Kendi ideolojik kurgularımızı gerçeğin ve hayatın işleyişinin yerine koyarak dünyayı ve olayları anlamak, fetiş halimizin varıp dayandığı bir uçlaşma halidir. Marks’ın deyimiyle “aşırı ideolojikleşme” gerçeküstücülükle sınırlı değil. Böyle olsaydı, bu sorun düşünce alanında tartışılabilir ve sonuçlara varılabilir bir durum olabilirdi. Sorunumuz, fikri gerçeküstücülüğün ve fikri envanterimizin, kendimize dönük bir yıkıcı işlev görmesiyle ilgili. Olayları anlamak isteğimizde, her daim “makro siyaset” araçlarına başvurmamız ve olayları dışsal okumalara tabi tutmamızla, bizim kendimizi es geçmemizle ilgili. İşte tam da bu yüzden, devrimci olduğunu iddia eden, iddialarını buradan kuran öbek ve yapılar için işlevsizleşme, “siyasetten düşme” burada başlıyor. Dünyayı anlamadaki eksen kaymasını, “dar pratikçilik” ve “yıkıcı” eylemle aşmaya dair kurgularla kendini kurtarma çabası da faydacılığımızın varıp dayandığı yerdir. Sorun ne kitle hareketlerinde ne kamusal alanın liberallerce kuşatılmış olmasında ne de halkın karşı-devrimci cepheye kaymasındadır. Sorun, solcuların liberalizasyonunda da değildir. Sorun, bunları bizim nasıl anladığımız ve bunları yarabilecek fiili durumu nasıl kuracağımız noktasındadır. Eğer tarih sınıflar mücadelesi tarihi ise, devleti yalnızca şiddet araçları üzerinden değil; hegemonik siyaset araçları üzerinden de anlamak zorundayız. Toplumsal yaşam alanlarının siyasi şekillenişi, toplumun fiziğini anlamayı gerekli kılar. Dolayısıyla bugün, Türkiye’de ortaya çıkan tabloya bakıp, “olağandışı” bir işleyişin olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Devlet, sadece şiddet araçlarıyla değil, ideolojik araçları üzerinden de kendi güçlerini biriktirir ve konuşlandırır. Piyasa saikleri üzerinden liberal demokrasi, değişik kurgularla, hegemonik siyasetin işlevsel aracına dönüşür. Bu bakımdan kimin liberal olduğu değil, liberal güzergâhın nasıl kurulduğunu anlamakla mükellefiz. Devrimciler; kişilerin, öbeklerin hareketine bakarak toplumu anlamazlar. Devrimciler, hâkim siyasetin yıkıcı ve kurucu saiklerinin nasıl işletildiğine bakarak, konuşlanırlar. Siyasal alanın bir çatışma, gerilim kurma ve aynı zamanda uzlaşma alanı olduğunu biliriz.
Kendimize bakmak Dolayısıyla “Kim, kimle ne iş tutmuş”a bakmayız, biz hangi güçleri nereye konuşlandırıyoruz/konuşlandıracağız, dahası biz bir anın içinde nereye, hangi kırılma hatlarını bulup yerleşiyoruz/yerleşeceğiz meselesi olarak bakarız. Eğer bu lens yitmişse, söz ve cümleler buradan kurulmuyorsa; Erdoğan’ın kiminle iş tuttuğu, Amerikan’ın ne yaptığı, Rusya’nın ne yapacağı üzerinden kuruluyorsa dükkanlar kapatılmış, geriye bir kabuk ve görüntü kalmış demektir. Elbette bunlardan, dış siyasete bakmayacağız anlamı çıkmaz. Mesele baktığımız her yerde, kendimize dair bir sonuca varıp varmama meselesidir. İşte bugün, biz bunu yitirdik. Bu özgüven yitimiyle ilgili değil, devlet şiddetinin üzerimize gelip bizi daraltmasıyla da ilgili değil; mesele, bizim dünyayı anlama araçlarımızın iğdiş edilip piyasa tarafından dönüştürülmüş olmasıdır. Metamorfoz bir durumdur bu. Bunu anlamak ve görmek durumundayız. Devrimcilik, toplumun en imkânsız anlarında inşa olur. Buradan halkı ve toplumu yarma fırsatı bulur. Devrimci genişleme, kitle sayısı sorunu değildir, halkın fay hatlarını nasıl kırma becerileri gösterdiğin sorunudur. Kimse merak etmesin, sosyal fay hatları bir kez kırıldı mı artçıları gelir ve bizatihi o, halk ya da sınıflar tarafından kendi yeni insanını yaratır. Ama burada sorun şudur ve es geçemeyiz: Her toplumsal dönem kendi insanını yaratır. Bugünün Türkiye’si buna iyi bir örnektir. Dekadans yani çöküş dönemleri sosyal bakımdan yalnızca kendi sosyal insanını yaratmaz, aynı zamanda kendi solcu/ devrimcisini de yaratır. Türkiye bu konuda da iyi bir örnektir. Bizi bunalıma iten, tam da bu toplumsal ruh halinin fiziğini anlamadaki çıkmazlarımızdır. Devrimci akıl ne işe yarar, devrimci cüret ne işe yarar soruları bu bakımdan bugün kifayetsizdir. Hep kendi dışına konuşma, kendi dışından geleceklere bakmanın faydacılığı, yalnızca kendini bir özne olarak inşa etmeyi yıkıma uğratmıyor, aynı zamanda pratik olarak da işlevsizleştiriyor. Bu kadar iddialı/radikal(!) yapıların HDP/HDK’de tecessüm etmeye çalışması da bunun delilidir. Çünkü HDP/HDK evreninin dışında, ne eyleyeceği ne söz kuracağı bir alanı vardır. Durumumuz bundan ötedir ve varoluşa dair bir sorundur.
