Bülent Parmaksız’ın Kobanî davası savunmasından: “Kapitalizm öldürür, sosyalizm yaşatır”

Daha önce sözlü savunmasından bir bölüm aktardığımız Bülent Parmaksız’ın Kobanî davasındaki yazılı savunmasının giriş bölümünü yayınlıyoruz. 

Komün Dergi Yayın Kurulu


Savunmama öncelikle dünya görüşümü, siyasal duruşumu ve gelecekte kurulmasını arzu ettiğim hayat tasavvurunu anlatarak başlamak istiyorum. Sonrasında, Kürt Meselesi’nin hakkaniyetli bir biçimde çözülememesinin nedenlerinden biri olarak gördüğüm ulus devletin kuruluş paradigmasındaki ve Türk milliyetçiliğinin zihin dünyasındaki problemli yanları göstermeye çalışacağım. Ardından Ortadoğu, İslâm, Kürt Meselesi, Türklerle Kürtlerin ilişkisi, HDP, IŞİD ve tarihte kent savunmaları meselesine değinecek ve son bölümde ise “Kobani Olayları’’nın içerik olarak ne anlam ifade ettiğini ve hangi nedenlerin sonucu olarak ortaya çıktığını anlatacağım.

Sosyalizm İnsanlığın Geleceğidir

Sosyalistim, devrimciyim. Sosyalist bir düzenin kurulmasından yanayım. Sosyalizmin bir avuç sömürücü yönetenler dışında geride kalan bütün insanlık için, bütün ezilenler, işçiler-köylüler ve hayatını emeğiyle çalışarak sürdürenler için en insani bir düzen ve yaşama biçimi olduğuna inanıyorum. Sosyalizmde sınıfsal ayrımlar ve insanın insanı sömürmesi yoktur. Sınıf, ulus, din, mezhep, cins ve akla gelebilecek çeşitli biçimlerdeki her türden ayrımcılık ortadan kalkar. Duvarsız, sınırsız ve sınıfsız bir toplum düzenidir. Sınıf, din, mezhep, etnik köken ve cins ayrımcılığını savunan karanlıkçı düşüncelerin dışında her türden fikrin kendini serbestçe örgütleyebileceği bir özgürlük alanıdır. İnsanlığın en kadim hedefi olan eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşliğin düzenidir. Herkesin yeteneğine göre çalıştığı, üretilen üründen ihtiyacı kadarını aldığı bir sistemdir. Sosyalizmde her türden sınıfsal sömürü ilişkisi ve her türden ayrımcılık ortadan kalktığı gibi, kafa-kol emeği ve köy-kent çatışması türünden çelişkiler de adım adım aşılacaktır.

Sosyalizm, önce Rönesans, ardından Descartes ve Bacon tarafından “doğanın fethedilmesi” biçiminde temellendirilip onun üzerinde egemenlik kuran “insan merkezli” hayat algısını reddeder. İnsanlarla diğer canlılar arasında hiyerarşik bir ilişkinin kurulmasını kabul etmez. Bu zihniyetin insanı doğadan ve diğer tüm canlılardan kopardığını, bunun aslında insan doğasına aykırı bir durum olduğunu gösterir. Doğa bir bütündür, insan da o bütünün ve doğanın bir parçasıdır, onun dışında yaşayamaz ve onunla uyum içinde yaşamak zorundadır. Uyumu sağlamak ise öncelikle doğanın korunmasından geçer. Sosyalizm bu anlamda sadece insanın insanı sömürmesine karşı çıkmaz, aynı zamanda doğanın korunmasını amaçlar; insanın doğayı sömürmesine, insanın kendini bütün canlıların üzerinde görmesine ve onların efendisi olduğu şeklindeki zihniyete karşı çıkar. Sosyalizm, doğayla barışık olarak yaşayan insanlı bir hayatın ve doğa-insan uyumunun en mükemmel biçimde kurulabileceği yegane sistemdir. Antik Yunan düşünürü Zenon daha M.Ö. 450’li yıllarda bu düşünceyi “Yaşamın amacı doğayla uyum içinde olmaktır” diyerek ifade etmiştir. 2500 yıl boyunca kesintiye uğrayan bu bilinç sosyalizmle birlikte kendini yeniden gerçekleştirecektir.

