Mücadele yöntem ve araçları üzerine yapılan tartışmalar, çoğu zaman Marksizm adına dogmatik bir kutsama veya reddiyeye indirgeniyor. Kimi devrimci çevreler, genel grevi “kutsal” addederken, boykotu “sınıf dışı” bir kategoriye yerleştiriyor. Oysa Marksizm, her mücadele aracını ve yöntemini tarihsel somutlukta değerlendirmeyi gerektirir. Asıl soru şudur: Bir mücadele aracının meşruiyeti, devrimci sürece ne ölçüde katkı sunabildiğiyle belirlenmez mi?
2 Nisan’da üniversite öğrencileri tarafından yapılan ve CHP’nin desteğiyle hızla toplumun geniş kesimlerince sahiplenilen genel boykot çağrısına, birçok devrimci çevre mesafeli durdu. Çağrı üniversiteli gençlikten gelmesine rağmen, bunu sahiplenen devrimci gençlik örgütlerinin sayısı bile oldukça azdı. Ayrıca bu çağrıyı sahiplenen kimi devrimci gençlik örgütleri de adeta kargadan başka kuş, genel grevden başka mücadele aracı tanımayanlardan gelecek eleştirilerin önünü almak istercesine neden boykot dediklerini “mahalle içi”ne anlatma ihtiyacı duydular. Tüketimden değil üretimden gelen gücü esas aldıklarını vurguladılar; boykota da genel grev genel direnişi örgütleyecek bir örgütlülük düzeyine ulaşma hedefiyle yaklaştıklarını ifade ettiler. Peki, kitlelerin mobilize olduğu ve kolektif davranma potansiyelini açığa çıkaran bir eylem, neden devrimci güçlerin görüş alanına girmez? Boykotu enine boyuna tartışma ihtiyacı, tam da bu soruyla ortaya çıktı.
Neden bir mücadele aracını, genel grev için güç biriktirme gerekçesiyle meşrulaştırmak zorunda kalıyoruz? Biz, genel grevi de, genel boykotu da, hatta tek bir ürün veya sermaye grubuna yönelik boykotu da, kitle mücadelesinin önünü açmak ve devrime yürümek için örgütlemeliyiz. Tüm mücadele araçlarını, kitleleri eylem içinde örgütleme ve devrim mücadelesini büyütme; bugünün somutluğu içinde ise faşist iktidarı yıkma hedefiyle kullanmalıyız. Hiçbir aracı mutlaklaştırmaksızın -mevcut güç ilişkileri ve örgütlülük düzeyiyle koşullu olarak- sermaye birikimini sekteye uğratacak ve faşist rejimin krizini derinleştirebilecek en etkili yöntemi önümüze almayı tartışmalıyız.
Elbette bir devrimci örgüt, işçi sınıfının ve kendisinin örgütlülük düzeyi ve kapasitesini yükselterek, işçi sınıfını iktidarı doğrudan hedefleyen siyasi bir genel greve (ve bugünün özelinde en geniş toplumsal muhalefeti, antifaşist bir halk cephesi olarak formüle edebileceğimiz, sokağın gereklerinin yanı sıra devrimci savaşımın tüm araçlarıyla buluşan bir genel direniş hattına) doğru örgütlemeyi, stratejik bir hedef olarak önüne koymalıdır. Öte yandan bir taktik genel anlamda doğru olamaz; zaman ve mekanla koşulludur, güçler ilişkisi -yani sınıfın ve öncüsünün örgütlülük düzeyi ve savaşım kapasitesi- ile doğrudan ilintilidir. Genel grev genel direnişe yaklaşımımızı belirleyecek olan bu olmalıdır.