Sahi neden devrimciyiz? Bunu anlamak için kendimize şunları soralım: Bize ne oldu da eski devrimci kimliklerimizden, kötü birer siyasetçiye dönüştük? Bir siyaset erbabı olmakla, devrimci olmak arasında fark ve kırılma nedir? Ne oldu da cezaevlerinden, açlık grevlerinden, ölümlerden, dağlara çıkmalardan, onlarca sakat biriktirmekten siyasetçilik yapma günlerine geldik? Hangisi biziz? Kendimizi, kendi tarihimiz içinde, hangi kurucu referanslara bağlıyoruz? Hepsi bir arada mı? Sözü edilen durum aslında bizim fiili tercihlerimizi ele veriyor. Dağda olmak, bizim liberalizasyonumuzu engellemiyor, dış görünüşümüzü kurtarmaya yarıyor. Sahi biz, neyimizle devrimciyiz? Bizi devrimci kılan ve “diğerleri”nden ayıran kerteriz (paradigma) ne? Devrimci bir özne inşasının emek süreçleri nedir? Devrimcilik, hangi tarihsel formasyonları harekete geçiren güçlerden gelir? Dünyayı komünist okuma ve anlamanın diyalektiği nedir? Kendimize dönüp bakmamızın bir diyalektiği var mı? Biz neden devrimci olduk ve ne “iş”le iştigal ederiz? Devrimcilik, bir iştigal etme hali midir? Devrimcilik, durmaksızın toplumsal ilişkilere girme; onu dönüştürme; fiili örgütleme; fikri, estetik, politik formasyonları üretme meselesiyken nasıl meslek haline geldi? Devrimcilik, meslekten olduğu için mi yapılır, yoksa toplumu bir araya getiren güçlerin kaçınılmaz gerilimlerinden mi meydana gelir. Biz kimiz? Hangi işçi, hangi yoksul bize kendini kurtarma ya da temsil vekâleti verdi? Biz, onları temsil etme, onlar adına konuşma ve onlar adına bir gelecek önerme vekâletini nerden aldık? Bu sorunun gerçekte bir karşılığı vardır ama bizim zihni süreçlerimizde oturmamıştır. Biz çeşitli toplumsal sınıf ve öbeklerin içinden geldik, bu toplumun gerilimli ilişkileri üzerinden siyasileştik, verili bir politik atmosferin içinde solcu olduk. Şu ya da bu grupla, öbekle rastlaşmamız da bizi onlardan yaptı. Kendimizi önceden kurulmuş bir ideolojik formasyonun içinde bulduk. İyi de, buraya kadar hikâyede bizden başka kimse yok. Yani solculuğumuz da, devrimciliğimiz de, komünistliğimiz de, kendimizi feda etme tercihlerimiz de bayağı bizim kişisel tercihlerimizdir. Siyaset, doğası gereği üzerinde eyleyeceği bir sosyal nesneye ihtiyaç duyacağına ve bir temsil iddiasında bulunacağına göre; biz de kendi vekâletimizi kendimiz çıkarttık ve işçiler, emekçiler ve halk adına konum belirledik. Bu işte bir sıkıntı yok mu? Özne bu mudur, devrimci özne bu kadar meslek icabı olacak kadar gerçeküstü müdür? Dahası var! Soruyu daha çetin yerlerden kuralım ve onlar üzerinden kendimize bakalım. Toplum dediğimiz sosyal durum; insanın o tarihsel anda kendini hangi üretim ilişkileri üzerinden modellediğinin ifadesi olan yaşam ilişkileri toplamıdır. Ama bu yaşam ilişkilerinin bir üretici güçleri vardır. Bu üretici güçler, verili bir üretim ilişkisi üzerinden o çağı; o dönemin, o çağın insanını belirler. Bu belirleme sadece hâkim sınıfta temsiliyetini bulan bir modelle sınırlı kalmaz; bütün yaşam süreçlerini ideolojik, dinsel, estetik, hukuksal, mülk edinme biçimlerine kadar belirler. Ama bu alanın bu kadar geniş bir yekûn tutması, gelir ve -Marks’ın diliyle- “üretici güçlerin içinde bulunduğu durumu” belirler. Devrim! Devrimler, içinde bulunulan o çağın, dönemin, toplumun üretici güçlerinin hangi toplumsal ilişkiler altında, yeniden düzenleneceği sorunudur. Eski toplumdan çıkış, “exodus” yeni üretici güçler yaratmaz, yeni üretici güçleri gökten indirmez; eski üretici güçleri yeniden düzenler, bunun için yıkıcı siyasetle, kurucu siyaset iki farklı formasyonu içerir. Peki, soru şu: Devrimciliği, meslekten iştigal eden tipolojiden mürekkep insanlardan teşekkül bir parti, örgüt, bu kadar devasa üretici güçleri nasıl değiştirir? Bu mesele sadece üretici güçlerin dışından gazel okuma meselesiyle sınırlı değil. Üretici güçlerin dışından gelip, siyaset araçları ile bu güçleri