Türkiye’nin gündemi birçok hayati sorunda tavır koymayı gerektiriyor. İçeride Kürt halkına ve tüm devrimci güçlere karşı sürdürülen savaş ve faşist terör, dışarıda üç ülkede yürütülen yayılmacı savaş, tüm emekçilere yönelik derinleşen sömürü eşliğinde tüm sosyal kazanımların yok edilmesi, tüm demokratik mevzilere faşist saldırılar, doğanın talanı, sokakları işgal eden devlet ve sivil faşist zorbalık pervasız her alanda boy gösteriyor. Bunlara eklenecek onlarca başlıkta devrimci güçler mücadele etmek zorundalar ancak parçalı ve zayıf varlıklarla, hiçbir görev yerine getirilemiyor. Bütün örgütlü sosyalist güçler tek başına hiçbir örgütün bu görevleri başaramayacağını söylüyor. İçinden geçtiğimiz koşullarda bu tespiti yaptıktan sonra artık hiç kimse eski konumunu sürdüremez.
İçinde bulunulan dönem de durum da çok ciddidir. Kahredici eşitsizlikte çok yönlü sert saldırılar ve içeride dışarıda savaşla karşı karşıyayız. Faşizm ezici fiziki kuvvetlerle ve dev devlet olanaklarını arkasına alarak halka saldırıyor. Bu saldırılara karşı koyacak güç ve politikaları bugünlerde yaratamazsak koşullar önümüzdeki süreçte daha da aleyhimize dönecektir. Bu şartlarda önce devrimci güçler arasındaki dağınıklığı aşmanın yollarını aramak ve sınırlı güçlerimizle saldırılara direnecek ve karşı ataklar geliştirebilecek şartları yaratmalıyız. Buraya varabilmek için somut koşullara uygun, iç ve dış dengeleri hesaplayan bir stratejik hat ve bu stratejiyi tamamlayan doğru taktik adımları planlayabilmeliyiz. Biz faşizme karşı kitleleri bilinçlendirelim, güç birlikleri ve cepheler kuralım vb. tartışmaları yürütürken düşmanlarımız ekonomide, devlette, sivil bürokrasi ve sokakta güç biriktirmekte, militan yetiştirmekte, silahlanmaktadır. Devrimcilerin örgütlenmeye çalıştığı mahalleleri ve bölgeleri dinci faşist güçler, çeteler, kuşatmıştır ve topyekun saldırıya hazırlanmaktadır. Bu koşullarda en tehlikeli hastalık çözüm göstermeden ve bu çözümü pratikleştirecek taktik ve araçları yaratmadan politik analizlerle yetinmektir. Politik tahlillerimiz mutlaka pratiğe dönük olmalı ve hareket yaratmalıdır. Devrimci partiler hareket ve eylem üzerinden var olabilir, ne kadar doğru olursa olsun tahliller yapmakla yetinen partiler devrimci olamazlar. Dünyada ve Türkiye’de tarihe iz bırakanlar, hareket yaratan partilerdir, kitabın orta yerinden de olsa analizciler değil. Söylediğimiz çok anlaşılmaz değil, herkesin diline pelesenk ettiği Marks’ın 11. tezidir.
Devrimci hareket 1980 12 Eylül’ünden şimdiye kadar hep nesnel koşullar, güncel siyasal gelişmeler ve pratik üzerinden var olmaya çalıştı ve örgütsel sorunları yapısal düzenlemelerle aşmayı denedi, oysa sorun bunları aşan bir gerçekliğe işaret ediyordu. Sorunları var olan durum üzerinden aşmaya çalışmak temel sorunun kendisini gizledi, sorun varlık halimizin kendisiydi, bunun temel sorun olduğunu kavrayamadı, bir gelecek perspektifi, yeni bir kuruculuk misyonu ortaya çıkaramadı. Geçen uzun yıllarda bu temeldeki tüm çabalar boşluğa düşmüş, devrimci güçler varlık yokluk sorunuyla boğuşmaktadır.
Devrimci hareket, ideolojik ve politik alana sıkışmıştır. Sorunlarımızı varoluş sorunları olarak kavramayan her hareket dış dünyaya dokunmayan hatta devrime yakın kesimler arasında bile etkisi olmayan ideolojik ve politik konumları üzerinden var olmaya çabalamaktadır. Aşırı ideolojikleşme ve politik dil kuru ve boşluğa yumruk sallamaktan öteye güç sarfiyatıdır ve moralsizlik biriktirmekte, yorgunluk yaymaktadır. Bu gerçekliğin kendisi devrimci hareketin can alıcı sorununu içinde taşımaktadır, Devrimci hareketin tüm öbeklerinin can alıcı sorunu varoluş sorunudur. Türkiye’de devrimcilik var olabilecek mi, olacaksa nasıl?
Bu gerçekler karşısında, devrimci muhalif güçler öylesine düzen gündemine dalıyorlar ki yaşananlardan hiçbir şey öğrenemiyorlar. Bütün sol ve devrimci kesimin yazdıkları güncellik içinde savrulmadır. Faşizmin saldırılarını hukuksuzluklar ve hak gaspları üzerinden konuşuyorlar. Geçim sıkıntısı, intiharlar, işçi direnişleri, Kaz Dağları ve diğer doğa katliamları, özgürlüklerin kısıtlanması, kadın cinayetleri üzerinden kendi gündemleriyle dolular. Bunlar ve eklenecek başka güncel ve haklı talepler elbette ki gündeme alınmalı ve mücadele edilmelidir. Ancak ana gündem unutulmadan, faşizm bu talepler üzerinden kırılamaz, hep beraber yaşayarak göreceğiz, cenk davulları çalınarak savaş naraları her yanı inletmeye başlayınca ortada ne yukarıdaki gündemler ne özgürlük talepleri kalacaktır. İşçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik kazanımlarına saldırılar, zamlar, kadınlara ve gençlere yönelik saldırılar, kentlerin yağmalanması, ormanların ve kamu topraklarının ranta açılması, doğa katliamları, bunlar tek tek olaylar değil ve tek tek karşı durulamaz. Bütün bu saldırıların doğru kavranması önemlidir, bunların hepsi bir siyasal hedefe AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakını yıkma eksenine bağlanırsa hedefine ulaşır.
Bütün toplumu örümcek ağı gibi saran cemaatlerin yurtları, imam hatipler, camiler cemaatinin gençlik örgütlenmeleri, silahlı MHP yan kuruluşları, medyada yardım kuruluşu adı altındaki odaklar, Osmanlı Ocakları, çeşitli mafya çeteleri ve tüm devlet memurları silahlı paramiliter çeteler halinde örgütleniyor. Tüm devrimci güçler, bu çok yönlü faşist saldırılar karşısında, hala sistemden hukuk ve adalet bekleyen kitlelere kendilerinden başka kurtuluş umudu olmadığını ve kendi güvenliklerini kendileri sağlamak zorunda olduklarını anlatmaları gerekmektedir. Faşizm bulanık bir şey değil; faşizm diyenler ciddi ise derhal potansiyellerini, güçlerini, tüm varlıklarını, politika ve taktiklerini, bunu esas alarak geliştirmek zorundadır. Bunu yapmayanlar CHP’den farklarını, esaslı farklarını en başta kendilerine izah etmelidir. Yükselen, sınır tanımayan faşist gerçekliği kimse kendince politik, ideolojik gerekçelerle karartamaz. Bu bir durum olarak anlaşılmalıdır. Siyasal ortam, faşizm veya askeri darbe doğrultusuna kilitlenirse, ideolojik politik gerekçeler kimseyi kurtarmaz, bu koşullarda kimse kendince tercih belirleyemez, ölüm ve yaşam arasında tercih yapılamaz.
