Onların yaşadıkları dönemdeki görüşlerinden ziyade, politik uzamları ve kopuşlarıyla ilgiliyiz.
Ne büyük bir şans ki eksikliğin olduğu yerde, onun hemen yanı başında tamamlayıcısı da vardır.
Birbirinin eksikliklerini tamamlayan güçler: Mahir, Deniz ve İbo
Birleşik devrimimizin İstanbul ve Anadolu’dan müteşekkil siyasi, coğrafi ve demografik hatlarına şehir komünleri ve halk savaşı çizgisi üzerinden iç içe-birleşik temelde bakmak yol açıcı olacaktır. Ne Sovyetik ayaklanma ne “PASS” ne de “Halk Savaşı”nın geçmiş klasik biçimleri tek tek günümüzü karşılamaktadır. Ancak değişen dünya, ülke ve bölge koşullarında birbirlerini tamamlayacak şekilde birleşik bir çizgide hayata geçirilmelerinin önü sonuna kadar açıktır.
Deniz Gezmiş kendine özgü serüven ruhu ve yaşam felsefesiyle sadece gençliğin değil, Türk ve Kürt halklarının hemen tümünün gönlünde taht kurmuş bir devrim sembolüydü. Mahir Çayan tam bir kent Marksist’i idi. Onun Ankara-İstanbul arasındaki şehir örgütçülüğüne halen ulaşılamamıştır. Türkiye Marksizm’inin politik lideri oydu. İbrahim Kaypakkaya Kürt meselesi ve Kemalizm çözümlemeleriyle kuşkusuz dönemin ideolojik önderiydi. Türkiye’nin tarihsel sacayaklarıyla; mücadele ve hayat felsefesinde Deniz, politikada Mahir ve ideolojide Kaypakkaya ile bu devrimci birikimleri bir araya getirerek yürümeyi sürdürmek, herkesin içinden geçirdiği ama bir türlü muvaffak olamadığı bir gerçektir. Çizgimiz öncelikle zamanın Mahir, Deniz ve İbo’da cisimleşen tarihsel yoldaşlığının her koşulda sahiplenilmesidir. Eleştirel sahiplenme ise tarihsel sacayaklarımızı, –Parti, Cephe ve Ordu’yu– yeni koşullarda bütünsel kılma, bir üst mertebeye sıçratma ve en önemlisi ortaklaştırma çabasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye Marksizmi’nin doğuşu Mustafa Suphi ve bu üç yoldaşımızda cisimleşmiş ama devamcıları ve bizler ne cephe/ordu tarzını ne de komünistlerin birliğini hayata geçirebilmişiz! Şimdi bu tarihsel öncülük krizinin aşılması için olanaklar mevcuttur. Çünkü tarihsel koşullar Mahir, İbo ve Deniz’in çizgilerini birbirine yaklaştırmıştır. Mustafa Suphi’nin mirasından ortaya çıkardığımız “hür milletlerin hür birliği” şeklindeki enternasyonalist karakter tümünün bir arada var olmalarını sağlayacak yeni bir ivmedir. Halk savaşı mı? Evet, bunun klasik değil ama modern koşulları vardır. Nepal’de gerçekleşmiş, Hindistan’da “Kızıl Koridor”da mücadelesi devam etmektedir. PASS mı, evet; bitişik kentler, kent bölgeler klasik modeldeki sınırlayıcı darlıkları ve hareket zorluklarını aşma imkânı vermektedir. Ayaklanmalara gelince, son 10 yıldır tüm metropollerde belki de dünya tarihinin en zengini isyan ve ayaklanma deneyimleri yaşanmamakta mıdır?
Geçmişte her birinin eksikliğini bir diğerinin tamamlayacağı bir gerçeklik vardı aslında. İşte şimdi Mahir’in eksikliğini İbo ile, Deniz’in eksikliğini Mahir ile, ve İbo’nun eksik kaldığı yanları da Deniz ile tamamlayacak nesnel koşulların içindeyiz. Geçmişte birbirlerinin eksikliğini giderecek zamanları yoktu. Asıl olan mücadele yoldaşlığıydı. Bugün bu atıl halimizle zamandan bol bir şeyimiz yok. Biz de Filistinliler gibi bir “oda” kurabiliriz. Onlar zamana karşı yarıştıkları için sadece politik temelde ortaklaşabilmişlerdi. Mahir’leri Kızıldere’ye çıkaran Deniz’lerin ölüm fermanı değil miydi? Kızıldere’deki şehadetler olmasa mücadele oradan devam etseydi, Türkiye devrimi nasıl şekillenirdi acaba? Devrimci mücadelenin hızı ve şiddeti onların daha büyük birlikler yaratmasına ne yazık ki müsaade etmedi.