dönüştürmek mümkün olsaydı; Sovyetler Birliği’nin hazin sonuna tanıklık etmezdik. Ama bu mesele, yine de bu kadar değil! Sahi, kısmi işçi, kısmi üretimden gelen insanların dışında meslekten solculuk yapan bizler hangi toplumsal birikintinin içindeyiz? Soru mühim! Biz, kapitalist üretimin tortu biriktirdiği yerden geliyoruz; tüketici güçlerden geliyoruz! Yani meta mübadelesinin içinden geliyoruz. Elimize aldığımız bir bilgisayarın bir bit’lik değeri nasıl ürettiğini, bir bilgisayarın ikili sistem üzerinden devasa işlemleri nasıl yaptığını bilmeyiz. Elimizdeki telefonda dokunma işlemini yapan sensörlerin nasıl çalıştığını bilmeyiz. Hidrolik yasalarıyla çalışan makinelerin ya da mekanik hareket yasalarını harekete geçiren ve üretim aracı kılan güçleri bilmeyiz. Bir torna makinesini kullanamayız, bir ahşap parçasına biçim ve işlerlik kazandıracak marangozluğu bilmeyiz… Ama bunları birileri biliyor, üretiyor! Bu bilenler de milyonlarca insandan, yani üretici güçlerin canlı emek tarafından oluşuyor. Sahi, bu kadar devasa üretici güçler neden bizi umursasın ki? Bu kadar gelişmiş üretim yapma becerilerine ve bilgisine sahip bu güçler, kendi gelecekleri için devrimcileşme yetilerinden yoksun mudur, bu kadar büyük becerilere sahip, sadece üretimi değil, üretim araçlarını da tasarlayıp üreten tarihin bu güçleri uyuyor da, bizim uyandırmamızı mı bekliyorlar? Godot’yu beklemekle bunu beklemek arasında bir fark var mıdır? Vülger düşünme biçimleri ve vülger siyaset envanteriyle bir düz okumaya sahip meslekten solcumuz buna kendine kurduğu iman üzerinden bir cevap verecektir; ama nafile… Tüketici güçlerin dünyası… Bu yıkıcı dünyayı anlamak uzun bir yazı konusu. Bizim dünyamız da evimiz de oradadır ve üretici güçlerin dışından gazel okuyarak yapılacak şey de devrimcilik değil, siyasetçilik olur. Bu, ne demektir? Bu, kendimizi yıkalım demektir! Dükkânları kapatıp, kendimizle yüzleşelim ve gerçekliği olan bir devrimciliğin imkânlarını yaratalım demektir. Bugün, kim kendi örgütsel ilişkiler sisteminden memnun ve vazgeçmiyorsa, kim kendini birey olarak örgütlediği bu halinden vazgeçmiyorsa, orada kişinin, tipolojinin “bu işten başka yapacak bir işi olmadığı için”, kendi varoluş koşullarını örgütleme esnaflığından başka bir şey yoktur. Ne örgüt, ne devrim kişilerin kendilerini, uhdelerini, varoluş koşullarını örgütlediği ve bunun üzerinden bir sermaye biriktirdiği yerdir. Ve hiç kimse bu hakka sahip değildir. Dahası bu mesele herkesi bağlar. Mahrem bir mesele değildir.
Soru şu; meta dolaşımının en uç alanlarından gelip, tüketici güçlerin içinden gelip, üretici güçlere nasıl giriş yapacaksın? Bunu yapacak devrimci insanı üretebilecek mekanizmalardan da yoksun bu örgütler, sosyal eyleşme, sosyal çevre olmanın dışında, bir cemaat toplamı olmaktan başka ne yapacak? Bu mesele büyük yüzleşme sorunudur. Bu sorunu, şimdilik bu kadar ele almakla yetinelim. Kapitalist dünyanın evreninde meydana gelmiş toplumsal ilişkiler, bizimle devlet ya da burjuvazi arasında kurulmuş bir çatışma ve gerilim değildir. Tarihin devrimci güçleri, aynı zamanda devindirici güçleridir. Bu güçler etten, kemikten yaşayan insanlardan meydana gelir. Soyut insan olmayacağına göre, soyut insan ancak imgede kurulabileceğine göre, insan; bir toplumsal ilişkiler içinde var olur, şu ya da bu sınıf, şu ya da bu olaylar üzerinden tecessüm eder. Böylece insan, bir ilişki tarafından belirlenir. O ilişki, yaşam ilişkisidir. Ve artık insan, imgeden gerçekler âlemine indikçe kendi varoluş koşullarıyla gerilime girer. Bu gerilime girme meselesi ideolojide icat edilmez, gerçek yaşam ilişkileri içinde rastlaşma-zorunluluk olarak gerçekleşir. Böylece insan, kendi koşullarını değiştirmek için, kurulu yaşama ilişkilerini değiştirmek üzere bu ilişkileri yoklar, deneyimler ve bir sonuca varır. Ama bu sonuca varma meselesi düz bir bağlamda gerçekleşmez, bağlayıcı birçok ilişkiyi içerir. Bunu yalnızca topluma bakarak yapmaz, aynı zamanda tarihin biriktirdiklerine bakarak yapar. Böylece insana fikirlerden değil, yaşam ilişkilerinden varılır. Peki, öyleyse vülger devrimcilik dediğimiz şey, neden fikirlerden çıkar ve