Bir nehir misali devrime akalım – Mahir Yılmaz

Neo-liberalizm 80’li yıllarda emperyalist kapitalizmin tıkanmışlığına bir çözüm olarak uygulanmaya kondu. Neo-liberalizm ile bir taraftan uluslar arası tekeller başta olmak üzere sermaye gruplarının tıkanmışlığının önü açıklırken emekçi halkların hakları daha fazla gasp edildi. Bu gaspı normalleştirmek ve sömürüye karşı çıkanları bastırabilmek için ekonomik, siyasal, kültürel ve tabi ki zor aygıtlarıyla çeşitli uygulamalar devreye koyuldu. Burjuva devletin, neo-liberal sermaye birikim politikaları karşısında durabilecek sınıf ve grupları atomize etmek ve bastırmak için çözüm bulması gerekiyordu. Çözüm ise, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal dayanışma kültürünü yok etmekti.

Neo-liberal politikalara değinecek olursak, sınıfı bir bütün olarak parçalamanın yanısıra işçinin yetersiz olan ücretini daha da yetersiz hale getirdi. Ama bir taraftan da banka kredilerini cazip hale getirerek propagandasını yaptı ve kölelik zincirine bir de kredi borçları halkasını ekledi. Bu şekilde borçlandırılan emekçiler, işini kaybederse borçlarını ödeyemeyeceği ve elindeki her şeyi kaybetme riski ile karşı karşıya kaldığı için işine koşullar ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın sarılmak zorunda kaldı. Neoliberalizm, toplumun bir araya gelme mekanlarını özelleştirdi ve toplumun dayanışmasının önündeki en büyük sorun haline geldi. Toplum dayanışmadan uzaklaşıp, güven(ce)sizleştikçe, devletin zor aygıtının sokaktaki zoru “normalleşmiş” oldu. Burjuvazi, toplumu karşı kültürüyle zehirleyip bireycileştirdi ve tepkisizleştirdi. Bunlar aklımıza ilk elden gelen örnekler.

Şu an ise dünyada bir pandemiyle karşı karşıyayız. Toplumun ve devletlerin tüm gündemi pandemi endeksli. Emperyalist kapitalizm ise korona krizini kendi fırsatına çevirmek için sonrasına çok sıkı şekilde hazırlanıyor. Salt neo-liberalizm ile yapamadıklarını korona sonrası döneme hazırlanarak yapma peşinde. Köklü bir değişim, dönüşüm peşinde. Bunu, Türkiye’ye baktığımızda faşist diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın cümlelerinde kullandığı kriz fırsat metaforundan rahatlıkla anlayabiliyoruz. Tayyip, kriz sonucu gelişebilecek bir fırsatla, Türkiye’nin uluslararası arenada güçlü bir oyun kurucu haline dönüşebileceğinden ve özel sektörün bu krizi fırsata çevirebileceğinden sürekli dem vuruyor. Yaşanmakta olan sürece baktığımızda, krizi fırsata çevirmeye hızlı bir şekilde başlandığını söyleyebiliriz. Kürdistan’da halkın ezici bir çoğunluğunun oyuyla seçilen belediyelere kayyum darbeleri her gün devam ediyor. İşçiler işten atılıyor. Ya da bunu işsizlik verisine koymamak için ‘ücretsiz izin’ tabirini kullanıyorlar. Arada bir çıkardıkları sokağa çıkma yasağı ise, işçilere uygulanmamakla birlikte, adeta oluşabilecek bir ayaklanmaya karşı devletin zor aygıtının şehirleri ablukaya almasına dönük bir tatbikat niteliğinde olmaya devam ediyor.

Çin’de korona ile birlikte yeni bir telefon uygulamasının kullanımı zorunlu hale getirildi. Bu uygulama ile birlikte korona denetimi sağlanırken aynı zamanda konuma bağlı olarak kimin kimlerle görüştüğü üzerine devlete veriler gidiyor. Eğer dışarı çıkma yasağınız varsa drone konumuzu terk ettiğinizi tespit ediyor ve yakalanıyorsunuz. Bu durum ile Çin krizi kendi fırsatına çevirmiş durumda. Türkiye de bu uygulmayı HES ( hayat eve sığar ) adlı bir programla yürürlüğe koymak üzere. Avrupa ülkeleri de uygulamayı şimdiden gündemine aldı. Sığ bir siyaset anlayışını reddetmekle beraber pandemi ile toplumun üstündeki “güvenlik” politikasının, güvensizliğine işaret etmek istiyoruz. Neo-liberalizm ile birbirinden izole olan toplum, yeni uygulamayla daha da izole oluyor ve dayanışma ağları kesiliyor. Kısacası neo-liberalizm bir eliyle toplumu güvenliksizleştirirken bir eliyle de “seni koruyorum” diyerek kültürünü, yasalarını dayatıyor. Korona olağanüstü halini olağanlaştırıyor.

