Dünya bir yıkım ve yeniden kuruluş aşamasında. Yıkımın ve yeniden kuruluşun güçlü ayak seslerini korona salgınıyla birlikte duyduk. Fakat asıl dönüm noktası Gazze oldu. Gazze ile birlikte hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dünyaya girdik. İsrail’in Gazze’ye başlattığı büyük saldırı, attığı yüz binlerce ton bomba ile birlikte her şey esnedi. İnsanın aklı, devletlerin sınırları, savaşın boyutu, emperyalist müdahalenin alanı ve biçimleri kısacası dünyaya ve insana dair her şey esnedi. Trump’ın dünyanın en büyük katliamlarından ve direnişlerinden birinin yaşandığı Gazze Şeridi’ne yönelik turistik alan, casino projesi de esnemenin ve katılaşmanın boyutlarını, hedeflerini gösteriyor. Hedef turizmin, Trump’ın kazanacağı paranın ötesinde direnişi ve tüm dünya insanlığını körleştirmek, belleksizleştirmektir. Dünyaya bu katliamı, dökülen kanı, çocuk çığlıklarını, üzerine dikilecek Trump towerlar, turistik mekanlar ve kumar masalarıyla kanıksatmaktır. Bu anlamda Gazze, dünyanın ahvalidir. Gazze planı, yaratmak istedikleri insan tipolojisinin hafızasızlığının boyutlarını gösteriyor.
Dünyanın nasıl bir esneme içinde olduğunu son birkaç ay içinde Trump’ın Kanada’yı, Grönland’ı, Panama Kanalı’nı ABD’ye katma girişiminde ve daha da ötesinde Suriye iç savaşında gördük. 11 senedir başını ABD’nin çektiği “koalisyon güçleri”nce Suriye’den kovulmaya çalışılan IŞİD, bugün aynı emperyalist güçler tarafından Suriye’de iktidara getirildi. Sadece bu bile dünyadaki altüst oluşun boyutunu gösteriyor. Lazkiye ve Tartus’ta Alevi katliamları devam ediyor ama dünyadan gündelik yaşamı bozan, katliamları durdurabilecek bir ses çıkmıyor. İsrail, Suriye’de işgal ettiği toprakları genişletti. Kim örgütsüzse, güçsüzse eziliyor, ezme-sömürme ilişkisi sonuna kadar zorlanıyor, prangalar daha güçlü hale getiriliyor. [1]
Bu anlamda hem ülke sınırlarının hem de insanın sınırlarının değiştiği bir eşikteyiz. Tarihin bu dönemecinde, her düzeyde dünya egemenlerinin ezilenlere dönük saldırılarına arkasını dönenlerin, ıslık çalarak geçenlerin, direnmeyenlerin, dövüşmeyenlerin sonu kaçınılmaz olarak egemenlerin istediği biçimde yıkım ve yeniden inşadır, belleksizliktir, teslimiyettir. Öte yandan direnenler ise dünyanın esnemesini devrimci bir temele oturtabilir; esneyen beyinleri sarsarak devrimci-komünal bir hatta yıkım ve inşayı gerçekleştirebilir.
Bu yıkım ve yeniden kurulum, üretimden savaşa, siyasete, gündelik yaşama, teknolojiye, ülkeler arası ilişkilere, toplum-devlet, işçi-sermaye ilişkilerine, cinsiyet rollerine her şeyi kapsıyor. Tarihsel dönüşüm sürecinin başını Batı emperyalizmi ve siyonizm çekiyor. Fakat tüm devletler, bu süreçte bir şekilde yer alıyor, kendini sürece göre konumlandırıyor.