Türk faşist devlet sisteminin en kalın zırhı sömürgeciliktir, sömürgecilik içeride ve dışarıda savaş, işgal ve terörle korunabilir ve devlet bunu yapıyor. Buraya her vurdukça hem karşı safları dağıtıyor hem kendi güç ve ittifaklarını tahkim ediyor. Sömürgecilik ve Faşizm aynı sınıf çıkarlarının iç ve dış versiyonlarıdır. Faşizm hep yayılmak ister; bunun için işgal ve sömürgecilik onun genlerinde vardır. Sömürgecilik, sömürgelere sahip geri ülkelerde hep faşist diktatörlük altında sürdürülebilmiştir. Faşizm yıkılmadan sömürgecilik, sömürgecilik çökertilmeden faşizmden kurtulunamaz. İspanya ve Portekiz deneyleri bunun somut kanıtıdır. Her iki ülkede de sömürgelerin kurtuluşu ve faşizmin yıkılışı birbirine bağlı ve eşzamanlı olarak gerçekleşmiştir. Sömürgecilik ve Faşizm sert olgulardır, onlara karşı her müdahale etkili olmaz, yanlış muhalifler faşizmin ve sömürgeciliğin zaferine bilinçsizce destek olurlar. Taşı taş gibi tutmak, faşizme karşı kararlı olarak anti faşist büyük bir cepheyi örmek zorunludur. Siyaset bilen herkes bunu göremiyorsa ya kördür ya da siyasal amneziyle maluldür. Faşizm yıkılmadan sömürgecilik, yayılmacılık ve işgal savaşları; sömürgecilik ve işgal savaşları kırılmadan faşizm yıkılamaz.
Suriye’de ve Irak’ta savaş iki eksen üzerinden inatla büyütülerek sürdürülüyor. Bir, AKP ile sınırlı olmayan TC’nin genlerine işleyen Kürt fobisi. TC sistemi Kürt olan her şeyi imha etmeden varlığını sürdüremez. İki, tüm muhalefet dinamiklerini ezerek içerdeki iktidarını topyekun diktatörlüğe dönüştürmek. Hangisi öncelikli derseniz her ikisi de birbirinden önemli ve birbirine bağlıdır, biri olmadan diğeri olmaz. Kürt direnişi ezilmeden faşist diktatörlük bir bütün olarak yerleşemez, faşist diktatörlük kurumlaşmadan TC sistemi ayakta kalamaz. Burası bu sistemin aşil topuğudur. 1960 sonlarından beri Türkiye’de iç savaş rejimi hüküm sürüyordu, bir tarihten itibaren Türkiye’de sınırlar dışında da aktif bir savaş rejimi hüküm sürmektedir. Bu askerileşme ve faşist saldırganlık hazırlık aşamasında değil, adım adım yükselerek pratikleştiriliyor. Devlet aygıtlarıyla birlikte sivil faşist ve dinci silahlı güçler ve asıl olarak toplumun geniş bir kesimi, dini ve milli bir göreve çağrılıp bir anda seferberlik ruhuyla ayağa kalkıyor. Aslında bunlar çok da yeni olgular değil, şiddet ortamına bu kadar gelinmemişken bile 1970 sonlarında Maraş ve Çorum’da yaşananlar hatırlanmalıdır. Bugün tüm Türkiye, Maraş ve Çorum’dan daha saldırgan bir ruh haline sokulmuştur ve tüm bu saldırganlığın komuta merkezi devlet ve saraydır.
Bu konuda, Ertuğrul Kürkçü’nün bir röportajında yapmış olduğu değerlendirme önemlidir ve bu sistemi çok iyi anlatmaktadır: “Bu yeni rejim bir savaş aygıtıdır. Egemen ulusun ezilen ulus ile savaşı, erkeğin kadınla savaşı, kapitalizmin işçi sınıfıyla savaşı, devlet Sünniliğinin öteki mezhepler ve dinlerle savaşı, sermayenin doğa ile savaşını yöneten bir saldırı mekanizmasıdır. Bir iç savaş aygıtıdır. Bunu ancak böyle niteleyebiliriz. Süslerinden arındırdığımızda aslında her gün yapmakta olduğunu zaten görüyoruz, hissediyoruz. Sadece bu savaşı belli bir sıralamayla, belli bir öncelik üzerine göre yapıyor.”[1]
Yeni rejimin içeride ve dışarıda sürdürdüğü savaşın en önemli sonucu, tüm toplumu savaş ve savaş ekseninde yeniden örgütlemesidir. Savaş sorununu anlamazsak, doğru bir gelecek perspektifi oluşturamayız. Türkiye’de artık savaş, bir askeri eylem olmaktan öteye geçmiş, tüm toplumsal yaşamı belirleyen, domine eden, politikanın önüne geçen ve politikayı belirleyen bir unsur haline gelmiştir. Siyaset, içeride ve dışarıda silahlarla yürütülüyor. Bunun etkilerini toplumsal yaşamın tüm alanlarında görüyor ve yaşıyoruz. Toplum askerileştiriliyor, polisle asker arasındaki fark ortadan kalktı, tüm devlet kurumları güvenlik teşkilatına dönüştürüldü. Artık Türkiye’de faşist milisler ve sivil uzantıları, dinci militanlar ve yan kolları silahlı ve devletin kolluk kuvvetlerinin yetkilerini rahatlıkla kullanıyor. Tüm dinci faşist sivil örgütlenmeler, silahlı askeri birimlere dönüşüyor. Faşist şef tüm kamuoyu önünde esnaflara güvenlik güçleri yetkisi verdi, bir kadın televizyon ekranlarında apartmanlarda silahlandıklarını ve hedef olarak seçtikleri muhalifleri tespit ettiklerini ilan etti. Tüm yeraltı dünyası devletleştirildi ve vurucu güç olarak yetkilendirildi. Türkiye artık bir istihbarat ağının egemenliğindedir; toplum ajanlaştırıldı, muhbirler ordusu oluşturuldu. İdeolojik ve kültürel olarak, iç ve dış düşmanlar korkutmacasıyla toplumda güvenlik kaygısı derinleştirilerek şiddet ve terör her alana yayıldı ve meşrulaştırıldı. İçerde faşist saldırılar, dışarıda askeri saldırılar arkasında büyük kitlesel destekle yükselerek sürüyor. Herkesin anlaması gereken bir gerçek var; faşizm dışarıda attığı adımlardan geri dönemez, bu artık imkansızdır ve bütün güç ve olanaklarıyla dış fetihlere asılmak zorundalar. Bu içeride daha azgın faşist saldırı dalgası demektir.
Devrimci sol güçlerin bir kesimi, kendi beyanlarıyla faşist diktatörlüğün yıkılmasını stratejik öncelik olarak ilan etmiştir. Bu, bütün programları ortak kesen tespit olmanın ötesinde ve daha önemli olarak Türk ve Kürt halklarımızın çoğunluğunun talebidir. Burası çok önemlidir ve politik olarak dayanacağımız asıl mevzimizdir. Devrim iddiasındaki güçlerin acil görevi, halklarımızın arzusunu politik ve örgütsel bir güce dönüştürmektir. Bu yönde atılacak ciddi adımlar, hiç tereddütsüz halk çoğunluğunun özlemleri ve giderek gücünü arkasında toplayabilir. Halkın çoğunluğuyla, “mevcut iktidar gitsin” temelinde ortaklık kurmuşsak, bu büyük bir güçtür ve devrimci yükseliş, bu gerçeklikten dolayı her zamankinden daha yakıcıdır. Böylesi bir gelişme, ortamı devrimci duruma sıçratmaya yetmeyebilir ama devrimci durum için ve öncülük iddiasındaki tüm devrimci güçler için büyük olanaklar demektir.
