Bizden çalınan yaşamlarımızı geri almak için 1 MAYIS’a – Doğa Bakış

Tarihsel bir eşiğin ve kırılmanın yol ayrımındayız. Bu yol ayrımı sessiz sedasız gerçekleşmeyecek. Ve bu kırılma anı; seçim anına, oy pusulasına, sandığa kilitlenmiş gibi algılanmaktadır. Fakat bu, ne sadece seçim sürecine bağlı, ne de seçimden sonra olası bir iktidar değişikliğine. Esasta toplumun derinliklerinde biriken ve belli yönleriyle taşan sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi; toplumsal dinamikleri belirleyen eğilimin ve pratiğin kendisi bu eşiği-kırılmayı belirleyecektir. Meselenin esası bu eğilimi yakalama, kavrama ve onu somut bir devrimci pratikle, devrimci sınıf siyasetiyle buluşturmadır.

“Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.” Kuşkusuz sınıf mücadelesi, kapitalist üretim ilişkilerinin uzlaşmaz çelişkileri içinde ve hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiği ve karşı karşıya kaldığımız bir gerçekliktir. Fakat bugün tüm çıplaklığıyla her yere, herkese, her kesime yayılmış, iliklerimize işlemiş durumdadır. Yaşadığımız zamanın ruhu insanın tüm hücreleriyle meta ilişkilerine dönüşmesi ve tabi tutulmasıyla birlikte yıkıcı proleterleşme sürecinin tüm topluma sinmesidir. Yıkıcı proleterleşme süreciyle toplum proleterleşmekte, proleterya toplumsallaşmaktadır. Akan zaman ve çözülen ilişkiler ile birlikte gelişen, gelişmekte olan süreç yıkıcı proleterleşme, mülksüzleştirme yönünde ilerlemektedir. Esas nokta da buradadır.

Toplumun proleterleştiği, sınıfsal farklılıkların giderek ortadan kalktığı, orta sınıf kesim diye adlandırılan kesimin düzeyinin asgari düzeyle eşitlendiği ve bu durumlarla birlikte yoksulluğun, açlığın, yoksunluğun, geçim derdi-tasasının ve hayat pahalılığının tüm toplumsal kesimi sardığı-kuşattığı somut durum; neoliberal sermaye birikimi temelinde gelişmektedir. Sermaye birikiminin ve yıkıcı emek rejiminin politikaları, proleteryanın ve toplumsal kesimin hayatındaki tüm kılcal damarlarına yayılarak soluk borusunu kesmiş, bıçak kemiği geçmiştir. Güvencesiz, sendikasız, örgütsüz, geleceksiz çalışma koşullarıyla birlikte gelişen proleterleşme dalgası, 7’den 70’e (okullu-eğitim alan gençlik de dahil) her kesimi içine almaktadır. Bu durum, insanca yaşamanın imkansızlığını giderek daha fazla hissettiriyor, yaşam karşısında adeta ölüm cenderesinin içerisine sıkıştırılmışlık duygusuna yol açıyor. Ve bu toplumun her kesimini kapsayacak daha büyük bir kolektif yıkıcı birlikteliğin, sınıf olmanın-hareket etmenin habercisidir aynı zamanda.