Türkiye halkları ise kaygılı. Hayat ne zaman normalleşecek, bize de bulaşır mı, işimizden olacak mıyız? İşinden olmuşsa, işsizse; elimizdekiyle ne kadar idare edebileceğiz, yarın yiyecek ekmek bulabilecek miyiz vb… toplumun koronayla ilgili kafasındaki soru işaretlerinden bazıları. Türkiye Devrimci Hareketi ise, bu süreçte yeni çalışma tarzlarına adapte olmakla alakadar. İnternet çalışmaları ve bir dizi sokak çalışmalarıyla sürece müdahil olmak istiyor. Ancak sokağa çıkan devrimciler, toplumdaki kaygı bulutunu dağıtacak bir kuvvet oluşturamıyorlar. Bu sürecin en temel parolası halka güven vermek olmalıdır, ancak bunu kitle çalışmalarına uyum sağlamaktan uzak bir devrimciler örgütü ile başarmamız ihtimal dahilinde değildir.

Ne Yapmalı sorusu baki, varmak istediğimiz hedef de…

Lenin’den örnek verirsek, bu durum daha da anlaşılır olabilir. Lenin, Ne Yapmalı’da devrimci örgütün en az burjuva devlet aygıtı kadar disiplinli olması gerektiğini söyler. Bir diğer alt çizmesi de işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma meselidir. Bilinç taşıma meselesi, kaba anlamıyla anlaşılmamalı. Yani devrimci örgütlerin fabrika önlerinde bildiri dağıtması dışarıdan bilinç taşıma olmuyor. Dışarıdan bilinç taşıma işçi sınıfının kendi dar-ekonomik çıkar yönlü bakış açısını değiştirmektir. Kapitalist sistemin bütününü yıkmadan sadece fabrikasındaki reformların hiçbir şey olduğudur. Zamanı gelince 1 veren patron şartlar kendi lehine değiştiğinde 5 alacaktır. Bu yüzden kapitalist sistem tümüyle kavranmalı ve tüm ezilen sınıflar işçi sınıfının etrafında birleşmelidir. İşçiler, köylüler, öğrenciler, kadınlar vs birbirinden ayrı değil birbiriyle bütünleşen mücadeleler biçiminde gelişirse ancak devrim gerçekleşebilir. Neo-liberalizmin en karakteristik özelliğinin, işçi sınıfı ve emekçileri parçalaması, toplumsal muhalefet dinamiklerini, örgütlenmelerini dağıtmasıdır, dedik. Neo-liberal sistem aynı zamanda bireycileştirir. Lenin’den hareketle biz de daha fazla parçalanan, bireycileştirilen, güvenliksizleştirilen toplumsal yapı karşısında “ne yapmalı” sorusunu kendi cephemizden sormalıyız. Lenin’in Ne Yapmalı’da yazdıkları aslında Rusya özgülünde vardığı sonuçlardır. Ne Yapmalı’nın gidiş yolunun özgünlüğü iyi kavranmalıdır. Bizim Lenin’in gidiş yolunu kullanmamız gerekir. Ne Yapmalı ile ilişki kuracaksak tam da buradan ilişki kurmalıyız. Biz de, ne yapmalı, sorusunu bulunduğumuz zaman-mekan’da sorup cevaplamalı ve gereğini yerine getirmeliyiz.

2020’de, bulunduğumuz coğrafyada ne yapmalı, nasıl bir örgüt, devrimci örgütün kadro yapısı ve eğitim çalışmaları ile yeniyi nasıl yakalamalı, örgütlenme çalışmaları nasıl ilerlemeli? Bu soruların cevaplarının hepsi birbirini tamamlar niteliktedir.

– Profesyonel adanmış kadrolardan oluşan örgüt

Biz devrim yapmak istiyoruz. Devrim yıkıcılık (aynı zamanda başka bir dünyayı inşa etme hamlesi olduğu için de yaratıcılık) demektir. Biz göğü fethe çıkacağız diyoruz. Tepeden tırnağa örgütlü bir düşmanla karşı karşıyayız. Burjuvazi ve devletine karşı, devrimi yapacak bir parti mutlaka profesyonel ve adanmış kadrolardan oluşan bir çekirdeğe sahip olmalıdır. Kendini ortaya koyan gece düşünde, gündüz hayalinde devrimi gören kadrolara ihtiyaç vardır. Devrim ihtiyacını etinde kemiğinde hisseden ve bu uğurda kendisini ortaya koyan kadrolara ihtiyaç var. Sınıf düşmanımızı yok edecek bir güç ve niteliği içinde barındıran bir partiye ihtiyaç var. Yeraltı temelinde örgütlenen, düşmanın saldırı ve darbelerine karşı kendisini koruyabilen ve aynı zamanda devrimci kitle şiddetinin önünü açabilecek devrimci şiddeti örgütleyebilecek bir partiye ihtiyaç var.

