisi ve folkloriktir ne de şehir gibi içinde tüm dünyayı kapsayan metropoliten özellikler içerir. Köyün yatay mimarisi ile şehrin dikey mimarisi arasında sıkışmış ne stabilize yolu ne de otoyolu olan ama asfalt şoseleriyle namlı ve kapitalizmin bir türlü yok edemediği sürekli geçiş halindeki ara bir formdur. Kasaba ve köy ahalisi İstanbullara, Avrupalara kadar gider de ilçe ahalisi bağlı olduğu şehirle bağını kolay kolay koparamaz. En uzağa gideceği yer orasıdır. Kendini üstün gördüğü köylünün işçileşmesi karşısında o eşraf, esnaf, tüccar ve ilçenin ileri geleni olarak toprağın ekonomik rantını, mekânın kültürel ve tarihi sorumluluğunu sürdürmeyi yeğler. O ufuksuz olduğu ya da hayalleri olmadığı için değil sadece gitmek istemediği için gitmek istememektedir. Türkiye’de sınıf çözümlemelerinde tarım ve köylülük ele alınırken ilçelerin ayrı bir başlık altında mikro çözümlemeye tabi tutulmaması, kasaba ve köylerle birlikte ele alınması önemli bir eksiklik olarak görülmelidir. Taşranın ticaret burjuvazisi, zengin çiftçileri ve yoksul köylülüğünü Ege, Akdeniz ve Karadeniz’deki kültürel ve sınıfsal farklılıklarını da gözeterek yeniden ele almakta büyük fayda vardır.
Anadolu’da feodalizmi değil ama onun ruhunu yaşatan asıl güç taşranın tüccarı, eşrafı, küçük esnafı, orta ve zengin toprak sahibi ve kendilerini bunlarla uzlaşmak zorunda hisseden devletin asker-sivil taşra bürokrasisidir. Kasabanın, içinde tarikatların da bulunduğu feodal ruhu devletin taşradaki gücüdür. Ancak geçenlerde bir gazetecinin Adıyaman Menzil ’de çektiği fotoğraflardan anlaşıldığı kadar -gazetecinin “burada bir ordu var adeta!” demesi- mevcut durumun “ruh ”tan daha fazla ve ciddi olduğunu gösteriyor. Menzil tarikatı dünyevileşen gerici İslam’ın sadece görünen yüzüdür. Anadolu’nun yüzlerce kasabasında şehirlerdeki kadar büyük ve güçlü olmasa da benzeri tarikatların olduğu bilinen bir gerçek. Bu konuda Elias Canetti’nin tam da ülkemize uyan bir belirlemesini buraya almakta büyük fayda var:
“Ani olarak yasaklanan dinlerin (Cumhuriyet sonrası biz de olduğu gibi!) hepsi intikamlarını bir tür dünyevileşme ile alırlar. İnançlarının niteliği büyük ve beklenmedik bir gaddarlık patlaması içinde bütünüyle değişir. Onlar hala eski inanç ve kanaatlerini koruduklarını sanırlar, tek niyetleri de bunu sürdürmektir. Oysa gerçekte, birdenbire oldukça farklı insanlar olmuşlardır. Artık oluşturmuş bulundukları açık kitlenin kendisine özgü hızla büyüme duygusuyla doludurlar ve ne pahasına olursa olsun bunun parçası olarak kalmak isterler” (Kitle ve İktidar)
Ne kadar tanıdık öyle değil mi?
