Daha önce sözlü savunmasının özetini ve yazılı savunmasının giriş bölümünü aktardığımız Bülent Parmaksız’ın Kobanî davasındaki yazılı savunmasının ikinci kısmını yayınlıyoruz.
Komün Dergi Yayın Kurulu
HDP’nin “6-8 Ekim Kobane Olayları” olarak anılan süreçle ilişkisi meselesine gelince: Bütün olayların, Ortadoğu’daki çatışmaların/sorunların kök nedeni emperyalist kapitalizmdir, emperyalist müdahaleler ve işgallerdir. Sonrasında ortaya çıkan diğer meseleler bunun türevidir. En büyük yanılsama; bölgedeki bütün geriliklerin-gericiliğin-işgalin kaynağı olarak IŞİD’in görülmesidir. Her kötülüğün kaynağı IŞİD’mişcesine bir yaklaşım, IŞİD’in arkasındaki gerçek tehlikeyi gizliyor. Çok açık; üç-beş yıl öncesine dek IŞİD yoktu. O zaman El Kaide vardı. Ondan önce Taliban… Son 150 yıldır Ortadoğu’da yaşanan her olayı iç dinamiklerden daha çok dış dinamikler; yani emperyalizm belirlemiştir. Sınırlar bu yüzden cetvellerle çizilmiş, Arapların ulusal birliği parçalanarak farklı ulus devletlere bölünmüş, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre BAE, Kuveyt, Katar gibi yapay-uydu devletler bunun için kurulmuş, Kürt coğrafyası bu yüzden parçalanmış; İsrail’in Filistin’i işgali bundan dolayı devam ettirilebilmiştir. Sıraladığım bu sorunların çok daha fazlasının esas failleri İngiltere, Fransa ve ABD emperyalizmidir.
Ortadoğu’daki gerçek işgalci güç, bütün geriliklerin/tarihsel düşmanlıkların asıl sebebi, kaynağı emperyalizmdir; en başta da ABD emperyalizmi. İdeolojik olarak Selefi İslâmın önünü açan, İslâmı oryantalist bir bakışla IŞİD’e indirgeyen, İslâm’ın akıl-bilim-felsefe ile bağının kopmasını hızlandıran, “Arap Baharı”nı rayından çıkaran, sınırları değiştirerek ulus devletleri parçalayan, halkları birbirine düşman eden, mezhepsel ayrımları çatışmaya dönüştüren, bölgedeki S. Arabistan, BAE, İsrail türünden devletleşmiş gericilikleri besleyen, Irak, Yemen, Suriye ve Libya’yı işgal eden, yeraltı ve yerüstündeki bütün doğal varlıkları talan eden, IŞİD, El Nusra, Ahrar uş-Şam türünden bütün gericilikleri örgütleyen ve sonrasında bu örgütleri en başta Kürtler olmak üzere bölge halklarının üzerine saldırtan güç ABD emperyalizmidir.
Modern dönemlerde emperyalizmin bölgeye saldırısının tarihi 18. yüzyıla dek uzanıyor. Son iki yüzyıldan bu yana bölgemiz sömürgeciliğin, emperyalizmin işgal alanına dönüştü. İngilizlerin Akdeniz’deki ve Doğu Ticaret Yolları üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesinin ardından bölge, emperyal güçlerin kapışma alanına dönüşmeye başladı. İngilizler, Hindistan’ı işgal ettikten sonra en kısa yoldan Hindistan’a ulaşabilme kaygısıyla Ortadoğu’ya olan ilgileri artmıştı. Geç kapitalistleşen ve bundan dolayı paylaşım çatışmasına geç giren Almanya ise bölgeye “Bağdat-Berlin Demiryolu Projesi” ile girdi. Sonrasında 19. yüzyılda petrolün bulunmasıyla birlikte emperyal güçler arasındaki çatışmalar sertleşti, bölgenin sömürgeleştirilmesi derinleşti. O günden bugüne işgalci emperyal güçler değişti, ama Ortadoğu’nun talan edilmesi süreci değişmedi. Üstelik bu işgal sadece askeri yollarla olmadı. Aynı zamanda siyasal, ideolojik, tarihsel, kültürel talanla devam ettirildi, ettiriliyor.