Bir mücadele aracını gerçek etkisi ile kavramak
Bugün genel grev genel direniş sloganı, bir nevi devrimci bir ayaklanmanın formülasyonu olarak yükseltilen bir slogan. Elbette kitlelerin bilincinde yer etmesini hedefleyerek öne çıkarabiliriz. Ancak bunu tek bir mücadele sloganı olarak kurgular ve onu da devrimci savaş diyalektiğinden kopuk ele alırsak, radikal bir slogan olmaktan çok pasifizme yol açabilecek bir formülasyon olarak öne çıkar. Genel grev genel direnişe gidildiğinde, şiddet tekelini elinde bulunduran devletin ve sermaye sınıfının elleri armut mu toplayacak? Devletin sermaye sınıfı adına elinde bulundurduğu şiddet tekelini yıkacak ve genel grev genel direnişi mümkün kılacak kurucu bir şiddete ihtiyaç olacaktır. Bu da, tüm devrimlerin ebesi olan zora gelip dayanır. Çok açıktır ki, devletin şiddet tekelini parçalayacak devrimci şiddetin yokluğu durumunda, en radikal mücadele araç ve biçimlerimiz dahi gerçek anlamda rolünü oynayamaz. Kitle hareketi bir halk ayaklanmasına dönüştüğünde bile, ona yaratıcı yıkıcılık niteliğini verecek olan budur. Diğer türlü Gezi’nin genel grevle desteklenmiş bir versiyonu ile karşı karşıya kalırız.
Soru şudur: Gezi, genel grevini arayan bir halk direnişi olduğu için mi beklediğimiz yönde ilerleyemedi ve sönümlendi? Buna evet yanıtını verecek olanlar olacaktır. Ancak, eğer ütopik bir dünyada yaşamıyorsak, üretimi ve hayatı durdurmanın aynı zamanda kıran kırana bir mevzilenmeyi ve şiddeti de gerektirdiğini görürüz. Gezi’de asıl eksik olan da bunu gerçekleştirebilecek bir öncünün yokluğuydu. Bu koşullarda sendikaların gerçekleştireceği bir genel grevin yakın zamanda Fransa’da sıkça yaşanan genel grevlerden çok farklı olacağını kim iddia edebilir? Bu yazdıklarımız üzerinden genel grev çağrı ve sloganlarını reddettiğimiz anlaşılmamalıdır. Sadece amaçlaştırılmış bir mücadele aracı haline getirilmesine ve her durum ve koşulda, örgütlülük düzeyi ve güçler ilişkisi yoksayılarak bir eylem sloganıymışcasına[1] dillendirilmesine, somut bir taktikmişcesine ileri sürülmesine karşıyız.
Birileri genel grevini arayan genel direniş biçiminde analizler yapıyor. Birileri de üretimden gelen güç esastır, tüketim boykotu sınıfsal bulanıklığa davetiye çıkaran bir mücadele biçimidir diyor. İkisinden de uzak duracak günün devrimci görevlerine kilitleneceğiz.
Hangi eylem biçimi mübah, hangisi değildir? Marksizm terazisinde tarttığımızda boykot neden sınıfta kalıyor? Bugün çok açık ki grev silahı; boykot, işgal ve blokaj eylemleri ile tamamlanmadığında beklenen etkiyi yapmıyor; yer yer ontolojik tartışmaların konusu haline gelebiliyor. Sermaye birikim sürecindeki düğüm noktalarını gören ve bunları felç etmeyi hedefleyen bir eylem hattı oluşturmayı esas almalıyız. Genel grev de boykot hareketi de, ancak çoklu biçimleri geliştirerek sonuç alıcı hale gelebilir. Siyonist İsrail’e karşı yürütülen boykot hareketini düşünelim: En etkili eylemler, bazı ülkelerde liman işçilerinin İsrail’e mal sevkini reddetmesiyle birleştiğinde gerçekleşti. Liman işçileri, iş bırakmanın yanı sıra eylemlerini yer yer blokaj ve işgal eylemleri ile buluşturarak İsrail’e karşı yürütülen boykot hareketini güçlendirdiler.
Açık söylemek gerekirse, boykot tartışmamızın muhatabı bu mücadele yöntemine uzak duran devrimcilerdir. Boykotun kitlelerin bilincindeki meşruiyeti, 2 Nisan günü yapılan genel boykot eyleminde kendisini gösterdi. Espressolab ve DBL Entertainment’ın sahibi Abdulkadir Özkan’ın başına gelenler ise boykotun etkisini kitleler nezdinde somutlaştırdı. Öte yandan sosyalist çevrelerde boykot taktiğine mesafeli yaklaşımlar, bugün gelişen halk hareketi ve isyanla birlikte çok daha yakıcılaşan öncülük sorunu nedeniyle tartışmayı hak ediyor.