Anadolu yarımadasını ‘temsilen’ geçen seçimden sonra külliyenin önünde toplanan 400 bin kişilik mahşeri kalabalık, şehirlerde cemaat sosyolojisinin tahakkümü ve taşrada ise yaşadığı “ara sınıf” formunun dirençliliği ve atalarının suça ortak edilen ruhu ile AKP’nin tüm emek ve halk düşmanı uygulamalarının ortağı olduğunu göstermiştir. Burada söz konusu olan seçim taktiklerinin ve çeşitli siyasi mülahazaların ötesinde tarihsel-sosyolojik bir yapıdır. Toplumsal körleşme kaynağını modern siyaset ve iktisadi çeldiriciler kadar bu yapıdan da alır. Sağ, muhafazakâr ve mütedeyyin taşra gerçekliğini salt seçim sonuçları ekseninde değil tarihsel yapısı itibarıyla da ele almadan sınıf mücadelesinin güncelliğini kavramak olanaksız olacaktı. Taşra ve kasaba ile sembolize edilen toplumsal gerçeklik bize kırsaldaki bu ekonomik-sosyal yapıyı kısmen çözümleme imkânı vermiştir.
Belki de bizim kaçırdığımız ya da göremediğimiz, ilk yola koyulurken başlangıç noktalarından biri olarak bu topraklara özgü taşra sosyolojisinin bir anti tezinin yaratılması gerektiğiydi. Suphilerin katledildiği Trabzon, Ermenilerin soykırım eşliğinde sürgün edildiği Sivas, Kayseri, Tokat, Yozgat, Çankırı, Adana; Rumların katledildiği sonra mübadeleye tabi tutulduğu tüm bir Karadeniz ile Nevşehir, Niğde, Aksaray Karaman, Anadolu yarımadasının binyıllık yerleşik halkları… Sürgün, soykırım ve mübadelelerin gerçekleştiği büyük Anadolu platosu o günlerden bugünlere Sünni Türklüğün en sert coğrafyası oldu.
Sonradan Osmanlı bakiyesi topraklardan gelip başkalarının evine sahip olmanın verdiği tedirginlik onu çok daha duygusuz ve kuşkucu yaptı. Bir sürgünün, katledilmiş bir ailenin evinde oturmak, onun tarlasını sürmek, onun dükkânını işletmek elbette büyük bir huzursuzluk ve ardından gasp edilen toprak ve mülkiyete çok daha sıkı sarılmayı beraberinde getirdi. Burada bir toptancılık yapmak elbette doğru değil. Örneğin Yaşar Kemal bir söyleşisinde babasının Ermenilerden kalan bir eve yerleşmeyi reddettiğini anlatır. Böyle on binlerce namuslu, vicdan sahibi Anadolu köylüsü ve Helen-Balkan göçmeni olduğunu tahmin edebiliriz.
Anadolu yarımadasının 1000 yıllık yerleşik halklarının devlet eliyle kovulması ve yok edilmesi ile kendisine iskân edilen topraklarda yaşamak elbette sübjektif olmasa da bir suç ortaklığı duygusu doğurmuştur. Taşrayı egemenlerin oy ve asker deposu yapan bu tarihsel boyutla yıllar boyunca en az olsun bir yüzleşme çabası içinde olamayan köylülük, ona bu yolu (yüzleşme) açacak yegâne gücü, devrimcileri ise yanında bulamamıştır.
Taşra “Dünyasız bir kafa”, metropoldeki cemaat “kafasız bir Dünya’dır. Bu ikisinin bir araya gelmesiyle oluşan “kafadaki Dünya” ise faşizmin ta kendisidir.
Kasaba dogma, şehir cemaattir. Taşrada kapalı, dogmatik bir inanış olan siyasal İslam, şehirde modern cemaatler öncülüğünde giderek büyüyen bir sermaye gücü olur.
Şehirdeki cemaat siyasetin aktif ve güncel hali, kasabadaki dogma ise güncel siyasetin tarihsel dolgusudur.
Faşist partilerin her zaman maça bir sıfır önde başlamasını sağlayan budur. Taşra, cemaat ve dogma.
Bu aynı zamanda devletin muhalif ve devrimcilere yönelik linç kültürünü en az çabayla, kendini dışarda tutarak, gerçekleştirilmesini kolaylaştıran kışkırtılmış bir sosyolojik yapıdır.
