Bolsonarizm ve “sınır kapitalizmi” – Daniel Cunha | Komün Çeviri

“Brezilya’daki değişimin yol haritası, sömürgeciliğin ilk zamanlarının karakterini taşımaktadır.” (Caio Prado Junior)

Yürüttüğü vahşi kapitalist özelleştirme politikasını ırkçılık, kadın düşmanlığı, eşcinsel düşmanlığı, yabancı düşmanlığı ve herkesi askerleştirme (diktatörlük ve işkenceyi yüceltmek dâhil) düşüncesiyle birleştiren Jair Bolsonaro’nun ve siyasi gündeminin yükselişi hem politik huzursuzluk hem de kuramsal çalışmalarda zafiyet yarattı. Bir yandan, faşist uygulamalara karşı topyekûn mücadele girişimleri ve kadınlar tarafından yürütülen çok sayıda kampanya ile bu baskıcı politikalar kınandı, diğer yandan, tarihsel faşizm ile Donald Trump, Viktor Orbán, Recep Tayyip Erdoğan ve belki de en keskini olan Rodrigo Duterte gibi faşist politik figürlerle kıyaslamalar yapıldı. Ancak, bu yaklaşımlar konuyu tam olarak ortaya koymamaktadır. Şu çok açıktır ki “Demokratik bilinç” tarafından bu figürler tarafından asla kabul edilmemektedir. Bununla beraber toplumdaki bu farkındalık hala derinlemesine kavramsal detaylandırmadan yoksundur. Bu anlamda yüzeyselliğin ötesine geçmek için Bolsonarizm gibi bir olguyu kapitalist moderniteyi tarihsel yörüngede hem kendi perspektifi içinde ortaya koymak hem de Brezilya’yı çevre ülkelere göre yeri itibarıyla kaidesine yerleştirmek gerekir.

Dolayısıyla bu durumu açıklamak için, Jason W. Moore’un “meta sınırlaması” adını verdiği kavramdan esinlenerek “sınır kapitalizmi” olarak adlandırdığım sosyo-tarihi kavramı kullanacağım. “meta sınırlaması” dünya kapitalist ekonomisi tarafından eskiden “dış alanlar ve sektörler” olarak kabul edilen bölgelerin sınırsız kapitalizmin sömürü alanına dâhil edilmesinin sonucudur. Bünyeye katma operasyonu, dış alanlar olarak adlandırılan bu bölgelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklere (mineraller, doğal verimli topraklar, su kaynakları vb.) sahip olmasından ileri gelmektedir. Bu “dış” alanlardaki yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendi ülke sınırları içerisinde onu çıkartacak işgücünden yoksun olduğu gerekçesiyle ve oraya başka yerlerden işgücü getirilmesine muhtaçtır bahanesiyle kapitalist sömürünün bünyesine dâhil edilmektedir. Kölelik şartlarında işçi çalıştırmak ve emek ticaretiyle ülke sınırları arasındaki ilişkinin yapısal kökeni budur. Brezilya’nın durumu da tam olarak böyledir; dışarıdan bakıldığında Brezilya’yı geliştirecek bir toplum projesi olarak gösterilmekte ama bu propagandanın yaldızını kazıdığınızda altından çıplak gerçek çıkmaktadır. Brezilyalı tarihçi ve coğrafyacı Caio Prado Júnior’un da söylediği gibi “sömürgeciliğin gerçek anlamı ve yörüngesinin” boyutu açıkça gün yüzüne çıkmaktadır: “Geçmişimize baktığımızda bizler, Avrupa ticaret sermayesi manevra alanın genişlemesinin bir parçası olarak uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlalarında çalışan köle-işçilerdik. Emeğimiz ise kendi verimli topraklarımızda yaptığımız üretimde kendi emeğimizin köleleştirilmesi ve ırkçı-köle işçi emeğine dayandırılmıştı, sınır bölgelerde kalan yerli halkın ötekileştirilmesi ve topraklarının, floranın ve faunanın kökünün kazınması ön şart olarak benimsenmişti. İşte bunda, Brezilya’da “sınır kapitalizmi” yapılandırmasının altında yatan ırkçılık ve yerli haklara soykırımın yapısal ve temelde yatan olgu olduğu açıkça görülebilir. Kıtada sömürgeciliğe son verilmesi için köleliğin kaldırılması, oligarşik cumhuriyetlere, diktatörlere ve işkencecilere af getirilmesi bu yapıların temellerini kökten değiştirmeye yaramadı.”