Aslolan sermaye birikim sürecini sekteye uğratmak değil mi?
Bugün boykot meselesine nereden yaklaşacağız? Üretim ve dolaşım alanının sermaye birikim sürecindeki rolünü Marksist değer teorisi üzerinden ele alalım. Artı değerin kaynağı üretim alanıdır, ancak gerçekleşmesi ise dolaşım alanında olur. Üretim alanında üretilen artı değerin gerçekleşme süreci kesintiye uğradığında sermaye birikim süreci de kesintiye uğramış olur.
Marks, üretim-tüketim ilişkisini şöyle ifade ediyor: “Üretim, tüketimin aracıdır ve onun maddi öğelerini yaratır ki, bunlar olmadan tüketimin nesnesi olamazdı. Ama tüketim de ürünlere, uğrunda üretildikleri özneyi sağlamakla, üretimin aracısı olmaktadır. Ürün son tamamlanmasını ancak tüketimde bulmaktadır. Yolcu taşımaya yaramayan bir demir yolu, yani kullanılmayan bir demiryolu, tüketilemez, ancak potansiyel bir demiryoludur, gerçeklikte değil. Üretim omadan tüketim olmaz. Ama tüketim olmadan da üretim olmaz, çünkü o zaman üretim amaçsız olur. Tüketim üretimi iki bakımdan üretir: 1- Ürün, ancak tüketimde gerçekten ürün olur. Örneğin bir giysi, ancak giyildiğinde gerçekten giysi olur; içinde oturulmayan bir ev, aslında, gerçek bir ev değildir: demek ki, basit doğal nesneden farklı olarak ürün, ancak tüketimde, ürün olarak kendini olurlamakta, ancak ürün olmaktadır. Ancak tüketimdir ki, ürünü bitirirken ona son ve öldürücü darbeyi vurur; çünkü ürün nesneleşmiş etkinlik olarak değil, ama etkin özne için nesne olarak üretimdir. 2- Tüketim, yeni bir üretim gereksinimi, dolayısıyla, önkoşulu bulunduğu üretimin nedenini, içten itkisini yaratır. Tüketim, üretme dürtüsünü verir; tüketim, aynı zamanda, üretimin amacını belirleyerek, üretm içinde etken olan nesneyi de yaratır. Üretimin, tüketime nesnesini dışarıdan sağladığı ne kadar açıksa, üretimin konusunu, iç imge, gereksinim, dürtü ve amaç gibi düşüncel olarak ortaya koyanın tüketim olduğu da o kadar açıktır. Tüketim, üretimin nesnelerini henüz öznel bir biçimde yaratır, gereksinim olmadan üretim de olmaz. Ama tüketim, gereksinimi yeniden-üretir.”[2]
Marks, buradan devamla tüketim karşısında üretimi de maddeleştirerek ele alıyor. Ama biz alıntıyı burada kesmiş olalım. Ve belli bir tarihsel koşullanmışlık içinde, yani kapitalist üretim tarzında, üretimin tüketimde nasıl “anlam” bulduğunu irdeleyelim.
Kapitalizmde üretim, elbette ki meta üretimidir. Meta bir kullanım değeri içerir ancak o, taşıdığı kullanım değeri için değil değişim değeri için üretilir. Ve değişim değeri, metanın üretimi için gerekli olan değerin (bu, metanın üretimi için gerekli üretim araçları ve koşullarının değeri ve işçinin ücretinden oluşur) dışında kapitalist üretimin asıl amacı olan artı değeri de içerir. Bu anlamda meta, artı değerin gerçekleşmesinin koşulunu tüketimde bulur. Marks’ın ürün için söylediği, artık meta haline gelmiş olan ürün için de geçerlidir. Meta, ancak tüketimi sağlayacak değişim sürecinde, yani artı değerin taşıyıcısı olarak pazara sunulup satıldığında gerçek bir meta haline gelir. Yoksa potansiyel bir meta olarak istiflenmekten başka bir işe yaramaz. Marks alt çizme yapar. Biz de kapitalist üretim tarzı bağlamında öyle yapalım; üreticisi için kullanım değeri olarak işlev gören bir üründen faklı olarak meta, ancak dolaşım sürecinde pazara sunulur ve satılırsa (yani taşıdığı kullanım değeri nedeniyle birileri tarafından -buna tüketici deniyor kapitalist dünyada- satın alınırsa) işte o zaman meta olarak kendini olurlamakta, yani üretim nedeni olan artı değeri gerçekleştirmektedir.