Sosyalizm, üretim araçlarında özel mülkiyete karşıdır. Üretimin belirli şirketlerin ve insanların mülkiyetinde toparlanması anlamına gelen tekelleşmeye, bankacılığın, iç ve dış ticaretin, yer altı ve yer üstü doğal varlıkların, toprakta büyük mülkiyetin velhasıl üretim, bölüşüm ve tüketim ağlarının özel mülkiyetin elinde toparlanmasına karşıdır. Borsa, faiz, döviz spekülasyonları ile paradan para kazanmayı, üretmeden ve emek vermeden elde edilen her türlü zenginliği reddeder. İnsan toplumsal bir varlıktır, tek başına yaşayamaz; toplumsallık içinde sosyalleşir, bir tür olarak diğer canlılardan ayrışarak insanlaşır. Yaşayabilmesi için gerekli olan üretimi toplumsal olarak üretmek zorundadır. Üretimi toplumsallaştırdığı ve birlikte üretmeyi organize edebildiği ölçüde bir tür olarak hayatta kalabilir. Her bir tekil insan, toplumsal olarak üretilen ürüne zorunlu olarak ihtiyaç duyar. Kapitalizmin akıl dışılığı tam da buradadır. Üretimin toplumsal olarak yapılması zorunluluğuna karşın mülkiyetin özelleşmesi, üretim araçları mülkiyetinin belirli ellerde toplanması ve bölüşümdeki adaletsizlik son on bin yıllık insanlık tarihinin en büyük açmazı ve çelişkisidir.

Kapitalizm insanlığın şizofren halidir. Bundan dolayı tarih boyunca insanlık şu soruları sormaktan hiç vazgeçmedi, vazgeçmeyecek: Mademki insan toplumsal bir varlıktır ve ancak birlikte üreterek yaşayabiliyor, bu durumda niçin üretim araçları özel mülk haline getiriliyor? Üretim birlikte yapılırken üretilen ürünün bölüşümü niye adaletli biçimde yapılmıyor? Dünyadaki Ford, Bayer, Volkswagen, Fiat, Apple, Microsoft, Tesla, BP, Shell türünden uluslararası tekeller ile Türkiye’deki Koç, Sabancı, Ülker, Çalık, Eczacıbaşı, Limak, Doğuş türünden büyük tekeller niçin ve hangi mekanizmalarla milyonlarca insanın ürettiği toplumsal ürüne el koyuyor? Bütün toplumsal ihtiyaçları üreten emekçi insanlar niçin buna rağmen büyük bir yoksulluk ve “yarın ne olacağım” kaygısı içinde yaşamlarını sürdürüyor? Sosyalizmde bu türden bütün tarihsel çelişkiler çözülecek ve yapılan haksızlıklar sonlandırılacak.

Nazım Hikmet’in Bedrettin Destanı’nda söylediği gibi, “Hep bir ağızdan türkü söyleyip / hep beraber sulardan çekmek ağı / demiri oyar gibi işleyip hep beraber / hep beraber sürebilmek toprağı / ballı incirleri hep beraber yiyebilmek / yarin yanağından gayri her şeyde / her yerde / hep beraber diyebilmek için” birlikte üreteceğiz; herkes yeteneğine göre üretime katkıda bulunacak, herkes emek harcayacak ve sonrasında üretilen ürün adaletli ve eşit biçimde paylaşılacak. Hiç kimse kendisinin ve çocuğunun geleceğine dair yaşamsal kaygı içinde olmayacak. Herkesin işi, barınacak evi, sağlıklı ve onurlu şekilde yaşayacağı bir hayatı olacak. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha çok değil daha az çalışacak. Zorunlu çalışma saatleri düşürülecek ve insanlar geride kalan boş zamanlarında kendisini gerçekleştirebileceği sanatsal-kültürel etkinliklerine/hobilerine zaman ayıracak. Herkes düşündüğü gibi yaşayacak, düşünceleri doğrultusunda örgütlenebilecek. Mülkiyetli düzenin beraberinde getirdiği her türden zorunluluk, uzun çalışma saatleri, işini yitirme gerilimi, açlık korkusu, çocuğunun geleceği endişesi, dini-mezhebi-etnik kökeni ve düşüncelerinden dolayı yargılanma, dışlanma kaygısı ve her tür ayrımcılık ortadan kalkacak; artık insan hayatını “zorunluluklar” değil, büyük bir özgürlük içinde “gönüllülükler” belirleyecektir.