Sanayileşme Avrupa’dan yayıldıkça, kapitalist dünya sistemi kendi temelinde göreceli artı-değere dayalı sınaî üretim faaliyetleri göstermeye başladı ve işçilik için “dış” alanların sistematik rolü güçlendirildi. Sermayenin organik birleşimi temel olarak işçinin yerine makinelerin ikame edilmesini öngördü ama Marx’ın da gösterdiği gibi, makinelerin sermayeye maliyeti kâr oranının düşmesine yol açtı. Sermaye, kâr oranının düşme eğilimini engellemek için çeşitli stratejiler kullandı; bunlardan en çabuk yapılanı da işçi ücretleri üzerinden sömürünün artırılmasıdır. Sistemin genişlemesi yeni işe girenlerin emek sömürüsünde öğütülmesini teşvik eder. Genel olarak bahsedilmeyen bir başka mekanizma da dolaşımdaki sermayenin yani metanın ucuza mal edilmesidir. Kapitalizmin “dış” alan dediği sınır işte bu noktada çok önemli bir role sahiptir; çünkü yabancı sermayeye tahsis edilen “bakir” doğada bulunan metayı hem ucuz fiyata hem de kölelik şartlarında işçi emeği kullanarak üretir. Suni verim teknikleri gerektirmeyen doğal verimli toprak düşük maliyetle kullanılır ve bunun içine altın yatakları ve diğer değerli madenleri düşük işçilik ücretleriyle çıkarmak da dâhildir dolayısıyla “kar üzerinden fiyat kırma” manevrasıyla rekabet rolünü oynar.

Bugün, 21. yüzyılda Moishe Postone’un “değeri algılama hatası” olarak adlandırdığı şeyin içinde yaşıyoruz. Marx’ın Grundrisse’de “makinenin parçalarında” öngördüğü gibi, sermayenin organik bileşimi yani makine ve meta değerlerinin üretimde kullanılan emeğe oranı o kadar yüksek hale geldi ki, üretim için gereken emek zamanının maddi değeri “sefillik temeli” haline dönüştü. Kapitalist üretim tarzı artık son sınıra yaklaşıyor, yapısal işsizlik olarak yaşanan kriz süreci, gecekondu mahallelerinden oluşan bir gezegen, finansallaşma, ataerkilliğin kurumsallaşması, ırkçılığın yapısal olarak pekiştirilmesi ve ekolojik krizin yoğunlaştırılması dahil olmak üzere kriz süreci olarak yaşanıyor. Üretim sisteminin rasyonalizasyonu (bilgisayarlı otomasyon vb.) sistemin genişlemesinin yarattığı canlı emekten daha fazla canlı emeği ortadan kaldırmaya başladığında Robert Kurz, 1970’lerde başlayan “mikroelektronik devrimi” krize girişte “devrilme noktası”nın yeri olarak belirledi. Bu “devrilme noktası”na takımyıldız denilecek olaylar damgasını vurdu; Bretton Woods sistemi çöktü, Berlin Duvarı ve Doğu Bloku rejimleri yıkıldı, Üçüncü Dünya ülkelerinin borç krizi patladı.

Robert Kurz zamanlama konusunda haklıysa da, bunlar Brezilya’nın “modernizasyonunun” (ve genel olarak da Üçüncü Dünya ülkelerinin) hala “tamamlanmadığı” zamanda meydana geldi. Kurz’un belirttiği gibi, kriz “modernleşmenin çöküşü”ne müdahale etti. Güçlü bir el tarafından yönlendiren diktatörlüklerce yürütülen “modernizasyonu yakalama” projelerinin sonu oldu. O zamandan beri, kötü işleyen dünya ekonomisinin “felaket sonrası” toplumuna dönüştük. Brezilya gibi bir ülke, ki şu anda “felaket sonrası”dır, tamamlanmamış sınıf oluşumuyla, kökleşmemiş devlet kurumlarıyla ve merkezde kalan diğer ülkelere nazaran kitlesel demokrasisiyle sadece kısmen “modernleşmiş” olarak kalmaya devam ediyor; Ne “proletarya” ne de “yurttaşlık” tam olarak gelişti. Irkçılık, soykırımsal şiddet, otoriterlik ve cumhuriyet karşıtı hevesler (özellikle yargı gibi yapılarda), yalnızca kendine özgü “önyargılar” veya “ayrıcalıklar” olarak kalmıyor aynı zamanda kölelik temelli bir kıyı ülke toplumu yapılandırmanın unsurları olarak da yerini alıyor.