Son dönemde üretimden gelen güçle (grev) tüketimden gelen gücün (boykot) karşı karşıya getirildiği tartışmalar yapılıyor. Marksist terminoloji ile üretimden gelen gücün neden temel olduğu anlatılıyor. Diğer yandan artıdeğerin gerçekleşme süreci metanın dolaşım alanında olduğuna göre, boykot da sermaye birikiminin sekteye uğratılmasında kullanılabilecek bir araç olamaz mı? Bu konuyu Marksist değer yasası bağlamında nasıl çözümleyebiliriz? Devrimci cenahta hiç meseleye buradan yaklaşan yok.
Artıdeğer, üretim sürecinde ortaya çıkar ve dolaşım alanında gerçekleşir. Bu anlamda sermaye birikim sürecini artıdeğerin oluşumu ve gerçekleşmesi süreci olarak almak gerekir. Derdimiz bu süreci sekteye uğratmaktır. Genel grev, arzın merkezinde süreci sekteye uğratabiliriz, buna kimse itiraz etmiyor. Ancak başka mücadele araç ve biçimlerinin de yine bu süreci engelleyici olabileceğini hesaba katmalı, mücadele araç ve yöntemlerini birbirinin karşısına koymamalıyız.
Spesifik bir örnek olarak medya boykotuna yakından bakalım
Özgür Özel’in, yandaş medya ve bağlı oldukları sermaye gruplarının tüm şirket ve kurumlarına dönük boykot çağrısıyla birlikte, boykot tartışmaları yeniden alevlendi. Red ve kabul ölçüleri peş peşe sıralandı. Oysa bu çağrı, emekçi kitlelerin kolektif davranabilme potansiyelini açığa çıkardığı için asla hafife alınabilecek bir adım değildi. Nitekim, 2 Nisan’da üniversitelerden gelen bir günlük genel tüketim boykotu çağrısı da buradan istim alarak gelişti. Genel boykotun kapsamını ve etkisini, başta gençlik olmak üzere toplumsal muhalefeti oluşturan kitlelerde yarattığı moral değerle birlikte değerlendirmek gerekir. Ancak biz bu bölümde konuyu yalnızca medya gruplarına yönelik boykotla sınırlı tutacağız.
Dijital mecraları kapsayan bir boykot hareketi, salt pasif bir eylem değil, aynı zamanda her hareketimizin veriye dönüştürüldüğü bir dünyada bu üretimi durdurma, yani veri işçiliğine son verme eylemidir. Dallas Walker Smythe 1977’de yazdığı bir makalesinde, o dönemde bile televizyon izleyicilerini reklam endüstrisinin “ücretsiz işçileri” olarak tanımlıyor; izleyicinin her eyleminin metalaştığına ve reklam endüstrisinin büyümesine katkı sağladığına dikkat çekiyordu. Smythe’nin erken dönem tespitleri, bugün tam anlamıyla somutlaşmış durumda: Her izleyici, tercihleriyle reklam endüstrisi için veri üreten bir kaynağa dönüşmüştür. Günümüz dijital dünyasında, algoritmaları besleyen verilerimizle bu süreç katlanarak derinleşti. Bir televizyon kanalını boykot etmek, reklamlarla şekillendirilmek istenen tüketici tercihlerine müdahale etmek demektir. Medya boykotu, ideo-kültürel manipülasyonu bozma ve tüketici alışkanlıklarını engellemenin yanı sıra, veri işçiliğinin reddi anlamına da gelir.