Geçen kırk yılda Türkiye şehir ve kırlarında oldukça önemli değişimler oldu. Bu değişimlere Mahir, Deniz İbo’nun görüşleri içinden doğrudan bir karşılık bulmaya çalışmak, elbette bilimi ortaçağ sofizmine geri götürmek olurdu. O yüzden söylediğimiz şudur: Onların yaşadıkları dönemdeki görüşlerinden ziyade politik uzamları ve geçmişten kopuşlarıyla ilgiliyiz. Çünkü eskinin günümüzde doğrudan karşılığı yoktur, ama dolaylı karşılığı vardır. Politik uzam ile dolaylı karşılık bir arada her üçünün ortaklaştırılabileceğini gösteriyor. Her birinin eksikliği diğerlerinde devrimci bir tamamlayıcılık arz eder. Bu anlamda eksiklik ve tamamlayıcılık çok diyalektik bir durum yaratmaktadır. Bugün bu diyalektiği Birleşik Devrim stratejisi içinde gerçekleştirebiliriz. Herkesin kendi eksikliğini görüp bunu kabul ettiği bir tartışma platformunun yaratılması temel bir ön koşuldur.
Mustafa Suphi: “Hür Milletlerin Hür Birliği”
Mustafa Suphi’nin mirası, çoğu sol çevre tarafından onun mücadele çizgisi ve ideolojik birikimi yeterince kavranmadan sadece sembolik olarak sahiplenilmiştir. İttihatçılıktan sosyalizme nasıl yükseldiği, bunu gerçekleştirirken geçirdiği aşamalar, kurduğu ittifaklar, Avrupa’dan Asya bozkırlarına nasıl koşuşturup durduğu, Sovyetlerle kurduğu inişli çıkışlı ilişkiler, Türkiye devrimi için öngördüğü “Hür milletlerin hür birliği” anlayışı; tüm bunların yüzeysel kavrandığını düşünüyoruz. Bu durum Suphi’nin tüm yönleriyle gerçek anlamda tam sahiplenilmemesini, gelecek kuşaklara bu mirasın eksik aktarılmasını da beraberinde getirmiştir.
O ve yoldaşlarının katli bu devletin daha ilk baştan ne denli bir anti-komünist karakter taşıdığının kanıtıdır. Kurtuluş savaşı yıllarından başlayarak TC’nin NATO’ya girene kadar SSCB ile karşılıklı çok yoğun siyasi, ticari ve diplomatik ilişkileri düşünüldüğünde, bu anti-komünist özelliği bizce yeterince çözümlenmemiştir. SSCB ile bu kadar ilişki kurup aynı zamanda bu kadar anti-komünist olabilmek incelenmeye değerdir. Burada analiz edilmesi gereken temel noktalardan biri elbette bu devletin kurucu karakterinde Sovyetler’in oynadığı roldür. Var oluşunu dayandırdığı temel koşullardan biri Ekim Devrimi olmasına rağmen nasıl bu denli halklar düşmanı olabildiği, nasıl komünizmin en azılı düşmanı olabildiği yeterince açığa çıkarılamamıştır. Suphi’lerin katledilmesine bu temelde yaklaşmak gerekir.
Suphi ve yoldaşları SSCB’nin kendi devriminin bekası için feda ettiği ne ilk ne son komünistlerdir. Kimi arşivlerde SSCB tarafından her ne kadar “gitmeyin, hazır değilsiniz, yem olursunuz” mealinde uyarı yapıldığı söylense de bu katliam sonrasında Kemalist rejimi eleştirmemeleri, Suphi’leri sahiplenici bir açıklama dahi yapmamaları affedilir değildir. Sovyet arşivleri, TC NATO’ya girene kadar Rus komünistlerinin Kemalizm’i nasıl desteklediğine dair yazışmalarla doludur. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, 15’ler olayı Türkiyeli devrimcilerin SSCB’ye her zaman kuşku ile bakmalarının en büyük gerekçelerinden biri olmalıydı. Ama ne yazık ki burjuva sosyalistlerimiz Sovyetlere sonuna kadar sadık kaldılar. Mustafa Suphi’nin sembolik olmaktan çıkarılıp yeniden var edilmesi, bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Parti, Ordu, Cephe
Mevcut tarihsel çizgilerin bir arada, birleşik şekilde var olması sadece devrimci iradelerin ortak kararı ve hareketine kalmıştır. Birleşik devrim kentler ve kırların sadece coğrafi değil, her anlamda –siyasi, ekonomik, kültürel– birbirine yaklaştığı koşullarda devrimcilerin en temel gündemi olmalıdır. Denilecektir ki, “sahayı ve stratejiyi güzel anlatıyorsun da, ya ideolojik farklılıklar?” Bir araya gelmenin önündeki en büyük engel bu değil mi? İdeolojik farklılıkları küçümsemek elbette doğru bir yaklaşım değil. Ancak savaş ve faşizm koşulları gibi olağanüstü dönemlerde ideolojik değil politik birliklerin öne çıktığını dünya devrim tarihlerinden biliyoruz. Kaldı ki bölgemizde bugün gerçekleşen ağır emperyalist haydutluk ve faşizm koşullarında hangi ideolojik farklılık bizi birbirimizle ittifak yapmaktan alıkoyabilir ki? Her şey bir yana hangi “ideolojik öncülük” bu kadar kan gölü karşısında ille de “benim arkama sıralanın, öncü benim” diyecek kadar dogmatik olabilir?