Türkiye’de yaşananları, doktrin körlüğü diyebileceğimiz bir sapkınlık anlaşılmaz kılıyor. Türkiye devrimcileri, 1970’li yıllardan beri -yani kırk beş, elli yıldır- faşizm üzerine tartışma yürütüyor. Faşizm, tüm yıkıcılığıyla sahnede, hala kafalar bu gelen her neyse ona karşı mücadele etmek için acil tedbirler alıp gerekenleri yapmak konusunda tek bir adım atmadan, açık faşizm mi, kapalı faşizm mi, bonapartizm mi, klasik faşizm mi diyerek kitaptaki yerini bulmaya çalışıyor. Sanki, Umberto Eco, en çok Türkiyeli devrimcilerindeki doktriner körleşmeyi tahmin ederek şu sözü söylemiş. “21. yüzyılın en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.”[2]
İkinci olarak savaş ve emperyalizm üzerinde daha ağır bir teorik körleşme yaşanıyor. Faşist TC devleti, içeride ve dışarıda çok cephede savaş içindedir. İçeride kırk yılı aşan bir zamandır Kürt gerilla güçlerine karşı savaş yürütüyor ve bu kanlı katliamlara hayır diyen tüm güçleri iç düşman olarak ilan edip her türlü terör ve şiddet yöntemleriyle bastırıyor. Kürt savaşını sınırlar dışına taşırarak, Suriye’de toprak işgal ederek şehirler ele geçirip kendi yönetim sistemini kuruyor. Irak’ta yüzlerce kilometreye yayılan sınır boylarında, binlerce askerin ve her türlü silahlı yığınağın olduğu askeri üsler kuruyor. Bu iki ülkede de hava kuvvetlerini kullanarak, keyfi istediğinde şehirlerde ve köylerde katliam yapıyor. Libya’da savaşıyor, Ege’de Yunanistan’da, Akdeniz’de kim varsa savaş gemileriyle posta atıyor. Bütün bunları dış tehdit, ulusal çıkarlar ve vatan savunması olarak topluma kabul ettirip, karşı çıkanı kolaylıkla vatan haini ve iç düşman olarak hedefe yerleştiriyor. Lozan antlaşmasını geçersiz ilan ederek tüm dünyaya meydan okuyor. Buradan aldığı güçle burjuva muhalefet dahil iktidarına karşı tüm muhalefeti her yolla bastırıyor.
Yukarıda söylenenlerden çıkan net sonuç: Türkiye, iktidara faşist kontrgerilla kliklerinin hakim olduğu, içeride ve dışarıda savaş yürüten, bir savaş ülkesidir. Bu gerçeklikleri es geçen ve flulaştıran her görüş, bilinçli veya bilinçsiz sömürgeci savaşa ve faşist diktatörlüğe zaman kazandırmakta, bizim cenahta bilinçlerde körleşmeye hizmet etmektedir. Bizim cenah, tüm bu zaman boyunca, bütün bu gelişmelere ve yaşananlara pratik olarak olduğu kadarıyla mücadele başlatmak için kılını kıpırdatmadan, kitaplarda yerini arayarak, bunlara savaş denilip denilemeyeceğini ve Türkiye’nin emperyalist olup olamayacağını tartışıyor, bilinçlerde körleşme denilen bunlardır. Türkiye bir savaş ülkesi dedik, savaştaki bir ülkede herkesin birinci gündemi savaş olmak zorundadır. Her dış savaş aynı zamanda iç savaştır. Kürtlere karşı hazırlanmış bu savaş kuvvetleri saldırıya geçtiğinde içeride boş mu duracaktır?
Bütün bunlara faşizm, yayılmacı savaş denmeyecekse savaş olması için daha ne gerekiyor? Bu ve benzeri körleşmeler teoriyi dogmalaştırıp geçmişte yaşamaktan kaynaklanıyor. Bizim cenah eski kitaplarda yazılanlara bakarak bugünü anlamak için çırpınıyor. Dünya başka bir dünya, bu konuda bir akademisyenin söyledikleri bu doktriner körleşmeyi çok iyi anlatıyor. “Savaşı hep gelecek ama henüz ufukta görünmemiş bir şey olarak kurguluyoruz. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için, gelmiş olanı göremiyoruz… O savaşın geldiğini göremiyoruz, çünkü bugünü geçmişin gözlükleri ile anlamaya çalışıyoruz. Üstelik sadece bugünün ufak bir parçasına odaklanıyoruz.” [3]
AKP her sıkıştığında, içe ve dışa karşı cenk havaları çalıyor, muhalefet hala seçim umutlarıyla avunuyor. AKP 7 Haziran seçimleri ile fiilen hükümetten düştü, ne oldu?! Bir kere daha aynı durum yaşanırsa farklı bir tavır, kuzu kuzu iktidarı bırakacağını sanmıyorlarsa seçimlerden ve yeni kurulacak AKP eskilerinin partilerinden ne umuluyor? Burjuva muhalefet ve ona gönüllü ilişmiş reformist sol partiler, bütün yaşananlara rağmen hala içeride seçimlere bel bağlıyor, dışarıda ABD veya Rusya’nın Tayyip’i postalayacağını bekliyor. 18 yıllık AKP iktidarının en büyük başarısı tüm karşıtlarının muhakeme yeteneğini yok etmiş onları kendi dümen suyunda düşünmeye mahkum etmiş olmasıdır. Sadece burjuva muhalefeti değil, liberal soldan, yasal sol partiler ve kendisine devrimci diyen örgütlere kadar tüm muhalefeti kendi gündemine hapsetmiştir.
AKP her sıkıştığında içeride veya dışarıda Kürtler üzerine bir saldırı ve savaş dalgası başlatıyor, bu saldırıyla Kürtler dışındaki tüm muhalefeti de dümdüz ediyor, mevzilerinden söküyor, düzen ve devlette yeni karşı devrimci, kontra güçler oluşturuyor. Sonra kazandığı bu mevzilerle daha pervasız saldırıyor ve muhalefet az çok yükseldiğinde, yeni bir Kürdistan seferi düzenliyor. 7 Haziran’dan bu güne bu böyle devam ediyor. AKP’nin her dış seferinden sonra yeniden sol seçimleri, AKP içi muhalefeti, Rusya, ABD, iç ve dış sermaye ile doğacak çelişkiler için duaya çıkıyor ve bekliyor. Türkiye‘de kriz, faşizmin topyekun diktatörlüğü ve askeri darbe yönünde seyrediyor. Burjuva gerici bir restorasyon küçük bir ihtimal olarak devrededir. Türkiye‘de anti faşist güçlerin ezici çoğunluğu faşizmin kurumsallaştığını söylüyor, ama haksızlıklardan adaletsizliklerden yakınma ve demokratik talepler dışında tek adım atamamak ne anlama gelir? Faşizm diyerek demokratik haklar için mücadeleden ileri geçememek laf dışında, pratik olarak burjuva çözümlere fit olmak demektir.
Başından beri düzen muhalefeti ve liberal sol olduğu gibi kendisini radikal devrimci olarak tanımlayanlar da aynı biçimde Erdoğan’ın bu dengesiz politikaları sonucu er veya geç çökeceğinin beklentisine yattı. Düzen muhalefeti ve liberaller Erdoğan’ı Batı sermayesinin ve içerideki Batı yanlısı sermaye ve bürokrasinin alt edeceğini açık politika olarak belirledi ve hala bekliyorlar. Radikal ve sol muhalefetin beklenti dışında somut güçlere dayanan ve kitlelere dönük gerçekçi bir stratejisi yoksa ve kitlelere görünür bir alternatif sunamıyorsa, yapıp ettikleri bir yana, pratik olarak aynı beklenti içindedir. Daha kötüsü söylemlerin tersine, seyirci kalarak Erdoğan’ın işini kolaylaştırmaktadır. Devrimciler dahil tüm muhalefetteki öldürücü yanılgı devam ediyor. Erdoğan’ın içeride ve dışarıda her zorlandığında devletin tüm gücüyle ve el yükselterek sahaya girişi çöküş olarak değerlendirildi, geldiğimiz aşamada Erdoğan öncülüğündeki faşist ittifakın politikaları yürürlükte ve başından bugüne çöküş ajitasyonuna yatıp, çöküş bekleyen politikalar çökmüştür. Ağırlaşan krizler, tüm dünyada iktidarların çözümsüz kaldığı ve tıkandığına işaret ediyor ama iktidarlar yıkılmıyor. Eski bakış açısıyla bu gelişmeler anlaşılamaz. Biz, iktidarların tıkandığını sanıyoruz ve tıkanan iktidar değiştirilir diye düşünüyoruz, tıkanan sistemlerdir ve sistemlerdeki tıkanma iktidarlar gibi kolayca düzelemiyor. Sistem krizi, tüm burjuva iktidarları diktatörlere mahkum etmiştir. ABD Trump’la gidiyorsa Türkiye Tayyip’le niye gitmesin?