Bizim veri işçiliğimizin durması, medya sektörü için “üretim zincirinin kopması” demektir. Çünkü bu sektörde aynı anda hem tüketici hem de veri bankalarını besleyerek üretici konumundayız. Yayın kuruluşlarına yönelik boykotu, artık geçmişteki gibi yalnızca rating ölçüm cihazlarıyla sınırlı bir izleyici kitlesi tespiti olarak göremeyiz. Artık öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Bugün algoritmalar her tıklamayı, duraklamayı ve izleme süresini kaydediyor. İzleyicinin ürettiği veri, kapitalist için reklam endüstrisinin yönlendirilmesinde doğrudan girdi oluşturuyor. Bunu, ürettiği hizmetle metanın dolaşımını hızlandıran bir işçinin rolüne benzetebiliriz. Ve biliriz ki dolaşım süreci, metanın ölüm parendesini atarak artıdeğerin gerçekleşmesini sağlar.
Aslında hepimiz medya patronları için birer veri işçisiyiz. Bu perspektiften baktığımızda, boykotun etkisi pasif bir reddin ötesine geçer; çünkü veri bankalarını beslemeyi de durdururuz. Bu da “üretimden gelen gücümüzü” dolaylı bir biçimde kullanmaktır. Her şeyin iç içe geçtiği bir dünyada, tüketim ve üretim gücünün aynı eylemde birleşebildiğini görüyoruz. Dolayısıyla, metalaştırma süreçlerini engelleyen her eylem, sermaye birikimini de sekteye uğratır. Böylece, sınıf mücadelesine daha geniş bir perspektiften bakmamızı sağlayacak bir tartışmanın kapısını aralamış oluyoruz.
Dev dijital platformlar için ne izlerseniz izleyin, birer veri işçisisinizdir. Bu gerçek, sermaye birikimini salt üretim süreci üzerinden okuyanlara da bir mesaj verir: Medya boykotu, onların teorik çerçevesine göre de mübahtır. Çünkü burada yalnızca tüketim alanındaki bir tepkiden değil, metalaşan verilerle artıdeğer üretimine doğrudan ket vurmaktan bahsediyoruz.
Öte yandan, boykotu kendi başına yeterli bir eylem biçimi olarak yüceltmiyoruz. Günümüzde sermaye birikim süreçlerinin her aşamasını sekteye uğratacak mücadele araçlarına odaklanmalı, aynı zamanda bu süreci bütünüyle dinamitleyecek taktikler geliştirmeliyiz. Grev, işgal, boykot, blokaj (ki bu da boykotun fiili örgütlenme biçimlerinden biridir) gibi yöntemleri senkronize biçimde kullanabilmek; her sektöre uygun araçları öne çıkararak, diğerlerini onun üzerine inşa etmek gerekir. Örneğin, stokların bol olduğu bir işyerinde grevden çok, tedarik zincirini bloke etmek, etkili olacaktır.
Tüm bunlarla birlikte, unutmamalıyız ki sermaye birikimini durdurmayı hedefleyen her eylem, sınıf düşmanımızın da tepkisini çekecektir. Bu, bir işyeri grevinde de, bir genel eylemde de geçerlidir. Hele ki genel grev genel direnişten söz ediyorsak -yani üretimi ve hayatı durduracak bir hat örüyor, kapitalist sistemi sarsacak savaş borusunu çalıyorsak- bu eylemin ancak güçlü bir öz savunmayla mümkün olabileceğini bilmeliyiz. Tabii ki işçi sınıfının öz savunma eylemi, kendiliğinden gelişmez. Devrimci öncünün, şiddeti devrim mücadelesinin her etabında, o etabın gereklerine uygun olarak kullanmasına bağlı olarak ancak gelişebilir.
[1]Bir sloganın genel bir propaganda sloganı olarak kullanılması ile günün taktiği, eyleme çağrı şiarı olarak kullanılması iki ayrı şeydir. Birinde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilinçlerine nakşetmeyi hedefleyen bir propaganda çalışması diğerinde ise günün devrimci taktiği ve çağrısı olarak işlev görmesi sözkonusudur.
[2]Marks, Grundrisse Cilt I , Sol Yayınları, sf. 28-29