Bu yazının üç gün önce yayımlanan ilk bölümünde[1], küresel ölçekte yaşanmakta olan buhrandan, bir geçiş evresi içerisinde bu buhranın tesiri altında kalan Türkiye’nin yaşamakta olduğu sancılardan ve bu sancıların somut tezahürlerinden bahsetmiştik. Bu sancıların, Türkiye’de çok yönlü bir krizi ve devrimci bir durumu olgunlaştırdığını; bu durumun, hem nesnel hem de öznel düzeydeki sebeplerden kaynaklı, kısa-orta vadede değişmesinin zor olduğunu söylemiştik. Buradan hareketle, 2023 seçimlerini, yaşanmakta olan geçiş evresinin ve devrimci durumun, nereye gideceğini-devrileceğini belirleyecek bir eşik olarak tanımlamış ve bu seçim düzeneği içerisinde egemen ve ezilen kesimlerin nasıl saflaştığını değerlendirmeye almıştık. Tartışmanın geri kalanına dair bir bütünlük oluşturması için ilk bölüme bakmak faydalı olur. Şimdi, bu saflaşmanın ve yakın geçmişte yaşanan olay ve olguların, Türkiye’nin yakın geleceğinde ne gibi sonuçlara yol açabileceğine ve devrimcilerin tüm bunlara yönelik neler yapması gerektiğine dair bir şeyler söylemek gerekiyor.
“İÇ SAVAŞ” ve “iç savaş” olasılıkları
İlk bölümde yaptığımız değerlendirmelerden hareketle, 2023 seçimlerine doğru giden sürecin, eğer her şey düzen-içi meşruiyet sınırları dahilinde ilerlerse, görünürde, Mİ lehine geliştiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, anketlere ve ortama baktığımızda, özellikle HDP’nin desteğinden sonra, Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanlığını, Erdoğan’a karşı, kazanacakmış gibi duruyor. Mİ, seçimin ikinci tura kalmasının yaratacağı gergin ortamdan tedirgin olduğundan kaynaklı, ilk turda kazanmak derdinde. Mevcut iktidarın ise aşamalı bir strateji geliştirdiğini, geldiğimiz durum itibariyle, birinci turda kazanamayacağı kesin olan seçimin, ikinci tura kalmasını istediğini söyleyebiliriz. Bu noktada, “adam kazandı Muharrem” ve “ırkçı Sinan Oğan”ın, Mİ’dan “oy devşirerek”, Kılıçdaroğlu’nu %50 altında bırakması tek umutları… Ama seçim bu şekilde ikinci tura kalsa bile, anketlere göre, Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında, yine çoğunluğu kazanıyor. Konu milletvekilliği seçimlerine geldiğinde ise iş biraz karışık. Mevcut seçim sistemi, blokların hazırladığı listeler ve egemenler arasında bölünecek oy oranları, bir olasılık olarak, her iki egemen blokun da, 300 milletvekiline ulaşamadığı bir aritmetiği karşımıza çıkarabilir. Bu, eğer yeni bir hükümet kurulursa, en azından 70-80 milletvekili çıkaracağını öngördüğümüz HDP olmadan, mecliste karar alınamayacağı anlamına geliyor…
Nitekim, istatistiki verilere bakıldığında, mevcut iktidarın, düzen-içi meşruiyet sınırları dahilinde seçimleri tekrardan kazanması zor görünmekte. Ama seçimlerin, Türkiye’de yapılacağının da unutulmaması gerekiyor. Sonuçta, Haziran 2015’ten bu yana yaşananlar, seçim kazanmanın, sadece sandığa atılan oylarla olmayacağını, bize defalarca gösterdi. Seçimi kaybetse de, hükümeti, koşulsuz-anlaşmasız veya kendisine bazı sigortalar yaratmadan devretmek istemeyecek olan mevcut iktidarın, sahip olduğu inisiyatif üstünlüğünün, hükümeti devretmeme noktasında, ona, bir hareket kabiliyeti kazandırdığı da çok açık. Ancak, bir kesinleme yapmamak gerekiyor tabii ki. Özellikle Batı emperyalizmi ve TÜSİAD’ın, Türkiye’nin jeo-politik önemi daha da artmışken, iç-istikrarı yok edecek böylesi kaotik bir sürecin gelişmesini istemedikleri de oldukça net. Zaten iki sene öncesinden bu yana dolaylı yoldan müdahil oldukları bu seçim sürecine, daha etkin bir biçimde müdahil olarak, iktidarın inisiyatif üstünlüğünü pek tabii boşa düşürebilirler. Mİ’nın, Batı emperyalizmi ve TÜSİAD’a yaslanarak oluşturmaya çalıştığı bu karşı-inisiyatif, iktidarın inisiyatif üstünlüğüne baskın gelerek, zorlamalar ve teşviklerle, hükümeti devralmalarının önünü açabilir.[2]
