Yazarımız Eren Yıldız’ın Eylül ayında yazıp yayınlanmak üzere bize gönderdiği aşağıdaki yazıya cezaevi idaresi tarafından el konulmuş ve yapılan itirazlar sonucu yazı, ancak yakın zamanda bir bütün olarak elimize ulaşabilmiştir. Bu nedenle, uzun uğraşlar sonucu elimize ulaşan bu yazıyı gecikmeli bir biçimde de olsa sizlerle paylaşıyoruz.
– KOMÜN
Emperyalist kapitalizm doğası gereği yayılmacı olduğundan; kaos, çatışma ve savaş kaçınılmaz bir gerçeklik oluyor. Reel sosyalizmin çöküşünden bugüne dünyanın paylaşımı halen bitmedi, sürüyor. Egemenlik alanlarını büyütme, eski Sovyet bölgelerinde tahakküm kurma; Rusya ve Çin’i kuşatma stratejileri emperyalist Batı ile Doğu arasındaki kapışmayı derinleştiriyor. ABD; hem Avrupa üzerinde hegemonik gücünü artırdı, hem de Japonya, Güney Kore ve Avustralya ile geliştirdiği ilişkiler üzerinden Çin’i kuşatmaya almaya, Tayvan’ı kendi karakolu haline getirmeye çalışıyor. Dört yıl önce Ukrayna-Rusya arasındaki barış görüşmeleri son aşamaya gelmişti, Almanya ve Fransa’nın da kabul etmesiyle anlaşma imzalanacaktı. Ancak, önce neo-nazi çeteleri ile darbe yaptılar, peşinden seçim komedisiyle komedyen bir adamı devlet başkanı yaptılar ve ardından da savaş kararı aldılar. Bugün Ukrayna-Rusya arasındaki savaşın baş sorumlusu ABD’dir. ABD, hegemonik baskısıyla AB ülkelerini tekrar savaşa ortak etmiştir. Çünkü ABD, eski Sovyet ülkelerini kendi egemenlik alanı haline getirerek Rusya’yı kuşatıp boğmak istiyor. İşte bu yüzden savaş sürüyor. Ukrayna başkanı Zelensky neo nazi kafasıyla tam bir kukla ve stand up yapmaya devam ediyor. Ukrayna ordusunun içinde savaşan paramiliter güçler de neo-nazi çetelerdir. Bu savaş ancak Batı’nın yayılmacılık siyasetinin yenilgiye uğratılmasıyla biter.
ABD, diğer yandan Tayvan üzerinden Çin’i tahrik etmeye, kaos ortamı yaratmaya ve fırsatını yakalayabilirse Tayvan’ı tümden Çin’den koparmaya çalışıyor. Tayvan ayrı bir ülkeymiş gibi görülse de aslında gerçekte diğer ülkelerce Çin’e bağlı bir toprak parçası olarak kabul ediliyor. Çin, dünyanın en istikrarlı büyüyen ve en büyük ekonomik güç olma potansiyelini taşıyan bir ülkesi. ABD ise dünyadaki hegemonyasını ve ekonomik gücünü koruyamadığı gibi geriliyor. İşte bu nedenlerle Batı, Çin’in dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmesini engellemeye ve istikrarını sekteye uğratmaya çalışıyor. Bunun yanında, Batı bir yandan Ukrayna üzerinden Rusya’yı zayıflatmak isterken, bir yandan da Rusya-Çin ittifakını sabote etmeye çalışıyor. Batı’nın bu yayılmacı stratejisi doğallığında Doğu’da da ittifakların daha da güçlenmesini getiriyor. Rusya ve Çin, Kuzey Kore, İran ve Suriye geliştirdikleri ilişkiler üzerinden bölgesel bir ittifak yaratıyor. Yine Brezilya’dan Hindistan’a kadar Rusya ve Çin’in geliştirdiği ekonomik örgütlenme (BRICS) burayı Batı’ya karşı alternatif bir ittifak haline getiriyor. Bunun da ötesinde gelişmeler yaşanıyor, ancak mesela Ortadoğu’da ABD’nin uydusu diyebileceğimiz Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin, Mısır ve Irak’ın en büyük ekonomik ilişkileri şimdi Çin’le yaşanıyor.