Napolyon, Mısır’ı aynı zamanda arkeologlar, din adamları, bilim heyetleriyle işgal etti. Sonrasında bu işgaller her zaman bir kültürel istilaya da dönüştü. Kapitalistleşmiş “Batılı” kültür; kendi birikimlerini, kurumlarını, yaşam biçimini, dilini, dini değerlerini bölgeye empoze etti. Geleneksel olan her şeyi yıktı, modernleşme adına tepeden inmeci “Batılı” değerleri dayattı. Dolayısıyla modernlik/çağdaşlık adına dayatılan kültür, sömürgeci talanın bir parçası olarak bölgeye nüfuz etti. İşgallere ve kültürel talana karşı giderek dozu artan bir direniş başladı. Direniş esas olarak İslâmi ideoloji üzerinden örgütlendi. Bölgede kapitalizmin geç gelişmesi ve onun bir ürünü olan ulus devlet anlayışının önceli milliyetçilik hareketlerinin geç ortaya çıkması ve modern anlamda sınıf hareketlerinin örgütlenememesi nedeniyle İslâm, kimi zaman kesintiye uğrasa da, esas olarak bölgedeki direnişin temel muhalefet dinamiği haline geldi. O günden bugüne İslâmi eksenli siyasetin çoğu zaman iki yüzü oldu. Bir yanıyla bölgedeki talana ve sömürgeciliğe karşı “direniş ideolojisi olarak İslâm”, diğer yanıyla da emperyalizmin ve bölge gericiliğinin temel dayanağı olarak “işbirlikçi Siyasal İslâm.”
Başlangıçta Ortadoğu’da “böl-yönet” çizgisi ve kültürel talanda İngiltere ve Fransa’nın rolü belirleyicidir. Bugünkü Ortadoğu, İngiltere ve Fransa arasında 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması ardından şekillendi. 20. yüzyılın hemen başında ise Almanya “İslâm ülkelerinin hamisi” rolüne, II. Dünya Savaşı’nın ardından da bu role ABD soyundu. ABD, “Yeşil Kuşak” projesi ile İslâmcı çizgiyle çok oynadı. Onu, reel sosyalizmi çevreleyen işbirlikçi bir araca dönüştürdü. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ardından ise “Medeniyetler Çatışması” ekseninde, İslâmın işbirlikçi olmayan kanadını hedef haline getirdi. Siyasal İslâmı ikiye böldü. Hizbullah, Hamas, İslâmi Cihat türünden direniş örgütlerini karşısına aldı. Öte yandan İhvan, Nahda Hareketi, AKP türünden “Ilımlı İslâmi” örgütlerin önünü açtı. Çeçenistan, Kosova, Bosna, Nijerya vs.deki Vahhabi grupları ve IŞİD, Nusra, Boko Haram türünden silahlı grupları ise, bütünüyle olmasa da işbirlikçi hale getirmeyi becerdi.
İslâmi siyaset ve kültüre selefi çizginin hakim olması, IŞİD türünden işbirlikçi İslâmi grupların “ana akım” haline gelmesinin esas nedeni dışsaldır ve bölgeye dışarıdan yapılan emperyalist müdahalelelerin sonucudur. 1860’lardan başlayarak İslâm’da modernleşmeci, ilerlemeci, akla-bilime-felsefi temellere dayanmaya çalışan eğilim kabaca 1950’lere dek varlığını devam ettirdi. Fakat enerji savaşları nedeniyle Ortadoğu sürekli o denli talan edildi, emperyalizm bölgeyi “üretici” olmaktan çıkarıp o denli “tüketici” hale getirdi, despot gerici rejimler eliyle diktatörlükleri o denli örgütledi ve İsrail eliyle Arapları o denli aşağıladı ki, en sonunda talan edilmiş İslâm coğrafyasında radikal-Selefi akımların dışında başkaca bir muhalif akımın ortaya çıkmasının koşulları kalmadı.
Özellikle 1960’lar sonrasında Ortadoğu coğrafyasında “Batı, Batı’dır; Doğu da Doğu. Bu gerçek değişmez. Ve biz de kendi tarihi referanslarımıza dönmeliyiz. Batı’nın bütün insani-evrensel değerleri bizi sömürgeleştirmekten başka bir işe yaramıyor” zihniyeti gelişti. “Müslüman Kardeşler” (İhvan) örgütü, 1950’ler sonrasında İslâmcı çizginin siyasallaşmasını ve “siyasal İslâm”ın ortaya çıkışını hızlandırdı. Siyasal İslâm’ın önemli bir kanadı hızla radikalleşti; “anti-Batıcı” hale geldi. Dogmaya-fıkıha-kitabi metne bire bir bağlanmayı esas aldığı için dünyevi, kültüralist, modernleşmeci ve akıl-bilim-felsefe ile uzlaşma çizgisinden uzaklaştı. Gündelik hayatı İslâmi kurallar ekseninde örgütlemeyi eksen aldı. İktidarlaşmaya ve devletleşmeye yöneldi. Bundan dolayı giderek bugünkü zamandan koparak tarih dışı kaldı, kendini var olan gerçek dünyaya kapattı.