Türkiye de dünyanın girdiği dönüşüm sürecine göre kendini konumlandırıyor. AKP-MHP iktidarı içeride ve dışarıda buna göre hamlelerini yapıyor. Çözüm süreci bağlamında PKK ile yeniden masa kuruldu. Öyle ki faşist rejim adına krizin ve fırsatın iç içe olduğu kırılgan bir süreçten geçiliyor. Dışarıda egemenlik alanını genişletmeye çalışırken, yaşanacak bir kırılganlığın içeride başka krizler yaratmasını istemiyorlar. Yine böylesi dönemlerde bir kıvılcımın bozkırı tutuşturabileceğini biliyorlar. Faşist rejim, planlarını buna göre kuruyor. Suriye’nin yıkımı ve yeniden kuruluşunda önemli görevler üstlendiler. Öte yandan artık iktidarın ve devletin bekası arasında çok bir fark kalmadı. Özellikle bu süreçte bir iktidar, hükümet değişimi devletin-iktidarın aldığı pozisyonu da boşa düşürebilir. Hatta Erdoğan dışında bir aktörün bu süreci yürütemeyeceğini düşünüyorlar. Erdoğan’ın seçimlerde en büyük rakibi olan İmamoğlu, diploması iptal edilerek ve tutuklanarak ekarte edilmeye çalışıldı. Bu bağlamda İmamoğlu’na yapılan hamle cumhurbaşkanlığı seçimlerini aşan bölgesel gelişmeler ve tarihsel dönüşümle birlikte okunmalıdır. Yine CHP’ye kayyum atama girişimi de bu süreçten bağımsız değil.
Dünyanın, insanın esnediği bir zaman diliminde AKP-MHP faşist rejimi başta gençler, kadınlar olmak üzere tüm toplumu teslim almaya dönük hamleler geliştiriyor. Bu bağlamda seçimsizleştirme hamleleri, işçilere dönük hak gaspları, gençliğe dönük teknofest etkinliklerinin yoğunlaşması, liselere dönük MESEM projesi, ÇEDES Projesi, hayvan katliamı yasası ve 2025 yılının aile yılı ilan edilmesinin, dünyanın yıkılıp yeniden yaratılmaya çalışıldığı böylesi bir döneme denk gelmesi tesadüf değil. Tam da esnemenin arttığı bir zaman diliminde, faşist rejim esnemeyi ve katılaşmayı; içeride ve dışarıda kendi lehine bükmeye çalışıyor. Faşist rejimin hamlelerini anlamak için bu eksenden değerlendirmek gerekiyor. Diğer türlü sadece koltuğu korumaya çalışan, kendini kaybetmiş bir iktidarın hamleleri olarak bu süreci okumak, gerçeği yansıtmıyor.
Elbette bu hamleleri yaparken kendilerine göre bir hesap kitapları da vardı. Fakat kelebeğin kanat çırpışının uygun koşullarda kaosa dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bu bağlamda gençliğin Beyazıt’ta yıktığı polis barikatı; AKP-MHP faşist rejimine biat etmeyen milyonların korku duvarlarını da yıktı. Gençliğin cesaretinin ve cüretinin etkisi tüm ülkeye yayılan bir kelebek etkisi yarattı. Milyonlar kendi haykırışlarıyla sokağa aktı.
Emperyalist-kapitalistlerin, yerel iktidarların dönüşüm sürecinde en büyük hedefi, elbette gençlik oldu. Fakat gençliğin zayıf karnı olan oluş süreci onun güçlü yanını da oluşturuyor. Ağaç yaşken sistem tarafından eğilebileceği gibi bu saldırılar karşısında, tarihten gelen seslerin yankısıyla da o oluş süreci buluşabiliyor, kimliği devrimci anlamda kurabilme olasılığı bu gibi zamanlarda büyüyor. Mahir’in, Deniz’in, İbo’nun, Che’nin, Gezi’nin yankısının hala güçlü bir şekilde üniversitelerde, meydanlarda dövüşenlerin dillerinde, imgesinde olması boşuna değil.