Ortadoğu’nun en önemli gündemlerinden birisi de İsrail-Filistin “barışı”ydı. Yaklaşık bir yıl önce İsrail-Filistin sorunu üzerinde yeni bir dönem başlayacak deniyordu. Bu planın geçmişi 2010’lu yıllara dayanıyordu ve Esad rejiminin yıkılmaması bunu sekteye uğratmıştı. Planın esası, Filistin yönetimini tekleştirmek, Hamas’ı silahsızlandırmak, El-Fetih’i içine katmak, İsrail’i tanımasını kabul ettirmek ve bu temelde bir “barış” yaptırmaktı. ABD ve Türkiye bu stratejinin planlayıcıları arasındaydı. Filistin’de uzun yıllardır seçimler yapılmıyor ve Hamas Gazze’de fiili iktidarını sürdürüyor. Hazırlanan planda Hamas’ın askeri olarak tasfiyesi ve siyasi hareket olarak da etkisiz eleman haline getirilmesi, Filistin’de siyasal birliğin sağlanıp Gazze ve Batı Şeria’da Mahmut Abbas’ın liderliğinde tek yönetim yaratılmak isteniyordu. Hamas kendisinin tasfiye edilmek istendiği gerçeğini gördüğü için, ciddi bir hazırlık yaptıktan sonra İsrail’i sarsacak büyüklükte saldırı başlatınca, kurulan tüm planlar altüst oldu. Hamas saldırı başlatmasaydı, o tarihlerde İsrail lideri Netenyahu Türkiye’ye gelecek, Erdoğan ile görüşecekti ve iki ülke arasında yeni bir siyasal dönemi başlatacaklardı ama Hamas planı bozdu.
İsrail tarihinde Hamas’ın bu saldırısı büyüklük olarak bir ilk diyebiliriz. Bu saldırı İsrail’de büyük bir şok etkisi yaptı, İsrail büyük bir darbe yedi ve “itibar” kaybı yaşadı. Netenyahu iktidarı tabiri caizse iki paralık oldu. İşte bu nedenle İsrail yönetimi “bu bir milattır ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye açıklama yaptı. İsrail Hamas’ı ve halk tabanını fiilen yok etme ve Gazze’yi ele geçirme hedefiyle tam bir yıkım ve soykırım savaşını başlattı. Siyonist İsrail ilk kurulduğu günden bugüne, ne savaş hukukuna ne de evrensel insan haklarına ve değerlere zerre kadar uymayan ve saygısı olmayan bir devlettir. Kurulduğu günden bu yana adım adım, Filistin topraklarına el koyuyor ve halkını yok ediyor. İsrail, Gazze’de Hamas’ı fiilen yok ettiğine karar verene kadar savaşı sürdürecek. Ayrıca Hamas’ı yok etme saldırısını sekteye uğratmaya çalışan kim olursa ona da saldıracak. Nitekim Batı Şeria ve Lübnan’da Hizbullah’a da saldırıyor. İsrail, Gazze’yi tümden ele geçirip kendi güvenliğini sağlamak istiyordu. Dünyanın “o kadar da değil” tepkisine rağmen hem de dünyanın gözü önünde Gazze’de tam bir yıkım, her yönüyle zulüm uyguluyor ve soykırım yapıyor. Ne yazık ki, halkların geliştirdiği tepkiler bunu durdurmaya yetmiyor. Devlet ve iktidar odakları ise durdurmak için ya bir şey yapmıyor ya da bir biçimde İsrail’i destekliyor. Şurası çok net, İsrail gayrimeşru bir devlet; hatta devlet bile değil, başta İngiltere, ABD ve devamında Batı’nın, Ortadoğu’nun bağrına sapladığı bir hançer, Siyonist güruhun örgütlendiği ABD’nin bir karakoludur.