– Demokratik merkeziyetçilik örgütün işleyiş ilkesidir

Bu ilkenin doğru ve verimli kullanılması için örgütün ekseninin güçlü olması ve her türlü yanlış eğilimlerle (kendiliğindencilik, iktidarcılık, tasfiyecilik…) hesaplaşmış olması gerekir. Örgütün bir ekseni olmalı ve esen rüzgara göre bir yaprak gibi savrulmamalıdır. Ancak bu ilke genellikle kaba anlayışlar yüzünden örgütleri bürokratikleştirmiş ve işlevsizleştirmiştir. Anlatılanla uygulanan tutarsızlık yaratmıştır. Bizim demokratik merkeziyetçilik ilkesini iyi kavramamız gerekiyor. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi örgütün karar alma, uygulama yapısının örgütün merkezi ekseni çerçevesinde güçlü-hızlı olmasıdır. Yani profesyonel bir örgüt militanı X şehrinde tek başına ise ve örgütün eksenine hakim ise o militan, o şehirdeki örgüt merkezi olarak hareket edebilmeli, örgütü inşa edebilmeli, gerektiğinde gelişen duruma göre eylem yapabilmelidir. Tekrar tekrar belirtmek gerekirse örgütte bürokrasi işletilmemelidir. İşletilebildiği takdirde işleyiş hızlanacak hem de merkez yerel iletişimi minimuma indirgeneceği için, kadronun deşifrasyonu minimuma indirgenecektir. Demokratik merkeziyetçiliğin demokratik kısmı ön plana çıkacaktır.

-Dışardan bilinç taşıma ve bütünlüğün bilincini kavrama

Dışardan bilinç taşıma meselesine yukarıda az çok değinmiştik. Biraz daha açacak olursak; işçi sınıfı günlük yaşamı ile ekonomik bir bilince varabilir. Patronuyla karşıtlaşabilir. Ancak daha fazlası olamaz. İşçinin kendiliğinden bilinci sendikal bir hareketi ya da ekonomizmi aşamaz. Kapitalizm iyi kavranmalıdır. Toplumsal muhalefetin bütünlüğü, ancak sınıfın birliği ve dayanışması ile oluşturulabilir. Devrimin bileşkesi, en geniş haliyle, proletarya önderliğinde toplanmalıdır. Neoliberalizm, toplumu en küçük hücrelerine kadar böldü ve bireyciliğine hapsetti. Bu yüzden eskiye oranla bu ilkeye daha çok ihtiyaç vardır. Örgüte burada düşen, proletarya ile diğer toplumsal hareketler arasında köprüler oluşturmaktır. Mesela nehirleri düşünelim. Bir ana kol vardır. Tüm nehirler gelir onda buluşur veya onun yörüngesinde önüne çıkan engelleri aşa aşa ilerler ve denize dökülürler. Ama denize dökülmek için türlü yollardan geçerler. İlk çıkışında belli bir rotası yoktur fakat engellenemez ilerleyiş başlamıştır. Bazen dağları deler, delemediği yerde yeni bir yol açar ya da aşarak geçer. Bazen hırçınlaşır, bazen durgun akar ve ilerledikçe başka sularla birleşir. Büyüyerek yoluna devam eder ve sonunda denizlerle buluşurlar. Biz de yolumuzun sonuna varmak istiyorsak, bir nevi nehir kararlılığında hareket etmeliyiz. Ama önce ana kolu, güçlü bir teorik siyasal kavrayışı oluşturmalıyız. Tüm toplumsal dinamikleri birer dere misali kendisine bağlayan bir nehir olmalıyız. Bazen yol bulmalı, bazen de yol açmalıyız. Gerektiğinde hızlanmalı, gerektiğinde ilerideki engeli aşmak için güç biriktirmeliyiz. Yolumuzda ilerlemeliyiz, ilerledikçe büyümeliyiz. Ve ilerleyişimiz durdurulamaz olmalıdır. Bunun içinse statükocu ve aynı zamanda statik yaklaşımlardan vazgeçmeliyiz. Ufuk çizgimizi çizip yola revan olmalıyız. Tarihin bizi çağırdığı görevde bir nehir titizliğinde ilerlemeliyiz.