Kimi zamanlar vardır ne kadar çabalarsan çabala yaprak kımıldamaz. Ama bu gibi topyekün saldırılara karşı direnişin geliştiği zamanlarda politikleşme artıyor. Varlık yokluk savaşı keskinleşiyor. Esnemeyi-katılaşmayı, politikleşmeyi-savaşımı sosyalist bir eksene bükmek, sosyalistlerin hamlelerine, kendini kuruş biçimine ve göstereceği cürete bağlı. Bu bakımdan 2015 sonrası kendimizi kuruş tarzımızdan, solculuktan, devletin ittiği alana sıkışmaktan kurtulmak gerekiyor.
Yeni bir yol açma zamanı
Yine bu gibi zamanlarda yaşamsal kırılmalar, yol ayrımları yaşanıyor. Kutsal olan ne varsa, geçmişin gelenek-görenekleri, insanın içine doğduğu koşullar sorgulanır hale geliyor. İnsanlar, tercih yapmak zorunda kalıyor. Ya bir yol bulmak, ya bir yol açmak zorunda kalındığı bir döneme işaret ediyor geçtiğimiz günler. Bir yol, daha güçlü zincirlenmeye gidiyor, diğeri zincirlerden kurtuluşa işaret ediyor. Fakat bir çağ dönümünden, yeni kuşaklardan, yeni kuşakları yaratan başka bir dünyadan bahsediyorsak, eski yollar yeni kuşaklarla kesişmiyorsa o zaman çubuğu daha çok yeni yollar açmaya bükmek gerekiyor.
Bu bağlamda, bu tarihsel dönemeçte, toplumsal yıkıma ve kuruluma kim yön verecek? İnsanın kırılma yaşadığı, tercih yapmak zorunda kaldığı, yol açmanın zorunluluk haline geldiği bir dönemde o tercihleri ve yolları devrimcilikle kesiştirebilecek miyiz? Bizim odaklanmamız gereken asıl nokta, hatta bu süreci kavrayabileceğimiz temel halka burasıdır. Devrimcilik zaten sonsuz bir yıkımı ve inşayı gerektirir. Fakat bu gibi süreçlerde yıkım ve inşa katmerlenir, kaçınılmazlaşır, turnusol işlevi görür. Dünyanın yıkılıp yeniden kurulduğu bu süreçlerde kendini yıkıp yeniden kuramayan, savaşımını bu bağlamda dönüştüremeyen, yeni bir yol açamayan, açılan yeni yolda yürümeyi bilmeyen tarihin dışına düşer. Devrimci bağlamda yıkımın ve inşanın; tarihsel dönüşümle kesiştiği bir süreçten geçiyoruz. Bu kesişimi sosyalist mücadelenin kaldıracına dönüştürmenin, eşitsiz gelişimi sağlamanın olasılığının arttığı zamanlardayız.
Toplum bir bakışım ilişkisidir. İnsanlar birbirine bakarak kendini kurar, toplumsal özellikler kazanır vs. Bu hem pozitif hem de negatif anlamda geçerlidir. İnsanlar nasıl ki başkalarına bakarak “düşerse”; bugün olan başkalarına bakıp ayağa kalkmadır, cesaret etmedir, arıza çıkarmadır. Dünyada kimi coğrafyalarda ve Türkiye’de, böylesi ayağa kaldırıcı bir rüzgar esiyor. Eski kuşaklar, birbirlerine bakarak kendilerini makulleşmiştirmiştir. Seçimsizlikten, hukuksuzluktan, demokrasisizlikten… eski kuşakların hala bu kadar dert yanması boşuna değil. Bu anlamda arızanın-kısa devrenin gençlikten çıkması tesadüfi bir durum değildir. Çünkü gençlik hala oluş sürecinde ve yıkılan barikat; seçim, gelecek, demokrasi, hukuk yollarını tarumar etmiş ve kendi yollarını kendileri açmanın diyalektiğini sokakta sergilemişlerdir. Seçimsizlik-adaletsizlik gençlik için kapalı bir yol değildir. Gençlik, seçimsiz bir dünyada sokakta kendi kaderini tayin etmenin pratiğini uyguluyor, yeni bir yol açmaya çalışıyor. Bu bağlamda devrimcilik, düzene dair tartışılan “değerleri” tahkim etmek değil, olmayan yolları gide gele aşındırarak sahada ve bilinçte yeni patikalar açmaktır.