Emperyalist dünya, önce Arapları 22 devlet olarak parçalamış, devamında Siyonist karakolunu Ortadoğu’nun bağrına kurmuş, hükümranlığa devam ediyor. Batı, İsrail üzerinden hem Suriye’yi hem de İran’ı etkisiz eleman durumuna getirmeyi esas alıyor. Hamas lideri Haniye’nin İran’ın göbeğinde öldürülmesi çok büyük bir eylem ve İran’ın itibarını yerle bir etmiş durumda. Diğer yandan, İsrail dünyaya kabadayılık yapıyor, Birleşmiş Milletler örgütünün kararlarına uymuyor, uymayacağını ilan ediyor, BM başkanı da laf salatası yapmaktan başka bir şey yapmıyor.
Hamas’ı; kendisini dünya lideri olarak sunan Reis, Müslüman Kardeşler kuşağını Libya’dan Tunus’a, Mısır’dan Suriye’ye kuracağız, Emevi Camii’nde namaz kılacağız diyerek neo-Osmanlıcılık hayalleriyle önce kandırdı sonra da ortada bıraktı. Filistin halkının kaderini belirleyecek olan yine onların yok olma pahasına sürdürecekleri direniştir. Bunun yanında, İran ve Lübnan Hizbullah’ının verdiği destektir. Ortadoğu’da İsrail ile gerçek anlamda bir barış olacağına inanmak cahilce bir hayaldir. Ortadoğu’da ve özelde de Filistin’de bir barış ancak İsrail’in topyekûn yenildiği hatta gayrimeşru Siyonist devletin tümden ortadan kaldırıldığı zaman yaratılabilir. Burada mesele Yahudi halkının varlığı değil, Siyonist devletin varlığıdır. Siyonist devletin ortadan kaldırılması, Filistin’de Yahudi, Hristiyan ve Müslüman halkların barış içinde yaşamasının zeminini de yaratacaktır.
Türkiye’nin neo-osmanlı dış politikası çökmüş olmasına rağmen halen emperyal hayallerden vazgeçmiş değiller. Dünyanın içinde bulunduğu siyasal konjonktürde, Batı ve Doğu olarak tanımlayabileceğimiz iki kutup arasında denge siyaseti yürütmeyi esas alıyor. Eğer 2010 yılı ve sonrasında Batı’nın (ABD ve AB) Libya ve devamında Suriye’yi talan etme stratejisi istendiği gibi sonuçlansa, Mısır ve Tunus’la birlikte Müslüman Kardeşler kuşağı başarılsaydı, AKP iktidarı bugün Batı’nın safında en etkin müttefiki olarak yerini alır ve de İsrail’le de aynı sofraya otururdu. Suriye, Libya gibi çökseydi, Esad rejimini yıkabilselerdi her şey yolunda gidecekti. Ancak, Rusya desteğiyle Esad rejimi iktidarını koruyunca, Batı mevcut stratejisinden vazgeçti. Avrupa sadece mülteci akınından kendini koruma hedefiyle yola devam etti ve Türkiye ile de bu temelde ilişki sürdürdü. Batı, stratejisinden vazgeçse de Türkiye vazgeçmeyip inatla yoluna devam etmekle birlikte, Batı ve Doğu arasındaki denge siyasetini devreye soktu. AB’yi, mültecileri Türkiye’de tutma politikası üzerinden memnun etmeye, ABD’yi Ukrayna politikası üzerinden memnun etmeye, Rusya’yı da Batı’nın uyguladığı ambargoya uymayarak memnun etmeye çalışıyor. Önce Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile arayı yumuşattı.