fikirlerden hareketle, fikirlere varmaya çalışır? Neden insanı bir fikir nesnesi olarak algılar ve oradan kendi mantıksal sonucuna varır? Bu kurgusal idealizm, kaçınılmaz olarak imgede bir sınıf, ezilen, halk tanımı yapar. Ama bunların hiçbiri gerçekte yoktur ve fikirseldir. İmgedeki işçi, gerçek işçiden azade ve sterildir. Çünkü kurgudur. Gerçekte işçiler öyle midir? Bu sorunun ucu her daim açıktır, açık kalacaktır. Çünkü ideoloji buna cevap vermez. Ta ki gerçekteki proleterler, kendi varoluş koşullarını değiştirmek üzere özne olarak ortaya çıkana kadar. Buraya kadar küçük bir grevi, işten atılmayı protesto için açlık grevlerini de bizim solculuğumuz işçi sınıfı olarak okuyacaktır. Çünkü bir avuntuya ihtiyaç var; nasıl mı? Ekonomik birim olarak hareket eden işçimsi öbeklerin eyleyişi imgede kurgulanmış soyut işçiyi yeryüzüne indirir mi? Siyasete indirir. Kurgu bu kez siyasileşir ve “Yaşasın işçilerin direnişi” iddiasına dönüşür. Artık bizim büyük keyfimiz gelmiştir. Çünkü işçimsi hareketler imdada yetişmiştir. Gelsin ekonomizm… Ama buraya kadar yazılanlar muzip bir “Şeytan’ın gör” dediği olarak kalsaydı belki tolere edilebilecek gerekçeler üretilebilirdi. Oysa “Şeytan’ın gör” dediği yerde bile bizim neden devrimci olduğumuzun cevabı henüz yoktur! Sahi bizim devrimci olmamızı mümkün kılan hikâye nedir? Hikâye, fikri meselelerden mi ibaret? Eğer öyleyse, bizler birer epistemik yaratıklar olarak meydana getirildik demektir. Devrimcilik, imgeden mi icat edilir, ideolojiden mi icat edilire geldik! Devrimcilik, icat edilmez, o fikirlerden de meydana gelmez. Hele kurgusal ideolojiden hiç meydana gelmez; devrimcilik, toplumun kendi iç gerilimlerinin en uç noktasında, geri dönüşü olmayan kırılmaların olduğu alanlarda meydana gelir. Bir yönüyle bir semptomdur. Bir yönüyle bir tezahürdür. Bir yönüyle toplumdan kurtulmaya çalışan insanın uhdesidir, kendini gerçekleştirmeye teşebbüs etmesidir. Yani gerçek insanın kendini yıkma ve kurma halidir. Bir özneleşme sürecidir. Bir süreçtir. Ucu açık bir süreç! Peki, bizim kurguladığımız solculuk/devrimcilik evreninde, kendimize doğru buradan bir bakış var mıdır? Soru mühim. Bugüne kadar devrimci ve komünist parti, örgüt, çevreler “biz kimiz” sorusunu kendine doğru sorup cevaplar aramış mıdır? Sahi, biz kimiz, nerden geldik, neciyiz, ne işle iştigal ederiz? Ağzımızdan düşürmediğimiz diyalektiğe ne oldu? İş, toplumun özneler üretimine gelince; diyalektik suya mı karışıyor? Dahası var; sen devrimci olabilmişsen başkalarının da, sıradan hikâyeleri olan insanların da devrimci olabileceği ihtimalini örgütlemek varken, o devrimciliği ona çok görüp, kendi devrimciliğini meslekten ve kendinden menkul görmeye ne demeli? Hele devrimci olmayı bir itibar devşirmeye, görünür olmaya vardırmaya ne demeli? Kendimizle ve ezberlerimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var. Ezberlerlerimiz büyük handikaplar üretiyor. Kendimizi örgütlemekten başka hiçbir mecal bırakmıyor, o da hala kendimizi örgütleme becerilerine sahipsek! Devrimcilik, bir fasit dairenin içinde, bir hayali cemaatin içinde vakit geçirme, siyasetle iştigal etme işi değildir. Devrimcilik, kısa devre yaratma, dışına taşma, dışarıdan içine doğru konuşma işidir. Bir müzakeredir. (Burada kastedilen müzakere pazarlık anlamında değil, kırılmalara itme anlamındadır.) Toplumun kurucu güçleriyle bir müzakere işidir. Toplumun farklı kesimlerini birbirine tercüme etme işidir. Alevi ile Sünni’yi, işçi ile kent ve kır yoksullarını birbirine tercüme etme işidir, onları rastlaştırmadır. İdeolojik fantazyalar ve sanrılar üretme işi değildir. Sosyal bilimleri, tarihin hareket yasalarını, estetiği, sınıf ve küme hareketlerini bilme, şiddeti anlama ve kurma işidir. Şiddet tedhiş değildir. Şiddeti, ona yüklenen dışlayıcı anlamı yıkıp amacına erdirme işidir. Buz kırıcılığıdır. Yol açma işidir. Bu yolu nasıl açacağını iyi bilme ve yönetme işidir. İyi bir öncü mekanizmaya sahip olma işidir. Eylemi, eğilimlerden okuyup, tasarlama ve gerçekleştirme işidir. İhtimal yoklamalarını göze alma işidir. Deneyim üretmeyi, ucu açık zamanlara bırakmama işidir. Her daim kendi pratiklerine dışarıdan doğru bakma işidir. Kaç kişilik sayıdan mürekkebim diye kendine bakmama işidir; devrimci çalışmayı taban ve taraftar devşirmeye düşürmeme işidir. Kendinden vazgeçme, kendini merkeze koymaktan çıkma işidir. Egoları yıkma işidir. Kendini göstermeden vazgeçme işidir. Tam da kitleler içinde erime işidir. Ama bunları mümkün kılmak için kendi dükkanından çıkmayı göze alma işidir. Cemaat olma haline kapıları kapatma işidir. Yeni deneyimlere yol almaya cüret işidir.