Devrimci olasılığı güçlendirmek için toplumun-dünyanın krizini nereden, nasıl derinleştirip doğal örgütlülük, toplumsal refleks ve örgüt çıkartacağımıza bakmalıyız. Kolektif bir oluş, kolektif bir bakış için, krizleri devrimci bağlamda derinleştirmenin yollarını aramalıyız. Bu bakımdan meselemiz savaş alanını, güçler konumlanışını olduğu gibi kabul etmek değildir. Savaşın konumlanışını, seyrini değiştirecek olasılıkları, hamleleri, fikri ve pratik etkileri kovalamaktır. Toplumun yaralarında çiçekler açtırmanın savaşını, pratiğini sergileyebilmektir. Bugün üniversiteli olmak, muhalif olmakla özdeşse bunu mümkün kılan Beyazıt’ta devrimci gençliğin yıktığı polis barikatıdır, onun dalga halinde yayılan yankısıdır. Artık barikat yıkma, anonimleşme, fişlenmemek üzere gizli hareket etme, kitleyi harekete geçirmeye çalışma, insanlarla politik ilişki kurma; üniversiteli gençliğin refleksi, doğalı olma eğilimindedir. Bu doğal örgütlülük, “gençlik örgütü”nün refleksi değilse nedir? Bu anlamda gençliğin hamlesi güçler konumlanışını, savaşın seyrini değiştirmiştir. Ama hala yetmediği aşikardır.
Gençliği zayıf kılan, geleceğini egemen düzenden bağımsız kuramaması, düşünememesiydi. Fakat gençlik tam da zayıf olduğu yerin üzerine giderek atılımını gerçekleştirdi, tam da onu zayıf kılan yerinin üzerine giderek geleceksizliğinden çiçekler açtırdı. Sözgelimi gelecek, gençliğin sırtında taşıdığı çarmıhıydı. Gelecek düşleri peşinde gençlik bu sistemi üretiyordu. Fakat geleceği en azından AKP-MHP faşist düzeniyle birlikte kuramayacağını haykırarak, zayıflığının üzerine gitti ve kanatlanmaya çalıştı. İşte devrimci atılım böylesi bir görme ve kendini kurma biçimini gerektiriyor. Nerede zayıfsak ve sistem topluma nereden vurmaya çalışıyorsa, bugün tam da oradaki krizi devrimci bağlamda derinleştireceğiz; kendimizi, toplumun o veya bu ezilen kesiminin zayıflığını yıkıp yeniden kuracağız. Zayıflığımızın üzerine giderek güçleneceğiz. Kırılma anıyla devrimci yolu kesiştireceğiz.
Fakat eski usül örgüt yaklaşımı, genellikle sloganı da işine geldiği gibi kullanıp-anlayıp “gençlik gelecek, gelecek sosyalizm” diyerek gençliğin tüm sorunlarını geleceğe havale eder. Bugünün sorunlarını, krizlerini pas geçer. Bu kafanın bugün gençliğin krizini anlaması, buradan bir örgüt-fail çıkarma olasılığı yoktur. Pragmatist yaklaşır. Oysa asıl mesele bugünü anlama, inşa etme ve bugünün failini yaratma sorunudur. Bugünün krizini derinleştirme ve aşma sorunudur.
