Bizim mahallede karşı devrim – Ekrem Demirci

 “Bir insanın yapabileceği en devrimci şey olan biteni bütün sesiyle haykırmaktır”

-Rosa Luxemburg

Son 30-40 yılda bir rehavet hâkim oldu; adeta uyuşturan, her şeyi kabullenen ve meşrulaştıran bir gerici statükoculuk devrimci ortamımızı esir almış durumda. Kanadalı bir siyaset bilimcisi, bu dönemi genel olarak insanlık için “vasatların iktidarı” olarak niteliyor. “Oysa ayan beyan hücum oldu ve başarıyla taçlandı: Vasatlar iktidarı aldılar.”

Değiştiremeyen değiştirilir. Dünya komünist ve devrimci hareketinin yaşadığı gerçek güncel sorunları biz de yaşıyoruz. Her şey, Türkiye komünist ve devrimci hareketinin, bir dönemin sonunda olduğunu gösteriyor. Toplumu bir devrimle değiştirip dönüştürmek isteyen hareketler, uzun bir zaman diliminde bu görevlerinibaşaramadıkları zaman, sistem tarafından yeniden şekillendirilirler. Belirli bir zaman aralığında gereken sıçramayı yapamayan hareketler radikal ve devrimci yanlarını, önce farkına varmadan yumuşatır sonra tümden unuturlar. Keskin söylemlerini devam ettirenler bile, uzun yıllara yayılan işlev yitiminden dolayı düzen için tehdit olmaktan çıkar, düzenin tolere edilebilir bir parçasına dönüşürler.

Bu uzun dönemde hareketler, küçük de olsa kendilerince bir evren, yaşam alanı oluşturdular. Bu alanda oldukça oturmuş bürokratik aygıtlar, kendi içlerindeki astüst ilişkileri, kendilerince değişmez ve değiştirilemez yönetimler ve liderlik kadrolarını “istikrar”a kavuşturdular, eylemek yerine “yönetme işi”nde ustalaşmış ve uzmanlaşmış geniş bir küme insan yarattılar. Bu bürokratik hiyerarşiyi, liderlikleri yaşatmayı, bunu koşullayacak faaliyeti sürdürmeyi hedeflediler; bunun bütçesi, donanımı üzerine odaklandılar ve bunu başardılar. Başarılan şeyin aslı sistemin uysal bir parçası olmaktır.

Hayatın kaçınılması mümkün olmayan yasaları gereği, tüm canlılarda olduğu gibi toplumsal kurum ve yapılarda da büyüme, gelişme, olgunlaşma ve çöküş çevrimleri ve dönemleri vardır. Bundan kırk ya da kırk beş yıl önce doğmuş olan hareketler, yeni bir yaşama sıçrayamadıkları, hatta bunun gereğini fark etmedikleri için (yasal partiler ve yasadışı örgütler olarak) düzen için istikrarın bir parçasına dönüştüklerini de fark edemiyorlar. Farkında olmasalar da bu durumlarıyla biyolojik ömürleri tükenmiştir.

Bu gerçekliğinin farkında olmayanlar, giderek daha fazla tarikatların durumuna düşeceklerdir. Üstelik tarikatlar bizimle kıyas kabul etmeyecek boyutta kitlesel ve daha acısı dünyeviler, yani toplumsal yaşamla daha canlı bir organik ilişki içindeler. Bizim cenah ise daha korkutucu bir daralma içindedir. Daha da kötüsü, pratik darlık bir biçimde aşılabilir; ama giderek daha münzevi bir kendini anlamama hali ile fiili ve düşünsel daralma ve tutuculuk gelişiyor.

Türkiye ve Kürdistan’da PKK’nin dışındaki devrimci, komünist iddiasındaki örgütler, 40-45 yıldır altüst olan, şiddetli çelişkiler içinde çalkalanan Türkiye’de ortaya çıkan kitlesel muhalefetleri derinleştirip, devrime yöneltmeye muktedir olamadıkları için sürekli başkalaşım geçirdiler. Farkında veya değiller; ama başka bir evrene geçtiler. Örgütler uzun yıllardır düzeni değiştirmeye güçleri yetmediğinden idareci bir duruma gelirken, düzen kendi hükmünü işletmiştir. Devrimciler düzeni değiştirmek için çabaladığını düşünürken; düzen, kendisini yıkmak iddiasındakileri daha hızlı değiştirmiştir. Nasıl büyük uçurum açıldığı örgütlerin kendi eski ve yeni söylemlerinden bellidir. Yasallaştılar ve dil değiştirdiler; ama asıl din değiştirdiler, Protestanlaştılar.

Norm olarak ortalamacılık

Aynı kulvardalar; ama TKP adını kullanan çevreyi saymıyoruz. EMEP ve ÖDP din değiştirip Protestanlaşanların başta gelenleridir. Eleştirimiz bu iki partiye özgünbir durum değil. Geçmişin en kitlesel ve söylem olarak en keskin söylemi kullanan Dev-Yol ve Halkın Kurtuluşu geleneğinden geldikleri ve söylediklerimize en benzer örnekler oldukları için onları ele aldık. Bu durum derece derece bütün örgütler için geçerlidir. 

EMEP ve ÖDP, eleştirdiğimiz bürokratik yönetimler eliyle pasif renksiz ve vasat bir karşı dönüşüme uğramışlardır. Bu partiler kendi varlıklarını hangi gerekçelerle meşrulaştırırlarsa meşrulaştırsınlar açık olarak son 30-40 yılda ne yaptılar? Devrimci harekette hangi politik gelişmelere imza attılar? Hangi iz bırakan politika, eylem ve taktik gelişmeleri başardılar? İşçi hareketinde, kitlesel mücadelelerde hangi öncülüğü yaptılar? Bunlardan herhangi birine, akılda kalan tek bir cevap versinler. Devrimci olmamak, renksizlik, kokusuzluk ve vasatlık tam da budur. 30 yıldır, bu devlette en az on kez cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar ve generaller değişti; bu partilerin bürokratik kurumları sağlamlaşarak devam ediyor; hala yerindeler ve sittin sene daha duracaklar.