O zamanlar İçişleri Bakanı olan Süleyman Soylu, BAE’ne, F. Gülen’e destek veriyorlar diye ağzına geleni sayıyordu. Hayatın bir cilvesi olsa gerek ki, BAE ile arayı düzeltmek için oraya S. Soylu’yu gönderdiler, sarılıp kucaklaştı, gülücükler dağıttı ve böylece S. Peker’in susturulmasını sağladılar. Ardından, S. Arabistan ile arayı düzelttiler. Geri planda yapılan görüşmeler sonrasında Kaşıkçı cinayeti dosyasını S. Arabistan’a gönderip kapattılar ve P. Selman ile görüşüp barıştılar. Aynı şekilde uzun ikna çabaları ve başkanlık düzeyinde görüşmeler sonrası, bizzat Reis Mısır’a giderek “darbeci” dediği Sisi ile “kardeş” oldu, Türkiye’ye davet etti. Sisi de kısa süre önce Türkiye’ye geldi, Erdoğan tarafından havaalanında karşılandı, ağırlandı ve havaalanından uğurlandı; yeni bir dönem başlattılar. Tam da İsrail ile siyasal ilişkiler üst boyuta çıkarılacak ve Netanyahu Türkiye’ye gelecekti ki, Hamas’ın müdahalesi ile plan bozuldu. Bu arada, AKP iktidarı Hamas ile arasının çok iyi olduğunu, desteklediğini söylese de gerçek öyle değil. 2010’dan sonraki süreçte Hamas ile geliştirilen ilişkiler ve H. Meşal’in Suriye’den ayrılıp Türkiye’de yaşamaya başlaması, Erdoğan’ın inisiyatif alması; yani Mısır ve İran’ın yüklendiği misyonu eline alması durumu artık yok. H. Meşal’in Türkiye’den ayrılıp Katar’a yerleştiği tarihten bu yana Erdoğan bu inisiyatifi kaybetmiştir. Son İsrail-Hamas savaşı başladığından bu yana da Erdoğan hiçbir rol alamadı. Hatta Hamas lideri Haniye ile görüşerek inisiyatif almaya çalışsa da Hamas buna onay vermedi. İsrail ile yapılan tüm görüşmeler Katar ve Mısır’ın arabuluculuğunda yapıldı, yapılıyor. Dolayısıyla iktidarın yaptığı, iç kamuoyuna yönelik inisiyatif alıyormuş algısı yaratmaktı ki o da deşifre oldu. Savaş başlayıp İsrail soykırım yaparken daha iki ay öncesine kadar AKP iktidarının İsrail ile ticarete devam ettiğinin ortaya çıkması da bunların Filistin halkını ne kadar çok “sevdiklerini” gösterdi.
Bu arada Türkiye, Irak ile ilişkilerinde yeni bir süreç başlattı. Irak ve Suriye ile şekillendirmek istedikleri yeni dönemdeki ilişkilerin esası, Kürtlerin kolektif haklarını almalarının ve bir ulus olarak tanınmalarının önüne geçmektir. Türkiye, Irak’ta ikili bir yöntem izliyor. Bir yandan Irak merkezi hükümeti ile Kürt Bölgesel Yönetimi arasındaki çelişkileri derinleştirerek, Irak hükümetiyle güçlü ilişkiler kurmak, askeri üstler oluşturmak ve de Kürt Özgürlük Hareketine yönelik operasyonlar yapmak istiyor. Kürdistan Bölgesel yönetiminin de güçlenmesini engelleyerek kendilerine mahkûm (bağımlı) halde tutmak istiyorlar. Diğer yandan da Kürdistan Bölgesel Yönetiminin esas belirleyeni olan KDP ile ortak inisiyatifler geliştirerek, bölgede belli bir güce ulaşan Kürdistan Özgürlük Hareketini tasfiye etmenin adımlarını atmayı esas alıyorlar.
Tüm bu gelişmelerle bağlantılı olmakla birlikte, Türk dış politikasının en önemli ayağı Kürt meselesi üzerinden Suriye’ye yöneliktir. Suriye’nin belli bölgelerinde kendine bağlı bir yönetim oluşturmaya yöneldi, belli bir başarı da sağladı. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) denetimindeki bazı bölgeleri de ele geçirerek hakimiyetini genişletti. Ancak gelinen aşamada beş milyonluk Suriyeli mülteciyi ve Suriye topraklarındaki ÖSO ve geçici yönetim bölgesini taşıyamaz hale geldi, sıkıştı. Rusya’nın baskısı ve Esad rejiminin güçlenmesi ve Suriye ordusunun İdlib’e dayanması sonrasında reis, kaybettiği gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. AKP iktidarı Suriye’de de ‘Kürtler kolektif haklarını elde etmesin yeter ki’ deyip Esad’la barışmaya razı oldu. Bunun için, şu an elinde bulundurduğu Suriye topraklarını barışta pazarlık unsuru olarak kullanmayı amaçlıyor. Ancak bundan önce sorulması ve nasıl çözüleceğinin cevabının verilmesi gereken önemli iki konu var.