Bu verili durumu açığa çıkaran koşulların ve onu üreten ilişkilerin kendisine bakmamız lazım. Sınıfsal ve toplumsal ölçekte, pratik ve bilinçlerde bir bütün olarak derin değişim-dönüşümler yaşanmaktadır. Toplumsal yaşamın ve sınıfsal ilişkilerin altüst olduğu bir aralıktayız. Hareket edeceğimiz odak noktası burasıdır. Yani meselemiz; esas ve tek belirleyici olacağı düşünülen seçimler meselesi değil seçimler meselesini bu denli yakıcı hale getiren, seçim-sandık muharebesini üreten, ölüm-kalım durumuna, verem-sıtma noktasına getiren koşullar ve ilişkilerin ve bunun açığa çıkardığı öfke birikimin doğru ve devrimci bir biçimde kavranmasıdır. Seçimde o gelirse bu olur, şu gelirse o olur, sermaye saldırılarını faşizmin ya daha da kurumsallaştığı ya da parlamenter restorasyonla sinsice saldırılarına devam edeceği okuması kuşkusuz değerlidir ama dediğimiz gibi belirleyici olacak olan sınıf savaşının çıplaklaşması ve pratik örgütlenmesi, yani pratik öncülüktür. Yoksa mücadelenin alanlarını hem buradan doğru kurmuş hem de bu mücadelenin öznelerinin sadece it dalaşına tutuşan sermaye temsilcileri olduğunu ifade etmiş oluruz. Andaki durum, koşul ve ilişkiler hiçbir şekilde ne bu düzleme sığabilir ne de egemen güçler arasındaki bir savaş zeminine, çatışkı-çelişkiye indirgenebilir. Yani AKP-MHP faşizminin çözülüyor olmasının, büyüsünün bozulmasının veya bunun karşısında yaratılan Kemal Kılıçdaroğlu-Millet İttifakı –her şey çok güzel olacak mitinin-büyüsünün ötesinde bir durumla karşı karşıyayız. Sınıfsal çelişkilerin, toplumsal çelişkilerin güçlü biçimde her yerde biriktiği, patlak vereceği bir aralıktayız. Geçmişin hayaletlerini çağırmak ve onlara sarılmak bile bunun önünde engel olamayacaktır. Evet, bu koşullar ve ilişkilerin cini şişeden çıkardığına tanık oluyor, deneyimliyoruz. Mesele bu anda her yere yayılan, her yeri kuşatan çıplak öfke ve birikimi sınıf savaşımı doğrultusunda örgütlemek, güçlendirmektir. Sınıf mücadelesinde, proletarya büyümeye, köstebek misali toprağın derinliklerinde kazımaya devam ediyor, daha inatçı ve iradesi daha güçlü ve kolektif bir pratik güce dönüşecek adımlarla ilerlemesinin önünü açacak olan devrimci öncüdür.

Egemen sınıfın, işçi sınıfının kazanımlarına, örgütlü olma gücüne, talep etme bilinci ve siyasetine, birlikte mücadele etme-hareket etme deneyimine karşı saldırıları sınıf savaşımının doğası gereğidir. Kapitalist emperyalist sistemin dünya işçi sınıfına karşı gelişen saldırıları ve eğilimiyle birlikte okumak gerekir içerideki durumu. Türkiye’deki neoliberal kapitalist düzenin saldırılarını da bu eğilim belirleyecektir. Kuşkusuz neoliberal sermaye düzeninin eğilimi; çatallanmaların, krizlerin öncüllerini yaratır, ancak bunların ne akışını ne de sonuçlarını önceden belirler, bunu belirleyecek olan sınıf savaşımının kendisi olacaktır.

Çıplaklaşan yoksulluk ve yoksunluk, ortaklaşan çıplaklığın duygu ve deneyimi

Kanlı-ölüm disiplini. Dibe vuran yaşam-a koşulları. Sınıfın, toplumun ne yaşamı yaşam gibi ne ölümü ölüm gibi. Arafta, nefesi ve adımları sıkıştırılmış ve her şeyi hapsedilmiş durumdadır. Ve bu dönemin hortlayan hayaletleri, faşist rejimi-sermayeyi rahatsız eden bu araf durumunun içinden yükselen ve onu yırtacak çığlığın ete-kemiğe bürünmüş gerçekliğidir. Yaşamlarımızın ve ölümlerimizin-ölülerimizin sömürüsü, kan emiciliği üzerinden yükselen bir sermaye birikimi. Yaşamlarımızı ve ölümlerimizi birer metaya dönüştürmüşlerdir. Yaşamak ve yaşatmak için ölüm koşullarının altında çalışmaya razı oluyoruz. Çünkü açlıkla sınanıyoruz, terbiye edilmeye çalışıyoruz. Güvencesiz, geleceksiz çalışma koşullarına katlanıyoruz; çünkü işsizlik, işten kovulma veya yeni bir iş bulamama korkusunun, bizi disipline eden bir etkiyle kılıç gibi başımızın üzerinde sallandığını biliyoruz. Yaşamlarımız ıskartaya çıkmış durumda. Gündelik hayatlar anlık hayatlara dönüşmüş durumdadır. Günü gününe değil an’ı an’ına, ucu ucuna bir yaşam veçhesiyle karşı karşıyayız. Ve açlık, yoksulluk, yoksunluk çoğunluktadır. Toplum bir bütün olarak kuşatılmış; açlıkla yaşayan, ölümlü çalışma koşullarıyla yaşamaya çalışan birer varlığa dönüştürülüyoruz. İş kollarındaki farklılığa rağmen, sınıfsal öznelliklerimize rağmen yaşadığımız sorunlar, çatışkı-çelişkiler, duygular ortaklaşıyor, birleşiyor. Nehrin farklı kollarının aktığı gibi, denize döküldüğü o kesişimde, işte orada aslında hikayemiz aynılaşıyor.