 Zorunluluklar dünyası yıkılacak özgürlükler dünyası kurulacaktır. Yaşar Kemal’in deyimiyle “mecbur insan”ın yerini “özgür insan” alacaktır. O dünyada kral, firavun, padişah, şah, reis, başbuğ, şeyh, ağa, bey, patron, efendi olmayacak. O dünyada Neitzsche’nin deyimiyle “alt insan-üst insan” kategorik ayrımı da olmayacak. O dünyada kahramanlara, evliyalara, mehdiye, doğaüstü insanlara ihtiyaç kalmayacak. Tek tek her insanın birbirleriyle eşit ilişkiler içinde olduğu, onurlu bir hayat süren, düşündüğü ve inandığı gibi yaşayan, kendini her yönüyle gerçekleştirme imkanlarına sahip, çok yönlü, derinlikli, katmanlı özgür birer birey olacaktır. Marx’ın deyimiyle “bütün insan” ve bunların toplamı da Nazım’ın deyişiyle “büyük insanlık” haline gelecektir. Sosyalizm her türden hiyerarşiyi, tahakkümü, ideolojik şiddeti, ayrımcılığı reddeder. İnsanın doğa üzerindeki; ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki; erkeğin kadın, çocuk ve diğer ezilen cinsler üzerindeki; toprak sahibinin köylü ve burjuvazinin işçi üzerindeki her türden hiyerarşik tahakkümüne, en genel anlamda ise kapitalizmin emekçiler ve devletin insanlar üzerindeki baskısına karşıdır.

“Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz” savı sosyalizmin temel mottosudur. Sosyalizm her türden kolonyalizme, sömürgeciliğe, emperyalist işgale, ırkçılığa ve şovenizme karşıdır. Halklar arasındaki ilişkiler zorunluluklar nedeniyle değil, gönüllülük temelinde kurulmalıdır. Bir başka halkın sömürülmesi temelinde zorunluluklar ve dayatmayla kurulan her ilişki, o baskıyı kuran halkı çürütür, insanlığından çıkartır. Sömürgeci, ilhakçı ve bağımlı hale getiren ilişkiler kısa vadede bu baskıyı kuran halka maddi kazanımlar sağlayabilir, ama orta ve uzun vadede çok yönlü olarak o halkı bozar, baskıcı ilişkiyi sürdürülebilir kılma çabası, giderek otoriterleşen devletin halk üzerinde baskı kurmasına neden olur. Bundan dolayı sömürgecilik veya bağımlılık ilişkileri son tahlilde ezen ve ezilen her iki halkı da özgürlüğünden mahrum kılar, baskı ortamının artmasına neden olur.

Sosyalizm her türden cinsiyetçi baskıya, toplumsal cins ayrımcılığına karşıdır. Erkeğin, kadın ve diğer cinsel yönelim sahibi bireyler üzerindeki baskısını reddeder. Ezilen bir cins olan kadının üzerindeki erkek egemen düzenin sınıf, devlet, hukuk, din, aile, gelenek, kültür eksenli her türden ataerkil baskısını reddeder. Kadın üzerindeki bu baskının kök nedeninin mülkiyetçi düzen olduğunu bilir ve binlerce yıllık mülkiyetli toplum düzeni boyunca bu tarihsel baskının devam ettiğinin bilincindedir. Böylesine tarihsel bir geçmişe dayanan baskılara ve eşitsizliğe karşı kadının kendini gerçekleştirebilmesi ve özgürleşebilmesi için pozitif ayrımcılık yapar. Kadını ezen, onu özgürlüğünden mahrum kılan erkek de özgür değildir. Özgür ve eşit ilişkinin kurulmadığı kadın-erkek ilişkisi sağlıksızdır ve ortada bir aşk/sevgi ilişkisi de olamaz. İnsanın en büyük ve en derin duygusu olan aşk ve sevgi, ancak kadın ve erkek arasında gerçek anlamda eşitlik ve özgürlük varsa vardır. Özgürlük ve eşitliğin olmadığı hiçbir yerde kadın özgür olmadığı gibi, gerçekte erkek de özgür değildir. Kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi belirleyen yegane şey zorunluluk değil gönüllülüktür. Gönüllülük de sadece eşitlik ve özgürlüğün olduğu yerde olur. Sosyalizm bu bilinçle hareket eder ve kadının özgürlüğünü toplumsal özgürlüğün temel bir kıstası olarak kabul eder. Kadın ne kadar özgürse toplum da o denli özgürdür.