Vasatlık orta yolculuktur. Orta yolculuk, ortamı olduğu gibi düşünceyi ve teorik bakışı da ortalamacı yapar. Siyaset uçlardan arındırılır, aykırılık devrimci ortamlarda en ayıp şey haline gelir, ortalamacılık norm haline gelir ve aykırılık en büyük günah kabul edilir. Herkes küçük farklar üzerinden fırtınalar koparırken, aslında aynı ortamlarda, aynı söylem ve eylemlerde birleşir. Herkes bu ortamın ve dengeciliğin korunması için çırpınır, topluca herkesin varoluş koşuludur bu ortam ve en küçük şüphecilik ortamdan, ortalamacılıktan aforoz etmeyle sonuçlanır.  Herkes birbirine benziyordur, aralarındaki tek farklılıklar söylemden ibarettir. Bu bir farklılık da değildir, daha çok nizalı bir anlaşmazlıklar ve asla uyumlaşmaz, uzlaşmaz nizalaşma gibidir. Aynı ortamlarda aynı işler yapılır; ama asla ortaklaşma olmaz, niza artarak devam eder. Ayrılıklar da ufacıktır. Temellerden kopuktur; hiçbir şey temellenemez, her şey yüzeyseldir, pamuk ipliğine bağlı, her an kopacak gibidir ve üzerine titremek gerekir. Herkes dengeli olmak zorundadır, denge hep korunmalıdır; maazallah bir bozulursa her şey ters yüz olur, herkes kabuk olarak ortada kalır. Onun için herkes tam ortayı korumak üzere kurulmuştur. Tam orta fetiştir, herkesin üzerinde titrediği fetiştir. Fetiş bu dünyanın ortalamasıdır, ortalama burnunun ucundan öteye bakmamak, günü kurtarmaya kilitlenmektir. Temeller yokmuş gibi davranıp veya temel meseleler bir yerlerde yürüyormuş gibi davranıp, hep bir şeylerin ucundan bucundan tutmakla zaman öldürülür.

Ortada örgüt yerine kabuk kalmış; ama sen bunu görme varmış gibi davran, hatta daha fazla müthiş bir örgüt varmış gibi kuralları uygula ve uy. Bütün bu çarpılmayı sorgulama, eleştiri, kuşku ve sorgulama yok; kurallara yani kabuklaşmış örgüte itaat esastır. Zamanla bu en kaba bozulmaları görmemek, bazı şeyleri göz ardı etmek, giderek körleşmektir. Militanlar körleştiklerinin farkında olmadan militanlıklarını inanarak devam ettiriyorlarsa körleşme tamamlanmış demektir. Körleşme son tahlilde itirazın bitip her şeye rızanın başlaması ikiyüzlülüğün iktidarı demektir. Bu görünmez karşı devrimdir, bizim mahalleyi içten fetih etmiştir.

Körleşmenin merkezinde militan vardır, olmak zorundadır; hatta yaptıklarıyla tam boy bütünleşmiş ve kendini bu ortama tam boy yatırmış militan olmak zorundadır. Zira körleşme başka koşullarda devrimci ortamlara ve örgütlere egemen olamaz. Körleşme ödünsüz ve ardına bakmayan kör militanlıkla iktidar olabilir. Bu militan artık bu bozulmuş aracın ve ortamın yaşamasının ve yaşatılmasının militanıdır. Sahtekâr değildir, kimse onu yolundan döndüremez, inançları onu mevcut mekanizmanın her koşulda korunması doğrultusunda formatlamıştır.  O, bu mekanizmayla vardır ve bu mekanizmanın var olması ve devamı için pratik ve teorik veri sağlamakla görevlidir. Böylesi bir bürokrasi oluşmuştur ve bu mekanizma bu bürokrasileri; bu militan bürokrasi de bu mekanizmaları daim kılmak için vardır.

Ortalama solculuğa direnmek zorundayız. Bu kolay olmayacak. Neye direniyoruz? 40-50 yıldır yaptığımız işlere veya alışkanlıklara direneceğiz. Hayır, makul olmayacağız. Hayır, anlayışlı olmayacağız. Sol ve devrimci çevrelerin ortalamacılığına teslim olmayacağız. Bizi ortalamacı oyuna katmak için sunulan cazip teklifleri elimizin tersiyle iteceğiz. Bu temellerde kurulan mevzileri de olanakları da reddedeceğiz. Her ortalamacı gelişme ve kazanım bizi statükoya daha fazla bağlıyor. Bu türden büyümeyi de itibarı da reddediyoruz.

Bizim mahallede diplomasi dili konuşulur oldu. Devrimciler arasında bırakalım yoldaşlık ilişkilerini, sıradan dostluk ve dayanışma bile yürütülemiyor, bizim mahalle ve yılların devrimcileri arasında protokolcülük yürüyor. Kavgalar bile sahteleşti; gerçek kavga veremiyoruz, dedikodu ve mahalle atışmalarıyla zaman tüketiyoruz. Kavga edemeyenler dayanışma ve dostluğu da öğrenemez, bilemezler. Hayata dair olanları bilmek gerçek yaşamda kavga içinde öğrenilir, yaşamayan öğrenemez.

Siyasal ve ideolojik farklılıklar yaşamın kendisidir ve geliştiricidir; siyasal ideolojik ayrımlar silindi, biz mezhepleştik. Kendini bir grupla tanımlamak, kendi kendini sınırlamak, kendini engellemekle aynı anlama gelir. Biz kendimizi bir büyük birlikten koparıyor, bir grup formuna daraltıyoruz. Enternasyonalizm bir yana, yerellik zaten bir daralmadır. Bizimki daha geri bir durum, biz mezhepleşmiş gruplarız.