Devrimci olasılık, bugünün kolektif oluş hali, böylesi ucu açık bir projeyi gerektiriyor. Proje demek hayata geçmeyen, her daim masa başında tartışmalarda kalan doktriner tezler anlamına gelmiyor. Ucu açık bir proje olarak örgüt; her daim oluş halinde olmayı, dünyanın ve toplumun yıkıcı ve kurucu dinamiklerini, krizlerini görmeyi, bu bağlamda örgütü-bireyi bu dinamiklere göre sürekli yıkıp-kurmayı, güncellemeyi gerektiriyor. Kendimizi bu şekilde kurduğumuz anda, dünyanın yıkılış ve kuruluş süreçlerini arar ve görürüz. Daha fay hatları kırılmadan bu hatları tespit edip konumlanırız. Hatlar kırıldığında süreci daha güçlü karşılarız. Öte yandan sistemle-toplumla krizli, yol ayrımına teşne olan insanı, eskiyi tekrar eden kalıba değil, kendi krizini toplumsal düzeyde aşma mücadelesi verebileceği, derdini kolektivize edebileceği örgütü inşa etmeye çağırmış oluruz.
Bugün dünyada devrimci rüzgar estirecek olanlar, eski makul pratiklere inananlar değil, şüpheci gençler olacaktır. Eskiyi yeniden üretenler değil, eskiden şüphe edip yeniyi üretecek, yaratacak olanlardır. Birbirine bakıp makulü üretecek olanlar değil ya da cüceler içinde en uzun olma arayışında olanlar değil, Leviathan’ı (devleti) oluşturan toplumsallığı sarsmaya çalışacak olanlardır. Bu anlamda her daim bakışımı sol içine değil, düşmana doğru kuranlardır. Varolanı ortadan kaldıran “gerçek hareketi” kurmaya çalışanlardır. Genç derken elbette belli bir yaş aralığından bahsetmiş oluyoruz. Ama bu yıkım ve kuruluş sürecinde, kendini yıkıp yeniden kuranlar, kendini yeniden doğuranlar da genç kalmanın diyalektiğini yakalamış demektir.
Ölüler bizi uyarıyor!
Eylemlilik sürecinde Zafer Partisi gibi faşist-ırkçı örgütlenmelerin, devrimci gençliğin boşluk bıraktığı alan ve zamanlarda öncülüğü almaya çalıştığını gördük. Esnemeyi kendilerine bükmeye çalıştılar. Burada asıl sorun, devrimci gençliğin kendisinin başlatmış olduğu bir eylemlilik sürecinde faşist-ırkçı yapılara karşı hegemonya mücadelesini yeterince güçlü ve ciddiyetle vermemiş olmasıdır. Bunu iki yanlı değerlendirmek lazım. Faşizmi bu dünyadan defetme sorunun yanında, ulusalcılıktan faşizme uzanan yelpazeyi var eden bu coğrafyanın hikayesiyle de çarpışma yetkinliğine varma sorunumuz var. Birincisi doğrudan eylem alanında, mevzilerde verilecek hegemonya mücadelesidir. Eylemin önüne geçmeyecek bir biçimde, gerekli müdahaleler yapılarak faşistlerin eylemlerin öncüsü olmaya çalışmasının önüne geçilebilirdi. Diğer yandan faşist ve kemalistlerin kemikleşmemiş olanları ile tarihsel bir çarpışma da gerçekleşmelidir. Burada bunun üzerine derinleşmeyeceğiz ama tarih, devrimcilerin yeterince üzerine yoğunlaşmadığı bir alandır. Bu yüzden tarihsel envanterimizi, dizgemizi dolu tutmak gerekir. Burada şunu söyleyebiliriz. Kavganın öbür tarafında olan faşizme meyilli gençlerin, “ben kimim” sorusu; Enver, Cemal, Talat, M. Kemal’e, İttihad’a çarpmış, oradan kendilerine bir yankı oluşmuştur. Boşlukta kalan bir kimliğin arayışı olarak değerlendirmek gerekir. Devrimcilerin sesinin az çıktığı, görünür olamadığı, kavgada eksen belirleyemediği bir dönemde bu gençlerin faşistleşmesi yine bizim sorunumuzdur. Çünkü düzenle bir kavgaları olmasına rağmen, düzeni üreten başka bir anlayışla buluşmuşlardır. Oysa sokakta bir kavga varsa; devlete taş atan, devletten gaz-jop yiyen, önce devrimcilere bakardı. Bunu nasıl kaybettik, daha da ötesinde bunu nasıl tekrardan kazanabiliriz diye an’ın içinde, mücadele içinde sorgulamak gerek.