Neler tartışılıyor? En revaçta olan ABD ve Rusya üzerinden yürütülen dengede yaşanacak kaymalar ve gelişmeler üzerine kafa yoruluyor. Bir dönem birçok kesim, “Barış Pınarı”nda istediği sonuçları alamadı, şimdilerde Libya’da kaybediyor, İdlib’de Rusya sıkıştırıyor vb. avuntularıyla rejimin çökmesi beklentisine yattı. Burjuva muhalefet zaten ne olduğunu çok iyi biliyor, aynı soru üzerinden muhalefet eden solun aklına şaşmalı. Burjuva muhalefet gibi sol muhalefet de hala AKP içinden çıkanların AKP’yi zayıflatacağı üzerinden hayaller kurmaya devam ediyor. En çok tekrarlanan ise ekonomik krizden faşizm dedikleri iktidar güçlerinin çökeceği beklentisidir. Tarih krizlerin daha çok faşizmleri güçlendirdiğini söylese de bizim sol tersini bekliyor.
Zamana yayılan anormal dönemler kendisini normal, olağan hale dönüştürür ve bu yeni normal olur. Türkiye’de iki şey kendini normalleştirdi, iki kuşak sömürgeci savaşı ve işgalleri normal bir yaşamın akışı olarak algılıyor ve günlük yaşamın dinselleştirilmesi ve faşist baskılar olağanlaşıyor. Bu durum toplumu alıştırdığı gibi kendisini sosyalist devrimci görenleri de yeni “normal”lere alıştırıyor. Mevcut siyasal ortamı ve muhalif siyasetin çakıldığı dip durumu görülmeden bu durum değiştirilemez. Mevcut rejim artık rızayı zor yoluyla, günlük zor uygulayarak büyütüyor ve gündelik yaşamın sıradan faşist terörle sürdürülmesi siyasal sistemin yeni normali haline geldi. Faşizm ve diktatörlük tanımları yapanlar bile, günlük yaşamın gündelik zor yöntemlerle faşistleştirilmesine kendilerini uyumlaştırmış durumdalar. Kimsenin bu faşizan günlük yaşamın neresinde olduğu veya bunun nasıl sonuçlanacağı konusunda bir fikri yok. Kimileri olmamış gibi davranıyor, kimileri er ama geç yıkılacak diye bekliyor. İkinci olarak güncel yaşamın dinselleştirilmesi kanıksanır hale gelmiştir. Buna karşı mücadele daha itina isteyen zor bir alandır, ne bir şey yok diyerek görmezden gelebiliriz ne de cepheden saldırıya geçip karşımıza alabiliriz. Dine karşı cephe açmak ve saldırmak hep egemenlere yarayan din savaşı, dine karşı savaş, yoksullarla din temelinde karşı karşıya gelmek demektir. (Bu sorun tüm boyutlarıyla ayrı değerlendirilmelidir.)
Son on yılda müesses nizam deprem düzeyinde sarsıntılarla alt üst oluyor. Her şey tıpkı devrim dönemlerindeki gibi bir anda oluyor ve bitiyor. Hız o kadar yüksek ve değişimler o derece sarsıcı ki, toplumsal ve siyasal bilinç tam olarak bu değişimleri kavrayamıyor. Gezi’den bu yana daha da hızlanarak, neredeyse her gün beklenmedik ve sarsıcı gelişmelerle geçti. Toplumu şok edici beklenmedik sarsıntılar, yıkılışlar ve rezaletler daha soğumadan daha büyük ve daha sarsıcı yeni olaylarla, skandallarla karşılaştık. 15 Temmuz’a geldik. 15 Temmuz ne kadar sarsıntı yaratsa da peşinden onu aşan olaylar peş peşe patladı. Devrimci güçler, bu olayların vaka boyutu ötesinde derinlerdeki toplumsal etkilerini hiç anlayamadı. Bir başlangıç olarak Ergenekon operasyonları alınırsa, bir anda nasıl büyük güçlerin çöktüğünü, gölgedeki bir gücün bir anda hızla ve şok edici sıçrama yaptığını yaşadık. Bir zamanların ali kıran baş keseni ordu, bir anda paspas edilir hale geldi. Gücünün ve karizmasının zirvesindeki Erdoğan, rüyasında dahi beklemediği büyük Gezi isyanıyla bir anda iktidarını kaybetme korkusuyla karşı karşıya kaldı. Yetmedi, ahlak iman ezan bayrak derken 17-25 Aralık hırsızlık operasyonları patladı. Fethullah cemaati bir anda iktidara uzanırken sonunda terör örgütleri kategorisine sokuldu. Bütün bunlarla birlikte kutsal din, din adamları, dini vakıflar, tarikatlar bir bütün olarak en kirli ilişkiler olarak topluma yansıdı. Yetmedi, IŞİD ile somutlanan selefi cihatçılık İslam’ı paramparça etti. Yüzyıllık statüko devlet, ordu, polis, yargı, bürokrasi yerlerde sürünüyor. Güçler çöküyor, iktidarlar çatlıyor ve süreç daha gerilerek ve daha fazla patlayıcı yüklenmiş olarak devam ediyor. Kimin güçlü kimin zayıf olduğu, tüm güç odaklarının beşik gibi sallandığı, kendini zirvede sananın bir anda dibi boylayabileceği daha büyük, beklenmedik alt üst oluşlara gebe bir süreç. Bütün bu alt üst oluş yaşanırken, statüko sallanarak her şey değişir, “katı olan her şey buharlaşır”ken, toplum allak bullak olurken, devrimci ve sol güçlerde ne değişti? Herkes bu soruyu azıcık düşünsün.
Musul yakınlarındaki Başika’dan Hatay sınırına uzanan hatta, ağır silahlarla donatılmış askeri birlikler, Suriye’ye girmek üzere teyakkuz halinde bekliyor ve yığınak devam ediyor. Seksen bin kişilik ÖSO çeteleri aynı hatta değişik yerlerde saldırılar düzenliyor. Libya’da Mitçiler, askeri uzmanlar, on binleri aşan çetelerle ve son model hava güçleriyle savaşa katıldı ve yığınağa devam ediyor. Dersim’den başlayarak Kuzey Kürdistan’ın gerilla bölgelerine karakollar ve kalekollardaki yüz binlik ordu ile operasyonlar düzenliyor, Irak Devleti sınırları içinde ve Medya Savunma Alanları’nda on binlere varan ordu güçleri yerleşmiş durumda ve çatışmalar devam ediyor. Suriye sınırındaki tüm şehirlerde seferberlik durumu ilan edilmiş durumda. Bunlara ek olarak TC devleti şu anda Katar, Somali, Sudan, Kıbrıs, Azerbaycan, Arnavutluk, Kosova, Afganistan, Bosna, Lübnan ve bunlara Libya, Suriye, Irak eklendiğinde; ABD’den sonra sınırları dışında en fazla asker bulunduran ülke konumunda. Bunlar gerçek, bu gerçekler bir savaş içinde olduğumuzu gösteriyor. Savaşı gündem dışına çıkararak veya savaşı görmeden yürüteceğimiz tüm gündemler sorunludur.
Tüm devrimci güçleri bu gerçekler üzerinde düşünmeye çağırıyoruz! Bu günler geleceğimizi belirleyecek!
Faşizmin gücü ve her adımda alan kazanması, devrimci hazırlıkların eksikliğiyle maluldür. En büyük devrim gücü KÖH, emperyalizm ve bölge gerici devletlerinin, askeri ve siyasi ağır bir kuşatması altında ve savunmadadır. Güney Kürdistan ve Rojava’daki durumu daha da zorlanacak. TDH ise aynı biçimde uzun dönemdir kıpırdayamaz haldedir. En temel sorun iki hareket arasındaki eşitsizliktir. Kürt devrimiyle destek dışında ittifak kuramıyoruz; bu hem Kürt devriminin bölgesel konumundan dolayı zorunlu önceliklerimizin farklılaşması ama daha önemli olarak ittifak kurabilecek bir hacmi ortaya çıkaramayışımız nedeniyledir. Bu eşitsiz durum, Kürt mücadelesiyle kurulan ittifakta da başarısızlığı getiriyor. Bu, Türkiye tarafını ivmelendirmiyor, kendi minderinde varlık gösteremeyenin yanı başındakine de faydası olamıyor.