Karanlıktan beslenen tarih dışı bir örgüt: IŞİD
Bu tarihsel arka plânla birlikte düşünüldüğünde, “Bugün hangi koşulların sonucu olarak IŞİD ortaya çıkmıştır?” sorusunun cevabı önemlidir. IŞİD; Irak ve Suriye’nin emperyalist işgale uğramasının ardından ortaya çıktı. Toplam nüfusu elli üç milyon olan bu iki ülkede, işgal ve iç çatışmalar esnasında bir buçuk milyon insan öldü ve dokuz milyon insan da ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Üretim alanlarının tarumar olduğu ve elektrik-su-yol türünden bütün altyapının tahrip edildiği, halklar ve mezheplerin birbirine düşürüldüğü, binlerce kadına tecavüz edildiği, Ebu Gureyb türünden vahşetlerin yaşandığı, Türkiye, S. Arabistan, Katar vb. dış güçlerin iç karışıklıklara müdahil olduğu bir ülke gerçekliğinden bahsediyoruz. İşte IŞİD, bu vahşetin ortasında çıktı. Bunca vahşetin olduğu bir yerde böylesine “ucube” bir örgütün çıkmasını anlamak hiç de zor değil. IŞİD; hem emperyalist işgalin tepkisel bir sonucudur, hem de o işgalin bir parçası, ABD emperyalizminin işbirlikçisidir.
IŞİD, siyasal çizgisi itibarıyla tarih dışıdır, anakroniktir. İnsanlığın evrensel birikimlerine ve Sünni Araplar dışındaki diğer halklara ve mezheplere düşmandır. İsrail’le çatışmaya girmekten özenle kaçınmaktadır. Bu yanları itibarıyla İslâm’ı direniş bayrağı haline getiren Libya’da Ömer Muhtar, Tunus’ta Burgiba, Pakistan’da Cinnah, Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas türünden örgütsel geleneklerin çizgisinden uzaktır. Daha çok Arap milliyetçiliğine ve sola yakın; ama yine de İslâmi referansları reddetmeyen Nasır ve Kaddafi ile ise hiçbir benzerliği yoktur. El Kaide; bileşen örgütleri arasında organik bağların olmadığı, ideolojik ve dinsel bir söylemin ve ulaşılmak istenen hedeflerin bir arada tuttuğu, “mekânsız” ve “devletsiz” bir örgütlenmeye sahiptir. IŞİD ise tam tersine yerel hedeflerle yetinen, belirli bir coğrafyada siyasal iktidar kurmak isteyen, “mekân, alan tutma” ve “devlet kurma” hedefli, 14. yüzyılda yaşayan İbn Teymiyyye’nin tarih dışı dogmalarını değişmez doğrular olarak kabul eden cihadi Selefi bir harekettir. Fakat, izleyecekleri yol konusunda aralarında kimi farklar olsa da hem Taliban, hem El Kaide, hem de IŞİD tarih dışı, insanlık dışı hareketlerdir. İç dünyaları, zihinsel kodları ve kurmayı hayal ettikleri düzen birbirine benzemektedir. Afganistan Kandahar’da camideki yaşlı bir adamın Taliban için söyledikleri aslında bütün Selefi grupların iç dünyasını yansıtıyor: “Ölüm arasında karanlığın içinde yetiştiler, öfkeli ve cahiller. Hayatta neşe getiren her şeyden nefret ediyorlar.” Bu çarpık zihniyetin bir başka biçimde dışavurumu ise akıl dışılığıyla 1996-2001 yılları arasında iktidar olan Taliban yönetiminin, “İyiliği Emir ve Kötülüğü Men Bakanlığı”nın duvarında yazılı olan, “Aklı köpeklere atın, yozluk kokuyor” sloganında kendini göstermektedir.