Devrimcilik, meslek olarak yapılmaz. Boşta kalanların iştigali haline dönüştürülemez. Bir cıvatanın neden sağa doğru sıkıldığını bilmeden konuşanların ahkâm kesmesi olamaz. Devrimcilik, üretici güçlere bakma, geleceği ele geçirme becerilerine, yeteneklerine ve donanımına sahip insanların kolektif hafızasını inşa etme işidir. Bir irade sorunudur. Bu irade, toplumu tersinden ve düzünden okumayı gerektirir. İrade akıntıya, devletin ve piyasanın mevcut ve menkul hegemonik alanından dışarıya çıkma işidir. Toplumda biriken kırılganlık alanlarını görerek, bu kırılganlığını kırılmaya doğru çekme işidir. Yani hegemonik alanın dışına doğru yol yapma işidir. Hegemonyanın elimize verdiği liberal muhalif olma gramerinin dışından konuşmadır. Müzmin muhalifliğin çirkefinden çıkma, üçüncü sınıf gazetecilere taş çıkartacak popülist alfabe kullanmanın dışında; başka, çok başka akıla ve zekâya sahip bir alfabeyi eline alma işidir. Toplumun boşta bıraktığı bütün insan portrelerini, toplumun devindirici güçlerine doğru çekme işidir. Bunu çekerken, kendisinin de ne olduğunu bilme ve farkında olma işidir.
Bir döneme bakmak Solun bütününü kapsayan bir savaşlar dönemine girdiğimiz malum. Ama savaşların fiziği ile yani savaşı meydana getiren güçlerin politik fiziği ile bizim konuştuğumuz savaşın aynı savaş olduğu epey su götürür. Savaştan söz ederken taraflara dışarıdan bakan cümle ile söz kurmakla, zaten bu savaşın içinde olamayacağını söylemiş olursun. Savaş, iki üç güçten meydana gelen çatışma değildir. Savaş, bir kez başladı mı bütün güçleri içine alır, çevreyi katar ve kimsenin tarafsız olmasına izin vermez. Efrin işgali ve direnişi başladığında, AKP ne yaptı, siyaseti nereye kurdu; toplumda meydana gelebilecek tarafsızlığı ortadan kaldırmaya ve kendi güçlerine katmaya çalışmadı mı? İçerde savaş üzerinden kurulan siyaset düzenekleriyle sürekli meşruiyet üretmeye çalışmıyor mu? Peki, bizim rengârenk solculuğumuz ne yaptı? “Savaşa hayır” dedi. Hani Leninciydik? Hani komünistler, savaşları iç savaşlara dönüştürmekle mükellefti. Biz, savaşa hayır demekle ne yapmış olduk? Devletin ve AKP’nin meşruiyet alanını mı elinden almış olduk? Savaşlar dönemindeyiz. Savaşlar döneminde, iç savaş tartışmaları açmadık, hatta liberallerin iç savaşı olumsuzlama siyasetleri karşısında sustuk, “Bize bir iç savaş gereklidir” demedik. Aslında bizim sevdiğimiz başka, sevenimiz başka. Biz, liberal bir evrenin pop-politik döneminde üretime sokulan pop-siyaset argümanlarıyla faşizmi ve savaşı anlamaya teşneyiz. Teşne olmamız, liberal alanın renkli ve cafcaflı olmasıyla ilgili. Teşneyiz çünkü devrimci değil demokratız! Tarihin burjuva çağının ürettiği hümanizmle gark olmuş bir zihin kurma biçimine sahibiz. Demokrat olmak, keskin olmayı ortadan kaldırmıyor. Toplumu ve siyasal alanı anlamada varılan sonucu belirliyor. Ve elbette bunu tamamlayan bir sivil toplumcu pratiğimiz var. Ve bu sivil toplumcu kitle çalışması bizi gerçekten de sivilleştirdi. Bugün yalnızca HDK/ HDP değil, her çevreden solculuk ÖDP’nin bir tür tekrarından başka bir şey değildir. Sınıflar mücadelesi sözüyle başlayan devrimci günlerden; mağduriyetten meşruiyet üreten, dahası sınıflardan söz edildiği günlerden ötekilerden söz kuran solculuk günlerine geldik. ÖDP, bu anlamda başarılı bir projedir. Çünkü ÖDP, liberal gramerle arz-ı endam etmekte olan herkesin ortaklığıdır; bir suç ortaklığı! Devrimciliğe ve devrimciliğin sahip olduğu grameri yıkıp meşruiyet arayışına girme, meşruiyet siyaseti kurgulama işidir. Bu şudur; devletin ve piyasanın yıkıcı güçleri devrimci öbeklerin hepsini dönüştürdü. Sokakta iki molotof patlatmak, iki silahlı eylem yapmak, tutuklanmak