Mevcut konjonktürde ve tarafların durumunda ciddi kırılmalar gerçekleşmezse, Kürt mücadelesinin geleceği, Türkiye tarafındaki politik sürece kilitlenmiştir. Kürtler önemli gelişme sağladılar, TC devletine karşı kırk yıl savaş yürütmek bunun en büyük göstergesidir. Ve bölge çapında büyük alt üst oluşlara imza attılar, bunlar tarihe geçmiştir. Türkiye’nin geleceği Kürt savaşına bağlanmıştır aynı zamanda Kürt savaşı da gelebileceği en son sınırlara yaklaştı, Türkiye tarafında sistemde bir kırılma yaşanmasına kilitlenmiştir.
Şimdiye kadarki yapılanlar gösteriyor ki, Kürt renklerinin önde olduğu bir ortak yapılanma ancak bugünkü kadar veya biraz daha gelişkin boyutlara ulaşabilir ama gelen faşist terörle baş etmeye yetmiyor. Uluslararası kuşatmaya rağmen Kürt devrimcileri ve halkı olağanüstü kararlılıkla direniyor. Gelinen aşamada görüldü ki bu Kürdistan’ı ayağa kaldırıyor ama Türkiye’yi ayağa kaldırmaya yetmiyor. Tersinden Türkiye tarafındaki boşluk faşist eğilimlere beslenebileceği alanlar açıyor. Türkiye toplumu şovenizm tarafından esir alındı ve şimdi boğuluyor. Kürt mücadelesi yükseldiğinde, onunla zamandaş olarak Türkiye devrimci güçleri de devreye girebilse, Türkiye tarafında bir mücadele kanalı açabilse, çaresiz ve arayış içindeki yoksul kesimlerin bir bölümünü arkasında toplayabilir, az çok görünür bir alternatif olabilirdi.
Dünya ve bölge durumu, dış politikadaki geri dönüşsüz yayılmacılık, içeride ekonomik ve siyasal kriz… Ve tüm bunların üstüne binen korona salgını sonucu hiçbir gücün artık evde tutamayacağı aç milyonların sokakları yakacağı bir döneme giriyoruz. Bütün bu sorunları faşizm bir biçimiyle savaş ve şovenizm kalkanıyla barajlıyor. Uzun zamandır Türkiye’den uçaklar kalkıyor, tanklar hareket ediyor, askeri konvoyları yollara diziliyor ve birçok cepheden Kürtlerin üzerine ölüm kusuyorlar, Kürde karşı savaş tam gaz hızlanarak sürüyor. Türkiye siyaseti bu ölüm tuzağıyla ilgilenmiyor. İşin kötüsü kendisine sosyalist devrimci diyenlerin ezici çoğunluğu da bu kanlı saldırıları kanıksamış durumda. Karşı çıksalar dahi sol kesimde hiç kimse siyasetini bu gerçek üzerine kurmuyor, gerçekte o bombalar en az Kürtler kadar kendi başımıza da yağıyor.
Türkiye bu değil, Gezi’ye çıkan milyonlar buhar olup uçmadı. Laik demokrat kesimler, Aleviler, CHP tabanındaki ulusalcılık mikrobuna bulaşmamış kesimler, kadınlar, gençler, salgın sonrası büyüyen işsizler, kredi borçluları ve tabi ki işçi sınıfı, dev bir potansiyel var. Bu dev potansiyel örgütsüz, bu ciddi bir sorun, onları asıl barajlayan içeride ve dışarıda giderek büyüyen ve fethe çıkan savaşçılık ve şovenizmdir. Kitleler örgütsüz ama örgüt aramaya çıksalar bile nereye başvuracaklar? Bütün bu potansiyelin HDK/HDP eksenine akması imkansız, şimdiye kadarki pratik bunu gösteriyor. Aynı sorun HBDH için de geçerlidir, HBDH kendi iddialarına denk bir gelişme gösteremedi, asıl Türkiye tarafı boşlukta kaldı. Yalnız HBDH açısından değil, Türkiye tarafı tümüyle kötürüm halde. Somut olarak Türkiye tarafında bir dinamizm oluşmadan HBDH daha ileri çıkamaz. Başarıları ve hatalarıyla bu süreç önemli birikimler yarattı ancak beklenen etkiyi yaratamadı. Aynı doğrultuda yapılacak tüm çabalar nicelik kazanımlara ulaşabilir ama nitel bir sıçrayışa varamaz. Özcesi bu faşist kuşatmayı Kürt dinamiği arkasında toplanarak kıramayız, bu mengene ancak “azgın boğayı boynuzlarından yakalamak” deyiminde olduğu gibi, Türkiye tarafından boynuzlarından yakalanırsa kırılabilir. Şimdiye kadar alınan mesafe veya gelişme Kürt mücadelesinin askeri gücü ve öncülüğünde gerçekleşti ve sınırlarına geldi, daha ilerisi, Türkiye anti faşist, devrimci güçler dahil tüm muhalefetin Kürt Özgürlük Hareketi’nin arkasında toplanmasını beklemektir ki bu olanaksızdır. Kürt devrimiyle olan bağlılıklarımızı yükselterek devam ettirirken, Türkiye tarafında devrimci bir gücün görünür hale getirilmesi ana eksenimiz olmalıdır.
Rojava’daki konumumuz üzerine de kısaca değinmek gerekiyor. Rojava’da devrimci savaş örgütü olma iddialarını sürdüren güçler olarak da sürece devrimci bir giriş yapmanın yol ve yöntemlerini, politika ve taktiklerini geliştiremedik. Rojava’da kazanılan politik ve askeri deneyimler Türkiye’de pratiğe taşınamadı. Halka, emekçilere ve tüm muhalefete kanlı saldırılar düzenleyen faşist saldırganlığa karşı devrimci yöntemlerle gereken cevap verilemedi. Burada bulunan örgütler çetelerin ve TC faşizminin saldırılarına kararlıca direndi ve savaştılar ama bu devrimci birikimlerini, Türkiye’deki faşist saldırganlıktan bunalan tüm güçlerin güveneceği bir devrim odağına yükseltemediler. Daha önemlisi, çok ciddi ve içerideki genel devrimci ortamı etkileyecek bir politik açılım geliştirilemedi. Tersine, bedeller ödeyerek kazandıkları değerleri bir nevi avantaja dönüştürme ve grupçu propagandayı, örgüt övgücülüğünü öne çıkararak diğer güçlere üstünlük sağlama yanlışına düştüler; geniş anti faşist güçlere güven veren devrimci ataklar ve birleştirici politik taktikler geliştirilemedi. Genelde de devrimci ortamda tüm güçler birbirlerine ahkam kesme ve dalaşma yarışına girdiler. Dalaşmak değil devrimcilik bir tutum sorunu, bir tutumu geliştirme ve bunu bir dinamik haline getirme sorunu. Rojava’daki güçler arasında savaşlarda ve cephelerdeki yoldaşlaşma korunup birlikte Türkiye sahnesinde pratikte faşist çetelere karşı konulabileceği gösterilebilirdi ve bu, tüm diri anti faşist güçlere ciddi bir alternatif sunabilirdi. Bu hayati görev yerine getirilemedi ve buradaki TC’ye ve çetelere karşı savaşımız, Türkiye emekçilerini etkilemedi, onlara değemedi. Geldiğimiz aşama gerçekten son derece kritik, bu duruma tüm devrimci güçler çok ciddi olarak kafa yormak durumunda. Bu başka bir şey, bambaşka bir şey, yeni başka şeylerin önünü açan ve başka şeylerin üstünü örten bir süreç ve Türkiye’de işlerin daha fazla uçlaşacağı çok açık.
Dönemin can alıcı sorusu uzun yıllardan beri değişmemiştir; devrimciler politik sürece nasıl müdahale edeceklerdir veya edebilecekler mi? Herkesin söylediği değişik birlik ve ittifak düzeyleri gerçekleşebilir mi? Birlik sorununu dile getirenler, bunu nasıl ele alıyor? Bu sorunları ayrı bir tartışmada ele alacak, burada bir boyutuyla sorunu değerlendireceğim.