Sosyalizm, tarih boyunca insanlığın biriktirdiği bütün kazanımlara sahip çıkar. Sosyalizmin mirası son 150 yıllık modern tarihle sınırlı değildir. Sınıflı toplumlarda ezen-ezilen ikileminin ve dolayısıyla uygarlığın başladığı yaklaşık on bin yıllık tarih boyunca insanlık; eşitlik, adalet, özgürlük, kardeşlik için sürekli mücadele etmiştir. O mücadele sayesinde ortaya çıkan ekonomik-siyasi-kültürel her birikim sosyalizme içerilmiştir. Sistematik, bütünlüklü bir teori ve hayat biçimi olarak sosyalizmin modern dönemdeki kuruluşu son birkaç yüzyılla sınırlıdır; ama sosyalizmin idealleri bütün insanlık ve esas olarak da ezilen sınıfların tarihinde hep yaşayagelmiş ve insanlık o amaçlar için sürekli mücadele etmiştir. Bu kimi zaman köle isyanları biçiminde, kimi zaman din ve mezhep savaşlarının bir parçası olarak serf ve köylü ayaklanmaları biçiminde, modern dönemlerde ise işçi ve emekçi sınıfların mücadeleleri şeklinde kendini göstermiştir.

Sosyalizm pratikte gerçekleştirilemeyecek bir ideal veya kimilerinin iddia ettiği gibi kayıp kıta Atlantis türünden geçmişte yaşanmış ama bir daha geri getirilmesi imkansız bir altın çağ değildir. Tam tersine sosyalizm modern tarihimizin bir gerçekliğidir. 1917’de Ekim Devrimi’yle Sovyetler Birliği’nde kurularak tarih sahnesine çıkmıştır. 500 yıllık tarihsel geçmişiyle önce Avrupa’da ortaya çıkıp sonra da bütün dünyaya yayılan kapitalizm ise artık çökmektedir. Kapitalizm insanlığın geleceği değil, geçmişidir. Sosyalizm ise “yeryüzü cenneti”dir. Kuşkusuz 1917’de kurulup 1989’da çöken Reel Sosyalizm denemesi kimi yanlarıyla amaçlarından sapmış, kusurlu bir sistemdir. Ezilenlerin sömürülmesine son vermiş; insanların barınma, beslenme, eğitim, sağlık türünden temel ihtiyaçlarını eksiksiz biçimde karşılamış ama sosyalist bireyi yaratamamış, emekçi insanları üretim ve siyaset alanındaki karar alma süreçlerinin bir parçası haline getiremeyip nesneleştirmiştir. Bundan dolayı da insanlar sisteme sahip çıkmamış ve sonuçta sosyalizmin öğretisinin ilk kez pratikleştiği Sovyet Sosyalizmi yıkılmıştır.

Yıkılan bilimsel sosyalizm değil, öğretinin pratikte gerçekleşen ilk uygulamasıdır. Yaklaşık on bin yıllık sınıflı-mülkiyetçi toplum düzeninin tek bir seferde yıkılacağını düşünmek, mülkiyetçi sistemlerin insanlıkta yarattığı deformasyonun 70 yılda ve ilk kuruluş sürecinde çözülebileceğine inanmak çok yanıltıcıdır. Nasıl ki mutlak monarşilerden cumhuriyete ve parlamenter burjuva demokrasilerine geçmek yüzyıllara yayılmış ve birçok kez kurulup yıkıldıktan ve en sonunda bir daha yıkılmamak üzere cumhuriyet yeniden kurulmuşsa, sosyalizm de aynı şekilde bir seferde kuruluş sürecini tamamlamayacak, bir dünya sistemi olarak adım adım inşa edilecektir.