Bu noktada, karşımıza, iki ana-olasılık çıkıyor: Ya, mevcut iktidar, eğer kendisini güvende hissetmez, “kazanımlar”ını kaybedeceğini düşünür ve gözü karartırsa, seçim süreci sürerken veya sonuçlar açıklandıktan sonra, hükümeti devretmemek için bir “sıcak İÇ SAVAŞ” düzlemi oluşturarak darbe yapmaya çalışacak; ya da, iktidar, Batı emperyalizmi ve TÜSİAD’ın, zorlaması ve teşvikiyle, Mİ’nın diş göstermelerine boyun eğerek, son iki senedir yer yer tartışmaya açılan “devr-i sabık yapılmayacak” sözüne razı olup, hükümeti, seçimler sonrası etkin bir muhalefet yürütme kaydıyla, Mİ’na devredecek. Bu ise seçimlerden sonra, bir “soğuk iç savaş” düzleminin oluşacağı anlamına gelmekte. Ayrıca, bugün, bu iki ana-olasılığın çatallanabileceği yan-olasılıklar da kısmen belirginleşmiş durumda. O yüzden bu olasılıkları biraz deşmekte fayda var.[3]
Mevcut iktidarın, seçimlerden sonra, hükümeti, Mİ’na devretmemesi, ancak gözü karartırsa, zor yoluyla, yani bir darbeyle, mümkün olabilir. Hali hazırda, 20 Temmuz 2016’da yapılan sivil bir faşist darbe sayesinde, faşist bir rejimi, kurumsallaştıramasa da tesis etmeyi başaran mevcut iktidar için, gözünü kararttığı taktirde, böylesi bir darbe, çok da yabancı olmayacaktır… Ancak bu sürecin, öyle bodoslama bir şekilde gelişmeyeceğini görebiliyoruz. Öyle ki, mevcut iktidar, esas taktiği “saray oyunları”yla muhalif oyları bölerek seçimi ikinci tura bırakmak olan bir stratejik hattı, uygulamaya almış gibi duruyor. Bu taktiğin, İYİP işi tutmayınca, “adam kazandı Muharrem” etrafında şekillendiği açık. Bu taktikle, mevcut iktidar, elindeki imkanları kullanarak, her ne kadar sandık güvenliği vb. üzerinden 2019 Mart’ına dair methiyeler dizilse de, seçimin ilk turunda, “adam kazandı Muharrem” ve “ırkçı Sinan Oğan” ikilisinin, tıpkı 2017 ve 2018’deki “pusula-sandık oyunları”yla ve manipülasyonlarla olduğu gibi, toplamda %7-8 gibi bir puanı Kılıçdaroğlu’ndan devşirmelerine “yardımcı” olarak, seçimin ikinci tura kalmasını sağlayabilir.
Seçimin bu şekilde ikinci tura kalması demek, darbeye uygun bir zeminin açılmış olması demektir. Buradan sonra, eğer gözü karartmışlarsa, kitlelerin “istikrar ve güvenlik kaygısı”nı arttıracak ve muhalif kitleleri yıldıracak faşist bir terör dalgasını tertipleyip, bu zeminde bir “sıcak İÇ SAVAŞ” düzlemini oluşturarak, bir darbe yapmaya çalışabilirler. Hali hazırda, seçim süreci yürürken, Mİ’nın bürolarına yapılan çok sayıda saldırı, Kılıçdaroğlu’na yönelik yapılan provokasyonlar, HDP’nin seçim faaliyetini engellemeye yönelik çok çeşitli girişimler ve Erdoğan’ın “kürsü çıkışları”yla seküler-muhafazakar gerilimini kaşıması, böylesi bir yönelimin, göstergeleri olarak ele alınması gerekiyor. Bunların hiçbiri olmasa da, “pusula-sandık oyunları”yla, YSK üzerinden, ilk turda bile seçimi kazandıklarını da ilan edebilirler tabii ki; bu da bir darbedir. Eğer iktidar işi buraya kadar getirdiyse, onları bu yoldan döndürebilecek tek şeyin, yaygın ve etkin anti-faşist bir kitlesel direnişten başka bir şey olmadığını söylemek gerekiyor.[4] Böylesi bir direnç gelişirse, bu dirence ne gibi bir karşı saldırı geliştirecekleri de sürecin gideceği yönü belirleyecektir kuşkusuz. Bu noktada, Hulusi Akar’ın, “vur de vuralım” diyen faşist güruha karşı “onun da zamanı gelecek” diye cevap vermesi ve jandarma personeline “seçim akşamı, oylarını kullandıktan sonra, görevlerinin başına dönmeleri gerektiği”ne dair gönderilen genelge, dikkat çekici durumlar olarak ele alınması gerekiyor.