Birincisi; bizzat Türkiye’nin eğitip donattığı ve sahaya sürdüğü İslamcılardan oluşan, önce ÖSO adını verdikleri, en son da “Suriye Milli Ordusu” (SMO) olan on binlerce kişiden oluşan bir askeri güç var. Yine adına “Suriye Geçici Hükümeti” dedikleri bir yapı var. Esad’la bir anlaşma yapılması durumunda, bu yapılanmalar ne olacak? Bir süre önce Erdoğan, Esad ile görüşme çağrısı yaptığında, Cerablus ve Azez’deki SMO’yu oluşturan silahlı birimler ve oradaki halk ayaklanmış, Türkiye’den giden tırları yakmış, Türk askerine saldırmıştı. Bunun üzerine Erdoğan, “Suriye’deki müttefiklerimizi yarı yolda bırakmayız” diye açıklama yapmak zorunda kalmış ve oradaki isyan durulmuştu. Türkiye hep Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu dile getiriyor. Suriye’nin toprak bütünlüğü bulunacaksa ve tek devlet olacaksa, Türkiye’nin oluşturduğu SMO ve yönetim kurumları ne olacak? Türkiye, başta oradaki silahlı güçler olmak üzere hepsini tasfiye edip silahsızlandırmak zorunda kalacak. Peki bunu yapabilir mi? Çünkü Esad Erdoğan’dan bunu isteyecek ve şimdiye kadar kaç kez yaptığı gibi genel af ilan edecek ve “gelin benim iktidarımı kabul edin ve yaşayın” diyecek. Türkiye; müttefikim dediği güçleri buna razı edebilir, Esad’ın merhametinde yaşamayı kabul ettirebilirse, ki çok zor, o zaman Esad’ın ordusu ve Rusya’nın güçleri Cerablus ve Azez başta olmak üzere Türkiye’nin denetiminde olan tüm yerleri teslim alacak. Meselenin bu boyutu, diğerine göre kağıt üzerinde daha kolay görünendir.
İkincisi; esas tehlikeli olan İdlib meselesidir. İdlib’de dünyanın birçok ülkesinden gelmiş Suriye’nin çeşitli bölgelerinde savaşmış; en son İdlib’de toplanmış on binlerce radikal islamcı militandan oluşan bir askeri güç bulunuyor. Ve bunlar İdlib bölgesinde büyük bir nüfusu yönetiyor. Bu örgütlerin Türkiye ile bağları ve ilişkileri de olsa, tamamıyla Türkiye’nin denetiminde ve onun direktifleriyle hareket eden örgütler değiller. Erdoğan, Esad ile anlaşırsa, ki bu anlaşma İdlib’in temizlenmesini ve militanların teslim olmasını şart koşar, çünkü İdilb’de bulunanların Esad tarafından genel affa dahil edilmesi gibi bir durum da söz konusu olmayacak, Suriye’de yaşamalarına da müsaade edilmeyecek. Nedeni ise, bu islamcı militanların; Çin’in Doğu Türkistan bölgesinden, Rusya Federasyonunun çeşitli bölgelerinden, Avrupa devletlerinden, Afganistan Irak, Libya, ve Türkiye’den giden kişilerden oluşuyor olmaları. Dolayısıyla Esad, bunların hiçbir koşulda ülkesinde kalmasını kabul etmeyecek ve de affetmeyecek. O zaman İdlib sorunu nasıl çözülecek? Eğer Erdoğan gerçekten Esad rejimiyle anlaşmayı kabul edecekse o zaman İdlib’de büyük bir kapışma ve temizlik harekâtının yapılması kaçınılmazdır. Üstelik bu kapışmayı sadece Esad rejimi ve Rusya yapmayacak. Suriye ordusu karadan yarım ay şeklinde Güney’den ve havadan Rusya ile birlikte operasyona başlayacak, aynı zamanda Türkiye de İdlib’in kuzeyinden operasyon başlatacak. Bu çember operasyonu İdlib temizlenene kadar devam edecek. Çünkü İdlib’in siyasi bir çözümü yoktur.