IŞİD birkaç yıl içinde jet hızıyla palazlandı, fakat arkaik zihin dünyası ve hakim olduğu yerlerde uyguladığı vahşet nedeniyle hızla deşifre oldu ve bütün dünyanın tepkisini üzerine çekti. Kobani’de yaşadığı yenilgi ile de yayılma hızı yavaşladı. Kobani, IŞİD saldırılarının durdurulduğu ve işgal hareketlerinin başarısız olduğu ilk yerleşim yeridir. Yani IŞİD’i ilk kez Kürtler durdurmuş oldu. Sonrasında Suriye’de Menbiç ve Rakka’yı IŞİD’in elinden aldılar. Irak’ta ise Musul’u kaybedince IŞİD hızla zayıfladı ve işgal ettiği bütün toprakları kaybetti. Yenilginin ardından aradaki ilişki gereğince IŞİD’in önemli sayıda kadrosu, ihtiyaç olduğunda kullanılmak üzere Türkiye’ye taşındı ve onlarca farklı vilâyete dağınık şekilde yerleştirildi.
“Türkiye, IŞİD’i niye destekledi?
Bütün dünyada, Türkiye’nin IŞİD veya diğer Selefi örgütlerin birçoğuyla ilişkili olduğu ve onların hamisi gibi davrandığı kabul ediliyor. İster Nijerya, ister “Afrika Burnu”, isterse Libya veya İdlib’te olsun fark etmez; birçok yerde kimin Selefi örgütlerle bir sorunu varsa sorunun çözümü için Türkiye’nin arabuluculuk etmesini istemesi tesadüf olmasa gerek. İlişkinin düzeyini görmek açısından sadece İdlib’e bakmak bile yeterlidir. İdlib, şu an bir zamanlar Afganistan’ın oynadığı rolü oynuyor. Tıpkı Afganistan’da olduğu gibi; Irak ve Suriye’nin işgali ardından onlarca farklı ülkeden bölgeye gelen yüz elli bine yakın radikal İslâmcı militan şu an İdlib’te toplanmış durumda. İdlib’i ise bölgeyi 14 gözlem noktası ile çevreleyen Türkiye koruyor. Türkiye buradaki unsurlar üzerinden Suriye’nin bölünmüş durumunu devam ettiriyor, ihtiyaç duyduğunda onları Libya’ya götürüyor. Kabil’de kalması Taliban rejimi tarafından kabul edilseydi, muhtemelen ileride Afganistan’a taşıyacaktı. Bu gruplara yıllardan beri silah gönderildiği ise herkes tarafından bilenen bir “sır”. Fakat bu sırrı son günlerde bir kez daha Peker videoları deşifre etti. Türkiye’nin ayrıca bir dönem IŞİD üzerinden Suriye ve Irak’tan kaçak akaryakıt ticareti yaptığını ise üstü kapalı biçimde Rusya açıkladı. Rusya’nın bu konuyu BM gündemine getirmekten son anda vazgeçtiği biliniyor.
Peki, Türkiye niçin bu düzeyde IŞİD’i destekledi veya onunla ilişkilendi? Bunun kabaca üç nedeni var: Bir; Selefi cihatçı örgütler üzerinden bölgede yayılma isteği. İki; yine aynı örgütler üzerinden Arap-Kürt gerilimini tırmandırmak ve bölgedeki Kürt kazanımlarını tasfiye etmek. Üç; özellikle dış politikada ideolojik/mezhepsel tarafgirlik.
Türkiye’nin en temel sorunlarından biri enerjiye; yani petrol gibi fosil yakıtlara sahip olmamasıdır. Bilinen rezervler itibarıyla petrol ve doğalgaz gibi doğal varlıkları yok denecek kadar az. Bundan dolayı enerji ihtiyacını esas olarak ithal ediyor. İthalat harcamalarının ağırlıklı bir kısmı enerji için harcanıyor. Her ne pahasına olursa olsun enerjiye ulaşmak istiyor. Bu hedefine ilk elde ulaşabileceği alan olarak ise Irak’ın kuzeyindeki petrol yataklarını görüyor. Bilinen rezervler itibarıyla Dünya’da en fazla petrole S. Arabistan sahip. İkinci sırada Irak geliyor. Irak petrolünün üçte birlik kısmı ise bir Kürt coğrafyası olan Irak’ın kuzeyindedir. Musul ve Kerkük bölgenin merkezi. Yani burası aynı zamanda petrol rezervleri çok yüksek olan bir bölgedir. Misak-ı Milli sınırları içinde tarif edilen Musul vilâyetini o günkü siyasal-askeri dengeler elvermediği için Türkiye önce Lozan, sonrasında ise 1926’da İngiltere ile yapılan Ankara Antlaşması gereği bırakmak durumunda kaldı. Fakat Musul’a ve petrole sahip olmak arzusundan hiç vazgeçmedi. 1991’de yapılan I. Körfez Savaşı esnasında Irak’ın istikrarsızlaşmasını bunun için bir fırsat olarak görüp değerlendirmek isteyen dönemin Turgut Özal Yönetimi, Körfez Savaşı’na girmek istedi. Ancak savaşa dahil olmak hedefi bir devlet politikası haline getirilemedi. Sadece bir hükümet politikası olarak kaldı.