İktidarın bir direnişle geri adım attırılması ve darbe girişimine karşı kazanılacak göreli bir zafer bile, Türkiye ezilenlerinin tarihi için önemli bir kazanım olacaktır. Hatta, bir mutlak zaferin-devrimin (devrimci iç savaşın) ya da en azından, Türkiye’nin foseptik çukuru haline gelmiş olan mevcut iktidarın toptan tasfiyesinin bile önünü açabilir. Ama böylesi bir göreli ya da mutlak zafer olmazsa; öyle ya da böyle, eğer galip gelirler ve hükümette, bir darbe yaparak kalmaya devam ederlerse, bu durum, adı üstünde bir darbedir ve mantıksal uzamı ve özü itibariyle 12 Eylül’den çokta farklı değildir! Ki mevcut iktidarın, programına ve icraatlarına baktığımızda, 12 Eylül’e rahmet okutması bile sözkonusu olabilir. Bu, iktidarın “kazanamasa bile kazanacak olması” demektir ve tekrar ediyoruz ki bunun literatürde karşılığı faşist darbedir! İşte o andan sonra, iktidar, bütün o seçim vaatlerini uygulamaya ve faşizmi kurumsallaştırma ve kalıcılaştırma sürecine başlayacaktır. Bunun olası sonuçlarını anlayabilmek için, iktidarın seçim vaatlerine, 1923 sonrası İtalya ve 1933 sonrası Almanya’da yaşanan olaylar doğrultusunda bakmak yeterli olur. Öyle ki, Soylu’nun, önce Haber Global’de, sonra CNN’de verdiği demeçlerdeki, “yeni bir paralel devlet yapılanması var” söylemi ve bu doğrultuda Murat Bakan üzerinden CHP’yi hedef göstermesi, böylesi bir olası darbeden sonra, muhalefetin tasfiyesi ya da bastırılması noktasında bir gerekçe üretme olarak görülebilir.[5]
Elbette, yaşanabilecek böylesi bir darbeden sonra, yenilgi ya da geri çekilme, umutsuzluk ve iktidarın yenilmezliği hissiyatı, kitle psikolojisinde, geri dönüşü zor sonuçlara yol açabilir. Ancak, hükümeti devretmediği taktirde, sonrasında gelişecek sürecin, iktidar için dikensiz gül bahçesi olmayacağı da çok açık. Mevcut iktidarın, sermaye birikiminde bir duraksama gelmesin diye, yoksulluğu daha da derinleştireceğini ve açlığı daha da kitleselleştireceğini belirtmiştik bir önceki bölümde zaten. Kurumsallaşma ve kalıcılaşma yönünde yapılmaya çalışılacak saldırıların da, hele ki süreklilik kazanmış bir etkin direniş gelişirse, kutuplaşmayı ve faşizme karşıtlığı daha da derinleştireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca, Batı emperyalizmi, ona rağmen hükümeti bırakmayan bu iktidara karşı,hali hazırda uyguladığı örtülü yaptırımları,açık ve çok daha sert bir biçimde uygulamaya alabilir ve iktidarı diz çöktürmeye yönelik bir eylem planını da hayata geçirebilir. Şu ya da bu şekilde, yaşanmakta olan krizin çok daha derinleşecek olması demektir tüm bunlar. Zaten kitlelerin istemediği ve toplumsal meşruiyetini yitirmiş bir iktidarın, katlanarak artacak olan ekonomik-siyasal-toplumsal bir krizle başa çıkması oldukça zor olacaktır.[6]
Ama bütün bunların hepsi, çokça belirttiğimiz üzere, iktidarın, gözünü karartmasına bağlıdır. Öyle ki, “kazanımlar”ını kaybetmeyeceğine dair yeteri kadar teşvik alan, bazı sigortalar edinen, zorlamalara ve diş göstermelere razı olan bir iktidar, seçim yenilgisini kabul edebilir.[7] Bu noktada, Batı medyasında seçim öncesi yapılan değerlendirmelere, ABD büyükelçisinin seçimler için taraflarla görüşmesine ve Boyner’in son reklam filmine baktığımızda, egemenlerin, aba altından sopa göstererek, iktidarın gözünü karartabilecek olmasına karşı ön-almaya çalıştıklarını ve olası seçim yenilgisini kabul etmeye zorladıklarını görebiliyoruz… Ki Mİ da, iktidar bu düzeyde gözünü karartmasın diye, hem bazı teşvikler veriyor, hem de yer yer diş gösteriyor son iki senedir. Kılıçdaroğlu’nun, önce “devr-i sabık yapmayacağız”, sonra “hesap soracağız ama intikam almayacağız” söylemleri teşviklere; “SADAT hamlesi” ve özellikle “Ocak ayındaki kürsü çıkışı” ise diş göstermelere örnek olarak verilebilir. Daha yakın zamanda, Akşener’in, Samsun mitinginde, “Sayın Erdoğan’ı seçimden sonra saygıyla uğurlayacağız” minvalindeki söylemi teşviklerden birisi; “İYİP bürosuna silahlı saldırıdan sonra yaptığı grup konuşması”da bir diş göstermeydi.[8]