Neoliberal faşist devletin, depremde yıkım ve ölüm siyasetini nasıl uyguladığına tanık olduğumuz gibi, yaşamımızın her anına hükmeden yıkıcı ve ölüm siyasetini koşullamış emek rejimiyle karşı karşıyayız. Buna sadece iş yerlerinde ve çalıştığımız zaman diliminde maruz kalmıyoruz sosyal-toplumsal yaşamın tüm mekan ve zamanlarında, gündelik yaşamın akışında maruz kalıyoruz. Ve bugün bu emek rejimin üzerimizde zamansızlık ve mekansızlık kurgusu altında emek sömürüsüne ve tahakkümüne de maruz kalıyoruz. Maddi ve manevi olarak yaşamın-yaşamanın değersizleştirildiği, yaşamanın hissizleştirildiği, daha ağır, daha dip bir şekilde emek-yaşam sömürüsünün altında eziliyoruz. Yaşamsal temel ihtiyaçlarımızı karşılama noktasında yoksullaşmadık sadece. Aynı zamanda iç dünyalarımızın, sosyal yaşamlarımızın, gelecek ufkumuzun da yoksullaştırıldığı, yoksunlaştırıldığı bir aralıktayız.

En küçük parçacığına kadar atomize olan proletaryanın her bir bölüğü, maruz kaldığı ve bizatihi deneyimlediği duyguları, çalışma koşulları, emek-yaşam sömürüsü karşısında ortaklaşıyor, kendilerini birbirlerinde görerek kolektifleşiyor. Bu henüz tam bilince çıkarılan bir durum değil. Ama zamanın akışı bu yönde. Ve işçi sınıfının tüm duygularını örgütlemeyi başa almalıyız. Utanç duygusunu, acı ve öfke duygusunu, çaresizlik duygusunu, belirsizlik ve endişe duygusunu, karamsarlık ve korku duygusunu.. Ve bu duyguları örgütlemek giderek sınıfın-toplumu saran isyan duygusunu örgütlemektir. Bu duygular proletaryanın, toplumsallaşan proletaryanın kolektif duygu-deneyimleridir. Toplumsallaşan proletaryanın duygu-deneyimlerinin gücünü; bir yönüyle eksik-zayıf-dar kalsa da asrın felaketi olan faşizmin ve neoliberal sermaye modelinin katliamında/depremde; ses tellerinden yaşama umuduna tutunmasında, yaşamı yeniden yeşertme ve inşa etme deneyim ve çabasında, seferberliğinde tanık olduk.

Zamanın ruhu ve pratiği; Antonio Gramsci’nin “eskinin can çekiştiği, ancak yeninin henüz doğmadığı, türlü çeşitli marazi belirtilerin ortaya çıktığı bir ara dönem” olarak ifade ettiği kriz tanımının-yarıklarının içerisinde -kendisini mümkün kılacak somut koşulların yakıcılığı içerisinde- devrimci savaşı örgütlemenin, sınıf savaşını büyütmenin tam orta yerinden geçmektedir. Bu köhnemiş, çürümüş iktidara, bütün duyguların ve anlamların tersyüz edildiği bu neoliberal düzene razı olmaktansa; zamanın ruhu ve pratiğini kuşanarak, duygu ve deneyimlerimizin kolektif gücüyle, isyan etmenin neşeli öfkesiyle, sınıf savaşımızı Haymarket’in, 1 Mayıs 77’nin cüreti ve kararlılığıyla örgütlenmeli, faşist iktidarın depremi olmalıyız.