Sünni Türk, devletin Anadolu taşrasındaki karanlık tarihinin gardiyanı olarak tayin edilmiş gibi görünmektedir. O çok farkında olmasa da gardiyan olmakla yükümlü kılınmış bir mahkûmdur aslında. Yaşadığı paradoks budur. Kendini gardiyan zanneden bir mahkûmdur. Özgürlüğünün anahtarını cebinde taşımasına rağmen o bunu özgürlük için değil,100 yıldır kendini o ücra taşrasına kilitlemek için kullanmaktadır.
Osmanlı’dan 1980’li yıllara kadar devletin muhaliflere, Hıristiyan azınlıklara, Kürtlere ve devrimcilere uyguladığı sürgün cezasının mantığı da burada yatar: taşranın kendi tarihselliği ile oluşturduğu görünmeyen tahakkümüne.
Anadolu Taşrası, insanı kendi gardiyanı yapabilmektedir! O’na TC’nin korku mimarlığının reva gördüğü mahkûmiyeti ile çakışan bir durumdur bu.
Taşrada oluşan bu Sünni, erkek ve devletlû millet topluluğunu çözecek tek gücün kırsaldaki kadının özgürleşmesi olacağı kuşku götürmez bir gerçektir. Başka hiçbir güç kapısını kendi üzerine kilitleyen bu mahkûmu özgür kılamaz!
Kadın Anadolu yarımadasının gizil gücüdür. Esirgeyen ve bağışlayan sadece odur. Bu, analarımızda gördüğümüz hepimizin bizzat soluduğu en yüce meziyet değil midir?
Eken, biçen, doğuran, büyüten, ağıt yakan, düğün ve cenazeyi yöneten O’dur. Atalarının ve kocasının tam tersine önyargısız olan ve tüm ezilenlerle kardeş olabilecek yegâne güç yine O’ dur.
Denizleri, İbrahimleri, Mahirleri ve 1980 sonrasında yüzlerce devrimciyi kırsalda devlete ihbar eden, kimi zaman yakalayıp teslim eden taşradır. Muhtarlar, öğretmenler, bekçiler, yoksul köylülerdir. Anadolu’nun kırsal sosyolojisi, taşranın gerçek hikâyesi Halkevleri ve Köy Enstitüleri tarihinden ya da Nuri Bilge Ceyla’nın Taşra Üçlemelerinden öğrenilemeyecek kadar derin ve köklü bir meseledir. Kürdistan kendi taşrasını devrimcileştirirken Türkiye devrimciliği Anadolu kırsalı ve köylülüğünü ne yazık ki hala çözememiştir. İçeriden bir bakış atamadığı için, bizzat orada olamadığı için çözememiştir. Bu tarihsel platoyu küçük burjuva aydın seçkinciliğinden kopmadan çözmek zaten mümkün değildir.
Bundan 32 yıl önce efsanevi Hedef dergisinde yayınlanan “Sıdalı Anadolu Halkı” (*) hala orada yerli yerinde duruyor! Volkanik dağların; Erciyes, Melendiz ve Hasan Dağı’nın tam orta yerinde. Değişen koşullara ayak uyduran binlerce köy ve kasaba NB Ceylan’ın “taşra sıkıntısı” çeken küçük memurlarını değil devrimcileri bekliyor. Efsanevi Çorum Silahlı Halk Direnişinde olduğu gibi.
26.03.2024
(*) Hedef Dergisi Sayı 15 – Aralık 1992
Not: Bir Komün okuru derginin “Yeni Pencereler” bölümü için “dünyada temel meselelerde önümüzdeki on yıllarda söylenecek çok yeni bir şey kaldığını düşünmüyorum “ şeklinde bir eleştiri getirmişti. Peki, hep var olan ama hala göremediklerimiz yeni birer pencere sayılmaz mı?