Bu zorlamalı teşviklerin verilmesi demek, seçimlerden sonra, iktidarın, ekonomik-siyasal bazı “kazanımlar”ının bir nebze de olsun korunacağına, yargılanmaların olmayacağına veya olacaksa da sınırlı olacağına ve etkin bir muhalefet yürütebilecek olmasına dair bir uzlaşma yapılacak olması demektir. Ki zaten “devlet aklı” ile hareket etmenin gereği de budur! Seçim yenilgisini, bu zorlamalı teşviklerle kabul eden ve hükümeti devreden iktidarın, ona seçim sürecinde inisiyatif üstünlüğü kazandıran imkanlarla, seçimden sonra etkin muhalefet yürütecek olması, “kazanamasa da kaybetmeyecek” olması anlamına gelir. Sokakta faşist kitleler ve paramiliter örgütlerle, mecliste ve bürokrasideki yerleşik partizanlarla, yeni hükümeti yıldırarak erken seçimi veya askeri darbeyi zorlayacak böylesi bir etkin muhalefetin yürütülecek olması, yeni kurulan hükümetin de eşyanın yapısı gereği buna karşılık vermeye çalışması demek, seçimlerden sonra, bir “soğuk iç savaş” düzleminin oluşacak olması demektir. Ki Türkiye tarihinde, hali hazırda, ilki, “1908 devrimi”nden “1913 Bab-ı Ali Baskını”na giden süreçte; diğeri, “1973 Ecevit’in seçim zaferi”nden “12 Eylül 1980 darbesi”ne giden süreçte, böylesi bir “soğuk iç savaş” düzlemi, en azından iki defa oluşmuş ve yaşanmıştır.[9]
Böylesi bir “soğuk iç savaş” düzleminin oluşacak olması, zaten hayli zor olan restorasyon sürecinin altının da mayınlanması anlamına gelir. Öyle ki, mevcut iktidarın, yürüteceği etkin muhalefetin sonucunda, toplumsal kutuplaşmanın daha da yoğunlaşacağını, bu yoğunlaşmanın sokakta karşılığını bulacağını, buradan doğru, siyasi krizin derinleşerek artacağını söylemek çok da garip olmaz. Twitter’da videosu çokça dolaşan “sakallı ve cihatçı faşistin” Kılıçdaroğlu’na yönelik tehditleri burada bir göstergedir. Zaten, egemen blokların çoğunluğu sağlayamadığı, HDP’nin 70-80 vekille kilit parti haline geleceği olası bir meclis aritmetiği, bu siyasal krizi daha da derinleştiren bir temsil krizinin oluşmasına ayrıca sebep olacaktır. Ekonominin düzeltilmesi için sunulan tek çözüm olan dışarıdan finans akışının sağlanmasıysa (küresel buhran koşullarında ne kadar mümkün olursa!), ancak, zaten ifrahata varmış olan sömürü oranlarının ya da işsizliğin daha da arttırılması sayesinde mümkün olabilir. Ki, Mİ hükümete geldikten sonra, devlette sürekliliğin esas olması gereği, mevcut iktidarın bütün icraatlarının kefaretini de ödemek zorunda kalacaktır. Örneğin, sırf Mİ iktidara geldi diye, İdlip ve çevresinde, TSK’nın himayesi ve desteği altında yaşayan milyonlarca başıbozuk cihatçı, bir anda buhar olup havaya karışmayacaktır.
“Hesap sorma” ve “toplumsal hak ve özgürlükler” lafzı altında yapılan tartışmaların ise tam bir safsata olduğunu söylemek gerekiyor. Öyle ki, dün “anti-neoliberal” söylem nasıl bir demagojiden ibaret idiyse, bugün, “418 Milyar $ı geri alacağız” söyleminin de bir demagojiden ibaret olduğu çok açık. Çünkü, her kapitalist hükümet gibi, Mİ da, piyasanın kurallarına riayet etmek zorundadır. Mevcut yasalarla belirlenmiş usûle, uygun olan herhangi bir sermaye birikimini, eğer devrim yapmayacaklarsa(!), ancak AKP’yi “terör örgütü” ilan ederek vb. kamulaştırabilirler. Ki mevcut iktidarın, seçim yenilgisini kabul etmesinin ön-şartının uzlaşma olduğu bu olasılıkta, AKP’yi “terör örgütü” ilan etmeleri vb. pek mümkün görünmüyor. “Sedat Peker vakası”nda ortaya çıkan pislikle hesaplaşmanın da, AKP, “Susurluk”ta ortaya çıkan pislikle ne kadar hesaplaştıysa, ancak o kadar olacağını söylemek gerekiyor.Çünkü, her kapitalist hükümet gibi, Mİ da, “devlet aklı” etrafında hareket etmek zorundadır! Eğer bir tuğla çekerlerse hepsi o duvarın altında kalır! Ekonomik kriz bu şekilde sürmeye devam ederse (ki sürecek!), örneğin, herhangi bir greve ya da hak arama mücadelesine, nasıl bir tepki vereceği de, Mİ’nın, “toplumsal hak ve özgürlükler” noktasında asıl yüzünü meydana çıkaracaktır… Tüm bunlar, Mİ’nın, seçim süreci boyunca niyetinden bağımsız oluşturduğu o sol atmosferin kendisini boğacak olduğunun göstergeleridir!