İttihad; Enver’in, Talat’ın partisi olmadan, tekçileşmeden Osmanlı’nın barındırdığı tüm kimliklerin bileşeni olduğu bir yapıdır. Deyim yerindeyse Enver, Cemal, Talat İTC’den Türkçü-İslamcı öğeler dışında kalan kimlikleri, kültürleri ve komünistleri tasfiye etmiştir. Bu tarihsel bir uyarıdır. Tarih tekerrür etmesin istiyorsak bugün faşizme karşı daha güçlü inisiyatif geliştirmek zorundayız.
Elbette dünyada esen bir faşist rüzgar var. Ama kendimizi kuruş biçimimizle alakalı da bir sorun mevcut. Devlet sıkıştırdıkça, bizi sıkıştırmak istediği alana hapsolduk. Taş atmak bile tartışılır oldu. Bu hareket tarzıyla mevzileri boşalttık, manevra yapamaz hale geldik. Kırılma anlarında bir adres olma gücümüz zayıfladı. Militanlığımızı kaybettik, meşruluğu devletin kendisinin takmadığı yasallığa sıkıştırdık…
Faşist iktidar paramiliter güçleriyle, yargısıyla, medyasıyla isyan edenlere sürekli had bildirmeye çalışıyor. Eğer eylemlilik süreçleri devam ederse, toplumsal kırılma az-çok devrimcilikten yana bükülürse sokak saldırılarının, yargı sopasının ve daha fazlasının olacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bu saldırılarla amaçlanan varolan düzeni tahkim ederek faşist kurumsallaşmayı sağlamak, beynin patikalarına sınırlar çizmektir, sorgulamanın önüne geçmektir. Bu bakımdan devlet, dünyanın esnediği bir dönemde iplerin elinden kaçmasından, devleti oluşturan toplumsallığın sarsılmasından korkuyor. Devrimciliği vasat solculuk sınırlarında kalmaya zorluyor.
Proleterleşme ekseni
Bugünün örgütünü ve öznesini yaratma gibi bir derdimiz varsa gençliğin geleceğine, kadının bedenine, emeğe, dilimize, kültürümüze… atanan kayyumlara karşı mücadelenin/direnişin bir sonucu olarak örgüt olmayı hedefleriz. Örgüt, bu sorunları yaşayanlara dokundukça genişler. Örgüt eylemiyle, anlayışıyla, günü-dünyayı-Türkiye’yi-toplumu çözümleyişiyle, çözüm gücü üretişiyle bugün bir seçenek olma başarısını gösterir. Diğer yandan iradesi gasp edilmeye çalışılan toplumla buluşarak, örgütlenerek, bireyi örgütte, örgütü bireyde inşa ederek, mücadeleyle daha güçlü nedensellik bağı kurarak, çelişkileri derinleştirerek daha güçlü sonuçlar elde etme hedefiyle hareket eder. Ön plana çıkmış nedenlerle uğraşmak yetmiyor. Özellikle kazandığımız mevzilerde mücadeleyle daha güçlü nedensellikler kurup daha güçlü sonuçlar elde ederek başarılı olacağız. Eşitsiz gelişimi sağlayacak olan temel kıstaslardan biri de bu olacaktır.