Liberal solculuk, demokrasicilik bizi kör etmekle kalmadı; artık devrimci mahallemizde liberal atmosferin etkisinde nefes alamaz durumdayız, boğuluyoruz. Sosyalizm deneylerindeki geriliklerin ve yıkılışın eleştirisi burjuva demokrasisinin parlatılmasıyla sonuçlandı, herkes demokrasiye fit oldu, kimsenin devrim talebi yok. Devrim demek bir dönem hayalcilikle suçlanılıyordu, şimdilerde neredeyse günahla eş anlamlı hale geldi devrim istemek.

Modernitenin kuşatması

Modernite dedikleri Amerikan ideolojisidir veya modernitenin yeni adı küreselleşme olarak kodlandı. Küreselleşme evvela ekonomik bir kavram olarak ortaya atıldı. Sınırlar ortadan kalkarken zaman ve mekân ötesi bir zemin yanılgısı oluşturularak serbest pazar ve tüketim toplumları putlaştırıldı. Bütün toplumları bir kasırga gibi içine aldı. Bugün dünya çapında serbest pazarın bütün ürünlerinden pekâlâ yararlanabiliyorsunuz. Ekonomi aracılığıyla başlayan bu durum kültürel bir boyut kazandı. Kültürel boyutu da sekülerizmin, modernitenin, kapitalizmin ve seküler hayat tarzının dünya çapında örgütlenmesi, pazarlanması ve her alanda yaşam biçimine dönüştürülmesi tamamlandı. Serbest pazar ve piyasa nasıl putlaştı, bu en çok da sol ve aydın çevreleri içine çekerek tüketime esir bir yaşam hâkim hale geldi ve sonrasında bütün dünya da ve sosyalizm alanında ideolojik hegemonya kuruldu, liberal kuşatma dediğimiz budur.

Bu örgütler gençlik çağlarını, yani gelişme ve büyüme, aynı anlamda devrimleşme dönemlerini çoktan geride bıraktılar, yaşlı kuşakların kaderciliğini yaşıyorlar. Bir irade ortaya koymaktan uzaklar. Kendi programları ve stratejileri silikleşmiş, kendi dilleri yok, başkalarının kelimeleriyle konuşuyorlar. Daha doğrusu devrimci hareketler, çöküş sonrası yeniden bir devrim projesi kuramıyorlar, Marksizm’in yeni dönemle nasıl ilişkileneceğini anlayamıyorlar. Yeniyi bilinçlerde kuramayınca geçmişten kopamıyorlar, biz hala geçmişte yaşıyoruz. Geçmişi yaşıyor, geçmişi tartışıyor hatta geçmişten ders çıkarmak bir yana “geçmişte ne oldu” tartışmasını bile aşamıyoruz. Aslolan bugün ne yapmalıyız sorusuna hiç gelemiyoruz, bugüne ilişkin tüm kelimelerimiz bile geçmişin efsunlu kavranışlarıyla referanslı. Liberal sol saldırı bizim mahallenin en büyük kesimin kuşatmış ve peşinden sürüklerken küçük bir kesimini zorunlu bir muhafazakârlaşmaya itiyor, zorluyor, mahkûm ediyor.

Liberal sol dalgaya karşı elbette savunmamız gereken değerler var ama bu durum, bugün yaratıcılık ve devrimci yanı ölü bir geçmiş güzellemesine dönüşmüş. İdeolojik canlanma yerine kendi mevcudiyetimizi geçmişin referanslarıyla haklılaştırmaya girişiliyor. Bu eleştirdiklerimizden daha geriye düşen bir kaçıştır. Geçmiş referanslara sığınarak zihinsel konformizmizi derinleştiriyoruz, alışkanlıklarımız, kırk yıllık başarısız pratiklerimize mahkûm oluyoruz, düşünsel kısırlık her yanı kasıp kavuruyor, her yanımız çölleşiyor. Hani, nerede küçük bir kıvılcım, bir düşünce patlaması, yaratıcı devrimci bir sıçrayış? Tekdüzelik, kalıpçılık ve çölleşme büyüyor.

Sürekli liberal bozulma dediğimiz nedir, bir örnekle açıklayalım. Evet, liberal etkinin liberallerden daha fazla kendisini ML ifade eden ve silahlı şiddet yöntemlerini kullanan mahallemizde daha az etkin değil. Sistemle her koşulda uzlaşma yolları buluyoruz, bu tüketim dünyasının en keskin muhalifi olmamız gerekirken onunla en iyi bütünleşen yaşam bağları bizim mahalleden geliyor ve sol zihniyetin fiili önderliklerinin dünyası maalesef bu. Onlar konformist konumlarını korumak için kapitalizmin her eğilimiyle uzlaşma içindeler ve bizim mahallenin büyük kesimini düzen içinde sürüklenmeye mahkûm edebiliyorlar.

Burada atmosfer boğucu, oksijen azalmış, zor nefes alıyoruz. Uyuştuğumuz için her şey bize normal geliyor, hâlbuki bir adım sonra bir kesimimiz artık boğulmamak için bu ortamdan kaçacak. Ancak coğrafyamız çok hareketli, dönem dönem daha azalarak veya biraz çoğalarak yeni güçler saflara katılacak; ancak devridaim devam edecek, görünmez ve iflah olmaz tasfiyeci ortam biraz daha güçlenecek.