Tüm bunlara baktığımızda, yakın gelecekte, ne, iktidarın seçim yenilgisini paşa paşa kabul edeceği; ne de, bir şekilde kabul etse de, seçimlerden sonra, “her şeyin çok güzel olacağı” bir sürecin gelişmesinin zor olduğunu görebiliyoruz. Yaşanmakta olan çok yönlü krizin ve devrimci durumun, bir yanıyla, bu zorluğun bir ürünü olduğunu, tekrardan söylemekte fayda var. Bu durumun; ya, bir “sıcak İÇ SAVAŞ” düzleminde, bir darbe aracılığıyla, faşizmin kurumsallaşmaya çalışacağı; ya da, bir “soğuk iç savaş” düzleminde, restorasyoncu bir programın uygulanmaya alınarak, egemen kesimlerin kapışmasının, sınıf ve iktidar mücadelelerini, daha da yoğunlaştıracağı bir şekilde devam edecek olduğunu, söylemiş olduk zaten. Tüm bunlara baktığımızda, en başta da söylediğimiz üzere, hangi ana-olasılık gelişirse gelişsin, yaşanmakta olan çok yönlü krizin ve devrimci durumun, farklı biçimler ve görüngüler altında olsa da, her daim karşı-devrimi çağırarak ve kısa-orta vadede derinleşerek devam edeceğini söylemek gerekiyor. O yüzden, kimsenin kendini kandırmasına gerek yok! Kısa-orta vadede ya da yakın gelecekte, kimsenin kafasını yastığa koyup, gece rahat uyuyacağı bir Türkiye olmayacak!
Teyakkuz ve müdahale
Krizin ve devrimci durumun kısa-orta vadede yoğunlaşarak süreciğini söylemek, elbette, mevcut faşist iktidarın faşizmi kurumsallaştırma hedefi ile Mİ’nın restorasyon hedefini eşitleyeceğimiz ve aynılaştıracağımız anlamına gelmiyor. Zaten, böylesi bir durum, aleni bir apolitizm olur. Nitekim, devrimci bir duruma rağmen, bu durumu sırtlanacak devrimci bir öznenin ve öncülüğün-önderliğin olmadığı bu koşullarda, restorasyoncu Mİ ve restorasyon girişiminin yaratacağı sonuçlar, gemi azıya almış bir faşist iktidar ve onun darbe rejiminden her anlamda yeğdir. Böylesi bir rejimin kurumsallaşmasının ve kalıcılaşmasının yaratacağı olası sonuçlardan bir önceki bölümde bahsettik zaten. Ama, Mİ hükümetinde, mecliste “etkili bir sol muhalefet” üzerinden, bir “demokratik cumhuriyet” zorlaması yapılabileceğini ya da mevcut iktidardan “hesap sorulabileceğini” düşünenlerin, “TİP’e nasip olan bize de nasip olur mu” diye umanların, Mİ’nın yaydığı sahte umutlara tav olduklarını; büyük bir olasılıkla, hırçın dalgalı bir denizin ortasında, küreksiz ve dibi delik takalarla dımdızlak kalacaklarını söylemek zorundayız. Dalgalar durulsa da, yine bu kimselerin, engin denizlerde, reformizmin hayat kurtaracağı düşünülen lastikten can simidine tutsak olarak kaybolacaklarını da, tarihten doğru pekalâ biliyoruz.
İşte bu yüzden, devrimcilerin, bu hırçın dalgalarda boğulmamak ve engin denizlerde bu şekilde kaybolmamak için doğru bir pusulaya sahip olması ve akıntıya karşı yüzebilmesi gerekiyor! Bu gereklilik, faşizmin dayattığı çaresizliğe ve Mİ’nın sahte umutlarına, bunları bahane eden oportünizmin ve reformizmin güçlenmesine karşı safları sıklaştırmadığımız; faşizm tehlikesine ve devrimci bir duruma uygun hareket etmediğimiz taktirde, yerine getirilemez. Bugün, faşizm tehlikesine ve devrimci bir duruma uygun hareket etmek ise bu durumu sırtlanacak devrimci bir öncülüğün ve önderliğin yaratılmasına yönelik çalışmaktan geçiyor. Devrimciler, faşizmin kurumsallaşmasını engellemek ve devrimci durumu sırtlanabilmek için, öncüleşmeli, yetkinleşmeli, kitleleri harekete geçirerek devrimcileştirmelidirler. Bugünkü koşullarda, bu, ancak, pratiğin içerisinde, krizin ve devrimci durumun somut tezahürleri olarak gelişebilecek ana-olasılıklara uygun ve gerçekleştirilebilmesi mümkün bir eylemli hat ile yerine getirilebilir. Bu uygun ve mümkün eylem biçimlerini ise değerlendirmeye aldığımız bu ana-olasılıklara mercek tutarak ve mercek tuttuğumuz bu olasılıkların içerisinde bazı odak noktaları yaratarak belirleyebiliriz.