Özal’ın önerdiği bu yayılmacı politikanın ordu başta olmak üzere devlet katında kabul görmemesinin esas sebebi “Kürt Meselesi”dir. Çünkü Özal, bir Kürt bölgesi olan Musul başta olmak üzere Irak’ın kuzeyine yerleşebilmek için bölgedeki Kürtlerle bir anlaşma yapmak, onların rızasını almak ve Türkiye’de ise Kürt meselesinin çözülmesi gerektiğinin farkındaydı. Tabii Irak’taki Kürtlerin rızasını alabilmek için öncelikle Türkiye’deki Kürt meselesinin çözülmesi ve bunun Güneyli Kürtler için bir model haline getirilmesi gerekiyordu. Özal o dönem bundan dolayı “federasyon” tartışmalarını başlattı. Şayet Türkiye’deki Kürtlerle federatif bir çözümde anlaşabilirse bu sayede K. Irak bölgesindeki Kürtlerin de bu federasyonun bir parçası haline gelebileceğini, dolayısıyla kendi deyimiyle “bir koyup üç alma”nın imkânları olabileceğini düşünüyordu.
Fakat bu politika üniter devlet politikasından vazgeçmeyi ve Kürtlerin kolektif haklarını tanımayı gerektirdiği için devlet nezdinde kabul görmedi. Üstelik içeride Kürt meselesi ile yeterince sorun yaşadığını düşünen Türk yönetenleri, Irak içlerine doğru sınırlarını genişletip buna bir de Güney Kürt Bölgesi’nin beraberinde getireceği riskleri de eklemek istemedi. Ayrıca o dönemde yavaş yavaş uluslararası bir mesele haline gelmeye başlayan Kürt meselesinin K. Irak Kürt Bölgesi’nin içerilmesiyle birlikte uluslararası boyutunun daha da derinleşeceği endişesi de yönetenleri ürkütmekteydi. Aslında o dönemdeki “devlet aklı”, 1926 koşullarındaki zihin kodlarına çok benziyor. Kürtlerin ayrı bir millet olarak varlığını tanımamak, varlıklarını inkâr etmek. İçeride zaten yeterince sorun haline gelen Kürt meselesine bir de Güney Kürtlerini dahil ederek sorunu büyütmemek. Öte yandan Türk yönetenleri bir bütün olarak o savaşa dahil olsaydı bile, ABD’nin Güney Kürt Bölgesi’nin ve Musul petrollerinin yönetimini Türkiye’ye bırakıp bırakmayacağı meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Konunun başkaca bir yüzü de budur.
Sonuç olarak 1991’de önerilen program Kürt sorununda yaşanan kaygılar nedeniyle kabul görmedi. Ancak egemenler, yayılmaya imkân veren başkaca fırsatları kovalamaktan hiç vazgeçmedi. II. Körfez Savaşı ardından böyle bir fırsat tekrar ele geçirildi. ABD, Irak’ı işgal etti. Saddam rejimi devrildi. Ortaya çıkan kaos ortamını Türkiye, IŞİD başta olmak üzere Selefi örgütleri kullanarak bölgede yayılmak için bir fırsat olarak gördü. Bahsi geçen örgütlerin hamiliğini üstlenerek petrol bölgelerinde etkinlik kazanacağını düşündüğü için IŞİD’in Musul işgalini sessizlikle karşıladı. Türkiye’nin IŞİD’le ilişkilenmesinin birinci nedeni işte bu enerji bölgelerine doğru olan yayılma arzusundan kaynaklanmaktadır. İkinci nedeni yine Kürt meselesiyle bağlantılıdır. Türkiye; hem Irak’ta, hem de Suriye’de Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmek istiyor. 1991 sonrasında Irak’ın kuzeyinde kurulan “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi”nden ve 2012 sonrasında Suriye’nin kuzeyinde kurulan “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” nden çok rahatsız.