Kapitalizm tepeden tırnağa güvenlik aygıtlarıyla donanmıştır, bu bazı yerlerde görünür bazı modern batı ülkeleri dediğimiz gelişmiş kapitalist toplumlarda daha az görünürdür; ama görünürlerden daha güçlüdür. Buna rağmen gene de kapitalizm sürdürülebilirliğini yalnızca zor ve şiddet aygıtlarıyla sağlayamaz, daha çok ideolojik hegemonyası üzerinden sürdürür. Bu hegemonya o kadar güçlüdür ki, en keskin karşıtları olan sosyalistlerin bile ezici çoğunluğunu kendi düşünsel hegemonyasını ve siyasal çizgisini savunur hale getirir. Bu hegemonyayı her alanda somut gözleriz. Liberaller kadar radikal ve silahtan söz edenlerde farkında olmadan düzen dilini kullanmaya başladılar. En çok rastladığımız ‘başka çözüm yok’ ‘mevcut koşullarda tek çözüm bu’ diyerek burjuva çözümlere fit olmamız isteniyor. Bu bir dönem sonra yabancı bir şey olmaktan çıkar, siyasal mücadelenin asli taktiği mertebesine yükselir. Hatta devrimciliğimizin ve siyasal kimliğimizin bir parçası haline gelir. Burjuva meşruiyet sınırları içinde siyaset yapma tarzı veya pratik, bir dönem sonra sosyalist cilalarla devrimci ortamlarda hâkimiyet kurar. Bugünün en tehlikeli oportünizmleri bu gelişmelerden beslenmektedir. Bu durum en çok yaşam alanlarımızda ve özel ilişkilerimizde görülür. Herkes etrafına ve kendisine baksın, küçük burjuva tüketim alışkanlıkları ve yaşam biçimi, sıradan mahalle dayanışmasından bile uzak tüketici yaşam alanları nerelerdir?

Vasatın iktidarı bir bilinç durumudur, yani güçlü bir ideolojik ve kültürel şekillenmedir. Aynı zamanda devrimci ortamımızın kutsallarıdır. Ortalama militanın bilinç hali veya devrimci yaratıcı bilincinin ölmüş halidir. Kültüre ve entelektüel göndermelere dönmek de aynı şekilde bir gereklilik. Tekrar okumaya, düşünmeye, günümüzde hiçbir anlamları yokmuş gibi elimizin tersiyle itilen kavramların değerini vurgulamaya koyulursak; artık anlamın kalmadığı yere tekrar anlam zerk edersek, marjinal kalma pahasına, siyaseten ilerleme kat edilir. Bugün bizzat dile saldırılıyor olması bir tesadüf değil. O dili tekrar kuralım. Devrimcileşmemiz için bu zorunludur. Günümüzde her gelişmeye devrim demek yüzeyselliği moda oldu. Devrim komple bir gelişmedir ve bu bütünsellik içinde gelişir, olgunlaşır ve önüne çıkan tüm engelleri yıkarak aşar.

Zor zamanlar sıçrama zamanlarıdır, krizsiz doğmuş bir toplumsal ilerleme bilinmiyor. Bu zamanlarda kişiler olarak da zorlanıyor, kendimizden şüphe duyuyor, bazen hemen yarın her şeyin değişebileceği kanısına kapılıyor, başka bir zaman hiçbir şey değişmeyecek karamsarlığına düşebiliyoruz. Bu atmosferden kurtulmak için de yeni bir devrimciliği var kılmak zorundayız.

Birlikte devrime yol açmak

Sorumuz şudur: Bugün Türkiye Sosyalist Hareketi’nin devrimci bir evreni var mıdır? Sorumuz bir adım daha ileri gider ve şunu sorar: Devrimciliğin bir akım olarak hayat alanlarına giriş yapmadığı siyaset pratiklerinde, bir olgu olarak devrimci yapılardan söz edilebilir mi?

Devrimci olma bir imkânı yeniden üretme ve kendi seyrini belirleme cüreti olmaktan çıkıp varoluşsal bir tanım sorununa dönüştüğü koşullarda, devrimciliği belirleyecek kurucu siyasetimiz hangi saiklerce belirlenecektir? Bugün devrimcilik yapma isteğimizle, arzumuzla kendimize bir yol yapma arasındaki gerilimin orta yerinde olduğumuz da aşikâr. Aşikâr olan bununla sınırlı değil. Bugünün ruhunu, algısını ve duygusunu durmadan kurmaya çalışan liberal hegemonik siyasetin sinikleştirdiği ve belli düzeyde özgüvenden yoksun kıldığı yıkıcı bir kuşatma da aşikâr. Ama 20. yüzyılın ve Türkiye’nin kolektif bilinçaltından sıyrılıp gelen devrimci deneyimlerimiz de aşikâr. Demek ki bugün devrimciliği bir anı olmaktan çıkartıp tarihin devrimci yıllarını yeniden çağırmak ve devrimciliği bir akım haline getirmekle karşı karşıyayız.

Devrimcilik bir akımdır. Yani bir toplumsal-siyasal dönemin belirleyicisidir, etkileyicisidir, mevcudu sürükleyendir. Mesele kümelerin bir araya gelişi değil, devrimciliği mümkün kılacak, başka ihtimalleri örgütleyebilecek, mevcut ve menkul geleneklerin, alışkanlıkların, sığlıkların ve liberal bozunuma uğramışlığın dışında devrimciliğe tekrar giriş yapabilecek organizmaları inşa etmek gerçeği, bugün daha acil olarak devrimci hareketin kaçamayacağı görevlerinin başında gelmektedir.

Bu bakımdan devrimcilik bireylerin ve öbeklerin kendini örgütleme “hikaye”lerinden fazla ve farklı bir şey. Bu farkı anlamak devrim uğruna bir yola çıkmak için büyük öneme sahip. Kendi yolumuzu yapmak ama bunu devrimcilik yapma isteği olan bütün insanlarla, kolektif bir yol hikâyesine dönüştürerek yapmak, bizim yolumuzu açacak biricik olanaktır. Devrimcilik bireylerin ve öbeklerin kendi “destan”larını, hikâyelerini yazma işi değildir. Devrimcilik bir yol açma işidir, kendinden dışına doğru taşma eylemidir. Taşarken toplumsal alanların kırılgan noktalarına temas edip, o kırılgan teması büyüterek yolu genişletmektir. Devrimci cesaret ve cüret devrimci bir marifete, bir kuruculuğa doğru seyretmediği sürece kendimizin devrimcileri olarak kalmaya mahkûm oluruz. Önemli olan bizim devrimci olmamız değil hayatın devrimcileşmesidir. İşte devrimciliğin yeniden bir akım haline gelmesi bu bakımdan büyük öneme sahip.