– Kadrolaşmak için eğitim

Nehir ve örgüt metaforunu bir temele oturtabilmemiz ancak ve ancak kadro eğitim çizelgesi üstünde, merkezi şekilde yoğunlaşan ve tüm yerel örgütlerin ihtiyaçlarına uygun esnekliği yaratabilecek şekilde eğilmemize bağlıdır. Kadro eğitimine dair metotlar, bir örgütü geliştiren temel etkenlerdir. Eğitim metotları, sadece kadroların teorik-politik anlamda ilerlemesine katkı sunmakla yetinemez, bir özneleşme yaratmak zorundadır. Her örgüt birimi, komitesi, aynı zamanda bir eğitim komitesi olmalıdır. Daha somutlaştıracak olursak, işçi çalışması yürüten bir komitemiz aynı zamanda bir eğitim komitesi olarak devam etmeli, eğitim-toplantı-yaşam üçgeninde bir dengeye oturtulmalıdır. Aynı şekilde gençlik alanında faaliyet yürüten tüm kadrolarımız, faaliyet alanı ve bu alandaki ihtiyaçlara dönük şekilde komiteleşmeli ve bunlar birer kadro eğitim mevzisi haline getirilmelidir.

Burada kesinlikle geçmiş çalışma kalıplarına takılıp kalmış bir eğitim metodunu reddetmeliyiz. Sosyalizmin ihtiyacı olan kadrolar, böyle bir eğitim sürecinden süzülüp mücadeledeki yapı taşlarından biri olamaz, tam aksine bu şekilde yapmakla, sistemin eğitim süreciyle yarattığı nesneleşmeye biz de bir halka eklemiş oluruz. Unutmamalıyız ki kapitalist dünyada bilgi en büyük iktidar araçlarından bir tanesidir, eğer biz kendi eğitim birimlerimizde bilgiyi bir iktidar haline dönüştüren kadrolar yaratırsak, bir devrimci savaş örgütünün altına dinamit yerleştirmiş oluruz. Bizim kadro eğitim metodumuzu şartlara uygun bir şekilde yaratabilmemiz için, bu alanda profesyonelleşen kadrolara ihtiyacımız vardır. Bir devrimci savaş örgütünün kadroları, savaşa dair ne kadar kafa yoruyorsa, sınıf savaşımının yegane sürdürücüsü olan, kitlelere öncülük vasfı gibi bir büyük görevi olan kadroların ideolojik-politik eğitimini herhangi bir ertelemeciliğe prim vermeden hayata geçirmelidir. Eğitim metotlarımızın temel hedefi bir kaç maddede toparlanabilir :

*Bürokratizm ve kariyerizm batağına saplanmadan, her eğitim biriminin üyeleri aynı zamanda birer eğitimci olarak belirlenmelidir, eğitim birimleri mücadelenin diğer alanları gibi bir özneleştirme mevzisi olarak görülmelidir.

*Eğitim birimleri kadroların ideolojik-politik ihtiyaçlarına cevap verecek düzeyde profesyonel olarak organize edilmelidir.

* Eğitim birimlerinde de öz-denetim bilince çıkarılmalıdır ve bir üst örgüt birimine düzenli raporlanmalıdır.

*Bu alanda profesyonelleşen kadrolar, merkezi veya yerel düzeyde katkı sunarken, alanlara özgü esnekliğe uygun yaklaşmalıdır, aksi takdirde basmakalıp bir kadro eğitim taslağı ortaya çıkacaktır.

Bu meseleye dair sunulabilecek maddeler kuşkusuz uzayıp gidebilir ancak kalıplaşmış ve statükoya bağlı kalmış bir merkeziyetçi tarzı yerle bir etmek temel hedefimizdir. Son maddeyi bu nedenle özellikle vurgulamak istiyoruz. Unutulmamalıdır ki biz dünyayı anlamaya değil, değiştirmeye çalışıyoruz.