Sosyalizm insanlığın geleceğidir. Bu durum hem de yakın geleceğin bir gerçekliği olacaktır. Zaten içinde bulunduğu­muz sınıflı toplum düzeni; Neolitik Dönem’den itibaren hepi topu, yedi-sekiz bin yıllık bir geçmişe sahiptir. İnsanlar on binlerce yıl boyunca birlikte çalışmışlar ve birlikte paylaş­mışlar. Bu toplumsallık ve dayanışmacı yaşam tarzları onla­rın bir tür olarak çoğalabilmelerini sağlamıştır. Dolayısıyla “uygarlık tarihi” dediğimiz sınıflı toplumlar tarihi, uzun ta­rihi çizgimizden bir sapmadır. İnsanlık, sosyalizmle yeniden özel mülkiyetin olmadığı ortaklaşmacı yaşamına geri döne­cektir.

Kapitalizm ve emperyalizm aşaması

Kapitalizm, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin hakim olduğu bir sermaye düzenidir. Toplumun sınıflara bölünmesinin asıl nedeni, bu mülkiyetçi düzendir. Özel mülkiyet ve kapitalizm; yeryüzün­deki somut-elle tutulur bütün kötülüklerin kök nedeni, in­sanlar arasındaki her türden eşitsizliğin nedenidir. Kapitalizm, insanlar-sınıflar arasındaki eşitsizliğin bu dü­zeyde derinleştiği bir sistemdir. Fakat o, sadece emekçilerin kanını emmekle yetinmiyor; aynı zamanda insanları bu gelir adaletsizliğine razı edebilmek, kendi zenginliğini görünmez kılmak, onları yönetebilmek için güvenlik ve yargı kurumları gibi baskı aygıtları ile şiddet uygulamak dışında milliyetçilik, ortak düşman algısı, futbol, magazin türünden ideolojik ma­nipülasyon araçlarını kullanarak sürüleştiriyor. Bunca ada­letsizliğe, eşitsizliğe, özgürlüklerin yok edilmesine ve çeliş­kiye rağmen toplumlar, ancak sürüleştirilerek yönetilebilir çünkü. İnsanları sürüleştirmesi dışında kapitalizmin diğer bir özelliği, kendini görünmez kılması ve sömürüyü gizleye­bilmesidir.

Kapitalizmden neşet eden, ondan türeyen, kapitalizmin en üst aşaması, uluslararası tekellerin düzeni emperyaliz­m; ulusal sınırlarına sığmayan kapitalizmin-burjuvazinin başka ülke­leri, coğrafyaları sömürme biçimidir. Kapitalist sömürünün uluslararasılaşmış biçimi, uluslararası bir sermaye düzeni­dir. Kapitalizm öncesi dönemlerdeki sömürgeci, kolonyalist evrelerin ardından, sömürgeci sistem kapitalizmle birlikte emperyalist kapitalizme, yani emperyalizme dönüştü. Em­peryalizm; askeri, siyasi, ideolojik, kültürel tüm yöntemleri kullanarak başka ülkeleri sömürür, kendi çıkarlarına göre sistemi organize eder. Bağımsızlığa karşıdır. IMF, DB, DTÖ, NATO türünden uluslararası tekellere hizmet eden kurum­lar vasıtasıyla diğer ülkeleri kendine bağımlı hale getirir.