Kendi hikâyelerimizden çıkarak yol açmak

Bu yazdıklarımızdan hareketle şu sorunun yanıtını arayacağız: Türkiye Devrimci Hareketi’nin bir birlik sorunu var mı? Bu sorunun bizim açımızdan yanıtı kesinlikle “evet”tir. Biz bu günkü acil halkanın devrimci hareketin tüm öbeklerini buluşturacak bir yol açma, bulma arayışı ve çabası olarak değerlendiriyoruz. Yakın zamanda bu yöndeki yetersizliklerimiz ve geriye düşüşümüz, tuttuğumuz halkanın yanlış olduğunu göstermez; tersine bu deneylerden aldığımız derslerle şimdi bu yol açma arayışımızı daha da güçlenmiş olarak sürdüreceğiz. Kopuş çizgimizle başlangıç yaparken, sorunu kendi hikâyemizin dışına attık. Veya kendimizi devrimci hareket ve mücadelenin bütünü üzerinden yeniden kurmaya soyunduk.  Son 4 yılda ağır içsorunlar yaşamış olsak da büyük bedeller pahasına başta savaş pratiği olmak üzere kazandığımız deneyleri başka devrimci güçlerin benzer veya başka alanlarda biriktirdikleriyle buluşturarak ortak sentezler üzerinden genel devrimci hareket içinde bir birikime dönüştürmek istiyoruz. Devrimci parti ve çevreler arasındaki ilişkilerde, birlik ve ayrılık sorunlarına yaklaşımda yeni bir tarzın hâkim olmasını istiyor, bunu örgütlemeye çalışıyoruz.

Burjuva dünyada esas olan rekabet ve güç ilişkileridir. Birlik tartışmaları, çoğunlukla bu yönelim içerisine giren öznelerin birbirlerinin ileri olan yönleri üzerinden kavradıkları bir süreç olarak örgütlenmemektedir. Birlik ve ayrışma tartışmaları çoğunlukla, pazarlık ve burjuvazinin amentüsü olan değer yasası üzerinden yürümektedir. Nicelik esastır bu dünyada. Ve terazinin kefesine konulan sayısal büyüklüklerdir. Bu mantık silsilesi hâkim olduğu müddetçe, birlik tartışmaları hükmetme ve yutma ilişkisi olarak kodlanır, böyle de işletilir. Devrimci harekette birlik ve ayrışma konuları burjuva sınıfın kavram setleri üzerinden tartışılmaktadır. Küçük devrimci bir öbeğin bilinen hacimce daha cüsseli -neye göre cüsseli bu da belirsizdir- bir parti veya örgüte katılım yaptığında, daha cüsseli olan örgüt “falancalar da bize katıldı” diyerek durumu bir böbürlenme konusu haline getirir. Gerçekte etrafa biz şu grubu/ örgütü/partiyi yuttuk mesajı vermiş olurlar. Baştan söylemiş olalım, bu dili ve kültürü reddediyoruz!

Yaşadığımız son dört yıl, başarılarıyla, geriye düşüşleriyle ve bıraktığı derslerle birlik deneyimi ve pratiği olarak önemlidir. Diğer birlik deneyleri de tüm yönleriyle analiz edilerek, devrimci hareket için birlik ve ayrılıklar üzerine eğitim konusu haline gelmelidir. Devrimci harekette tabandan gelişen bir birlik dinamiği var. Devrim mücadelesini büyütme iddiasını taşıyan hiçbir öznenin önüne geçemeyeceği bir dinamiktir bu. Biz devrim yapma iddiasındaysak bu dinamiğe gözümüzü kapatamayız. Devrimci komünarlar olarak, tüm devrimci siyasal güçlerle birleşmek istiyor ve bunun çabasını gösteriyoruz. Birleşmeyi katılım olarak anlamıyoruz. Bir yere katılmak gerekiyorsa biz herkesten önce bizden ileri olan kim varsa, o mevzilere katılacağımızı parti kongremizde karara bağladık. Tüm güçlere kendimizin böyle bir daveti tereddütsüz kabul edeceğini ilan ettik. Yine kongremizde devrimci parti ve örgütlere katılım çağrısı da yaptık. Bu ifadeyi düzeltelim istiyoruz; -kişi, çevre veya örgüt- kimseye katılım çağrısı yapmıyoruz. Devrimci güçlere, sınıf mücadelesini devrimci savaşı büyüterek devrime birlikte yürüme çağrısı yapıyoruz.

Birlik nicelik birikimi de içinde taşır; ama birlik sayısal çoğalma değildir, sayısal çoğalmadan önce nitelik sıçramasıdır. Bu bakımdan birlik birçok yönüyle birleşenlerin toplamı değildir; farklı bir düzeye sıçrama ve birçok bakımdan da eskiden kopmayı içinde taşımaktadır. Birlik en başta grupçuluktan kopuşu gerçekleştirmek içindir. Birleşerek taş gibi grupçuluğu da büyütmek değil. Asıl olarak birlik devrimci harekette hâkim olan bürokratizmden kopuşun da ifadesidir. Mezhepçi, dar grup diplomasisi, küçük esnaf hesabıyla bir bizden, bir onlardan veya biz büyüğüz pastanın büyüğü bize anlayışıyla yapılacak birlikler geri teper.

Komünistlerin varlık amacı sınıfsız, sınırsız, özgür bir toplumun yolunu açacak olan devrimi gerçekleştirmektir. Bu anlamda yaşamımızda burjuva değer yasasının hiçbir ölçütünün yeri yoktur, değer yasasına gönderme yapan tüm cümleleri hükümsüz kılmak zorundayız. Birleşmek için ilk pratik ilke: Bir araya gelenlerin, bileşenlerin ortalaması üzerinden değil en ileri yanları esas alınarak birlik örülmelidir. Kim hangi alan veya konuda ilerideyse birliğimiz o alan veya konuda bu ileri olanın ekseninde buluşacak. Bu, birliği pazarlık unsuru olmaktan çıkaracak olan ilkedir.