– Devrimci özne/örgüt karşı hegemonyayı örgütleyendir

Hegemonya, belli şartlarda oluşabilecek bir bütünlüğü içerir. Burjuvazi ve devleti toplumu hegemonyası altına almak için çeşitli yöntemleri bir bütün olarak kullanır. İdeolojiksizleştirir, kültürsüzleştirir, güvenliksizleştirir, mülksüzleştirir, medya ve internet ağlarıyla sürekli olarak kontrol altında tutar. Kendine bağımlılaştırır. Böylece topluma kendi kültürünü dayatır, mülksüzlükten ve güvensizlikten rıza üretir, kendi ideo-kültürel kodlarını yerleştirir, zor aygıtını meşrulaştırır. Hegemonyasını yitirdiği yerde ise zor aygıtını devreye sokar. Hegemonya; sistemin gücünü, işlerliğini ve verimliliğini artırır, krizler döneminde ise emniyet görevi görür ve sistemin kendisini onararak, yeniden yapılandırarak sürdürmesini sağlar. Devrimci örgüt, ancak karşı hegemonyayı örgütleyecek bir perspektifle örgütlenme araçlarını dizayn ederse başarılı olabilir. Sistemin bu şekilde sağlamış olduğu hegemonik denge, yapay ve karasız bir dengedir. Bu yapaylığı bozmalı, kararsızlığı arttırmalı ve çelişkiyi derinleştirmeliyiz. Toplumdaki kararsızlık ne kadar artarsa, patlama da o kadar güçlü olacaktır. Bizim söz ve eylem bütünlüğümüz bu kararsızlığı arttırıcı nitelikte olmalıdır. Burjuvazi, kurduğu bu denge sayesinde, kendi sınıf çıkarlarını işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarları olarak yansıtır. Kararlılığı kendine çeker. Biz, kitlelere ihtiyaç ve özlemlerinin burjuvazinin dünyasıyla taban tabana zıt olduğunu göstermeliyiz. Bu anlamda biz, yaşamın gerçeklerine yaslanmalıyız. Gerçekleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin bilince çıkarmasını sağlamalıyız. İşte bu, tam da ideolojik, siyasal, kültürel her anlamda karşı hegemonyayı oluşturmakla olur.

Devrimci şiddet olmaksızın bu saydıklarımızla sivil toplumculuğa düşeriz. Bizim aynı zamanda devrimci şiddet ile hesap soran, güven veren ve bu şekilde karşı hegemonyayı sağlayan bir noktada olmamız gerekir. Öncü örgüt, kitle şiddetinin önünü açacak eylemleri, çıkışları örgütlemelidir. Özneleşmek bir şeydir. Ancak önemli olan özneleştirmektir. Özneleştirmeyen tam anlamıyla özne de olamamıştır zaten. Bizim temel kaçırdığımız mevzu budur. Bir anlamıyla kitleleri, “suç”a ortak etmektir. Ancak bu şekilde kitleleri özneleştirebiliriz.

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını çoğumuz okumuşuzdur. İnce Memed, ilk Abdi Ağa’yı öldürür. Abdi Ağa’nın yerine Kel Hamza gelir. Kel Hamza’yı öldürür, yerine daha zalim bir bey gelir. Hikaye sürekli böyle devam eder. İnce Memed’in kafasında ise sürekli “Abdi gitti, Hamza geldi” cümlesi döner durur. İnce Memed, halk tarafından sevilen bir karakterdir. Çünkü zalimin zulmünü yanına bırakmamıştır. Halkın vicdanını bir nebze de olsa, bir anlığına da olsa rahatlatmıştır. Ancak alternatif bir sistem oluşturamadığı için halk zalimin zulmü altında yaşamaya, İnce Memed de kafasındaki soru işareti ile kısır döngüde kalmaya mahkumdur. Biz, sadece direnen, sadece zulme başkaldıran değil yeni bir yaşam iddiasını ete kemiğe büründüren devrime odaklanacak, kitlelere umut taşıyacağız.

Her gün yüzlerce kadın erkek şiddetine maruz kalıyor; kimi katlediliyor kimi ağır travma ve yaralarla canını zor kurtarıyor, ruhundaki yaralarla yaşama tutunmaya çalışıyor. Buna karşı Türkiye’de kadınların güçlü sokak eylemleri oldu. Bu bağlamda vurgulamak gerekir ki kadınlar önemli bir dinamizm yarattı. Ancak son yıllarda kadınların kendiliğinden gelişen öz savunma mücadelesi dışında bir cezalandırma eylemi duyduk mu? Ya da Ensar vakfı ve türevlerinde çocuklara yönelik taciz ve tecavüzler gerçekleşti. Bu derneklere her türlü eylem haktır. Ama aynı zamanda, halkı da örgütleyerek bu eylemi gerçekleştirmek bizi başarıya ulaştıracak olandır. Bu bir örnektir ve durumlara göre değişkenlik gösterebilir. Karşı hegemonya bir bütünlüğü içerir. Her şeyde ve her yerde, hep birlikte diyeceğimiz yeni bir yaşamın nüvelerini açığa çıkaracak komünalliği ancak bu şekilde örgütleyebiliriz.