Bu bağlamda, artan sermaye kompozisyonunu dünya ekonomisi düzeyinde dengelemek için ucuz metalara duyulan ihtiyaç her zamankinden daha yoğun hale geliyor. Meta sınırlarının genişlemesi artık birikimin devamı için hayati öneme sahip. Bu sistematik gereklilikle kombine olan “modernleşmenin çöküşü” uluslararası işgücü bölüşümünde Brezilya için özel bir rol yaratıyor: zira aşamalı olarak endüstrileşmesi durdurulmuş devasa meta kaynakları sınırlarına sahip. Bu çevresel ve ikincil bir etken ama hayati öneme sahip bir rol. Soya sınırları, Çin için ucuz gıda üretiminde ucuz işgücünün anahtarı; ihracat odaklı Çin üretimi de, kendi mallarının ihracatını finanse etmek için Çin Amerikan tahvillerini satın aldığı “borç dönüşüm çemberi”nde (Robert Kurz’in ifadesiyle) Amerikan borcu ile iç içe geçmiştir. Demir cevheri, Çin’deki şehirleşmenin genişlemesi için büyük önem taşımaktadır, şehirler sonunda hayalet şehirlere dönüşse de (ve fiyat dalgalanmalarına bağlı maliyet düşüşlerinin ardından Brezilya’daki bir demir atık barajında felakete neden olsa) bile çok önemlidir. Brezilya meta sınırlarını, ucuz işgücünü ve Amerikan borcunu ifade eden bu Çin-ABD-Brezilya çemberi, son yirmi yıldır kapitalist “olağanlığı” sürdürmek için nihai merkez olan hayali sermaye sıcak para akıtmaya dayanıyor. Bu meta patlaması sayesinde, Çin sermayesi ve tarım ticaretiyle, finans sektörüyle ve hatta Evanjelist siyasi blokla yaptığı ittifakla işleri götüren Brezilya İşçi Partisi (PT) hükümetleri, Brezilya toplumunda hiçbir yapısal köklü değişiklik yapmaksızın sermayede yeniden bölüşüm yapan sosyal politikaları uygulayabildiler. Kısa süre sonra netleştiğinde, bu “kriz yönetim” sisteminin istikrarsız ve geçici olduğu görülmüştür.

2008 yılında emlak balonunun patlaması partinin sonunu getirdi. Çin’in ihtiyacının olması, meta patlamasını bir süre daha uzatabildi ancak kaçınılmaz olarak düşüşe geçildi. Bu durum, İşçi Partisi hükümetinin düzenlemeleri dışında bırakılan orta sınıfın 2013 yılında sokaklara döküldüğü, sermaye sahiplerinin eline geçmiş medyanın ve halkın kontrolüne tabi olmayan partizan yargı siteminin feshedilmesini talebiyle caddeleri doldurduğu siyasi istikrarsızlıkla sonuçlandı. Daha sonradan başarısız bir başkan adayı olan São Paulo belediye başkanı Fernando Haddad (PT) başlangıçta ücretsiz toplu taşıma talebiyle yükselen bu protestolara teknokrat bir tepki verdi ve onları muhafazakârların kollarına attı. İşçi Partili Rousseff hükümetinin meşruiyeti, onu savunanların gözünde bile, 2014 seçimlerinden sonra “Şikago çocuğu” Joaquim Levy tarafından teşvik edilen neoliberal düzenleme programını uygulamadaki feci kararından ciddi şekilde zarar gördü. Aleyhine asılsız suçlama sürecinin başlangıcı olan (“yumuşak darbe”) meta fiyat endeksi asgari tutarı (Aralık 2015) ile üst üste geldi. Rousseff’in Ağustos 2016’da iktidardan indirilmesi, artık uzlaşmacı düzenlemelerden kurtulmuş yağma sürecinin yoğunlaştırılması ve hızlandırılması anlamına geliyordu. Yeni başkan Michel Temer, işgücünü ucuzlatmayı, Brezilya petrollerini özelleştirmeyi ve kamu hizmetlerine son vermenin yolunu buldu.