Emperyalizm ve onun günümüzdeki cilalanmış hali olan “Küreselleşme”, yerel sermaye güçlerinin artık uluslararası düzeyde büyüdüğü ve dünya pazarlarına uluslararası te­kellerin hakim olduğu bir sistemdir. Emperyalizm iktisadi altyapısını ve gücünü, banka ve sanayi sermayesini kendi bünyesinde birleştiren büyük tekellerden ve tekellerin dün­yanın diğer coğrafyalarına yayılmasından alır. Sermayenin belirli ellerde toparlanması demek olan uluslararası tekel­ler için artık yeni üretim ve ürünlerini satabileceği tüketim sahası tüm dünyadır. 19. yüzyılın sonundan itibaren ulus­lararası bir nitelik kazanan emperyal sermaye bütün coğ­rafyalara mal ve sermaye ihraç etmektedir. Tabii bir başka ülkeye yapılan mal ve sermaye ihracı çoğu zaman askeri ve siyasi zor aygıtlarıyla birlikte yapılıyor.

Emperyal kapitalizm, hem iktisadi yayılmacılıktır hem de askeri ve siyasi yayılmacılık. Bu yayılmacılık, sömürü ilişkisinin dayatılması sonucunu da doğurur. NATO, IMF, DTÖ türünden emperyal kuruluşlar bu yayılmaya aracılık ederler. Exxon Mobil, Aramco, Shell, BP gibi petrol tekelleri; savaş teknolojisi ihraç eden Lockhe­ed Martin; Ford, Fiat, Mercedes, Renault türünden dev oto­mobil tekelleri; Bayer, Syngenta, Astrazeneca ve BASF gibi ilaç tekelleri; dijital dünyanın Google, Amazon, Microsoft, Apple, Tesla türünden dev tekelleri bütün dünyanın iliğini-kemiğini sömürmektedir. Enerji, silah, otomotiv, gıda, ilaç, tarım, bankacılık, taşıma ve dağıtım hizmetleri dahil olmak üzere akla gelebilecek her alanda artık uluslararası tekeller hakimdir.

emperyalist kapitalizm, 1989 sonrasında Reel Sosyalist Blok’un çöküşü ardından, zafer sarhoşluğu içinde kapitalizmin artık hiçbir zaman yıkılmayacağı tezinden hareketle “Tarihin sonu”nu ilan etti. Sosyalist Blok’un caydırıcılık etkisinin or­tadan kalkması ve geçici olarak bir seçenek olma halini yitir­mesi, emperyalist sömürüye dünyanın her noktasına yayıla­bilme imkanını sağladı. Artık her türden mal ve “sıcak para” akışının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Gümrük duvarları, kotalar ve dampingler bu doğrultuda engel olmaktan çıka­rıldı.

Emperyalizm böylece ilk dönemlerinde olduğu gibi en vahşi şekilde hareket ettiği eski klasik dönemine geri dön­dü. Bunu Grenada, Haiti, Panama, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Yemen, Libya, Suriye askeri işgalleri izledi. Saldırgan yüzünü bir makyajla gizleyebileceği bu yeni yayılma süreci­ne “Küreselleşme” adını verdi. Ortaya çıkan -gerçekte eski, görüntüde “yeni”- sistemi de “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) olarak adlandırdı. Küreselleşme sürecinde emeğin serbest hareket etmesine izin verilmedi, ama meta ve sermaye akı­şının önündeki bütün engeller kaldırıldı. AB ve NATO ge­nişleme sürecini hızlandırdı. ABD, küresel yayılma sürecine itiraz eden devletleri “haydut devletler” olarak ilan etti (K. Kore, Venezüella, Küba, Suriye, Irak, İran, Libya). Sonrasın­da Irak, Libya ve Suriye askeri olarak işgal edildi. Venezüel­la, Küba ve İran’a uygulanan ambargolarla ülke ekonomileri zayıflatılarak rejimlerin değiştirilmesi hedeflendi.