Üstelik bu dönemde Kürt meselesi tamamıyla uluslararası bir sorun haline geldi. Uluslararası kamuoyu artık her iki bölgedeki Kürtlerin kazanımlarını destekliyor. Bundan dolayı Türk yönetenleri bölgede Arap-Kürt gerilimini tırmandırmak, Kürtlerin coğrafi hakimiyetlerini ve kurumlaşmalarını tasfiye etmek için IŞİD türünden Selefi Arap orijinli örgütleri destekledi; Kürt yerleşimlerine yapacakları işgal girişimleri konusunda onları motive etti. Türkiye’nin IŞİD’le ilişkilenmesinin üçüncü nedeni tamamen ideolojik ve mezhepsel tercih sebebiyledir. Mezhepsel bakış aynı zamanda dış politikanın ana omurgasını belirler hale getirilmiştir. AKP hükümetleriyle birlikte, hem içeride hem de dışarıda siyaset yeniden Sünnî merkezli olarak inşa edilmeye başlandı. Bundan dolayı 2014 yılında Türkiye, Maliki önderliğindeki Şiilerin ağırlıkta olduğu Irak Hükümeti’ne karşı Sünnî muhalefeti kendi çevresinde toplayarak savaş açan IŞİD’i destekledi. Türkiye bu politikasıyla IŞİD üzerinden Irak’ta kendi himayesinde Sünniler için federal bir bölge kurmayı hedefledi. Eğer bu politika başarılı olsaydı Musul petrolleri üzerinde söz sahibi olabilecekti. Ama olmadı. IŞİD hangi hızla palazlandıysa, o hızla da sönümlendi.
10 Haziran 2014’te Musul’un IŞİD tarafından işgal edilmesi ve Şengal’de Ezidilerin yaşadığı katliamın ardından IŞİD’e karşı ilk önce İran tavır aldı ve mevzilerini Haziran ayı sonunda bombaladı. ABD ise Musul düştükten iki ay sonra, 8 Ağustos 2014’de IŞİD’e karşı saldırıya geçti. IŞİD karşıtı 66 üye ülkeden oluşan koalisyon 11 Eylül 2014’te kuruldu. Başlangıçta Türkiye, işgal esnasında Musul Konsolosluğu’nda rehin alınan elçilik görevlilerini gerekçe göstererek koalisyona katılmadı. Aynı süreçte, sonrasında karar değiştirseler de, Suudi Arabistan ve Ürdün de IŞİD’i destekliyordu. Rusya ise 30 Eylül 2015’ten itibaren IŞİD’i vurmaya başladı. Ciddi anlamda ABD operasyonları da Rusya’nın müdahalesi ardından başladı.
Türkiye, konsolosluktaki rehineler serbest bırakıldıktan sonra da IŞİD karşıtı koalisyona katılmakta istekli olmadı. Fakat 23 Temmuz 2015’te IŞİD, Kilis sınırında bir Türk görevlisini öldürünce ve esas olarak da uluslararası baskılar nedeniyle 24 Temmuz 2015’te IŞİD’e karşı hava operasyonları için İncirlik Üssü’nü açmak zorunda kaldı. Başından itibaren Türkiye, yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı IŞİD’e karşı tavır almakta hep isteksiz oldu. Onları “öfkeli çocuklar” olarak gördü. Ancak uluslararası baskılardan kaçamayacak duruma geldiğinde, “kağıt üstünde” IŞİD karşıtı koalisyona katılmak durumunda kaldı.
“Kürt Hizbullah”ı ve IŞİD
Türkiye’nin 2014’lerde IŞİD’le kurduğu ilişki 1980’lerde kendisini “Hizbullah”, halk arasında “Hizbul-kontra”olarak adlandıran yapı ile kurduğu ilişkiye benziyor. Hizbullah Hareketi özellikle 1980’li ve 90’lı yıllarda Kürt siyasal hareketinin yükselişe geçtiği dönemde Kürt Hareketi’ne karşı örgütlendi/kullanıldı. Hizbullah, klasik devlet yönetme biçiminin bir düsturu olan “bir zararlıyı bir başka zararlı ile tasfiye etmek” ekseninde, İslâmi referansları esas alan bir hareket olarak örgütlendi. İslâmcılık ve Kürtleri yoğun bir biçimde İslâmize etme politikası, Kürt ulusal bilincinin gelişmesini engelleyecek sağlam bir ideolojik dayanak olarak görüldüğü için Kürt illeri zaten onlarca yıl boyunca ağır bir İslâmizasyona tabii tutulmuş, tarikatların bölgede örgütlenmesi teşvik edilmişti. Bundan dolayı yıllar içinde Kürtlerde İslâmi duyarlılık çok gelişmiş, ulusal bilincin ve modernleşme hareketlerinin gelişmesini perdeleyen bir rol oynamıştı.