Ekonomik kriz ve PT hükümetinin (genel olarak solda tanımlanmıştır) genel meşruiyetinin düşürülmesi güçlendirilmiştir; “ödüllendirilen işbirliği” ile beslenen “yolsuzluk skandalları”, masumiyet karinesine saygısızlık, muhalefetin siyasi sabotajı, medya bombardımanı, genç düşünce kuruluşları ve paranoid ideologların (eski bir astrolog ve Bolsonaro’nun bakanlarının en az ikisini tavsiye eden antikomünist Olavo de Carvalho gibi) ajitasyonu Bolsonarizmin yetişebileceği ideal kültür ortamını oluşturdu. Bolsonaro, aşırı sağ politikacıların kriz zamanlarında kullandığı tipik sloganlarını harekete geçirdi: ırkçılık, militarizm, kadın düşmanlığı, homofobi, anti-komünizm, entelektüellik düşmanlığı (Marksizm ve Paulo Freire’nin okullardan ve üniversitelerden fikirlerinin yasaklanması dâhil) ki bu sloganlar faşist liderlerin perçinleridir. Anti-Semitizm biraz dibe çökmüş görünürse derhal İşçi Partisi’nin ılımlı liberallerinin emri altındaki “komünist egemenliği” gibi komplo teorileriyle tuhaf planlar ortaya atılır; hatta bu komplo teorilerinde iklim değişikliği diye bir şey olmadığı, komünistlerin çıkardığı öne sürülür. Daha atipik olanı, ekonomi bakanı Paulo Guedes’in ultra liberalizminin, Başkan Yardımcısı General Hamilton Mourão’nun militarist otoriterliği ile birleşmesidir. Ancak bu kendi içinde tutarlıdır çünkü muazzam büyüklükte ve patlamaya hazır insan kitleleri “bol bol” favelalarda üst üste yığılmaktayken dünya pazarının meta sınırlarında küme düşürülmüş bir ülkede kriz kapitalizmi için ideal düzenlemedir, bu kitlelerin tutulması gereken yerlerde son yıllarda güvenlik güçlerinin artan biçimde askerileştirilmesinin çok gizli olmayan gerçek anlamı “çapulcu takımına” karşı savaştır. Şimdiki adalet bakanı Sérgio Moro tarafından göklere çıkarılan hukuk sisteminin özeti sırasıyla önce 2018 seçim kampanyası sırasında PT lideri ve ardından cumhurbaşkanı adayı Lula’yı hapse atmak ardından örgütlü siyasi muhalefetle pazarlığa oturmaktır. Burjuvazinin fraksiyonlarının aday Bolsonaro’yu desteklemesi tesadüf değildir; Onlar modern köle sahiplerine modern liberal ideolojiyi sağlayan eksi köle sahiplerinin tarihsel mirasçılarıdır. Fakat burada tarihsel faşizmle ilgili önemli bir fark mevcuttur: Yeni köle sahipleri “endüstriyel emek için toplam seferberlik sistemi” olarak modernleştirme rolüne sahipti; Bolsonarizm gibi bir fenomen ise, bunun yerine, meta sınırlarının yağmalanması için toplam seferberliği ve “yığınların” militarize edilmesini temsil etmektedir. Dolayısıyla artık kitlesel emeğin sıkı disiplin altına alınmasına gerek yoktur.

