Krizleriyle de olsa yüzyıllara yayılan kapitalizm sadece yapıları değil, en ufak hareketine kadar bireyi de etkilemiş durumda. Kapitalizm yaşama içgüdümüzden de yararlanarak kendi değerler sistemini inşa ediyor. Paranın her şeye dönüşebilmesi, gündelik ilişki pratiklerimizin de kârın maksimize edilmesine dayanan alanlara yönelmesine yol açıyor. Öte yandan bütün toplumsal alanlar atomize edilip, felsefesinden, toplu oturmayı ortadan kaldıran mimarisine kadar yepyeni, kendi ile kafayı bozmuş, La Haine’de anlatılan ancak ve ancak ev ile iş arasında kullandığı o yürüyen merdiven bozulduğunda isyan eden yani bencilliğini bile toplumsal bir sorunmuşçasına yutturmaya çalışan yepyeni bir birey meydana geliyor. Bir yandan da en basitinden bir kıskançlık hissini ve daha güzel görünme isteğini dayatarak kapitalizmin aslında en müphem saiklerinin devamlılığına neden oluyor: mülkiyet ve rekabet. Ancak virüsün son derece gelişmiş varsaydığımız, hız ve hayatı kolaylaştırma üzerine kurulu şehirlerde, öngörülenin aksine daha hızlı yayılması gibi, her kendi öznel hayatımızı kolaylaştırma üzerine kurduğumuz çıkar ilişkisi bizi tedirgin ve güvensiz bir hale sokuyor. Yalnız başımıza geleceğimizi kurabileceğimizi sanıyoruz ancak tıpkı bir virüs gibi başka yaşamlara temas etmeden de yaşayamıyoruz ve bu temas aslında sadece kendi hayatımızın sürdürülebilirliğini sağlamak için oluyor. Oysa şimdinin moda felsefesi post-modernizmin teorisyenleri, bireyselleşmenin karşısına toplumsallaşmayı koymak için teoriler arıyorlar zavallıca. Halbuki aynı kişiler, yapı söküm ile bütün toplumsal alanları kendi elleriyle parçalayanlara teorik zemin hazırlamışlardı. Hiçbir şeye güvenmemenin, bilimin, sistem ile bağı yokmuşçasına tikel ve katı bir rasyonalite eleştirisine maruz bırakılmasının, ezilen sınıflara değil, bunları parçalı biçimde çok daha rahat yöneten egemenlere faydalı olmadığını düşünebilir miyiz? Parçalanan, yalnızlaşan zavallı bireyin dünyaya nefreti, sırf kültürel bir çelişkiyle anlaşılmaya çalışıldığında, İŞİD’in barbar örgütlülüğüne varmıyor mu? Bütün bunların karşısına konulan komünal yaşam, toplumsallaşmasıyla bize gerçek bir yaşanabilirlik sunarken, bu yaşamın idealize edilmiş bir ütopyadan ibaret olduğu safsatası yayılıyor. Yani gerçekliğe değil bir temsile inanmak tercih ediliyor.