Tarihsel haklılığımızdır bizi güçlü kılan

Boşluktan gelmedik bir tarihten geliyoruz ve bu tarihin içindeyiz. Bütün sorunlara rağmen var olmamız ve bu zayıf halimize rağmen tüm gerici ve faşist güçlerin politika yaparken bizi bir tehdit unsuru olarak parametreye dâhil ediyor olmaları, biz farkında olalım olmayalım, bir güç olduğumuzun açık kanıtıdır. Bu parçalı ve cılız maddi varlığımızla devasa boyutlardaki egemen kesimleri korkutuyor olmamız, taşıdığımız yıkıcı yaratıcı güçle, tarihimizle ilgilidir. Bugün maddi güç olarak ne kadar zayıfsak, bu zayıflığımızla kıyas kabul etmez muazzam bir tarihsel güce sahibiz.

Güç olmamızın bir diğer göstergesi, her şeye rağmen bugün en zayıf halimizde bile bu azgın ve kanlı güçler önünde, bir an bile diz çökmeden devrim bayrağımızı hiç yere düşürmeden dik tutmuş olmamızdır. Burjuvazi ve onun faşist devleti şunu çok iyi biliyor ki, sınıfsal/toplumsal bir kaynama noktasında devrimci hareketin bir dokunuşuyla bir isyanın/ayaklanmanın kapısı çok rahatlıkla aralanabiliyor. Gazi Katliamı’na devrimci hareket bu dokunuşu yapabilmiştir örneğin. Yakın zamanda ise bir Gezi isyanı yaşadık. Hiç beklenmeyen bir anda birikmiş olan öfkeyle, henüz cılız da olsa protestodan direnişe doğru evrilmeye başlayan dalgayla devrimci hareketin buluşması muazzam bir enerjinin açığa çıkmasını sağlayabilmiştir. Gezi’de devrimci hareket bu potansiyelinin farkına çok varmadan konumlanmıştır. Ancak yine de zayıf güçlerini örgütleyebilmiş ve devrimci şiddeti kitleselleştirerek devletin sınır çizgilerini zorlayabilmiştir. Milyonların isyanıyla Gezi, somut olarak hem devasa gücümüzü hem de devasa güçsüzlüğümüzü, iflah olmaz dar grup evrenimizin hastalıklarını somut olarak bizlere göstermiştir. Biz tarihsel haklılığımızın ve gücümüzün rüzgârını arkamıza alacak şekilde iç evrenlerimizi parçalamanın arayışı içerisindeyiz. Bu iç evren adeta bir fasit daire. İşte biz, içinde bulunduğumuz bu fasit daireyi nasıl kırabileceğimizi, devrimci hareketin tüm diri birikimini nasıl buluşturabileceğimizi tartışmak istiyoruz.

Haklı olan, geleceği temsil eden biziz! Bu halk özgürlük, eşitlik, adalet arayarak her ayağa kalktığında daha önce olduğu gibi bizim sembollerimiz ve şiarlarımızla ayaklanacaktır. Başka bir eğilimin böylesi ne bir tarihi ne de küçük bir sembolü vardır! Dinci faşistler ve millici faşistlerin, liberallerin, Kemalistlerin bu toplum için ödedikleri bir bedel, yarattıkları bir değer yoktur. Yeni bir özgürlük dalgası yükseldiğinde gene kitleler, Deniz, Mahir, İbrahim’in resimleri ve sloganlarıyla yürüyecekler.

Mevcut halimizin yanı sıra tarihsel ve potansiyel gücümüzle biz, aslında iki biziz! O halde bu birbiriyle buluşmayan, iki kol gibi akan nehri buluşturacak ve öne çıkacak her engeli yıkıp geçecek taşkın bir nehre dönüştürecek siyaseti nasıl kuracağız? Somut “biz”, mevcut zayıf, dağınık ve atomize olmuş halimizle parçalı varoluşumuzdur. Devrimci komünarlar olarak, bu somut “biz”e gözümüzü kapatmıyor, devrimci tüm dinamiklerin buluşmasını önceliyoruz. Diğer yandan tarihsel olarak kanla ve emekle yoğrulmuş büyük devrimci geleneğin temsilcisi bir “biz” var. Biz, hem tek tek zayıf ve etkisiz örgütleriz hem de tüm düzen güçlerini korkutan, hak aradığında ayağa kalkan milyonların bayrağıyız. Siyaseti bu iki “biz”i diyalektik bir bütünlük oluşturup devrime önderlik edecek devrimci özneyi inşa etme üzerine kurmak zorundayız.

İleri, devrimci olan kimde ve neredeyse o bizimdir!

Herhangi bir devrimci müfrezemiz, bu kimden olursa olsun, bir buzkıran gibi, önden atılımlarla tüm devrimci hareketi ileri çektiğinde farkında olalım veya olmayalım bizi ve bütünü ileri bir çizgiye çekmiş olur. Devrimci öncülük denilen şey, bayağı böbürlenme ve sıradan iddiacılıktan öteye tam da böyle bir gerçekliktir. Devrimci hareketimizin bir bölüğü, bir fraksiyonu mevcut olandan daha ileri teorik-pratik bir hat oluşturursa, yeni bir alan açarsa bu bizimdir. Devrimci hareketi ileri sıçratacak bütünlüklü teorik pratik bir adımı kim atıyorsa, bu müthiş devrimci adımdır ve bizim öncümüzdür, büyük bir moralle onun bu adımıyla buluşacağız. Bu zaten bizizdir, devrimciysek böyledir. “Biz” diye kendilerine küçük dünyalar kuranlar, buradan dışındaki dünyaya bakanlar devrimci olamaz. Zira devrimcilik bambaşka ufukları ve büyük ütopyaları gerektirir. Bütün insanlığı din, dil, cins, renk ayırmadan birleştireceğiz, tüm sınırları ve sınıfları ortadan kaldıracağız iddiasında olanların kendi farkındalıkları olmak zorundadır. Bu iddialardan -komünizm ve devrim iddiası budur- ya vazgeçeceksiniz ya da küçük dükkâncılıktan vazgeçeceksiniz. İkisi tam bir garabettir. Ve ama ne yazık ki, mevcut devrimci mahallemizin, “biz”in, durumudur.