Sınıf savaşıyla Efe’nin öfkesini, AKP’zede toplumun öfkesini buluşturma

Bugün AKP-MHP faşizmine ve neoliberal sermayeye yönelen öfke her yeri sarıyor. Değişiyor, suret değiştiriyor; kadınların isyanında, Newroz isyanında, gençliğin isyanında. Sokakları, yaşam alanlarını, sosyal-toplumsal yaşamı, her yeri kuşatıyor. Suretler, olaylar, özneler değişiyor fakat öfke aynı yöne yönelmiş. Açığa çıkan, büyüyen ve gittikçe şiddetlenen bir öfke birikimiyle ilerliyor. Kabul etmeyen, reddeden bir sessiz haykırışla birlikte yaşıyoruz. Ve bu öfke, hissiyat kolektifleşmiş durumda. Evet sokağı fiili olarak zaptettiğini söyleyemeyiz şu anda, ama faşist iktidarı, burjuva egemen sınıfları, sermayeyi gerçek anlamıyla kuşatmış, rahatsız eden bir durumda. Ve nasıl ki neoliberal kapitalizmin eğilimi ölüme mecbur ederek, her an ölümle bizleri yaşatarak, yaşayan birer ölüye çevirerek ve buradan zenginliklerine zenginlik katıyor ise sınıfın, emekçilerin, kadınların toplumsal olanın eğilimi de isyana, direnişe doğrudur.

Pandemi sürecinde motokuryelerin çalışma koşulları ve bu koşullara karşı direniş ve mücadelesini deneyimledik, enformel alanda emek sömürüsünün nasıl çıplaklaştığını gördük. Bu tablo, can yakıcı bir şekilde, depremin hemen sonrasında, hem sermayenin saldırılarında hem de bu saldırılara maruz kalan ve bireysel eylemiyle (intiharıyla) bizi sarsan Efe Demir’de cisimleşti. Efe Demir’de cisimleşen o sahici ve yakıcı öfkeye, itiraza, bireysel kaldığı için ölümü ile mesajını bizlere ileten o direnişe, doğrudan sınıf düşmanına yönelmesi için yol oluşturmak, onda cisimleşen her şeyi devrimci savaşımızın yapı taşı haline getirmek zorundayız. Haksızlığa, adaletsizliğe, çalıp çırpmaya karşı durma çabası ve iradesi mücadelemizin yapıtaşıdır. Yine AKP-MHP neoliberal faşist iktidarının asrın katliamına dönüştürdüğü deprem sonrası ortaya çıkan, her yeri sarsan, halkların birlikte mücadelesine dönüşen, toplumun tüm dokusuna yayılan öfke ve eylemindeki örgütlü gücüne bakmamız, yakalamamız gereken diğer noktadır.

Olağan siyasette mevcut olmayan ve anketlerle sayılamayan, sandık-oy darlığında ele alınamayacak bir devrimci potansiyelin varlığı her yerde beliriyor, mayalanıyor. Öfke ve kızgınlığımızı, savaşı daha ileri bir düzleme taşıyan bir potansiyel bu. Enes Kara’nın Efe Demir’in öfkesini, AKPzede toplumun öfkesiyle buluşturma ve sınıf savaşımına sevk etme, örgütleme. İşte bu öfke isyanımızın, başkaldırının, gerçek hareketin gelişeceği temel madde olacaktır. Devrimci maddeleri devrimci enerjiyle birleştirmeli, buluşturmalıyız. Ve bu öfkenin içerisinde kurucu-inşa edici devrimci bir potansiyel bulunmaktadır. Yaşadığımız an’ın tarihselleştiği aralık budur. Hayatın-hareketin-zamanın dinamosu, gelişimi buradan akmaktadır. Proletaryanın kolektif eyleme kapasitesini örgütlemeyi ve güçlendirmeyi bilmeli; açığa çıktığındaki muazzam yaratıcılıktan öğrenmeli, o yaratıcılığa güvenmeli, bunun yıkıcı-kurucu enerjisi ile hareket etmeliyiz.