‘’Felsefi tasarımların siyasal temsillerle arasındaki ortak nokta, soyut bir karakter taşımalarıdır; her ikisinin de ‘bulunuş’ları [somut varlığı] anladığını ve yönettiğini iddia eden bir soyutlama oluşlarıdır. Burada da, devrimci praksis, tasarımları aşmak yoluyla ortadan kaldırmak ve onların yerine varlıklar arasındaki saydam ve dolaysız ilişkileri; somut bulunuşları koymak istemektedir.’’ (Lefebvre)
Temsilin en somut hali belki görüntünün fotoğraf makinesiyle hayatımıza girmesi, yan yana konulan fotoğraflardan sinema sektörünün ortaya çıkması, fotoğrafın ve sinemanın giderek daha kolay ulaşılabilir olması ve son olarak akıllı telefonlar, televizyonlar, diziler ve sosyal medya… Gösterme ve sunma telaşıyla kapitalizm, hayatımızın bütün alanlarını taciz edip fikirlerini yaymaya çalışıyor. Yepyeni güzellik algıları, moda görüntüler oluşturup içinden zaten çıkamadığımız kıyas kültürüne bizi daha çok sürüklüyor. Bir şarkı dinlemek istediğimizde çıkan pandemi reklamı, ev içindeki hayatımızı kolaylaştıracak bir ürün sunuyor. “Evde kalmanın, hala ücretsiz izne çıkarılmamış, işten atılmamış olmanın -yani evden çalışmanın- lüks olduğunu unut ve senin için hayatı zorlaştıran o yavaş internetten kurtul” diyor; hem de baştan sona idealize edilmiş bir aile tablosuyla. (Telefon çaldığında sana işten çıkarıldığını söyleyen biriyle ne paylaşabilirsin bu saatten sonra?) Bunun gibi günlük kaç tane uyaran giriyor hayatımıza. Sonra gencecik bir çocuk, bizim bu oyunumuza ayak uyduramadığı için intihar ediyor. Bu durum yabancılaşmanın farkına varılmasına yarıyor mu? Hayır. Yeni bir piyes başlıyor: anma ve yas. Ölüm, bu kâr maksimizasyonu içerisinde en son düşünülmek istenen şey olduğu için bir ölümün üstünde en fazla kaç gün durulabilir ki zaten? Çünkü ölüm bir gerçeklik ve gerçek olan her şey temsilin soyutluğunu zedeliyor. Hani ölümü unutmak için yüzlerce aylık ev taksitine girdik ya– ya da zaten unuttuğumuz için. Oysa Kürdistan’da bir kadın evinin önünde ölümü anmak için her gün dağları seyrediyor, konuşmadan. (Çocuklarının gittiği dağların eteklerinde bir kadın vurulacak daha sonraları, Ekin Van.) Ölüm bir anma merasimini hiçbir zaman hak etmiyor. Kürtlerin duvarları gencecik insanların fotoğraflarıyla doluyken, Leyla Kasım ölümü “Birkaç gün sonra bu Kürdi kıyafetler içerisinde idam edileceğim ve Kürdistan’a gelin olacağım” diye karşılamışken; ölümü ne kadar dışında tutabiliriz hayatımızın?
“Esenyurt’ta hırsızlık şüphesiyle gözaltına aldığı lise öğrencisi Ömer Barış Topkara’yı(16) elleri kelepçeli iken başından tabanca ile vuran 20 yaşındaki polis memuru mahkemedeki ifadesinde “Şüpheli çocuğu yakalayıp sırtına vurduğum an elim tetikte değildi. Silah kendiliğinden ateş aldı. Mesleki tecrübemin fazla olmaması ve yaşadığım panik ve korkunun etkisiyle durum bu aşamaya gelmiştir” dedi.’’
16 Şubat 2017’de Esenyurt’ta bir çocuk elbise alarmının çalması yüzünden gözaltına alınıyor ve polisin direkt kafasına ateş etmesiyle öldürülüyor. Polis yargılanıyor ve cezai indirim alıyor. Hırsızlık burada büyük bir suç olarak işlem görürken, yan sokakta açılan banka ilerlemenin bir getirisi olarak normal, hatta sevinçle karşılanıyor. Yani Adam Simith’in daha vicdanlı bir kapitalist olarak iddia ettiği gibi, iyi görünme telaşı ahlaklı bir bireyi değil, ahlaklı ve güzel görünen katilleri ve hırsızları meydana getiriyor. Öyle ki burjuva ahlakı dediğimiz bir ahlak bazılarına ‘çalıyor ama çalışıyor’daki gibi amalı cümleler kullandırtmaya başlıyor. Düşman güzel giysilerle hem estetiği hem de gücü temsil ediyorken kötü giysilerle yaşamını idame ettirmek için ekmek çalanlar hırsızlıkla, tehlikeli olmakla