– Ajitasyon/Propaganda

Ajitasyon/propaganda bizim en önemli örgütlenme araçlarımızdan biridir. Ne yapmak istediğimizi, ne yaptığımızı ajitasyon/propaganda ile topluma aktarırız. Etkili ajitasyon/propaganda yöntemleri ile toplumla duygudaşlık yakalamaya çalışırız. Ajitasyon/propagandayı basitçe ikiye ayırabiliriz. Birincisi sokakta direk temas ile yapılandır. İkincisi ise sosyal medya ayağıdır. Günümüzde sokaklar, devlet baskısı arttığı için çok az kullanılan bir alan haline gelmiştir. Ancak sokakta yapılan ajitasyon/propagandanın önemi unutulmamalıdır. Devlet bu hareketiyle, bizi sadece sosyal medyaya hapsetmeye çalışmaktadır. Ancak alanda karşılığı olmayan bir sosyal medya propagandasının kıymeti harbiyesi yoktur. Bu ikisi arasında da bir bütünlük kurulmalıdır. Aslında diyebiliriz ki her kadro hem sokakta iyi bir ajitatör/propagandist olmalı, hem de video aktivisti olmalıdır. Alanda yaşanılanları, yapılan eylemleri hem sokakta propaganda etmeli, hem de sosyal medyada etkili bir şekilde kullanabilmelidir. Ayrıca medyada devrimcilere dönük güçlü bir sansür uygulanmaktadır. Bu yüzden yapacağımız eylemler, öyle eylemler olmalıdır ki kendi propagandasını yapabilmelidir. Yine belirtmek gerekir ki sosyal medyada yapılan propaganda ve sokaktaki görünürlük (afiş,bildiri,yazılama,birebir temas) birbirini tamamlamalıdır. Sokaktaki görünürlük ile adres burasıdır denilebilmelidir.

Sosyal medyayı biraz daha açmak istiyoruz. Burjuvazi sosyal medya ile atomize olmuş bireyler yaratmaya çalışıyor. Herkes kolaylıkla twitter, facebook, instagram hesabı açabiliyor ve sözünü söyleyebiliyor. Bu bir yerde sokağa çıkamayan kitleleri, yavaş yavaş kaynayan suda bekleyen kurbağa misali, duruma alıştırıyor. Toplumu “online’ım, öyleyse varım!” çizgisine çekiyor. Kitleleri harekete geçiremeyen bir örgütün internet üzerindeki varlığı söylemsel düzeyden öteye geçemez. Ancak internet ve sosyal medya iyi organize olmuş halk kitleleri tarafından kullanıldığında ise bize muazzam bir imkan sağlayacaktır. Örnek verirsek, bu kısım daha iyi anlaşılacaktır. Gezi ayaklanması, 27 mayıs 2013’te 50 kişi ile başladı. Her ne kadar TV’lerde Gezi olaylarına dair sansür uygulansa da tüm Türkiye’de milyonları bulan kitleler sokağa çıktı. Bunda, araştırma verilerine göre en etkili araç olarak % 78 ile internet-sosyal medya başta geliyor. Polisin, ilk günden itibaren eylemcilere dönük uygulamış olduğu şiddet (yakın mesafeden gaz ve TOMA ile su sıkma, çadır yakma, hedef alarak plastik mermi sıkma vs.) ve bunun sosyal medya-internet üzerinden video-fotoğraflarla teşhiri, tüm illerde insanların sokaklara akmasında çok etkili oldu. Milyonlarca insan, sosyal medya-internet üzerinden Gezi Parkı’nda yaşam alanlarını korumak isteyen eylemcilerle duygudaşlık yakalamış oldu.

Bunun üzerinden, video aktivistine kısa bir tanım getirecek olursak, alanda olanlar ile online olanları bir araya getirmek için çabalayandır. Alandakilerin eylemini, en iyi bir şekilde online olanlara aktarabilendir. O duygudaşlığı yakalayabilendir. Bir örnek daha verirsek, sosyal medya-internet kullanımının iyi organize olmuş halk kitleleri tarafından kullanıldığında nasıl verimli olabileceğini anlayabiliriz. Mısırlı bir eylemci, 2014’te verdiği röportajda, Tahrir eylemlerinde sosyal medyayı nasıl kullandıklarını anlatıyor. “Facebook tarih belirlemeye yararken, Twitter lojistik paylaşmakta, YouTube ise dünyayı göstermekte kullanılıyor ve hepsi birlikte insanları birbirlerine bağlıyorlar.” Bu cümleden anlaşılacağı gibi, sosyal medya, hem insanları eyleme katmaya ikna ediyor hem de eylemde nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair reçete sunuyor. Bu anlamda Gezi ayaklanmasında ön plana çıkan video aktivist örgütlenmesine ne kadar ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor (seyr-i sokak, vidyoccupy, nar postası gibi).

Son dönemde ortaya çıkan İsimsizler Hareketi de sosyal medyanın etkili kullanım örneklerinden biridir. İsimsizler Hareketi sansürü bir düzey kırdı. Aktrollerin sosyal medya üzerinden istedikleri gibi gündem oluşturup kitleleri yönlendirmelerini, top koşturmalarını engelledi. Sosyal medya üzerinde iyi bir örgütlenme yarattı. Toplumsal muhalefetin, en azından sosyal medya üzerinden de olsa, birlikte hareket etmesinin önünü açtı. Sokak ayağı da olan böyle bir örgütlenme, ihtiyacımız olandır.