İki ayrı mesele olarak ifade etmeye çalıştığım konunun bir yansıması olmayacak mı; Türkiye’nin neredeyse tüm şehirlerinde Suriyeli ya da başka ülkelerden gelmiş radikal islamcı militanların varlığı sır değil. Hatta Türkiye vatandaşı olan azımsanmayacak kadar radikal islamcı militanın olduğu görülüyor. Bu durum Suriye’deki savaşın Türkiye’ye taşınmasını getirmeyecek mi? Getirmeyecek demek kendimizi kandırmak olur. Peki, Erdoğan iktidarı bu büyük riski göze alabilir mi? Bu süreçte Kürtler, SDG güçleri, Esad rejimi ile bir şekilde anlaşır, ortak güç oluşturursa ne olacak? Böyle bir anlaşma olasılığına karşı Erdoğan tüm riskleri alır denebilir. Eğer tüm riskleri göze alırsa, işte o aşamadan sonra Türkiye, Esad rejimi ve Rusya ile ortak operasyonu yapar. İdlib temizlenirse, ki uzun zaman alacak bir operasyon olacaktır; İşte o aşamadan sonra Kürtler, Suriye’de varlık-yokluk boyutunda bir riskle karşı karşıya kalabilirler. Esad rejimi Şam sınırları içine çekilip ayakta kalmaya çalışırken Rusya, Kürtler için federasyon olabilir diyordu, ama sonraki yıllarda özerklik demeye başladı. Gelinen aşamada özerklik kavramını dahi telaffuz etmiyorlar. Bölgede doğru olanın hukuku değil, güçlü olanın hukuku işliyor. Bu gerçekçiliği hiç unutmamak gerekiyor. Sonuç olarak, geride kalan on beş yıl içinde en çok kaybeden AKP iktidarı oldu. Şimdi atmaya çalıştığı adımlarla vaziyeti kurtarmaya ve imajını korumaya çalışıyor.
Emperyal hedeflerle, Batı’nın bölgedeki etkin aktörü olma dış politikası yıllar önce çökmüş olmasına rağmen, bu durumu içerde savaş stratejisi ve kutuplaşma siyaseti ile manipüle etmeyi başaran AKP iktidarı, toplumu istediği yönde kanalize etmeyi de büyük oranda sağladı. Kim ne derse desin, 22 yıl iktidarda olup da her alanda çöküş yaşamasına rağmen deprem yıkımını yaşayan, ekonomik krizi etinde kemiğinde hisseden bu toplumun oylarıyla son genel seçimi kazanarak iktidarı sürdürebilmesi Erdoğan’ın en büyük başarısıdır. Normal şartlarda ve normal bir toplumda 2023 genel seçimlerinde Cumhur ittifakının bırakalım iktidar olmayı, tam tersine büyük bir hezimet yaşaması gerekirdi. 2001 ekonomik krizini yaşatan o dönemin koalisyon partileri hezimet yaşamış ve baraj altı kalmışlardı. Peki, 2018’de başlayan ve 2021’den sonra da olağanüstü yıkım yaratan ekonomik krize ve 6 Şubat depremi sonrası yaşanan yıkıma rağmen, 2023 yılı genel seçimlerinde hem meclis çoğunluğunu hem de Cumhurbaşkanlığını Erdoğan nasıl kazanabildi? Ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu vahim tabloya rağmen nasıl %51’in üzerinde oy alabildi? Burada bir parantez açarak belirtelim ki ülkede yaşanan şey, halkın karşı karşıya bırakıldığı bir ekonomik kriz ve yoksullaşmadır. AKP iktidarının ve AKP sermayedarlarının yaşadığı bir ekonomik kriz değildir. 2018 yılından bu yana yapılan şey devlet bütçesinin mevcut iktidar eliyle kendi sermayedarlarına aktarılmasıdır. Olağanüstü arttırılan vergilerle halktan, çalışanlardan, orta direk denilen kesimden toplanan vergiler, çeşitli adlar altında AKP sermayedarlarına aktarılmıştır. Bir yandan da toplumda büyük bir yoksullaşma yaşanırken diğer yanda lüks tüketim ve dolar milyoneri sayısı iki kat artmıştır. Nebati’nin Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemi de; Yap, İşlet, Devret sistemi ile yaptırılan geçiş garantili köprü ve yollar, hasta garantili hastaneler, uçuş garantili havaalanları vb. de, devletin bütçesinin kendi