Faşizmin kurumsallaşmasının yakıcılığı ve hazırlıklı olmadığımız takdirde yaratacağı geri dönüşsüz sonuçlar, öncelikli olarak, mevcut iktidarın, seçim sırasında veya sonrasında, yapmaya çalışacağı olası bir darbe girişimine odaklanmamızı, gerekli kılmakta. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Ancak, dün, devrimcilerin görevi, böylesi bir faşist darbe girişimine karşı direnebilmek ve bu direnişi bir devrime sıçratmak amacıyla, kitlelerin öz-örgütlülüklerini oluşturabilmeleri için işaret etmek, bilinç taşımak, hazırlık yapmak ve yol açmaktı. Bugün geldiğimiz durum itibariyle, artık buna geç kalındığını, açık ve can sıkıcı bir biçimde görebiliyoruz. Bugüne değin gerçekleştirilemeyen bu kapsamlı görevin, seçime sayılı günler kala gerçekleştirilebileceğini düşünmek saçma olur. Bundan kaynaklı, bunca senedir, bunu gerçekleştiremeyen devrimcilerin bugünkü ilk görevi, seçime giden süreci ve seçim gününü, olağanüstü bir titizlikle ele alıp, iktidarın olası faşist darbe girişimine karşı teyakkuz halinde olmaktır. Bunun için olabildiğince çok sayıda ve yaygın “öncü gruplar” oluşturarak, mahallelerdeki seçim sandıklarının başında durmak, uygun ve mümkün bir eylem biçimi olarak icra edilebilir. Ancak, bu pratiği, muhalefetin her zaman ki “seçim güvenliği” çalışmalarından çıkartmalıyız…
Öyle ki, bu “seçim güvenliği” çalışmalarının, 2017 ve 2018’de, kitlelerin sokağa çıkmasını engelleyen veya sokaktan çekilmesini zorlayan düzen-içi tutumlara mahal verdiğini unutmamak gerekiyor. Tarihin tekerrür etmemesi için, kuracağımız “öncü gruplar”la, bu “seçim güvenliği” çalışmalarına dahil olarak veya yanlarında durarak, sandık güvenliğini gerçekten sağlayabilmeli; herhangi bir şekilde gelişebilecek bir darbe girişiminde, kitlelerin faşist güruhların saldırısına uğramasına vb. karşı her şekilde(!) korumalarını alarak, onları, etkin ajitasyonlarla, meydanları ve YSK’ları zapt etmeye teşvik edip, tüm bu sürece müdahale edebilmeliyiz. Gerekirse yürüyüş kollarının en önünde hizalanarak, gerekirse faşizmin barikatlarına çarpa çarpa, gerekirse zırhlı araçların önüne yatıp kendimizi kitlelere siper ederek vb., iktidarı, seçim yenilgisini kabul etmeye zorlayacak etkin ve anti-faşist bir direnişin gelişmesini sağlamak zorundayız. Bu “öncü gruplar”ın kurulabilmesi için de, teknik bir donanım ve örgütsel bir kapasiteye sahip olmamız gerektiği, tartışma götürmez bir durum. Bugün itibariyle, bu donanımı ve kapasiteyi, tek başına, bu kadar kısa bir süre içerisinde, sağlayabilecek bir devrimci örgüt ise gözükmemekte. Bu yüzden, bu “öncü gruplar”ın birleşik mücadele zemininde oluşturulması artık stratejik-ilkesel bir durum olmaktan ziyade, hayati bir zorunluluk haline gelmiş durumda!
Böylesi bir etkin direniş olursa eğer, iktidarın, tereddütte kalarak, yenilgiyi kabul edip-etmeyeceğini, hayat gösterecek. Ancak, tereddütte kalmaz, gözü gerçekten karartırlar ve böylesi bir etkin direnişe karşı, “Akar’ın söylemi”nde ve “jandarma genelgesi”nde ifadesini bulan bir yönelime girerlerse, bugün, dünkü görevleri yapmadığımız için (ilk bölümde de anlatmaya çalıştığımız) oluşan güç ve inisiyatif dengesizliğinden kaynaklı, (tereddütte kalmadıkları taktirde) hızlıca bir zafere ulaşması zor olan direnişi, her türlü yöntemi kullanarak, olabildiğince uzatabilecek, bir toplumsal seferberliğe ve kararlılığa ihtiyaç olduğunu da söylemeliyiz. Öyle ki, direniş, her ne kadar uzarsa, bugün uygulanmaya alınması oldukça zor olan ama faşizmin kurumsallaşmasını ve kalıcılaşmasını engelleyecek, devrimci bir iç savaşı örgütleyecek ve mutlak zaferi getirecek esas hamlelerin hazırlanması, o kadar mümkün olabilir. Bu seferberliğin ve kararlılığın örgütlenmesinde ise seçim sürecinde deneyim ve bir örgütlülük kazanacak olan bu “öncü gruplar”ın, rolü önemli olacaktır. Böylesi bir süreç gelişirse, seferberliğin ve kararlılığın örgütlenmesi için, bu “öncü gruplar”ın içerisindeki genç kadın ve erkekler, en azından bazı namlı mahallelerde, ellerinden savurdukları ateş toplarıyla vb., dosta ve düşmana “birileri var” dedirtebilmeli, “faşizme geçit yok” diye haykırabilmelidirler.[10]