Tüm devrimci kopuş, ayaklanma, isyan hikayelerinin öznesi; GENÇLİK

Gençlik çalışmalarına gereken boyutta önem vermemek, bir bedenin en önemli uzuvlarını göz ardı etmektir diyebiliriz. Ülkemizdeki birçok kopuş, ayaklanma, isyan, gençliğin dinamizmiyle meydana gelmiştir. Her ne kadar farklı siyasal altyapılara sahip olsa da, ‘71 devrimci kopuşundan Gezi ayaklanmasına kadar olan süreç gençliğin devrimci atılımıyla vuku bulmuştur. Nitekim genç kadrolarımızın, Gezi Halk ayaklanmasından Rojava’ya kadar birçok yükü omuzlaması, bu anlatımıza bir örnek teşkil etmektedir. Gezi Halk ayaklanmasında barikat barikat dövüşen genç kadrolarımız, sempatizanlarımız kesinlikle bu tecrübeleri var olan siyasal mücadelelerinde göz ardı etmemelidir.

Gençliğin siyasal, toplumsal yaşamdaki önemini bir de devletin gençliğe yaklaşımında arayalım. AKP hükümeti, 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta 34 siper yoldaşımızı katlederek gençlik üstünden bir savaşın fitilini ateşlemiş oldu, sonraki dönemlerde de üniversitelerde gençliğe dönük kapsamlı saldırılarla üniversitelerdeki demokratik mücadelenin önünü kesmek için tüm baskı aygıtlarını devreye soktu.

Şimdi burada ele almak istediğimiz mesele mevcut durumun beyanı değil, bu durumu aşabilecek tarzı, çalışmayı nasıl ortaya koyacağımızdır. Gençlik çalışması dönem dönem farklı tarz ve taktikleri içinde barındıran, gençliğin dinamizmine uygun bir formda olmalıdır. Mevcut siyasi durumun analizi gerçekliğe uygun yapılmalı ve buna göre bir pozisyon alınmalıdır. Önümüzdeki süreç, pandemiden kaynaklı tam anlamıyla olağanüstü bir dönem olarak ele alınacaktır. Gençlik örgütümüzün, kesinlikle bu olağanüstü döneme uygun bir taktiksel konum alışı olmalıdır, aksi takdirde sürece adapte olamamış bir gençlik yapısı ortaya çıkmış olacaktır. Pandemi sürecinin mevcut kapitalist dünyada ekonomik hırslarla çözümünün uzun bir sürece yayılacağı kaçınılmaz, öte yandan buna dair kesin bir tarih belirtebilmemiz zordur. Kesin olan şudur ki; önümüzdeki süreçte, sosyal hayatın çok daha kısıtlı olacağı ve bundan belki de en derinden etkilenecek olanın gençlik olduğudur.

Önümüzde var olan bir 3 aylık yaz mevsimi ve daha sonrasında yine sürecin pandemi açısından belirsiz olduğu bir dönem bulunmaktadır. Yaz mevsiminde gençlik çalışmasının örgütleyicisi olan gençlik kadroları kesinlikle pandeminin temel tuzağı olan bireyselliği örgütleyen yanlış tutumlara düşmemeli, sürecin getirdiği çalışma tarzına uyum sağlamalıdır. Yaz mevsimleri gençlik açısından mücadeleye hazırlık evrelerini içinde barındırmaktadır. Bu evrede, kendi çalışma tarzını gelecek döneme dair ideolojik-politik-örgütsel olarak hazırlamayan bir gençlik örgütü, örgütsüz ve dağınık bir kuvvet olarak döneme girmiş olur. Yukarıda bahsettiğimiz eğitim süreci, parti genç kadroları tarafından, yaz sürecinde farklı formlarla da olsa hayata geçirilmelidir.

Gençlik örgütümüz, kendi çalışmalarını lise ve üniversite düzeyinde -aralarındaki ideolojik bağı yıpratmayacak şekilde- çalışma alanlarını ayrıştırmalıdır. Lise örgütlenmesine uygun formu yakalamak uzun bir emek sürecine tabidir. Yıllar boyunca lise çalışmalarını hafife almış hiçbir devrimci yapı, başarılı olamamıştır. Lise örgütlenmesi tarihine dair, kadrolarımızla, sempatizanlarımızla muazzam bir tecrübeye sahibiz. Bu tecrübelerle, bu mücadelenin asli unsurları olan örgütçüler belleklerini harmanlamalı ve hızlı bir şekilde hayata geçirmelidir. Bunun için gençlik örgütü, öncü hareket kabiliyetini kullanabilmeli ve lise-üniversite çalışmasının önünü açacak hamleyi yapmalıdır.