Kriz ve kaos dönemlerini doğru okuyabilmek bugün her zamankinden önemlidir. Sıkışma anlarını doğru okuyan hareketler hep ileri sıçramışlardır veya hemen tüm ileri sıçrayışlar sıkışma dönemlerinde gerçekleşmiştir. Kaos aralığı kavramı kullanılabilir, kaos süreçlerinde an’a kilitlenilemez, biraz ileriye bakmak zorunludur. İdeolojik politik farklılıkları bilerek nesnel bir tespit yapılmalı. Faşist diktatörlük, geçmişteki gerici burjuva siyasal koşullara geçmek için yapılanları bile zor kullanarak engellemektedir. Bu koşullarda prensip olarak, her türlü zor yöntemlerine karşıyım diyenler dahi kendisini savunmak için bazı zor yöntemlerine başvurmak zorunda kalabilir. Burada bir ilişkilenme yapılabilir. İç içe birçok farklı örgüt ve farklı mücadele yöntemleri kendiliğinden gündeme gelebilir. Devrimci bir alternatifin öne çıkamadığı ve sistem içindeki güçlerin arasındaki çelişkiler azıtarak beklenmedik çatışmalara evrilebilir, parçalanmış ve birbirine düşmanlaşmış toplumsal ortam buna çok uygundur. Devrimci güçler tüm bu gelişmelere hazırlıklı olmalıdır.
Devrimci örgütler, öncülük sorununu nasıl ele alıyor; öncü örgüt kendisi dışındaki derece derece yanlışta durduğunu düşündüğü güçlerle mücadele etmek durumundadır. Bu durum, birlikte mücadele etmenin önünde engel değildir, birlikte olmak zaten farklı olanların birlikteliğidir aynı olanların birlikteliği söz konusu edilmez. (Gerçi bizde kesme şeker misali her şeyi üst üste düşen eğilimler bile ayrı ayrı durmaktadır ama burada konumuz bu değil.) Evet yanlışlarla veya literatürümüzdeki adıyla oportünizmle mücadele birlikte, ortak eylem ve ortak mücadele içinde daha doğru temellerde verilir. Her ortaklık ve ittifak, birlik ve ayrılığı içinde taşır. Birleşeceklerin anlamlı veya anlamsız, yıllar içinde oluşan farklılıkları her aşamada karşı karşıya gelecektir, bundan kaçınılmaz, burada zıtların birliği ve mücadelesi yasası işler, bu zaten eşyanın tabiatı icabıdır ve doğru yöntemdir. Dünya devrim tarihinde farklı eğilimler arasındaki ilişki ve ittifaklar, mücadele sürecinde çok değişik biçimler almış ve çok değişik sonuçlar ortaya çıkmıştır. Bu süreçte tasfiye etmek ve tasfiye olmak gibi, daha yakınlaşarak tam bir birliğe varmak da olanak dahilindedir ve mücadelemizin tarihi benzer örneklerle doludur.
Birlik ve ortaklık için perspektif ve özgüven gerekli, bu ikisi olmadan yapılan bütün ortaklıklar ortaklıkmış gibi yapılıyor. Perspektif dediğimizde soyut bir şeyden söz etmiyoruz, yaşadığımız mahşer dünyasında bu sistemi yerle bir edecek güçlerin hareket halinde olduğunu, öfkeden kudurduğunu görebilen ve bu birikimi düzenin karşısına dikip kapıştıracak bir ufuktan bahsediyoruz. Palavradan devrimin güncelliği sloganları sallamak değil devrime muktedir olacak güçleri örgütleyip eyleme geçirme bilinci, farkındalığı ve inancı demektir. Bu güçleri, bir araya getirip devrimi pratikte güncel hale getirmek, bu yönde bir hareket yaratmak demektir. Her şey olduğu gibi dururken mevcut atalet ve kıskıvrak kuşatılmış halde yaprak kımıldatamazken, sürekli devrimin güncelliği ajitasyonunu yükseltmek sadece bu anlamlı hedefi küçültüyor, sıradan bir lakırdı durumuna düşürüyor. Devrimin güncelliğinden söz edenler, bunun güçlerini, gerçeğe yakın bir devrim planlamasını, ittifaklarını, karşı güçleri, düşman cepheyi ve bu cepheyi hangi aşamada hangi güçlerle ve nasıl bir savaş gücü ve tarzıyla yıkacağı konusunda az çok somut bir şeyler söylemek zorundadır.
Özgüven, birlikte iş yapma ve dayanışma için olmazsa olmazdır. Faşizme karşı birleşmek gerekir deyip birlik yapmayanlar farkında veya değiller tutarsız, kendi dediğine kendisi uymayan bir çarpılma içindeler. İkinci olarak büyük bir daralma içinde, kendi dışındakilere güvensizlik duymakta ve böyleleri, gerçekte kendilerine güvenmemektedir. Dışındakilerle rekabet içinde ve rakibinden çekiniyorlardır. Gerçekte toplumsalda benzer sınıfsal ve ideolojik zemindekiler, birbirleriyle hep bir çelişki içindedir ve bu çelişkinin çözümü doğru bir ilişkilenmeyle, bu sorunu ortak bir mücadele hattını güçlendirerek, pratikte doğru olanın kazanacağı veya birlikte doğruya yakın bir süreci örecek zeminler yaratarak çözülür.
Devrimcilerin analiz ve beklentilerinin tersine, derinleşen yoksullaşma, işsizlik, zamlar, burjuvazi arasındaki çelişkiler, dış askeri işgaller, emperyalist güçlerle yaşanan sürtüşmeler faşist koalisyonu geriletmedi, tersine pekiştirdi. Faşizm güçlerini büyüttükçe devrimciler güç kaybediyor. Bunlar anlayabilen için ciddi sinyallerdir. Güç oluşturmak, ilişki ve hareket sorunudur. Güç oluşturmak konusunda ciddi olmayanlar, hareketlerini, kimin en radikal olduğunu ispatlama yarışına çevirirler. Gösterişçilik ve örgütsel rekabet, radikallik yarışı çocukluk hastalığıdır ve bir yere kadar tolere edilebilir; ama 40 yıl çocuk kalmak anomalidir. Bir hareket inşa etmek için, sizinle aynı düşünen insanların ötesine uzanmanız gerekir. Devrimci hareket, çok fazla kendi mahallesine sıkıştı, adeta sera benzeri yerlerde yaşayabiliyor. Siyasal bir güce dönüşmek için, kendisiyle aynı düşünmeyen kesimlere uzanması gerekiyor. Bu dönem, bu yönde önümüze sonsuz olanaklar açıyor. Böylesi dönemlerde, çok güçlü olmasına gerek yok, görünür ve güven veren bir çıkış, zayıf olsa bile gittikçe çığ gibi büyüyen öfkeli kitlelerle buluşarak, beklenmedik gelişmeler yaratabilir. Acil görev Türkiye’de görünür bir devrimci alternatif yaratmaktır. Böylesi bir adım, şimdiki koşullarda devrim yapmak gibi çok etkili sonuçlar ortaya çıkarabilir. Toplumsal öfke ve tarihsel devrimci birikim büyük, örgütlü güçler küçüktür. Büyük kitle muhalefeti, CHP dışında sığınacak bir liman görememektedir. Bunlara rağmen, yükselen ağır ekonomik krizle birleşen siyasal yönetememe krizi, her türlü devrimci çıkış için, ciddi olanaklar sağlamaktadır. Kaos dönemleri, devrimci hareketler için aynı zamanda sıçrama dönemleridir. Rejimin alternatifleri sınırlandıkça, muhalif ve devrimci çıkışların olanakları artar. Olmadık yeni güçler, beklenmedik biçimde tarih sahnesine çıkar, bir güç gibi görünenler gerilerken hiç görünmeyen güçler öne fırlar. Güçlü sanılanlar çökerken zayıflar hızla büyür.