suçlanıyorlar. Şehrin bakımsız, yoksul mahalleleri tekinsiz olarak adlandırılırken, kameralarla 7/24 gözetlenen, güvenliklerin kimi zaman ellerinde silahlarla dolaştığı siteler konforlu alanlar olarak sunuluyor. Üstelik kurulan siteler bizim yaşam alanlarımızın üzerine inşa edilip, dayanışma kültürünü hala koruduğumuz mahallelerimizi yerle bir ediyor. Bizim de onların ahlakına uyum sağlamamızı, şehrin güzel yerlerinde oturmayı hayal ediyorsak onlar gibi kazanmamızı istiyorlar. (Belki başka bir yazıda bu düşünceyi, Adorno’nun Kracover’e atıfla hatırlattığı ‘maaşlılar kültürüne’ doğru evriltmek gerekir.) Martin Eden’in üst sınıftan kabul almak için çileci bir şekilde kendini geliştirmeye çalıştığı hali -üst sınıfın yaşama şeklinin artık bu gösteri toplumunda tüm ihtişamıyla gözler önünde olması dolayısıyla- hepimizin düşünce sistemini ele geçirmiş olan kıyas pratiğiyle de aslında artık hepimizde mevcut olan bir ruh haline dönüşüyor. Zaten yok olan mahallelerimiz ve oralardaki kültür, kurtulmak gereken bir şeymiş gibi içselleştiriliyor böylece. Bu sırada kapitalizm, ayakta kalmayı başarmış mahallelerde yaşayan ve sistemin burjuva kültürüne girmeyi reddeden/giremeyen/girmeyenlere uyuşturucu ve çetecilik belasını sunuyor.
İçinden çıkılmaz gibi görülen, yüzyıllardır her anımızı kuşatan bu sistemin ahlakından kurtulmak elbette mümkün. Temsil samimiyetsizliğinin karşısına samimiyeti, beton sevgisinin yerine doğayı ikame etmek gerekiyor. Kapitalizmin kendini inşa etmeye başladığı ilk alanlar kadın yaşamı ve üretim kültürü iken en büyük yıkımları da buradan olacaktır. Demokrasinin beşiği olarak bilinen Eski Yunan, felsefesiyle ve siyasetiyle kadınları ve köleleri alan dışına itmişti. Aristotales’in kendi zamanının yaşam pratiklerinden yola çıkarak idealize ettiği devlette, kadınlar muhakeme yeteneği olmayan kişiler olarak görülürken, onların yurttaşlığa kabul edilmeleri bile çok uzun zaman almıştı. Seçme ve seçilme hakkı için mücadele etmek zorunda kalan kadınlar bu sistemin içerisinde yer bulmakta bile zorlanmıştır tarih boyunca. Kapitalizmse kendi değerlerini oluştururken kadın bedenini hem reklam alanı hem de teşhir alanı olarak kullanmaya başladı. Kapitalizmin en büyük krizlerinde, savaşlarda kadınlar ganimet olarak görülürken; dinler ahlak sistemlerini kadınların bedenleri üzerinden kurdu. Göstermenin bir yandan bu kadar ayıp olması ama kadın bedeninin metaların sergilenmesi için alanlar olarak seçilmesi ikiyüzlülüğü ile bocaladı kadınlar. Sisteme entegrasyonun bu kadar zor olması bir yandan sistemi reddetmeyi, bir yandan da kabul almak için verilen boşa çabayı beraberinde getirdi. Eğitim ve iş gibi alanlarda kendine yer bulmak, sosyal statü kazanmak ve ‘biz de varız’ demek için verilen çabanın diğer tarafında aslında zaten kapitalizmin yamalı bohçası gibi olanları içerden örgütleyen bir kadın kültürü oluştu. Çünkü genel geçer olmayan her şey kendi yaşam alanını kuruyor. Örneğin sözlü tarihin, resmi tarihte sessiz gösterilenlerin sesi olması gibi, Kürdistan’da söylenen bir kılam, kadının ve Kürdün sesi oluyor. Kadının avlusunda söylediği türküler, yaktığı ağıtlar, önceki nesilden duyduğu hikayeleri kendi dilinde anlatması bile bir örgütlülüğü beraberinde getiriyor. Kendini anlayanların ve aynı duyguları paylaşabilenlerin hikayeleri ses kayıtlarında, çay sofralarında dilden dile, nesilden nesile aktarılırken, bir tarihin taşıyıcısı oluyor kadınlar. Delila’nın annesinin ‘Sen bir gün şehit olursan başım öyle bir dik olacak ki!’ diyen sesini, direniş hikâyesini yine Delila’nın anlattığı bir hikâyeden duyuyoruz; sözlü tarih kadınlar için bir kurtuluş, bir kendini anlatma işlevi üstleniyor.