Bizim bu mevcut “biz”le bir problemimiz var. Bunca kelamımız bu yüzdendir. Biz Devrimci komünarlar olarak, kendimizi değiştirip dönüştürürken ve büyük bir savaşa hazırlarken aynı zamanda devrimci hareketin, yani mahallemizin dağınıklığı ve atomize olmuş haliyle de ilgiliyiz. Gücümüzün ve enerjimizin çoğunu devrimciliğin ortak değer ve alanlarının güçlenmesi için harcıyoruz ve harcamaya devam edeceğiz. Emperyalist kapitalist sistemle, faşist devletle girişmiş olduğumuz bu büyük savaş başka türlü kazanılamaz. Grupçuluk düzendir ve grupçuluğun hâkim olduğu dünyanın tüm kazanımları olsa olsa kapitalist sistemi güçlendirir. Mahalle yanıyor ve ateş her bir tarafı kaplamışsa, kimse sadece kendi evini kurtaramaz.

Nasıl ki yangını bulunduğumuz konumda ve verili olanaklarla engelleyemezsek, saldırıları da aynı tarzda kendi örgütlerimize daralarak karşılayamayız. Ayrıca sorun artık boyut değiştirdi, saldırıları ulusal sınırlara daralarak bile karşılayamayız. Diğer yandan sorunumuz karşılamak ve direnmekle sınırlı da değildir. Böyle bakarsak da kaybederiz. Savaşı direniş ekseninde değil, faşizmi yıkmak ve demokratik bir devrime doğru yol almak için topyekûn devrimci taarruza hazırlanmak zorundayız. Bugün devrimciliği, sekt grup yapılarımıza ve dar direnişçiliğe daralmadan ayaklarımızı yerele sağlam basarak, ancak bölgesel ve evrensel planda kurgulamalıyız. Her büyük başlangıç küçük bir adımla başlar. Bunu unutmayacağız. Komünizm evrenseldir ama ayağımızı yerden kesersek, kendi yerelimizin sorunlarından koparsak boşluğa düşeriz.

Biz bu eleştirdiğimiz ortamın veya gerçekliğin tam içindeyiz. Ve her güçle aynı durumdayız. Tek farkımız farkındalığımızdır, biz kendi somut varlığımızın farkındayız. Tek ileri yönümüz ve farkımız budur. Biz faydacı değiliz ve dünyaya ve yaşama kendi küçük penceremizden bakmıyoruz. Bir tutam ot için bir mahalleyi yakanlardan değiliz. Bize biraz kar getirsin gerisi yıkılsıncılardan değiliz. Biz bir görüntü peşinde değiliz. Biz büyük ve kıran kırana bir savaşa hazırlanıyoruz. Bugün, bu yangın yerinde, bu savaş coğrafyasında görüntünün hükmü geçmez. Sıradan solculuk, görüntüyle idare edebilir ve belirli bir dönem ve belirli koşullarda bu etkili de olabilirdi, ama bugünün dünyasında Ortadoğu’da sahtelik on para etmez. Kıran kırana güçlerin çarpıştığı ve kapıştığı bu ortamda salt propagandif güç, güç değildir. Savaş gerçekliktir ve gerçekliğin dönüştürücüsü ve yeniden inşacısı da gerçek güçler olabilir. Biz kendini kandıranlardan olamayız. Savaş ve devrim bugün iç içedir. Bu, bizim tercihimiz değil taş gibi somut bir gerçekliktir. Devrim sözcüğünü ağzına alanlar, savaş gücü olmak zorundadırlar.

Anlatılan bizim hikâyemizdir

Hikâye bizim mahallenin tümünün hikâyesidir. TDH (Türkiye Devrimci Hareketi) 1971 devrimciliği olarak yeniden doğarken hızla bölünerek başlangıç yapmıştır ve sonrasında bu paramparçalılık azıtarak bugüne gelinmiştir. Devrimci örgütler hala bölünerek çoğalmaya devam ediyor, hemen her mesele örgütlerde kolayca bölünmekle sonuçlanıyor; ama birlik ufku hiç görünmüyor. Birlik yapan ve gözleyenler de yanındaki, yakınındaki gruplarla birleşerek daha büyük grup olma hedefinde birlik arıyorlar. Artık bu tarzlar ve arayışlar çıkış değildir. Grupların niyeti veya bakışı büyük grup olmakla sınırlı olabilir; ama Türkiye’nin ihtiyacı devrimci bir kopuş gerçekleştirip gruplar evreninden çıkıp devrim yapma iddiasını taşıyan, siyasal arenada öncü rol oynayabilecek, devrimci kavgasıyla toplumda görünür bir devrimci özne yaratmaktır. Görev, Türkiye’deki tüm diri ve taze güçleri kapitalizme ve faşizme karşı görünür bir devrimci önderlikte ve devrimci savaş cephesinde birleştirmektir.

Gruplar üzerinden konuşmaya çalıştığımız sorun, bizi de içeren ama aynı zamanda bizi aşan bir sorundur. Devrimciliği bir imkân olarak yeniden örgütlemek onu tutarlı ve kendinin farkında olan partiye, parti gibi savaşan partiye dönüştürmek, öncü olmanın hakkını veren bir eylem alanına dönüştürmek devrimcileşme sorununun temel sorunudur. Ve bu, devrimci olduğunu iddia eden bütün öbekler için bağlayıcı, kolektif bir sorundur. Biz bu sorundan kaçmayacağız. Yokmuş gibi davranmayacağız. Biz devrimcileşme sorununun bir parçası olduğumuza göre devrimcileşmenin de imkânının bir parçası olarak kendimizi, örgütsel ilişkiler sistemimizi ve daha önemlisi failliğimizi yeniden tasarlayacağız. Hayatı deneyimlemek ve buna her anlamda cüret etmek, kendini yeniden yeniden keşfetmektir. Her deneyimi bir keşfe dönüştürmek, bir maharet işidir. Maharetimizi devrimciliğimizde aramaktan, hayata ve kendimize sorular sormaktan korkmayacağız. Biz dünyanın farklı coğrafyalarında dünyayı devrimcileştirmek isteyen, büyük isyanın, kalkışmaların ve sınıf hareketlerinin asli parçasıyız ve bileşeniyiz. Biz dünyayı değiştirmek istiyoruz. Failliğimizde ifadesini bulan bu devindirici güç, bizim varoluş sebebimizdir.