1 Mayıs; toplumsallaşan proleteryanın öfkesini yakalama, açığa çıkarma, devrimci savaşla buluşturma ve bunu öfkenin sahiplerine ait kılma günüdür. Kendinde bir 1 Mayıs değil, sadece biz de varız demenin 1 Mayısı değil bu. Tarihsel olan mesajı, Haymarket’ten Taksim’e taşınan ve oradan bugüne akan mesajı, sınıf kavgamıza rehber edeceğimiz; sınıf kardeşimiz Efe Demir’in, sıra arkadaşımız Enes’in öfkesi, içe doğru değil, sınıf düşmanının beyninde patlasın diye yürüyeceğimiz bir gün 1 Mayıs.

Haymarket’ten Taksim’e anlatılan bizim hikayemiz

Hızla akıp giden zamanda ve hızla değişen-dönüşen politik konjonktür içerisinde tezahür ediyor bu süreç. Evet, bu tarihsel andaki durum ve koşulların devinimiyle, devrimci eylem ve örgütlenme açısından oluşan boşluğu-makas farkını kapatacak, kurucu-inşa edici devrimci özne-öncüleri örgütleyeceğimiz yakıcı bir dönemin içerisindeyiz. Yaşamın dip akıntılarından çıkan çelişki ve çatışmaları görmeli ve onları bir üst düzeyde pratik yoklamalarla karşılamalıyız. Bu yoklama anlarından biridir 1 Mayıs. 1 Mayıs’ı sadece bir an olarak görmek değil sınıf savaşımında bir hareketi-süreci inşa edeceğimiz; mücadeleyi, yaratıcı eylem-araç-tarz-taktiklerle büyüteceğimiz bir deneyim alanı olarak değerlendirmeliyiz.

Ve 1 Mayıs’ın enternasyonal karakterini unutmayız. Haymarket’ten 77 Taksimi’ne bağlanır. Dünyanın birçok yerinde yükselen isyan ve eylem dalgası ile buluşacak. Avrupa’da yüselen sınıf savaşının pratikçi Fransa’yı yeniden kuşattığını görüyoruz. İran’da “jin, jiyan, azadi” sloganlarıyla sokakları zapteden ve faşist molla cumhuriyetini sarsan ayaklanmaların zamanında 1 Mayıs’a yürüyoruz. Esas yakalamamız gereken; kitlelerin her an, dünyanın herhangi bir noktasında öfkesini eylemle buluşturacak ve dalga dalga isyanı büyütecek kıvama gelmiş olduklarıdır. Bir gelgit misali toplumsal-sınıfsal hareketler bir çekilip bir ileriye doğru adımlarını vurmaktadır. Ama her ileri sıçrayışta sınıf düşmanına nihai darbeyi indirmeye daha da yakınlaşmış olarak. Ve buralardan öğrenmeliyiz. İşçi sınıfının, kadınların, gençlerin ortaya çıkan muazzam direniş ve isyanından öğrenmeliyiz. Pratik olarak öğrenmeliyiz. 1 Mayıs’ın enternasyonal karakteriyle direnişini, eylemini ve iradesini her an ve mekanda yeniden üreterek, her şeyin sermaye için olduğu kapitalist toplumsal ilişkileri yıkacak ve dünya devrimini yaratacağız!

Anlatılan hangi renkten, cinsten, ırktan, tenden olursak olalım bizim hikayemizdir. Kapitalist-emperyalist sistemin her an, her yerde bize karşı sınıf savaşını nasıl kesintisiz, sınır tanımadan yürüttüğünün iki farklı yerde, iki başka ülkedeki hikayesi bunu çok iyi anlatıyor:

“1998 ortalarında, Endonezya’daki General Suharto diktatörlüğüne karşı halkın hoşnutsuzluk hareketi patlak verdi. Bunun üzerine Uluslararası Para Fonu, değerli hizmetleri karşılığında generale teşekkür etti ve general de emekli oldu. Çalışma hayatı 1965’te, komünist ya da komünist olduğu varsayılan yarım milyon insanı öldürerek iktidarı ele geçirdiğinde başlamıştı. Suharto’nun hükümeti bırakmaktan başka çaresi yoktu, ama otuz yıldan fazla bir çalışmayla topladığı tasarrufu ona kaldı: Forbes dergisine (28.07.1997) göre 16 milyar dolar.