Böylesi gerici bir altyapıya ve zihinsel kodlara sahip olan bölgede Hizbul-kontra türünden hareketlerin örgütlenmesi yönetenler açısından çok da zor olmadı. Nihayetinde Hizbullah Hareketi yükselen ulusal bilincin gelişmesini engellemeye çalıştı, devlet desteğiyle bölgede yıllar boyunca karanlık faaliyetler yürüttü ve binlerce cinayet işledi. Fakat 2000’li yılların başında Kürt siyasal hareketi strateji değişikliğine gidince, devlet de politika değiştirdi ve eski biçimiyle kullanma ihtiyacı duymayacağını düşündüğü için Hizbullah’a karşı operasyonlara başladı ve hareketi önemli ölçüde tasfiye etti. Hizbullah’la kullanma ekseninde kurulan ilişki, birçok örnekte görülebileceği gibi; her zaman tek yönlü bir ilişki biçiminde yürümüyor. İlişkinin biçimi çoğu zaman karşılıklı olarak kullanma/kullanılma ilişkisine de dönüşebiliyor. Kuşkusuz bu ilişkide baskın olan ve bundan esas olarak yararlanan tarafın devlet olduğu çok açıktır. Ama gelinen noktada Hizbullah türünden “ayrılma eksenli” bir programa sahip, İslâmcı bir Kürt hareketinin örgütlü hale geldiği de bir gerçekliktir. Başlangıçta lâik ve modern bir hareket olan FKÖ’nün gücünü zayıflatmak için; İslâmi referanslarla kurulmasını teşvik ettiği HAMAS’ın sonraki yıllarda, kurucusu olduğu İsrail’le yoğun çatışmalı süreçlere girdiği hatırlanmalıdır.
Türkiyenin IŞİD’le kurduğu ilişki, tam da bölgede Hizbullah ile kurduğu ilişkiye benziyor. Her iki grupla kurduğu ilişkideki ortak nokta, Kürt siyasal hareketine karşı kurulmuş olmasıdır. IŞİD ve Hizbullah hareketlerinin her ikisi de İslâmi söylemi/programı esas almaktadır. Hizbullah’la 1980 ve 90’larda Türkiye’nin Kürt illerinde, IŞİD’le ise 2014 döneminde Irak ve Suriye’de ilişki kurulmuştur. Kuşkusuz IŞİD’le kurduğu ilişkide Kürt siyasetine karşıtlık dışında birden fazla amacı hedeflediğini biliyoruz. Hizbullah ile bölgedeki Kürt siyasal hareketine karşıtlık temelinde daha dar hedeflerle bir ilişki kurulurken, IŞİD’le ise daha geniş bir coğrafyada Arap-Kürt karşıtlığını büyütme hedefli daha derinlikli bir ilişki kurulmuştur. Özellikle IŞİD’le kurulan ilişkide kullanma/kullanılma diyalektiği, Hizbullah’la kurulan ilişkideki kullanma/kullanılma ilişkisinden çok farklıdır. IŞİD’le kurulan ilişkide, IŞİD’in bu ilişkide Türkiye’nin imkânlarından daha fazlasıyla yararlandığı uluslararası kamuoyunda kabul görmektedir.
Hem IŞİD, hem de Hizbul-kontra, vahşice yaptıkları eylemlerle insanlar üzerinde dehşetli bir korku yarattılar. Vücut bütünlüğünü bozacak şekilde kafasının kesilmesinden veya Domuz Bağı ile bağlanıp karanlık dehlizlerde işkenceli sorguların ardından yok edilme tehlikesinden etkilenmeyecek insan yoktur herhalde. “Domuz Bağı” ve “kafa kesme”, Kürtler başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşayan bütün insanlar üzerinde derin travmalar yaratan terör yöntemleri ve kavramlardır. Dehşet duygusu; insanın hayatını felç eder, bilincini köreltir. İşte domuz bağı ve kafa kesme eylemleri ile bölgemizde son 30 yıldır bu travma yaratıldı. Artık IŞİD denilince; insanların, özellikle kadınların aklına hemen dehşetli bir biçimde kafa kesme, tecavüz ve köle pazarlarında satılma kaygısı geliyor. IŞİD’in zihinlerde yarattığı, yaratmak istediği algı bu.