Ancak bir kesinleme yapmadığımız için Mİ’nın hükümeti devralma olasılığını görmeli ve ona göre de bir planlama yapmalıyız. Yaptığımız değerlendirmelerden doğru, Mİ’nın hükümeti devralacağı bu ana-olasılığın, iki yan-olasılık üzerinden gelişebileceğini söylemek gerekiyor. Bunlardan ilki, Mİ’nın, faşist bir darbe girişimine karşı gelişmesini arzu ettiğimiz etkin bir direnişin sonunda, eğer iktidar tereddütte kalırsa, devrimcilerin direnişi devrime sıçratacak bir yeterliliği olmadığından kaynaklı, hükümeti devralacak olması; ikincisi ise, Mİ’nın, hükümeti, TÜSİAD ve Batı emperyalizminin de desteğiyle, iktidarla bir uzlaşma yaparak, seçim sonuçlarından doğru, düzen-içi meşruiyet sınırları dahilinde devralacak olması…
İlk yan-olasılık gelişirse, söylemek gerekir ki, bu durum, Türkiye’nin, ikinci 1908 devrimi olacaktır. 1908 devrimi, her ne kadar İTC gibi gerici bir önderliği olsa da, o dönem bir silahlı direniş halinde olan Ermeni ve Balkan halklarının aktif katılım sağladığı, Abdulhamid istibdatına karşı olan tüm toplumsal kesimlerin desteklediği ve gerçekleşmesi için mücadele ettikleri, “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” sloganlarının etrafında gelişen bir devrimdi. Bugün, mevcut faşist iktidarın darbe girişimine karşı, istemesek de Mİ’nın önderlik edeceği, Kürt halkının (KÖH’nin) aktif katılım sağlayacağı, faşizme karşı olan devrimcilerin, kadın-cins özgürlük hareketinin ve solun, en önde mücadele edeceği bir direnişin, başarıya ulaşmasının muhtevası da, 1908 devrimi ile aynı olacaktır. Evet, bu göreli bir zaferdir. Nitekim, 1908 devrimi de, devrime önderlik eden İTC’nin, yeni doğan işçi hareketini ezmesi, bir darbe yapması, savaşa girmesi ve Ermeni soykırımıyla sonuçlanmıştır. Ancak böylesi bir göreli zaferin bile, iktidarın toptan tasfiyesinin önünü açabileceğini söylemiştik yukarıda… O yüzden, eğer böylesi bir durum gelişirse, devrimciler, hiç beklemeden, birleşik devrim anlayışı doğrultusunda en geniş birliktelikleri sağlayarak, faşizmin bürokrasiden paramiliter örgütlere değin toptan tasfiyesi noktasında ısrarcı olmalı ve bu göreli zaferi, önderliği Mİ’nın elinden alacak eylemli ve çok yönlü bir hattı örgütleyerek, mutlak bir zafere, yani sosyalist bir devrime sıçratmak amacıyla, uygun hamlelerde bulunmak zorundadır.
İkinci yan-olasılık gelişirse ve seçimlerden sonra bir “soğuk iç savaş” düzlemi oluşursa da, yukarıda söylediklerimizden hareketle, odaklanılması gereken iki olgu olduğunu söylemek gerekiyor. Bunlardan birincisi, Mİ’nın, seçim kampanyası boyunca, niyetinden bağımsız olarak oluşturduğu ama kapsaması zor olan sol atmosfer. İkincisi ise, mevcut iktidarın, bu “soğuk iç savaş” düzleminde yürüteceği etkin muhalefetin, sokakta faşist saldırılar olarak tezahür edebilecek olması. Bu saldırıların, önce HDP, sonra da CHP tabanına; Kürt halkına, Alevilere, mültecilere, kadınlara, LGBTİ+’lara vb. yapılabilecek olduğunu söylemek çok da garip olmaz. Devrimciler, böylesi bir süreçte, ilkin, Mİ’nın, kapsaması oldukça zor olan bu sol atmosferin üzerine binerek, restorasyon programının çıkışsızlığını ve bu programın kitlelerin aleyhine olduğunu, açlığa-sömürüye-baskıya-zulme-ataerkiye karşı biçimlenen bir mücadele programı etrafında, öncü savaş ve fiili-meşru mücadele bileşkesi aracılığıyla göstermek zorundadır. Öyle ki, bu mücadele programından doğru oluşacak olan bir iktidar programı etrafında, kitlelerin öz-örgütlülüklerini, anti-faşist ve gündelik mücadele dolayımıyla oluşturmalarının önünü açabilir ve Türkiye özgünlüğüne uygun bir devrimci savaş stratejisini uygulamaya alabiliriz…
***
Faşizm tehlikesine ve devrimci bir duruma uygun hareket etmeyenlerin, sahte umutlara tav olanların, 12 Eylül sabahına benzer bir sabahta gözlerini açtıklarında; “yine baharlar geldi” deyip şenlik havasında siyasal faaliyetlerini yürütürlerken hemen yanlarında bir bomba patladığında; sokakta veya salonda ki bir etkinliklerine faşist güruhlar tarafından saldırı düzenlendiğinde vb., mecliste ki vekillerin imzasıyla kınama metinleri yayımlamak dışında, ne yapabileceği olduğunca tartışmalı. Olması zor ama hadi oldu diyelim, eğer Türkiye’de “demokratik bir dönüşüm” yaşanırsa, yine bu kimselerin, devrimciliği nereden doğru üretecekleri ise oldukça belirsiz. Bundan kaynaklı, devrimciler, tüm bu kargaşanın ve yanılsamaların ortasında, kendini halkın önünde siper etmeyi görev bilmeli, faşizme geçit vermemeli, “sahte umutlara hayır” diyebilmeli, tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu ve bunun mümkün olduğunu kitlelere gösterebilmelidirler. Öyle ki, çekileceğimiz yere kadar çekilmiş bulunmaktayız. Artık ardımızda bir şey kalmadı. Bu memleket, yeni bir 12 Eylül yenilgisini kaldıramaz! O yüzden, devrimcilik iddiasında samimi olan herkesin kendine ciddi olması gerekiyor!