bunu değiştirmez. Tersine şiddet, her zaman devrimci işlev görmez; bazen liberal olma halini maskeler ve başkaymış maskesi takar. Bu kadar. Bu bakımdan sorun silahlı olma hali de değil. Sorun nasıl ve hangi saiklerle konuşlanıldığı sorunudur. ÖDP liberal kimliğini gizlemedi; -mış gibi yapmadı. Ama bizim “radikal” solcularımız, tam da -mış gibi yaptı, yapıyor. Kızılması gerekenler liberaller değil, radikal görünüp liberal bataklıkta sandal çekenlerdir. Oysa demokratlık ve sivil toplumculuk kapitalizmi, piyasayı ve devleti restore eder. Sistemin ikamesini savunur; devrimcilik ise bütün bunları yıkmak üzere konuşlanır. Burada müthiş bir şizofreni var. Denecektir ki, “Ama devrimciler demokratik haklar için de mücadele eder”, iyi de sivil toplumculuk bunu yapmaz ki, ikisi arasında siyaseten uçurum var. Soru şu; bize piyasayı bu kadar sevdiren şey ne? Toplumdan kendi kendimize aldığımız vekâleti, bile isteye, devletin ve piyasanın ikamesi için kullanmak affedilir değildir. Bu kadar yüzeysel hale gelişimizin nedeni, bizim piyasanın ve metaların renkli âlemine teşne oluşumuzdur. Hani adımızın başında “Marks, Lenin, Mao” vardı. Ne oldu onlara? Onlara bir şey olmadı. Onlar tarihin ve bugünün içinde; biz değiştirildik, modifiye edildik. Yazıda, yukarıda sözü edildiği üzere, biz zaten tüketici güçlerin içinden geliyorduk. Süreç, bütün toplumsal alanları sıktıkça, iç gerilimler toplumu dinsel, faşist alana yığdıkça, bizi de piyasacı-modernist, hatta laisist alana itti. Çünkü kendimizi kurma ve yeniden üretme halimiz; modern tüketim biçiminin ürettiği algılar dünyasına aitti. Şimdi savaş dönemindeyiz ve biz; piyasadan yanayız. Biz, neden barış tellallığı yapıyoruz ki? Tam da bunun için yapıyoruz! Tekrar savaş dönemine dönelim. Savaş sosyal ve politik olarak bir istisna hali değildir. Eğer Marksist bir toplum ve siyaset okumasına sahipsek; toplum dediğimiz şey zaten bir savaştır. Marks, ilksel birikim meselesine boşuna uzun uzun kafa yormaz. Kapitalizm, feodalizmin bağrından iç evrimleşme yoluyla ortaya çıkmaz, feodalizmin çöküş döneminde meydana gelen tüm devrimci olanakları zor yoluyla ele geçirir. İşsizler, kır yoksulları, boş nüfus kümeleri işçileştirilir. Tarihte işçi sınıfı dediğimiz şey; yığının zorla işçileştirilmesidir. Makineleşme ya da seri üretim işçiyi ortaya çıkarmadı, tersine ikisi bir arada zor ilişkisi içinde çitlendi. Yani bir savaş içinde meydan getirildi. Bu bakımdan işçiler tam da zorla işçileştirildikleri, sanayi köleleri haline getirildikleri için kendi sınıflarından kurtulmak için tarihsel olarak devrimcidirler. Basit bir sömürü meselesi olduğu için değil, bir savaş ilişkisi olduğu için böyledir. Demek ki, piyasanın ve metaların renkli tüketim âleminin ardında bir savaş vardır. Burada bir mesele daha vardır; neden liberal politikalar silahlı isyanlara, silahlı kalkışmalara dönük konuşur ve onu kabul edilebilir demokratik bir ıslaha tabi tutmak ister? Liberal demokrasi eyleme dökülmemiş söz söyleme özgürlüğünü neden ilk başa koyar ki? Tam da bir savaş toplumunu absorbe etmek için, toplumun arka planında sürmekte olan savaşı tolere edilebilir bir olağanlaştırma formunda tutmak için… İşçinin ya da şu sınıfa mensup insanın yerini yurttaşlar cümlesinin ve tanımının almış olması bundan başka nedir ki? Modern kapitalist toplum, sadece faşizm ya da amiyane deyimle gericilik dönemlerinde uç biçimler almaz. Dinsel ya da ideolojik gericilik de, faşizm de bizatihi bu toplumu yönetme biçimi içinden çıkar, yani herkesin sevdiği modern demokrasinin içinden çıkar. Ona içkindir. Bu bakımdan ne faşizm, ne açık gerilim ve çatışma dönemleri istisna hali değildir. Var olanın, kendi varoluş koşullarını yeniden üretme meselesidir. Bu bakımdan biz, AKP’ye bakıp savaşı anlayamayız. CHP’ye, HDP’ye bakıp halk yararına bir demokrasiye varamayız. Siyasal alan dediğimiz şey; modern toplumda birbirine bağlanmış, birbirini tamamlayan parçaların hegemonik harmonisi ve toplamıdır. Burada hangi gramerle konuşulursa, konuşulsun; hangi renkten ve şekilden siyaset eyleşilirse eyleşilsin, iş gelir burjuvazinin bekasında ve kapitalist toplumun ikame edilmesinde mantıksal