Görebilen gözler için önünde koskocaman yeni bir stratejik saha ve mücadele hattı açılmışken ideolojiyi siper yoldaşlığının, komünarca ortaklaşmanın önüne koyamazsın! Gezi’de nasıl ki elinde Türk bayrağı olan emekçi ile Kürdistan renkleri taşıyan emekçi el ele koşuyorlardı ise, bu meseleye de aynen böyle yaklaşmak gerekir. İdeolojik farklılığa rağmen çatışma ve savaş koşullarında insanlar asgari müştereklerde hızla bir araya gelebilmektedirler. Görüyor ve anlıyoruz ki 7 Ekim henüz bir başlangıçtı. Irak üzerinden İran’a çok ciddi bir saldırı yapılacağı gün gibi ortada. Filistin’de bu denli bir soykırım hayal bile edilemezdi. Peki, Suriye’nin bu kadar hızlı düşürüleceği, hele hele Rusya ve İran’ın Suriye’yi yalnız bırakıp çekileceği kimin aklına gelirdi? O zaman bir de İran’ı düşünün. Emperyalistler şimdiden İran’dan kaç devlet çıkar hesabı içindedirler.
Burada biraz da anlatmak istediğimiz; Mahir, Deniz ve İbo’nun ‘eğer yaşasalardı’ her üçünün de üzerinde hemfikir olacakları çok daha farklı, yeni bir devlet, devrim, sosyalizm ve emperyalizm analizi üzerinde mutabık kalacaklarıydı. Onların kurucu politik uzamı eğer bugünleri görselerdi Türkiye’nin ihtiyacı olan şeyin, yeni koşullarda zuhur edecek ”parti-ordu-cephe” den müteşekkil birleşik bir savaş stratejisi olması gerektiği yönünde tecelli edecekti. O günlerde elbette kimi farklılıklarına rağmen, ama sonuçta devrimci cüretin tüm bu farklılıkları erittiği bir potada, Türkiye ve Kürdistan’a o kadar güzel, o kadar bilimsel bakmışlardı ki şimdi çok daha güzel, çok daha bilimsel ve ama çok daha savaşkan bakarlardı. ‘Eğer yaşasalardı’ derken, kurucu politik uzamlarına duyduğumuz güvenden dolayı bunu söylüyoruz. Bu söylemin idealist bir yanılsama olduğunu iddia edenlere vereceğimiz cevap budur.
Emperyalizmin “üçüncü bunalım dönemi”, “suni denge”, “öncü savaşı”, “modern revizyonizm”, “pasifizm”, “üç dünya teorisi”, “Sovyet revizyonizmi” vb. bunların hiçbiri günümüz emperyalizmini ve sınıf mücadelelerini tanımlayamamaktadır. Hiçbir karşılıkları kalmamıştır. Parti, ( İbo), Cephe (Mahir), Ordu (Deniz) geleneğinin; Mustafa Suphi’nin Avrupa’dan Asya’ya, oradan oraya koşturan mücadele azmini de yanlarına alarak yürüdüklerinde, günümüzde görecek oldukları manzarayı çok daha doğru çözümleyeceklerini söylemek idealist bir yanılsama değil, yaşadığımız öncülük krizinin aşılmasının yegâne çaresi gibi gözüküyor.
Dünya halklarını “savaşlarla bir arada yaşamaya” mecbur bırakan emperyalizmin yeni “bitimsiz savaş” doktrini koşullarında bölgemiz devrimcileri bu saldırıyı durduracak en kritik ama en atıl konumda bulunmaktadır. Bunun farkında mıyız? Büyük resme odaklandığımızda ve sonra aynada kendimize baktığımızda ne görüyoruz? Herkesin bu muhasebeyi yapması gerekmektedir.
Tufan Yakın