[1] (bkz.) https://komungucu8.com/2023/04/28/buhran-gecis-evresi-esik-i-emir-arda/
[2] Ama, böylesi zorlamalar ve teşvikler olmadan, iktidarın, seçim sonuçlarını kabul edip, paşa paşa hükümeti devredeceğini düşünmek siyasi bir körlük, çocukça bir naifliktir.
[3] Biz bu minvaldeki bir tartışmayı, Haziran ve Kasım 2021 tarihlerinde yayımlanmış iki ayrı çalışmada yürütmüştük zaten. Değerlendirmeye aldığımız benzer olaylar-olgular doğrultusunda, seçimlerden sonra gelişebilecek iki ana olasılığı masaya koyup, değerlendirip, o zaman eşit ağırlıkta ele aldığımız bu olasılıkların ilki üzerinden bir odak noktası oluşturmaya çalışmıştık. Gereği ne kadar yapıldı tartışılır… Ama isteyen o çalışmalara da bakabilir… (bkz.) https://komungucu8.com/2021/06/12/ic-savas-dinamigi-ve-onermeler-emir-arda/& https://komungucu8.com/2021/11/26/ic-savas-ve-ic-savas-olasiliklari-arasinda-turkiye-emir-arda/
[4] Soylu’nun “14 Mayıs batının siyasi darbe girişimidir” ve HÜDA-PAR’lı Yapıcıoğlu’nun “az farkla biterse hazırlıklı olun” söylemleri sonrasında, Kılıçdaroğlu, Özgür Özel vb.lerinin yaptıkları açıklamalar, başta CHP olmak üzere, Mİ’nın bile edilgen bir direnişe doğru bir yönelimi olabileceğini, küçük bir olasılık olsa da, gösteriyor. Küçük bir olasılık çünkü insan güvenemiyor sonuçta; kutunun içinden hıyar da çıkabilir…
[5] Ki düzen muhalefetine bile yapılacak böylesi bir olası saldırıda, devrimcilerin ve KÖH’nin nasibini fazlasıyla alacağını söylemeye gerek yok!
[6] Tüm bunlar, teslim olunmadığı taktirde, her an kendiliğinden bir isyanın patlak verebileceği, faşizme karşı direniş eğilimlerinin derinleşeceği, en geniş kitlelerin faşizme karşı direnişe hazır hale geleceği vb. bir nesnelliğin gelişmesini pek tabii sağlayabilir.
[7] Nitekim, son zamanlarda, küresel ölçekte gördüğümüz faşist örnekler olan Netenyahu, Bolsonaro ve hatta Trump, bazı girişimlerde bulunsalar da, bu düzeyde gözü karartamadıkları için geri çekilip, yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmışlardır.
[8] Bakanların milletvekili adayı gösterilmesi, iktidarın, bu zorlamalara ve teşviklere boyun eğdiğinin-tav olduğunun ve seçimden sonrasını düşündüğüne dair bir durumdur belki…
[9] Böylesi bir düzlem oluşursa, sürecin “31 Mart 1909 vakası” üzerinden mi, yoksa “MC hükümetlerinin kurulması” üzerinden mi yürüyeceğini ise hayat gösterecektir.
[10] Ki başarılı olunamasa da, böylesi bir sürecin ardından, faşizmin kurumsallaşmak ve kalıcılaşmak için saldırılarını arttıracağı ama krizin de derinleşerek yoğunlaşacağı koşullarda, daha “gizli”, derin ve yoğun çalışma koşullarına adapte olarak, mücadelenin sürekliliğini sağlayabilecek bazı sigortalar haline gelebilir bu “öncü gruplar”…
Kaynak: Komün Gücü