Brezilyalı filozof Paulo Arantes’ın belirttiği gibi “azalan beklentiler” bağlamında, gelenekselci mekanizmalar “ötekiyi”, “geniş kitleleri” ve “favelaları” insan gibi görmemek, kişiliksizleştirmek, refah sisteminin dışına atmak olarak yükselmeye başlar: ırkçılık, seçkincilik ve gericilik. Bazı araştırmacılar tarafından vurgulandığı gibi, spesifik ideolojik bileşenlerin tümü buna dahil olur: Yerli halklara ve AfroBrezilyalılara, kahverengi derililere karşı üstünlük ideolojisi. Bir kongre üyesi, arazi sahipleri ile yaptığı halka açık bir toplantıda şöyle dedi “Afro-Brezilyalılar, yerli halklar, eşcinseller, lezbiyenler, bunların hepsi pislik tabakasıdır.” Bolsonaro da “Afro-Brezilyalıların üremek için bile hakları olmadığını” iddia etti. Göreve başladığı ilk gün artık Yerli halklara ait topraklar olduğunu belirten sınırların kaldırılacağına dair söz verdi; o sırada cumhurbaşkanı yardımcısı adayı Mourão, siyahî ve yerli halkın “uyuşuk” ve “işe yaramaz” olduklarını iddia etti. Yerli halkların ve AfroBrezilyalı halkın yaşadığı toprakların soya ve madencilik sınırlarının yolu üzerinde olduğu ortaya çıkmadı. Belirli tarım ve madencilik işletmeleri için ayak bağı bir engel olmanın da ötesinde, büyüyen sermaye bileşimini tökezleten önemli bir engeldi ve dolayısıyla küresel sermaye birikiminin devam etmesinin önünde dikilen maniydi. Yerli halklara karşı yalnızca öznel bir “önyargı” olmanın ötesinde, bu tavırlar, kriz kapitalizminin mevcut yapılandırması ve yerleşik şiddet ve imha mirası ile ilgili çıkarlarının ideolojik pıhtılaşmasını temsil ediyor. Burada Bolsonaro’nun ateşli silahlara verdiği rezil destek bize yalnızca askeri diktatörlüğü değil, 17 ve 18. yüzyıllarda yerli halkı köleleştirip öldürerek Brezilya sınırlarını batıya doğru genişleten katilleri de hatırlatıyor. 2017 yılında, kırsal alanda toprak ve çevre ile ilgili mücadelelerde 207 kişi öldürüldü. Her yıl binlerce kişinin öldürüldüğü favelalarla birlikte, bu, milislerin “sınır kapitalizm” deki yeridir. Bu bağlamda, Bolsonarizm, Brezilya’nın tarihsel faşizm versiyonundan farklıdır (entegralizm), siyahî ve yerli halkı ulus inşa projesine katma niyetini (gerçekte Hristiyanlaştımak) ve yerli halkın dil ifadesini resmi selamlama olarak kullanmıştır.

Bolsonarizmin tarihsel faşizm ile ortak unsurları olmasına rağmen ondan daha farklı bir şeydir. Nazi sloganı olan “Çalışmak özgürleştirir” sloganından “en iyi eşkıya ölü bir eşkıyadır”a dönüşmüştür ve “Bütün bu pislikler” yükselen kapitalist dünya ekonomisinin gericiliğe dönüşmesinin ideolojik aynası olmuştur. İdeoloji olarak gücü, hem krizin kendisini hem de ideolojik süreçleri ifade eden anlamda çağdaş kriz kapitalizminin ihtiyaçlarını birleştiriyor gibi görünmektedir, toplumsal karakterin kurucu unsurları ve Brezilya’da « sınır kapitalizmi » oluşumu kesintiye uğramış modernleşme sürecinde hiçbir zaman tam olarak yerine oturtulmayan unsurlardır. Bolsonarizm, İşçi Partisi’nin “kriz yönetimi” tarzından farklıdır, dolayısıyla gösterişçi küstah meydan okuma havasıyla muhalefet yapıyor görünmekte fakat esasen yağma ve baskıdan başka bir şey getirmemektedir. Bu tarihsel yapılandırmada, 1985’de başlayan Nova República(Yeni Cumhuriyete) son vererek Bolsonarizm -beklenmedik bir hızlı düşüş hariç- kişisel olarak ismini vermenin de ötesinde siyasal ideoloji olarak Brezilya’da yeni bir tarihi dönem açıyor gibi görünmektedir.

Kaynak: https://brooklynrail.org/2019/02/field-notes/Bolsonarism-and-FrontierCapitalism