Postmodernizm ve Medeniyetler Çatışması

“Küreselleşmeci Yeni Dünya Düzeni”nin felsefesi “postmo­dernizm”; siyasal stratejisi ise “Medeniyetler Çatışması”dır. Hem postmodernizm, hem de gerçek çelişkileri gizleyerek yapay bir düşmanlaşmaya neden olan “Medeniyetler Ça­tışması” tezlerinin her ikisi de gerici birer burjuva ideolojisidir. Postmodernizm ile emperyal burjuvazi insanlığın özellikle Aydınlanma ve Modernleşme süreciyle birlikte biriktirdiği bütün temel değerlere saldırdı. Aklı, bi­limi, aydınlanmayı, felsefeyi, laikliği, nedenselliği, diyalek­tiği, materyalizmi, ikilikler üzerinden düşünmeyi ve evrim teorisini hedef haline getirdi. En büyük saldırıyı da bütün­lüklü düşünme tarzına yaptı. Bütünlüklü düşünceyi ve tarih bilincini yıkıma uğratarak aklın hegemonyasını yıkıp onun yerine dinsel dogmatizmi, mistisizmi, bilinemezciliği ve karanlıkçılığı hakim kıldı. “Küçük olan güzeldir” söylemi post­modernizmin temel mottosu oldu. Bir tür “Yeni Orta Çağ”, “Teknolojist Feodalizm” inşa etti.

Muhalif hareketlere; top­lumsal kurtuluş mücadelelerinin ve sınıf siyaseti yapmanın artık anlamını yitirdiği, sınıfların eski biçimiyle hareket et­meyeceği, tam tersine sınflar arası geçişkenliğin arttığı ve bundan dolayı da mikro ve yerel düzeyde parçalı mücadele­lerin temel alınması gerektiği empoze edildi. Tarih bilincinin arkaik olduğu, gündelik yaşayarak sadece şimdiki zamanın bilinciyle hareket etmenin anlamlı olduğu ilan edildi. Siyasal mücadele “sınıf siyaseti” ekseninden çıkarılarak “kimlik si­yaseti” ve “uygarlıklar çatışması” eksenine hapsedildi. Sınıf veya toplum değil bireyin esas alınması gerektiği vurgulan­dı. “Serbest piyasanın bütün insanları özgür kılacağı ve mül­kiyet durumundan bağımsız olarak ‘pazar’ın insanları eşit bireyler haline getireceği” şeklindeki eskimiş klasik iktisat teorileri yeniden insanların bilincine zerk edildi.

Finansal serbestleşme, esnekleşme ve neoliberalizm de­mek olan “Küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” sadece uluslararası tekellerin mal ve sermaye (“sıcak para”) hare­ketlerine fırsat sunuyor. Sermayenin küreselleşmesi; emek hareketlerinin serbestçe hareket etmesini, halkların etkile­şim içine girmesini ve ulus devlet düzenini aşan duvarsız ve sınırsız yeni bir uygarlık düzeninin inşa edilmesini istemiyor. Tam tersine emperyalizm, sermaye hareketlerinin önündeki bütün engelleri kaldırırken halklar arasındaki geçişkenliği ve etkileşimi engellemek için gerçek anlamda du­varlar inşa etti/ediyor. AB ise bütün sınırlarını neredeyse du­var örmüşcesine kapatmış durumda. Onların, “Dünya artık tek bir köy haline geldi” diyerek dayattıkları küreselleşmeci politikalar sadece sermayenin çıkarları içindir, baştan aşağı sahtedir ve halklar arasında gerçek bir geçişkenliğe-etkile­şime izin vermiyor.

Ancak ABD’nin klasik emperyal politikalara dönüşü dünya halkları nezdinde itibar yitirmesine neden oldu ve 1990’ların hemen ortasın­dan itibaren “küreselleşme karşıtı hareketler” gelişti. 1990’lardan bugüne Seattle, Cenova, Prag, Atina, Paris ve Buenos Aires dahil dünyanın birçok yerinde yapılan “Küreselleşme Karşıtı Hareketler”de, Brezilya’daki “Topraksızlar Hareketi”nde, Arjantin’deki “Picatores Direnişi”nde, Bolivya, Ekvator ve Venezüella’daki toplumsal gösterilerde, “Arap Baharı”nda, ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street)” direnişinde, Fransa’daki “Sarı Yelekliler”de, Hindistan’daki çiftçi hareketinde milyonlarca çalışan insan “Kapitalizm öldürür” sloganını atıyor. Bunun bir üst bilinç sıçraması olan “Kapitalizm öldürür, sosyalizm yaşatır” sloganının atılacağı günler çok yakındır ve o tarih artık bugündür.

Devam edecek…