sermayedarlarına transfer edilmesi yöntemleridir. Bu işleyişlerinde şimdiye kadar hiçbir aksama olmadı, paralar tıkır tıkır ödeniyor. İşte bu sermaye aktarımının devlet bütçesinde açtığı gedikler de halka ekonomik kriz olarak dönüyor. Dolayısıyla ortada devletin yaşadığı bir ekonomik kriz yoktur, sermaye aktarımı yoluyla devletin soyulması vardır. Bu soygun öyle bir boyutta ulaştı ki devletin ekonomik dengesi bozulmaya, sürdürülebilirlik tehlikesi yaşamaya başladı. Bu nedenle Nebati gönderildi. Yerine M. Şimşek getirilerek ekonomik disiplin ve güvenilirlik sağlanırken, soygunun yükünü halka yükleyecek bütçe dengesini kurma reçetesi uygulanıyor.
2001 krizini kat be kat aşan boyutta halkta yoksullaşmaya ve sosyal yaşamda bir çöküşe sebep olmasına rağmen, 2023 genel seçiminde AKP ve Erdoğan nasıl kazanabildi? Muhalefetin hataları ya da seçim hileleri cevabını vermek, gerçekliği kavrayamamaktır. Sorunun cevabı esas olarak toplumun sosyo-politik durumunda gizlidir.
Milliyetçi muhafazakâr devletçi toplum geleneğinin; 1970’lerden itibaren 2000’lere kadar devlet tarafından geliştirilen muhafazakâr islam kültürünün; doğu toplumlarına özgü lider kültünün ve de 2000 yılından sonra AKP iktidarının son yirmi yılda muhafazakar islamcı tabanı, ideolojik anlamda örgütlemesi ve küçük yardım paketleriyle kollayıp büyütmesi gibi nedenler midir? Toplumun önemli bir kesiminin sorgulamadan Erdoğan’a inanması ve oyunu hep ona vermesinin açıklaması nedir?
AKP iktidarı ve lideri son derece siyasal ve ideolojik bir strateji izleyerek kitlesini sevk ve idare edebildi. Muhalefetin çok parçalı ve güven vermeyen, birbirinin ayağını kaydırmayı geri cepheden örgütlemesi de Erdoğan’ın siyaset malzemesi olmuştur. Toplumun genel yapısını böyle tariflesek de yine de cevaplanması gereken başka sorular çıkıyor karşımıza.
“Ortalık Teksas’a döndü” diye bir söylem vardır. Ülkenin hemen hemen tüm şehirlerinde organize işler nedeniyle kavgalar ve çatışmalar yaşanıyor. Mafyalaşma olağanüstü yaygınlaşmış durumda. Uluslararası çete mafya ağları oluşmuş, yabancı mafya babaları ülkeyi mesken eylemiş durumda. Toplumda tam bir depresyon hali yaşanıyor, depresyon ilaçlarının kullanımı rekor derecede artmış. Diğer yandan son bir yılda medya üzerinden ülkenin gündemine oturan kara para aklama davasından yargılanan Dilan Polat gibi internet fenomenlerine gösterilen ilgi! Dilan Polat ilk tutuklandığında takipçi sayısı dört buçuk milyonmuş, tahliye olduktan sonra takipçi sayısı yedi buçuk milyona çıkmış. Televizyonda bu tiplerin aylarca, tam anlamıyla rezilce görüntülerini, pespaye hallerini gördük. Az buçuk aklı başında olan, insana değer veren, toplumsal insani değerleri kendine var eden ve vicdanlı bir insanın; TV’de bu tiplerin görüntülerini izledikten sonra onlara zerre kadar sempati duyması mümkün değildir, hatta onlara karşı bir iğrenme ve öfke duyması gerekir. O zaman nasıl oluyor da bu gayrı insani tiplere yedi buçuk milyonluk takipçi kitlesi oluşuyor? Muhafazakar islamcı bir millet yaratınca “insanlığın yüksek mertebesine ulaşacağına inanan” iktidar sahiplerinin 22 yıl sonra toplumu getirdiği vaziyet işte budur. Mafyatik, maddi gücü her şeyin üstünde tutan, insani dejenerasyonu ve toplumsal yozlaşmayı dibine kadar yaşayan bir toplum gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Toplumun içinde bulunduğu bu durumun yaratıcısı da sorumlusu da sistemin ve iktidarın kendisidir.