Devrimci siyasal mücadele, sınıflar savaşı toplumsal gelişme ve değişimle belirlenir, her uğrakta yeni kesimleri içine çeker ve içinden bir kesim saf değiştirir. Bu politikalarda zorunlu değişimleri ve aynı zamanda söylem, araç ve yöntemlerde değişiklikleri şart koşar. Bu gerçekliğe uygun dönüşümleri yapamayan siyasal özneler, zamanla toplumsalın dışına düşer, daha tehlikelisi kendine özgü varoluş odaklarına dönüşürler. Gerçeklik, bütünsel ve akışkandır, bir tarihsel dönemin verili koşulları bilinçli özne ona az çok uygun yöntemlerle tavır alabilirse, bu onu geliştirir. Bütünsel bakış da bir yere kadardır. Gerçekliğin akışkan yanını kavrayıp gerekli bilinç sıçramasını yaparak, uygun politika ve araçları geliştiremeyenler, gerçekliğin bütünselliğinden kopar, parçalarda kalır. Bu durum da gerçekliğin bütünselliğini zedeler, esası göz ardı eder; bu, geçmişin bir uğrağında donup kalmayla sonuçlanır. Asıl olarak kendi gerçekliğine yabancılaşır, kendi var oluş gereklerini dondurur, kendi gerçekliğini dumura uğratır. Türkiye sol güçleri bütünüyle bu durumdadır, yalnız kendilerini dondurmuyor sınıf mücadelesinin en büyük tıkacı haline geliyorlar. Sosyalizm ideallerine sözlerle bağlılıklarını devam ettiriyor, ama onu geliştirecek iradeye sahip değiller.
Bizler, bir gruplar dünyası içindeyiz ve herkes dışındaki ile çelişki içinde ve bu çelişkiden kaynaklı rekabet halindedir. Üstelik bu rekabet, öyle kurallı -yani belirli ilkeler üzerinde- yürümüyor; ilkesiz, fırsat kollayan, her koşulda rakibi alt edecek sekterlik ve ilkesizliklerle yürüyor. Dışımızdaki bir güç, bu düzene ve düzenin herhangi bir yanına karşı ise kendine güvenen çizgi onu kendi gücü gibi anlayıp sisteme karşı mücadelesine katmaya çalışır, sınıf savaşını güçlendirir. Devrimcilik birleştiricilik ve hareket yeteneğidir; bunu anlamayanlar, dışındaki tüm dünyanın bir gün gelip kendilerine biat edeceği rüyasına yatarlar. Devrimcilerin birliği kolaydır. Devrimcilerin sınıfın çıkarlarından, devrim güçlerinin gelişmesinden başka bir amacı yoktur ve devrimi yakınlaştıracak her gelişmeyi engellemez tersine her şeyi zorlayarak devrimin hizmetine sunar. Oysa biz, “devrimcileşemediğimiz” için başka, kendimize has önceliklerden, beklentilerden dolayı devrime yakın kitlelerin özlemle beklediği adımları atamıyoruz. Devrimcilik birleştirir; oportünizm dağıtır. Devrimci olamadığımız için birleşemiyoruz, devrimcileştiğimiz oranda birliğe, daha büyük savaşlara hazırlanmak olan birliğe yaklaşırız.
Birlik derken ne demek istiyoruz? Birlik duasına çıkmıyoruz, birliği başlı başına devrim sorununun kendisi olarak anlıyoruz. Birlik, devrimimizin stratejik ve taktik en temel sorunudur. Tersinden birlik ve ittifaklar sorunları, devrim sorunlarıdır. Dünya siyaset tarihinin ve devrimler tarihinin pratik olarak ortaya çıkardığı bir yasadır, tüm devrimler birlikler ve ittifaklarla gerçekleşmiştir ve bunun istisnası yoktur. Yapılması gereken, tüm bu sorunları içine alan ve hepsini sürükleyecek olan ana ekseni seçmek ve bu ekseni taşıyabilecek güçlerin birleştirilmesidir. Birlik ve devrim ekseni, bu koşullarda yapılması gerekenlere cevap olacak ve tartışılmasını istediğimiz eksendir.
Birlik, kendiliğinden bir oluş değil her anlamda bir mücadele sürecidir, tıpkı devrim süreci gibi. Birlikler yapılmaz kazanılır, kazandığımız her birlik aşaması bizi biraz daha devrime yaklaştırır. Kendine tapan küçük burjuva; birlik sorununu hiçbir zaman anlamamıştır ve anlayamaz. Birlik sorununu es geçmek veya kendiliğindenciliğe bırakmak, devrim iddiasından vazgeçmektir. Birlik sorunu, çok boyutlu olarak ideolojinin, stratejinin, taktiğin ve tüm mücadele yöntemlerimizin içindedir.
Bu önerilerimiz bir niyet sorunu veya bir yerlerden beklenti değildir, kendimizi gerçekleştirme ve devrime yol açmak için açtığımız iki yönlü bir mücadele cephesidir. Bu, hem kendimizi tüm devrim iddialı güçlerin her türlü eleştirisine açma ve aynı hedefe yürüyen tüm güçlerle kendimizi savaş ve mücadele içinde var ve bir kılmaktır, devrimimizin stratejik bir boyutunu somutlamaktır. Bu, aynı zamanda, içinde politik ve ideolojik tüm alanlarda tartışma ve kazanma alanıdır. Bir kaynaşma ve daha üst düzeylerde birlikleri kazanma hamlesidir.
Birlik ve devrim ekseni, aynı zamanda kendi geri ve hastalıklı yanlarımıza cephe açmaktır. Kendi her neyse o olan durumumuz şimdiye kadarki gibi devam edemez. Beş kişi, on kişi, yüz kişi kahredici zayıflığımız biliniyor; ama dönem sayıların ve niceliğin değil siyaset, perspektif ve döneme devrimci cevap verebilmeyle belirlenecek. Bunun tek yolu, içe kapanmayı aşarak dışımızdaki dünya ile ilişkilenme cesareti ve bilincini kuşanmaktır. Bu zayıf halimizle, içe ve dışa karşı kötü bir şey olarak üzerimize yapışmış ikiyüzlü ilişki ve diplomasi bulaşıklığından çıkıp ilişkilerimizi, kültürümüzü, dilimizi devrimcileştirmek zorundayız. Türkiye’deki devrimci ortama hakim idare etme ilişkisinden kopmak; arz talep ilişkisini ortadan kaldırma ve bu ilişkilerden fayda bekleyen ikiyüzlü ortamları yıkma dönemidir. Devrimci hareketin tüm bölükleri için aynı şey fazlasıyla geçerli, herkes için uyanma vakti. Sistemler içine doğru çöküyor, bu iç çöküşü hızlandıracak bir hamle yapabilir miyiz? Bu soru olarak duruyor. Bu bir olanak sorunu, bu olanak yaratılabilir, dönem bu yönde çok muazzam olanaklar açıyor.
Birlik ve devrim ekseni olarak ifade ettiğimiz bu adımlar, elbette hem tartışmaya hem geliştirilmeye hem de yanlışlanıp daha ileri alternatif önerilere açıktır. Bir anda kabul görmeyebilir ama bu, yalnızca örgütlere yapılmış, iş olsun kabilinde bir çağrı değildir. Örgütler içerisinde tıkanmayı görüp alternatifsizlikten zoraki örgütlülüğü sürdürenlere, örgütlerini birlik ve devrim ekseni üzerinde yürümeye zorlama çağrısıdır. Bu hedefler ve çağrı, bir politik ve ideolojik mücadele cephesi açmaya dönüktür ve kendi tüm zayıflıklarımızı bilerek pratiğe dönük görevlerle birlikte yürüyecektir. Tüm örgütsüz büyük potansiyele bu zor dönemde, bir yol açmak için harekete geçme çağrısıdır.
Birlik ve devrim ekseni, kendisini devrimci güçlerin ve düşman cephesinin nesnelliği üzerinde kuruyor ama kapitalizme ve faşizme karşı savaşı yalnız bu eksene hapsetmiyor. Birlik ve devrim ekseni yeni ve devrimci bir varlık olarak ortaya çıktığında, dışındaki güçlere körelmez. TDH’nin en büyük hastalığı tekçi zihniyettir ve bunun ideolojik kodlaması “bilimsel devrimci çizgimizdir” Hemen bütün örgütler, kendisini biricik “bilimsel devrimci çizgi”nin temsilcileri ve dışındakileri, derece derece sapma olarak kabul eder. Bu eksende oluşan rekabetçilik sonucu kendini beğenme, benmerkezcilik; dışındaki tüm güçlere körelmeyle sonuçlanır. Kendisine güvenen, özgüveni yüksek ve devrime kilitlenmiş bir örgüt, kendisinden bir adım önde olanı takip etmek ve geride olanı ileri çekmek için tereddüt etmez, bunlar devrimciliğinin gereğidir. Böyle bir örgüt, Türkiye devriminin tüm güçlerini siyasal, ideolojik farklılıklarıyla, alanları ve tarzları değişik olsa da kullandığı araçlar farklı olsa da devrim ve özgürlük mücadelesinin ortak güçleri, kendi güçleri olarak değerlendirir. Bütün ayrımlar üzerine demagojiye kaçmadan en sert tartışmaların ve ilkeler mücadelesinin sürdürülmesi, her güçle bulunduğu mevzide ve doğru bulduğu tarz ve yöntemlerle değişik alanlardaki mücadeleleri birleştirmenin önünde engel olarak görmez. Yasal, yasadışı alanlardaki tüm demokratik ve siyasal kurumları, her birini kendi zemininde, dönemin mücadele gerekleri, devrimci mücadelenin öncelikleri temelinde ve yeni bir ortaklaşmacı komünal tarzda tüm güçlerle iç içe geçmekten korkmaz. Burjuva mülkiyetçi anlayışla kendisini biricik görenler, kendi örgütlerini mülkleştirip daraltırken, sekterliği ve grupçuluğu azdırıp mücadele ortaklıklarını çürütürler; kaybeden, devrimciler olur.