Adının bile anılmasının insanları tedirgin ettiği, herhangi bir yeri işgal etmeden önce korkusunun o kente ulaştığı barbar bir hareketten bahsediyoruz. Dolayısıyla hafızada bu biçimde kodlanmış bir IŞİD’in Kobani’ye saldırması ardından, bunun, Türkiye’deki Kürtler üzerinde bir reaksiyon yaratmayacağını düşünmek eşyanın doğasına aykırıdır. Bu dehşetengiz arka plân kavranmadan Ekim 2014 yılında cereyan eden “Kobani olayları” anlaşılamaz. Gerçekten de IŞİD, 15 Eylül 2014’te Kobani’ye saldırdığında Kürtler, hemen bu duruma kendiliğinden bir tepki vermeye başladı. IŞİD’in Kobani’ye saldırısı ardından Kürtler başta olmak üzere demokratik kamuoyunun saldırıya karşı tepkisini göstermek için birçok yerde sokağa çıkması haklı ve meşrudur. Tıpkı kapısına zorla dayanıp ailesine zarar vermek isteyen saldırgana karşı herhangi bir kişi nasıl karşılık veriyorsa, Kürtler de aynı şekilde işgal girişimine karşı direnerek tepkilerini gösterdiler. Kürtlerin sadece tel örgülerin ayırdığı yakınlarıyla dayanışma içine girmeleri kimseyi şaşırtmamalı ve korkutmamalıdır. IŞİD’e karşı insanların yaşadığı toprağını, evini, yurdunu savunması bir haktır ve meşrudur. Saldırı esnasında o insanlarla dayanışma içinde olmak da en az onun kadar meşrudur.
Bir kenti savunmak: Kobani
Tarihte kuşatmaya, işgal girişimlerine karşı direnen şehir örnekleri olduğu biliniyor. İnsan yaşadığı yeri, toprağı savunur. Bu kimi zaman bir ülkenin, kimi zaman bir şehrin, kimi zaman da aidiyet duyulan alanın savunması şeklinde olur. Mekân, yaşam alanı, yurt bellenen toprak eğer birileri tarafından işgal edilme riskiyle karşı karşıya ise, işgale karşı direnmek zorunluluktur. Sadece mekân, yurt, toprak için değil; bazen bir fikir, program, hedef, kitle, yaşam biçimini savunmak için de direnmek gerekir. Her türden ezme-ezilme ilişkisinde ezilenlerden yana olmak; bilimin, aklın, ahlâkın, vicdanın gereğidir. Kimi durumlarda ise alan/toprak/yurt ile fikir, program, ilke, yaşam biçimi ilişkisi özdeşlik haline gelir ve direnmek; hem mekânın, hem de fikrin/yaşamın aynı anda savunulması anlamına gelir.
Bir şehrin ve bir yaşam biçiminin savunulduğu kent direnişlerinin son örneği Kobani’dir. Kobani’de de Kürtler, IŞİD vahşetine karşı hem kendi topraklarını hem de Erbil ve Süleymaniye merkezli yönetim anlayışından farklı olarak yeni bir fikir ve programla kurmaya çalıştıkları yaşam biçimlerini savundular.
IŞİD’in Kobani kuşatması 15 Eylül 2014 tarihinde başladı ve 27 Ocak 2015’e dek sürdü. Kadınların kitlesel olarak içinde yer aldığı Kobanili Kürtlerin direnişi sayesinde IŞİD saldırısı püskürtüldü. IŞİD’in yayılması ilk kez Kobani’de durduruldu. İspanya İç Savaşı düzeyinde olmasa bile, Türkiyeli Sosyalistler dahil birçok farklı ülkeden insan Kobani direnişine katıldı, uluslararası düzeyde destek ve dayanışma gösterdi. Kuşatma esnasında Kobanili Kürtler işgale karşı sadece kendi topraklarını değil; aynı zamanda devrimi, özgür yaşam biçimini ve komünal hayatı da savundu. Bu yüzden IŞİD’e karşı yapılan savaşın, aynı zamanda tarihsel olarak daha ileriyi ve insanlığın geleceğini temsil ettiğini söyleyebiliriz.