Bugünün en acil ihtiyacı, toplumdaki sosyo-kültürel çöküşü tersine çevirecek bir kitle siyasetini hayata geçirmektir.
Bir yandan sistemin yarattığı siyasal ve ekonomik çöküşe alternatif siyaset üretirken, diğer yandan bir başka dünyanın mümkün olduğunu, o dünyanın insan ilişkilerini, kültürünü ve kolektif yaşam anlayışını halkla buluşturan bir pratik yaratmak gerekir. Tüketim toplumu, insanı da doğayı da bitiriyor. Geleceği yeniden inşa edecek olan kitlelerdir ki bugünün en büyük sorunu da bu kitleleri oluşturan insanın haleti ruhiyesidir. Çünkü bu haliyle hiç umut vermiyor, değişimi bu insandan başlatmak gerekiyor.
Son yerel seçimlerde cumhur ittifakının büyük güç kaybına uğraması, AKP’nin tarihinde ilk kez ikinci parti durumuna düşmesi ve Erdoğan’ın ilk kez kaybetmiş olması, ülkede yeni bir hava yaratmış gibi. Yayınlanan anketlerde AKP’nin oyu %30’un altına inmiş görünüyor. AKP böyle giderse erken seçim kaçınılmaz olacak ve ilk seçimde iktidarı kaybedecek sonucu çıkarılabilir, genel kanı da bu yönde olabilir. Kaybedeceğini düşünen hiçbir iktidar erken seçimi tercih etmez, Erdoğan’ın da 2028’e kadar bir erken seçimi kabul edeceğini düşünmüyorum. Ancak burada asıl sorulması gereken soru başka olmalı. Deprem felaketi, ‘orta direk’ denilen kesimin yoksul kesime dahil olduğu, milyonlarca insanın açlık sınırı altında yaşamaya ve toplumsal çöküşe mahkum edilmesine rağmen, son yerel seçimlerde AKP nasıl %34 oy alabildi? İktidarın küçük ortağı nasıl oy oranını koruyabildi? Yaşanan durum hayatın doğal akışına aykırıdır. Derdimiz mevcut sistem partilerinin nasıl bir siyaset izlemesi gerektiğine cevap olmak değil. Halk gerçekliğini kavrayabilmek. Emek ve Demokrasi ittifakında buluşan, tüm ezilenler için alternatif bir dünya ideali olanların mevcut gerçekliği görüp kurumsal zeminini de yaratarak, insanların yaşadığı yerde yaşamı değiştirecek aktif bir kitle çalışmasını yürütmesi gerekir.
Kimse şimdiden bir erken seçim olacağı, mevcut iktidarın kaybedeceği, hatta erken seçim olmasa da AKP’nin 2028’de yapılacak seçimleri kaybedeceği ön kabulüyle bir yanlışa düşmemelidir. İktidar olanaklarını çok iyi kullanabilen ve kitlelerin algılarını 22 yıldır çok iyi yönlendirebilen bir partidir AKP. Kendi gelecekleri söz konusu olduğunda yeni hamleler ve geçici ittifaklar da yapabilirler.
Eren Yıldız
30 Eylül 2024