Tarihin bu kırılma anını yaşayan bireyle-toplulukla proleterleşme yolunu kesiştirmek gerekiyor. Kendinde sınıftan kendisi için sınıfa getirmek, kendi kendini ortadan kaldırmayı hedefleyen proletarya haline getirmek. Genellikle çoğumuz aynı hatayı yapıyoruz. İşçi sınıfı ile proletaryayı, işçileşme ile proleterleşmeyi aynı anlamda kullanıyoruz. Fakat proletarya, kendi kendini ortadan kaldırma bilincine erişmiş sınıftır. Kendini yadsıyandır, kendini oluşturan sermaye-meta ilişkilerini yadsıyandır; “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket”in öznesidir. Bu anlamda işçileşme ve proleterleşme iki ayrı kutba işaret eder. İşçileşme sistemin insanı daha fazla zincirle sarması, köleleşme demekken, proleterleşme kapitalist iktidar ve sömürü zincirlerinden kurtulma yürüyüşüdür. İşçi, burjuva topluma dahil iken, onun sınırları içinde hareket edip düşünürken, proletarya burjuva toplumu çözmek üzere kendini kurandır, burjuva toplumun sınırlarına vurandır, burjuva toplumun çözülüş fonksiyonudur.
Eğer varolan krizi derinleştirip devrimci bir örgüt çıkarmak istiyorsak, krizine dokunduğumuz birey ve topluluklara bugün öne çıkan saldırı-çelişkilerin ötesinde cinsiyet rolleri, Türklük sözleşmesi, özgür kölelik, modern yaşam alışkanlıklarının gücüyle kapitalizm-meta ilişkilerinin bağını, ekolojik yıkım… gibi krizleri derinleştirerek dönülmez yola girmek gerekir. İnsanı kapitalist sömürü ve iktidara, özgür köle bilincine teşne kılan gerçekliği ortadan kaldırarak hakikati bireyde ve toplumda inşa edebileceğiz. Küçük dükkancılık yapmamak gerekir. Küçük dükkancılık yapan örgüt aklı alıcısı olan argümanlarla hareket eder. Fakat biz gerçekten kapitalizmi ve devleti yıkmak istiyorsak “esnaf-müşteri” ilişkisinin ötesinde bireyin kapitali, devleti oluşturan yanıyla çarpışacağız. Yani yıkıcılığı ve kuruculuğu verili düzeni oluşturan toplumsallığı sarsma, dönüştürme üzerine kurmalıyız. Öyle ki devrimcilik, solculuğun kaçınılmaz bir sonucu değildir. Her boyutta ve dönemeçte yaratıcı yıkım ve kuruculukla birlikte devrimcilik gerçekleşebilir, gerçek anlamını kazanır, sürekli diri tutulabilir.
Binlerce yılda oluşan iktidarı, sömürüyü, hiyerarşiyi besleyen tüm rollerle çarpışmaktır proleterleşmek. Sözgelimi “Z kuşağı” diyerek gençliğe kapitalist sistemi besleyen, günün sonunda meta ilişkilerinde anlamını bulan kimlik inşası geliştirdiler. Sistemin gençlik üzerindeki mühendisliği böyle bir yolla normalleştirilmeye çalışıldı. Bu anlamda proleterleşmek, bugün gençliğin “Z Kuşağı” adı altında kendine yüklenen rollerle çarpışmasıdır. Kendiyle, çevresiyle ve kendini oluşturan bağlantılarla bu kavgayı vermesidir. Toplumsal cinsiyet rollerinden, ulusal-dinsel rollerden, sisteme bağımlı kılan her türlü zincirden, özgür kölelik bilincinden, her türlü ezen-ezilen rolünden kurtuluş yürüyüşüdür.