Öte taraftan yine bu bocalama içerisinde içine düştüğü ve kendisini kabul etmeyen sistemi reddetme cüretini de en çok içinde barındıran kimliklerden biridir kadın olmak. İçinde yaşanılan sistem, rahatsız olma halini de beraberinde getiriyor. Ve sonu isyana meyilli bir mayalanma süreci oluyor aslında yaşamak. Sistem her alandan kadınlık halini sorunsuzlaştırmaya, onu susturmaya çalışsa da kadınlar kendilerine bir çıkış bulmak için sistemi zorluyorlar. Çünkü su çatlağını bulmak ister. Kadınlar önce bu sistemde biz de varız demenin bir yolunu bulmaya çalıştılar. Elleriyle döndürdükleri, yeniden üretimini sağladıkları bu dünyadan alacakları vardı elbet. Yüzyıllar öncenin doğadan koparılıp iş bölümüyle evlere hapsedilmiş kadını, kendisine biçilmiş o role sığamadı ve her yerden çatlaklar yaratmaya başladı. Ancak bu çatlaklardan çıkış devrimci özne olmanın sadece ilk adımıdır. Bu çatlaklardan çıktıktan sonra örgütlenen kadınların kimi sadece sivil toplum düzeyinde faaliyet yürüten alanlara hapsolurken, kimi ise devrimci birer özne olup, her alanı içine alan koca bir devrim mücadelesine katıldı. Çünkü sonuç olarak, gelen şiddet yalnızca erkekten gelmiyor. Biliyoruz ki yaratılmış erkeklik hem bir toplumsal cinsiyet olarak hem de bir statü olarak kuruluşundan itibaren ataerkil olan kapitalizmin bir ürünüdür ve kapitalizm kendi sürekliliğini kadın üzerindeki tahakkümü ile erkek egemenliği aracılığıyla sağlar. Hukuk alanında bunu, yasalarla faile iyi hal indirimleri vererek, Kürdistan’da ve hapishanelerde bir savaş ve işkence metodu olarak tecavüzü kullanarak ve ölmüş bedenleri teşhir ederek sağlıyor. Şiddet odağının tek bir yer olmadığı aşikâr dahi olsa, minör şiddetlerin sorumlusu da, kapitalist devletin şiddet kullanma tekelini eline aldıktan sonra kendisine karşı gelen kadınları cadılaştırıp ölümün her halini mubah görmesinin mümessili de kendini sömürü ve sömürgecilik ile var etmiş kapitalizm ve oluşturduğu kültürdür. Erkeğin aile içerisindeki şiddetine karşı çıkmak tümüyle mücadelenin parçasıdır. Ancak devletin Cizre’de yakarak, Kürdistan’da işkencelerle öldürdüğü kadınların devrimci mücadelesi yol gösterici olmak zorundadır.
İşin sonu xwebun’luktan geçiyor. Jineoloji’de yayımlanmış yazıya atıfla söylemek gerekirse; xwebun kadınları düşmanlaştıran, onları sistemin dışına atan; çirkin iddialarını savuran egemen sistemin karşısında kendi inandıklarımızdan taviz vermeyeceğiz. Reklam panolarının idealize edilen kadınları olmayacağız. Dişiyle tırnağıyla bu sistemden nefret ederken, öfkemizi Zilan’ın devrimciliğiyle birleştireceğiz.
* http://www.bursadabugun.com/haber/polisin-yanlislikla-vurdugu-omer-bakin-kim-cikti-796308.html