sonucuna ulaşır. Eskiden solcuların çok sık telaffuz ettikleri düzen dışı tamlaması vardı. Bu sözcüklerin altı ne kadar doluydu ayrı mesele; ama bu tamlama üzerinden kendini sürmekte olan siyasal ve ideolojik ilişkilerden ayrı tutma, ayrıştırma ve başka bir yerde olduğunu gösterme çabası vardı. Ne savaş ne de devrimcilik büyük iddialar kurup beceriksizlikle malul bir faillik halidir. Devrimcilik her şeyden önce bir savaş okuması ve karşı savaşı kurabilecek, örgütleyebilecek kifayet ve beceri işidir. Akıl işidir! Bugün, Türkiye’de bir savaş toplumu ve fiili savaş hali vardır. Meselemiz AKP’nin hangi emperyalist devletle diplomatik ilişkiler yürüttüğü değil. Kimin kimle al takke ver külah yaptığı da değildir. Gazeteci edasıyla hariçten savaş okumaları hiç değildir. AKP, savaş içinde sürekli özne kuruyor. Şu ya da bu millilik, şu ya da bu dinsel ideolojik formasyonları üreterek savaşın öznelerini kurmaya çalışıyor. Bunu fiziki olarak da örgütlüyor. Biz ne işle iştigal ediyoruz? “Savaşa hayır” diyoruz, “barış” diyoruz”. Barış demekle, biz savaşta olmayacağız diyoruz. Savaşta tarafsız kalmayı açıktan zikretme cesaretine sahip olmadığımız için barış diyoruz. Orta sınıf anarşist çevrelerin zaman zaman zikrettiği “Saraylara savaş, kulübelerle barış” demenin bile gerisinde, kamusal alana halet-i ruhiyemizi ilan ediyoruz! Bir tür Araf’tayız. Araf halimiz yeni değil. Araf’ta olma, Türkiye solculuğunu kuran saiktir. Mekânımız, Balkanlar’dan Filistin’e uzanan bir bölgenin orta yeri. Geçirgenlik alanı. Bir köprü, bir taşıyıcı, bir bağlayıcı alan. Zamanımız ve fikri envanterimiz ise Batıcı. Batı’dan bakıp oryantalist edayla Doğu’ya anlam kurduk. Baktık ama göremedik. Zaten zihin dünyamızın modern araçları da buna uygun değildi. Sonra ne oldu? Doğu muazzam devrimci potansiyeller çıkartmaya elverişliyken; bu topraklar mezhepsel, dinsel güçlerin doğurganlık alanı haline geldi. Batıdan alıp taktığımız at gözlüğümüz de bu toprakların zaten böyle topraklar olduğunu bize tembihledi. Ama ilginçtir, biz Batı da değiliz. Batılı olmadığımız, bizim kendimizi Batı sanmadığımız anlamına gelmez. Biz kendimizi her daim “sanma” üzerinden anladık. Ama sanmakla, gerçek olmanın aynı olamadığını hayat bize gösterdi. Sanma aralığından kendi koordinatlarını anlamaya çalışan bir zihnin varıp dayandığı yerin ne olduğunun mantıksal sonucunu Rojava ortaya çıkarttı. Bir tür Araf olma halinde, mış’lık illüzyonu üzerinden hangi gerçeğe varılır? Hiçbir gerçeğe varılmaz. Bu Araf’a bakanlar sadece gölgemsi bir şeyler görecektir. Biz tam da bu gölgeyiz. Bizim bu topraklarda neden boy vermediğimizin cevabı tam da budur. Şimdi “arka bahçe”, savaşları tutuşturarak bize geldi. Biz, “Savaşa hayır” diyoruz. Sanki uzakta bir yerlerde savaşan birileri var, bu savaşa hümanizmin bütün düşkünlüğü ile “Hayır, insanlar ölmesin” diyoruz. AKP, savaşı arka bahçeden eve getirdi, hala “Savaşa hayır” diyoruz. Doğu toprakları bizim topraklarımızdır. Bu topraklar bizim evimizdir. Biz, Balkanlar’dan Filistin’e uzanan alanın bölge devrimcileriyiz. Biz Türkiyeli devrimciler değiliz. Türkiyelilik sanrısı bizi biz olmaktan çıkarttı. Goethe’yi biliriz ama İbn-i Haldun’a, Farabi’ye dokunmayız. Doğu’dan gelen Samir Amin gibilerini de Batı grameriyle konuştuğu için biliriz. Solculuk, İttihat ve Terakki’nin Batılılaşma ve modernleşme projelerinin çocuğudur. Miras dediğimiz şey tam da bu. Kemalizm derken kast edilmesi gereken şey de tam da bu projenin kendisidir. Biz hangi Kemalizm eleştirisi yapıyoruz? Kemalizm’in hakkını veren CHP’liler değil, biziz! Biz, bölge komünistleri olacaksak, Doğu-Batı diyalektiğini bilmek zorundayız. İki farklı iklimin deneyimlerini birbirleriyle buluşturmak ve evrensele taşıma yükü bizim omuzlarımızda. Ama bunun için, bugüne dair, kendimizi kurduğumuz kerterizleri yıkmak durumundayız. Bu kolay değil. Kolay olmaması kendimizi belirlediğimiz göstergelerin bizi efsunlamış olmasıyla da ilgili değil. Keza alışkanlıklarla da ilgili değil. Cemaat halimizi kaybetmekle ilgili. Bu bakımdan kendimize dönük acımasız eleştirinin, yıkıcı bir eleştiriye dönüşmesi en azından şimdilik uzak görünüyor. Buna