Suharto’nun emekliliğinden iki ay sonra selefi başkan Habibi televizyondan halka seslendi: Habibi halka oruç tavsiye etti. Başkan, eğer Endonezya halkı haftada iki gün, pazartesi ve perşembeleri yemek yemezse ekonomik krizin aşılabileceğini söyledi.” (Eduardo Galeano, Tepetaklak, Sel Yayınları, s. 177 )

***

Ve dünyanın bir diğer ucunda yaşanmış başka bir hikaye:

“1972: Managua

Katedralin saati, depremin şehri havaya kaldırdığı vakitte sonsuza dek asılı kalıyor. Deprem Managua’yı sallayıp yıkıyor.

Tachito Somoza bu felaket karşısında devlet ve işadamlığı erdemlerini ortaya koyuyor ve inşaat işçilerinin haftalık çalışma süresini, ücretlerine bir kuruş zam yapmadan haftada altmış saate çıkaran kararnameyi imzaladıktan sonra şöyle diyor:

“Bu fırsatların devrimidir.”

 Tacho Somoza’nın oğlu Tachito, kardeşi Luis’i Nikaragua tahtından indirip onun yerine geçti. West Point mezunu olarak daha güçlü pençelere sahip. İkinci derece kuzenler ve üçüncü derece amcalardan oluşan aç gözlü bir çetenin başında, Tachito yıkıntıların üzerine atlıyor: Depremi o yapmadı ama sonuçlarından o istifade ediyor.

Evlerini kaybeden yarım milyon insanın trajedisi onun için muhteşem bir Noel hediyesine dönüşüyor. Somoza gözü dönmüş bir halde molozların ve arsaların ticaretini yapıyor. Bu yetmezmiş gibi, Kızılhaç tarafından kurbanlar için bağışlanan kanı ABD’ye satıyor. Trajik koşullar sayesinde keşfettiği bu çok karlı iş kolunu zamanla daha da geliştiriyor. Tachito Somoza, Kont Drakula’dan daha üstün bir girişimcilik sergileyerek Nikaragua’da ucuza kan alıp, bunları Kuzey Amerika pazarında yüksek fiyata satan bir anonim şirket kuruyor. (Eduardo Galeano, Ateş Anıları, Cilt III, s. 304)

***

Bu hikayelerin, nasıl bizim bulunduğumuz coğrafyada, şimdide kendi hikayemize dönüştüğünü görüyoruz. Dünyanın bir ucundaki “lanetliler”den birinin yaşadığı hikaye, nasıl kendi hikayelerimize dönüşüyorsa sınıf kavgamızı anlatan hikaye de birdir. Dünyanın hangi ucunda olursak olsun aslında biz devrime bağlanan hikayemizi birlikte yazıyoruz; bir ve aynı safta olduğumuzu iliklerimize kadar hissediyor, deneyimliyoruz.

Efe Demir’in, devletzede-sermayezede yüzbinlerce canımızın, iş cinayetlerinde sermayenin karına kurban olan işçilerin, balkondan atılan-kadın kırımıyla karşı karşıya kalan kadınların, çocuk işçiliğinin, okuyan ve aynı zamanda çalışan ve sürünen gençliğin ve diğer dinamiklerin her bir hikayesi bizim hikayemiz. Bu hikaye bizim için yazılan hikaye. Bir de bizim yazacağımız bir hikaye var. Öfkemiz de, acımız da bir, direnişimiz ve kendi kaderimizi yazacağımız hikayemiz de bir olacak. Bunu her daim aklımızda bulundurarak, pratiğimizde uygulayarak hikayelerimizi birleştirebiliriz. Sesimize ses, çığlığımıza dokunuş, acımıza öfke ve öfkemize kolektif eylem olarak bu hikayeyi yazacağız. Bu tarihsel eşik-kırılma aralığında keskinleşen, yoğunlaşan ve derinlerde yanardağ misali biriken öfkenin patlayıcılığı, her alana yayılan sınıf savaşımının görevleri, sorumlulukları bizi çağırıyor. Devrimci özne, bu pratiğin-düşüncenin hareket halindeki canlı arayışıdır, yoklamasıdır. Fanilikten failliğe örülen yoldur, yolda yürüme inadıdır, anonimleştirmedir. 1 Mayıs’ın tarihselliğini, isyanını ve direnişini tüm zamanlarımıza hakim kılmak için yürüyelim.