Gençlik çalışması bir bileşenler mekanizması olmalıdır. İçinde gençlerin olduğu tüm alanların temsilcileriyle bir ortak harekat merkezi olarak görülebilir. Şu an amacımız bir gençlik örgütü şeması anlatmak değil, amacımız güncel olarak ülkemizde var olan bir eksikliğe müdahil olma ve geliştirme çabasıdır. Lise örgütlenmesi tam olarak bu eksikliğe tekabül eden bir yerdedir.

Lise örgütlenmesine dair geçmiş tecrübeler kesinlikle açığa çıkarılmalıdır. Lise çalışmasının en temel ayakları yayın-propagandadır. Bu alana dair tüm örgütsel tartışmalar yapılmalı ve bu alanda siyasal çalışmayı örgütleyecek mekanizma oluşturulmalıdır. Merkezi düzeyde lise çalışmasının önünü açacak hamleler yapılmalıdır. Lise yayını için birimler oluşturulmalı ve en temel propaganda aracı yayın çıkarılmalıdır. Yayın çalışması, yazılama-sticker gibi görsel propaganda materyalleriyle pilot seçilen bölgelerde desteklenmelidir. Lise çalışmasında görünürlük had safhaya çıkarılmalıdır. Bu propaganda çalışmasının sonucu alınacak sosyal medya, internet platformları aktif şekilde kullanılmalıdır. Lise çalışması örgütçüleri yaşam programlarını lise çalışmasında yakalanan ilişkilerle olan paylaşım içinde geçirmelidir, aksi takdirde yoğun bir emekle örgütlenen bu sürecin bir dinamizmle buluşamaması, örgütçülerde moral-motivasyonda bir kırılma yaratacaktır. Unutulmamalıdır ki lise çalışması aynı zamanda taktiksel olarak devletin tüm baskısını, meşru zeminlerde delebilecek, derdest edebilecek alanlardan bir tanesidir.

Sonuç Yerine

Topraklarımız mücadeleyle, savaşla, kanla yoğrulmuştur. Ülkenin dört bir yanı, devrimcilerin ayak izleriyle doludur. Bugün her ne kadar bir umutsuzluk rüzgarı esiyor olsa da tarih bunların tepetaklak olmuş halleriyle doludur. Tarihe güveniyoruz; ama tarihi değiştirmenin bizim ellerimizde, devrimcilerin, örgütlü kitlelerin ellerinde olduğunu katiyen unutmuyoruz. ‘71’de nasıl Mahirler, İbolar, Denizler umut olduysa, bugünün umut ışığı olmak için buradayız. Geçmişimizin, hatalarımızın bizim en büyük geliştiricimiz olduğunun farkındayız. Önümüzdeki tek engel, kendi duvarlarımızdır. Bunu aşamayan hiçbir hareket veya kadro bir adım ileri gidemez. Kendi ördüğümüz devasa duvarları yıkmak, bizim elimizdedir yoldaşlar. Halklarımızın umuda olan ihtiyacını bu hatalardan ders çıkaramamış olarak, geçmiş iktidarcı saplantılara hala bağlı kalarak gideremeyiz. Statükocu tarzın devamcısı olmayı kesinlikle reddediyoruz, umut olmak bir emek meselesidir, bir inanç meselesidir.

Bunların yanında asla dün yaptığımız doğruları reddetmiyoruz. Tarihin nice dönemleri vardır; doğrularınız manipüle edilmeye çalışılır, ezilmeye çalışılır. Statükonun bir direnci vardır ve bu direnci kırabilmek çok net bir duruş gerektirir. Statükoculuğun, iktidarcılığın tüm temel dayanaklarını yerle bir etmek, en temel görevimizdir. Dün nasıl ki birçok zorluğu bu savaşımımız için göze aldıysak, bugün de aynı kararlılıkla bunu yapıyoruz. Bu maratonun uzun olduğunun farkındayız, nefesimizi ayarlayacak, buzu kıra kıra devrim koşumuzu sürdüreceğiz. Bunu yapmanın hiç kolay olmadığının farkındayız ve bu ciddiyetle bu meseleyi ele alıyoruz. Emekle yoğrulmamış, inançla geliştirilmemiş, kendisiyle hesaplaşmamış hiçbir yapı, organizasyon, devrimci kadro yeni bir yaşamın, devrimin inşacısı olamaz; kimse kendisini kandırmasın. Nefesimiz yetinceye kadar haykıralım; içindeki sessizliğin sesini kırmak isteyen herkese ulaşsın haykırışlarımız!

Kaynak: Komün Gücü