Diğer yandan bugün yapılan boykot pratiğinin açtığı kapı önemlidir. AKP’nin veya başka bir sistem partisinin toplumu yönetebilir kılması, toplumu belirleyen meta-sermaye ilişkilerinden bağımsız değil. Yani beni ben yapan ve sistem karşısında zayıf kılan temel öğelerden biri meta ilişkileri ise, dünyaya meta optiğinden bakıyorsam, etrafıma meta üzerinden değer biçiyorsam; meta yörüngesini terk ederek güçleneceğiz. Evet; yaşamak, hayatımızı idame ettirmek için meta-sermaye ilişkilerine bir şekilde dahil olacağız ama kadir-kıymet bileceğiz, serotonine-dopamine-albenili reklamlara tav olmayacağız. Tüketerek kimlik edinmeyeceğiz. Bu bağlamda boykotun açtığı kapıdan sonuna kadar tartışmayı derinleştirmek, çubuğu meta ilişkilerini yadsımaya bükmek gerekir.
Proletaryayı burjuva toplumun çözülüş fonksiyonu olarak tanımlıyorsak; proleterleşme her zaman pergelin bir ucunu sabitleyeceğimiz ana eksenimizdir, yürüyüş biçimimizdir, görme biçimimizdir, kavga biçimimizdir. Savaştan politikaya, eğitime, yıkım ve inşaya proleterleşme penceresinden bakar, proleterleşme patikasını açmaya çalışırız.
Vaftizci Yahya’nın[2] çürüyen köklere vurduğu baltasıdır proleterleşme. Sadece idrakine varabilenlerin görebileceği, görünmez bir baltadır o. O baltayla iktidar ve sömürü sisteminden gelen kökümüze vuracağız. Sömürüye, yönetilmeye teşneliğimize, insanı çürüten köklere, kapitalist dünyaya, iktidara vuracağız…
***
Hakikatin anahtarı bugünün dünyasında, kendi hikayelerimizde saklı. Yaşadım diyebilmek için insana isyan, cüret lazım. Kendimizi yeniden doğurmak lazım. Zayıflıklarımızın üzerine giderek güçlenmek lazım. Uçuruma yaklaşmak, sistemin sırtımıza yüklediği, bu sistemi ürettiğimiz çarmıhtan kanat yapmamız lazım. Bugün kendi sefaletimizi, toplumsal sefaleti yaratan gerçekliği çözümleyerek, ihtişamı yaratacak diyalektiği anlamak, devrimci hakikati yaratmak lazım.
[1]Halep’in ortasında Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine, bu mahallelerin Rojava’ya kara sınırı olmasa da örgütlülüklerinin güçlü olması dolayısıyla HTŞ karışamıyor. Alevileri katleden HTŞ, söz konusu örgütlü halk gücü olunca sınırlara “saygı” gösteriyor. İşte sınırların esnemesi ve katılaşması derken bir yanıyla da bundan bahsediyoruz.
[2]Vaftizci Yahya, İsa’yı vaftiz eden kişidir. İsa, Vaftizci Yahya’yla tartışana kadar sevgi ile dünyayı değiştirebileceğini düşünür. Vaftizci Yahya ise elindeki görünmez baltayı İsa’ya verir. Yahya, İsa ile tartışınca sevginin de baltayı tutabileceğine ikna olur. Nikos Kazancakis’in “Günaha Son Çağrı” romanında Vaftizci Yahya son konuşmalarından birinde İsa’ya şöyle der: “İfadeni değiştir, kollarını güçlendir, yüreğini pek tut. Hayatın çetin. Alnında dikenler ve kan görüyorum. Dayan kardeşim, cesaret! Önünde iki yol açılıyor, biri düz, insanların yolu, İkincisi yokuş. Tanrı’nın yolu. Çetin olanını seç. Elveda! Ayrılmalar canını sıkmasın. Görevin ağlamak değil, vurmaktır. Vur! Elin titremesin sakın. Budur senin yolun. Her iki yol da Tanrı’nın kız çocuklarıdır, unutma bunu. Ama ilkin Ateş vardı, sevgi sonradan geldi. Bu yüzden Ateş’le başlayalım işe. İleri, talihin açık olsun!”