Yukarıda Rojava’da bulunan devrimci güçler için, aynı zamanda özeleştirimiz olan, eleştirilerimizi açıkladık. Rojava’da tüm örgütlerden onlarca yoldaşımızı bu topraklarda bıraktık, onlar birleşik devrimimizin ortak değerleridir. Türkiye’ye dokunamamamız politik eksikliklerimizin yanında, Türkiye toplumunu zehirleyen şovenizmin oluşturduğu güncellikle de ilgilidir. Bunlara rağmen Rojava’da bulunan güçler, beş yıldır tüm cephelerde savaşmış; savaş ve savaş teknolojisindeki yeniliklerde uzmanlaşmış, büyük bir deney ve tecrübe biriktirmiştir. Bunlar yalnız savaş ve askeri birikimle sınırlı olmayan, bir devrime açılan mücadelelerde ve canlı bir toplumsal hareketlilik içinde kazanılmış çok büyük deneylerdir. Bu tecrübeli ve deneyimli kadro birikimi, örgütlerden önce Türkiye devriminindir ve doğru konumlandırılırsa, Türkiye’de dağınık, parçalı, zayıf ama kesintisiz devam eden kitlesel öfkeyle doğru temellerde ilişkilendirilirse, kanlı faşist saldırganlığa karşı mücadelemizin en temel eksikliğini doldurabilecek bir birikimdir.
Yukarıda gene yasal platformlarda mücadele yürüten tüm devrimci parti, grup, çevre ve kişilere yönelik bazıları ağır eleştiriler sıraladık, bunların içinde doğrular kadar kendi bulunduğumuz alandan gördüğümüz yanılgılı eleştiriler olabilir, bunları karşılıklı diyaloglarla düzeltiriz. Söylemek istediğimiz, mevcut faşist diktatörlüğe karşı olan ve bunun için kendi doğru bulduğu yöntemlerle direnen tüm güçleri, faşizme karşı mücadelede yoldaşlarımız olarak görüyoruz. Asıl olan, tüm direniş güçlerinin, en geniş bir cephede birleştirilmesi ve faşizme karşı harekete geçirilebilmesidir. Önerimiz, her gücün kendi bulunduğu yerden bu doğrultuda yapabilecekleri ve katabileceklerini açık ilan ederek harekete geçmesidir. Bu bizim önerimiz olmaktan önce anti faşist mücadelenin kanunudur.
Biz, her ne kadarsak, açık ilan ediyoruz; partimiz, savaşçılarımız, militan ve sempatizanlarımız ve tüm olanaklarımızla kendimizi faşizm yıkılana kadar oluşması için çalıştığımız anti faşist cephenin hizmetine sunuyoruz. Birlik ve devrim ekseni derken önce, açık meşru alanda mücadele yürüten güçler ve faşizme karşı şimdiden ön cephede ve tüm mücadele yöntemlerini kullanan güçler olarak, iki birlik alanı tespit ediyoruz. Her iki alanda, önce birbirine yakın olanlar değil gerçekten faşizme karşı direnmeye niyetli ve kararlı olanların, bunun tek varoluşumuz olduğunu kavrayanların birliği gerçekleştirilebilir. Her iki alanda birleşenlerin ortak koordinasyonuyla ve mücadele sürecinde daha ileri birliklere sıçranılabilir.
Buraya kadar söylenenler yeni bir tutum çizgisi olarak birlik ve devrim eksenini tarif ediyor. Bu eksenin yakın gelecekte etkisi çok daha elzem olarak kendisini dayatacak. Mevcut durumda, her ne kadar devrimci örgütler, anti faşist güçler, partiler, kitleler buna hazır olmasalar da var olan boşluk o kadar büyüyecek ve karşı devrimin saldırıları o boyutlara ulaşacak ki birlik ve devrim ekseni olarak tarif ettiğimiz perspektif dışında, başka hiçbir girişimin bu boşluğu doldurma şansı olmayacaktır.
Buraya kadar söylenenlere itiraz edenlerin önerilerini bekliyoruz. Değişik sosyalist örgüt ve partiler bir yanıyla tehdidin farkındalar. Cafcaflı lafların, dolambaçlı sözlerin zamanı değil. Uçak, tank, bomba, silah, faşist milisler, dinci katil sürüleri, mafya tetikçileri, üniformalı IŞİD, JÖH ve PÖH’ler; salon toplantıları, demokrasi temennileri, vicdan sızıltılarıyla yenilemez.
Mücadelede ciddi olanlar hiç olmazsa geldiğimiz bu noktada savaşı doğru olarak, savaş olarak anlamak zorundalar. Savaşlar; tank, top, tüfek, bomba denilen gelişkin aletleri kullanan sivil veya resmi askerleşmiş topluluklarla yürütülüyor. Savaş bir düzey kazanmışsa daha üst düzeye sıçrayarak devam eder. Basit silahların yerini daha ağır ve gelişkin silahlar, sınırlı kuvvetlerin yerini daha büyük askeri birlikler alarak devam eder. Geldiğimiz aşama tam böyle gelişiyor, savaşın boyutları, alanları büyüyor, sertleşiyor ve her alana yayılıyor.
AKP saldırısı; tüm halka karşıdır, diktatörlüğü hedefliyor diyenler bu gerçekliği bilmek zorundalar. Eğer gerçekten AKP’ye, faşizme karşılarsa tüm bu silahlara ve askeri kuvvetlere karşı koymayı düşünmek ve ona göre tedbirler almak durumundadır. Daha gerçeği onları yenmeyi hedeflemek ve bu hedefte ciddi olanlar kendisini ve giderek tüm tehdit altındaki halk yığınlarını geç kalmadan bu sert savaşa hazırlamak zorundadır. Silahların konuştuğu ortamda, diğer tüm yöntemler ona tabi olur. Silahlara tapmıyoruz, savaş delisi hiç değiliz, bunlar halklarımıza dayatıldığı için, başka hiçbir kurtuluş yolu kalmadığı için buna zorunluyuz. Geç kalmadan nesnel durumun dayattığı bu zor görevler için, herkes bulunduğu yerde, mevcut çabalarını ve güçlerini bu savaşın hangi cephesinde ve hangi tarzda yer alacağını kararlaştırarak hazırlıklarını yapsın. Bugünkü siyasanın özü özeti budur.
Bu koşullarda, sınırlı güçlerle ölümüne direniş sürdürenler var, savaş daha ileri boyutlar aldığında, birçok yiğit devrimci, saflarda yerini alacaktır. Ama kendilerini minnacık örgütleriyle dev aynasında sananlar, bu büyük davaya her zaman maraz bulur ve sorun yaratmaya devam ederler. Sözlerimiz örgütlü, örgütsüz bu acil sorunların bilincine varan örgütler ve kişileredir; bugünün kahramanı ve geleceği kuracak olan onlardır.
[1] https://www.ozgurpolitika.com/haberi-asil-akp-darbeye-hazirlaniyor-399/
[2] Umberto Eco, Yanlış Okumalar, Can Yayınları, 2018
[3] Evren Balta, Üçüncü Dünya Savaşı Değil, Yeni Bir Savaş! (https://www.birikimdergisi.com/haftalik/7314/ucuncu-dunya-savasi-degil-yeni-bir-savas)