TDH, pratik devrimcilik yapamaz durumdadır; siyasal bir özne olmaktan çıkmış, kümeler yığını haline gelmiştir. Mevcut haliyle, pratik ve taktik adımlarla siyaset sahnesine özne olarak dönemez, devrimci bir yeniden yapılanma zorunludur. Pratik olarak var olabilmek için, liberal ağları kırabilecek ve devrimci birikimin tüm sağlıklı unsurlarını kucaklayacak düzlemden görevlerimize bakmalıyız. Başından beri söylediklerimiz, bir devrim ve birlik eksenini tarif ediyor. Bu eksen ana hatlarıyla teorik olarak işaretlenmiştir, yakın gelecekte etkisini çok daha belirgin olarak göreceğiz. Bugün her ne kadar genel devrimci ortam buna karşı ya da hazır değil gibi görünse de, var olan boşluk o kadar büyüyecek ki, burada konulan devrim ve birlik ekseni dışında hiçbir girişimin, bu boşluğu doldurma şansı olmayacaktır.

İçinde bulunulan dönem de, durum da çok ciddidir. Kahredici eşitsizlikte sert bir savaşla karşı karşıyayız. AKP faşizmi ezici fiziki kuvvetlerle ve dev devlet olanaklarını arkasına alarak halka saldırıyor. Bu şartlarda önce sınırlı gücümüzle saldırılara direnmeyi, karşı ataklar geliştirmeyi ve giderek ona darbeler vurmayı başarmak zorundayız. Buraya varabilmek için somut koşullara uygun, iç ve dış dengeleri hesaplayan bir stratejik hat ve bu stratejiyi tamamlayan doğru taktik adımları planlayabilmeliyiz. Asıl soru burada başlıyor, TDH bırakalım faşizme karşı ataklar planlamayı, sokakta basın açıklaması yapamaz durumdadır. Bu gerçeğimizi göremiyor ve buradan konuşmuyorsak havanda su döğüyoruz demektir.

Faşizmin gemi azıya aldığı bu aşamada, sorunlara “süreç işliyor” “parti güçleniyor” vb. cevaplar vermek, ne zaman sorusunu bile hak etmez. Bu sorunlar, Türkiye devriminin ve tüm devrimci komünist iddialı güçlerin varoluş yok oluş sorunlarıdır. Onun için kimsenin bu sorunu boşlukta bırakma, muallak cevaplarla geçiştirme lüksü olamaz. Bu, kitlelere ama önce kendine inanan kadro ve taraftarlara karşı ağır bir sorumsuzluktur ve açıkça biz devrimcilikten düştük, “zamana oynuyoruz” demektir. Yılların alışkanlığı ve süregelen durum, her şeyi kanıksatmış örgütlerimiz ve kadrolarımız, bu pratiksiz devrimcilik yıllarını ve bilinçlerde bunu meşrulaştırmayı fark edemez, ayırt edemez duruma düşmüştür. Devrimcilikten düşme dediğimiz sorunun pratik ve düşünsel hali pür melali böyledir. Gelin asıl ve doğru halkayı tutalım. Bugün can alıcı halka, kendimiz üzerine, Türkiye Devrimci Hareketi üzerine konuşmaktır.

Dünyanın acı çekilen bir yer olması nedenselliğimizdir. Bizi dünyanın her hangi bir yerinde inşa eden nedenselliğimizle varoluşumuz arasındaki yıkıcı ilişki, dünyaya müdahale etme şeklimizin ve araçlarımızın da bir açıklamasıdır. Bu yüzden solculuğu “radikal” kurgudan kurtarmak ve onu devrimci evrenimiz içinde yeniden tasarlamak, “radikal” gramer yerine, devrimci bir gramere bağlamak, bugün ideolojik olarak büyük önem taşıyor. Verili devrimciliği “solculuk”tan, solculuğu piyasa solculuğundan ve liberal sayıklamalardan kurtarmak için göstereceğimiz çaba, geleceği ele geçirme mücadelemizin en önemli eşiklerinden biridir.

Her kehanet kendini gerçekleştirmez ama biz bir kez dünyaya bir kehanette bulunmuşsak, daha önce çok kez olduğu gibi, bu kehanet kendini gerçekleştirecektir. Kendini gerçekleştiren o kehanet, dünyanın devrimci yıllarının yeniden gelmesidir. Bu yüzden bizim devrimciler arasında birliğe yaklaşımımız sayısal bir öbek oluşturmak değildir. Devrimciliğin yeni imkânlarını arama girişimidir. Sadece devrimciliği bir imkân haline getirme de değil, kendi yolumuzu yapma ve yürüme girişimidir. Bu bakımdan her devrimci birikim, bizim için büyük kıymet ve devrim yolumuzu büyütme sorunudur.

Bugün devrimimizin yakıcılaşan ihtiyacı güçlü bir niteliği oluşturma, buluşturmadır. Devrimci komünarlar olarak biz, tüm devrimci odaklarla birliği bu perspektifler ışığında değerlendiriyoruz. Mesele, kimin ne kadar gücü var, on zayıftan bir şişman oluşturma sorunu değil; TDH’nin devrimci savaşımı yükseltme potansiyellerini, dinamiklerini bütünüyle açığa çıkarma, harekete geçirme meselesidir. Mesele devrime yol olmak, devrime yürümektir!