rağmen hayat ıslığını farklı çalar ve bizi önemsemez. Kendi öznelerini, kendi deneyimlerinden üretir. Hem de şaşırtacak biçimde. Hayat ve hakikat, bizim küçük dünyamızdan baktığımız yerde değildir. Savaşlar, devrimlere yataklık yapar. Devrimler tarihinin aşikâr biçimde öğrettiği; devrimlerin savaşlar ve mücadelelerle yürüdüğüdür. Savaşa yüklenen anlam dışarıdaki güçler arası bir ilişki aralığı ise, bu savaş seni tarafsızlaştırır. Tarafsızlaşmak ortada olmak değildir, kifayetsiz bir yerde olmaktır, siyasi kifayetsizleşme de işlevini yitirmektir. Bugün AKP ve devletin, sınıfların içinde bulunduğu savaş halini ve bu savaş halinin psikolojik, ideolojik ayağını örgütlemedeki başarısı yabana atılır gibi değildir. Ayrıca devlet demek; AKP demek de değildir. Bunu anlamak için Türkiye’nin son 20 yıllık serüvenine bakmak yeterli. 90’ların sonuna gelindiğinde devleti ve toplumu inşa eden politika, Kürt Özgürlük Hareketi’nin verdiği savaşla örselendi, tökezledi. Devleti inşa eden paradigma neredeyse çöktü. AKP, tam da böyle bir dönemde hükümet olmaya başladı. Devletin çatırdadığı dönemde, ulusalcılarla Fethullah ve AKP ekibi birbirine girdi. Kemalistler ve ulusalcılar, AKP ile anlaştı. Bu anlaşma bununla sınırlı kalmadı. Devlet sınıflarının yanına devletin ideolojik payandaları eklendi. Devlet bütün birikimini eline aldı. AKP, bugün hala CHP’nin devletini yönetiyor. Çekirdek devlet, hala ayakta kalmaya çalışıyor. Bölgedeki savaşın anlamı bu bakımdan faklıdır. Doğrudur, devlet bir beka savaşı veriyor! Bu savaş, tam da bir beka savaşı olduğu için, devlet karşısına muhtemel alacağı kesimlerin bir kısmını tasfiye etti, bir kısmını siyaset alanından düşürdü, bir kısmıyla da anlaştı ve cephesini ikame etti. Bu savaş, dışsal bir savaş değil, tam da bir iç savaştır. Devletin ve devlet sınıflarının kendini kurtarma savaşı. Böylesi bir dönemde, yarı silahlanmış güçlerden oluşacak devrimci bir savaş cephesi kurma cesareti ve becerisi gösterilebilseydi, ibre Kürtlerle birlikte devrimcilere dönecekti. Savaşlar aynı zamanda turnusol işlevi görür. Söz gider, sır dökülür, maske düşer, gerçek görünür. Bugün şunu diyebiliriz: Bu savaşın sonuçları ne olursa olsun, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Öyle ki, bu savaş bir dönemi kapatacak! Bir dönemin kapanışı, sadece sol ile ilgili değil, Türkiye’de kurulmuş her şeyin yapı-söküme uğrayacağı bir dönem. Ne toplum eski toplum, ne devlet eski devlet olacak. Bu çözülme sürecinin semptomlarını şimdiden görmek mümkündür. Bir toplum çökerken kimse çöküşten azade kalamaz. Solculuğu bekleyen bu hazin son, belki de yeni bir dirilişin kapılarını aralar. Yaşayabilirsek bunlara tanık olacağız. Bugün bir yüzleşmeye ihtiyacımız var! Hakikatin dilini anlamaya ve kurmaya ihtiyacımız var. Şimdiye kadar kendimizi kurduğumuz anlamlardan ve kurgulardan sıyrılmaya ihtiyacımız var. Savaş koşulları bu bakımdan elverişli olanaklar sunmaktadır. Savaş koşulları, bizim son şansımız ve bir daha asla bu şans geri gelmeyecektir. Devrimci akıl ve yaratıcılık; yıkıcı ve elverişsizmiş gibi görünen dönemlerin içindeki imkânları bulup çıkartma işidir. Ama bunları anlayabilmek için devrimci bir aklın nasıl işlediğini bilmek gerekir. Diyalektik, soyut ve kaba bir ezber değilse; bir aklın nasıl işletileceğinin anahtarıdır. Bir toplum okumasıdır. Olmakta ve durmadan yıkılıp kurulmakta olan ilişkileri ve güçlerin hareketini anlama işidir. Bir savaşı, savaş yapan saikleri bilme işidir. Orda kendine doğru bakma işidir. Bugün, devrimci bir akla ihtiyacımız var, siyasetçiliğe değil. Bu bakımdan bir araya gelmeye, konuşmaya, kendimizi aşmaya, daha önemlisi bunları göze alabilecek bütün mümkünlerin kıyısında birikenleri kendine doğru çekebilecek bir kurucu akla ihtiyaç var. Bir devrimciler konferansına, bir yüzleşme konferansına, bir kendimizden çıkışımızı sağlayacak hamleye, exodusa ihtiyacımız var. Bu metin, bu bakımdan bir ön metindir. Bu metine katılıp katılmamadan çok, bu zemin üzerinden sahiciliği olan bir tartışmanın kapısını açacak fikirleri öne sürmek önemlidir. Bu nedenle, buraya kadar özet olarak yazılmış değinmeler bir giriş olarak okunmalıdır.