Partizan Zoya’yı, Nazım Hikmet’in Tanya şiirinden tanırız. Hani düşmana tek bir şeyi bile doğru söylememek için adı Zoya’yken Tanya diyen 17 yaşında asılan Partizan Zoya… Zoya’nın hayatının anlatıldığı 1944 Sovyet yapımı Tanya filminden bir sahnenin diyalogları ile İbrahim yoldaş şahsında tüm şehitlerimizi anmak istedim.
Tanya ilkokulda iken, bir gazete kupüründe stratosfere giden uçağın düşmesi sonucu ölen Fodeseenko, Vasenko ve Usyskin’in Lenin nişanıyla ödüllendirilmesi haberini okur. Küçük kızın aklı şu sorunun cevabını bulamamıştır: “Ölmüş ve artık olmayan insanları nasıl ödüllendirebiliriz ki?” Tüm gün boyunca bu sorunun cevabını arar. Gece yatakta dayanamaz ve annesine sorar.
-“Anlamıyorum anne onlar öldü, yani yaşamıyorlar ama ödüllendiriliyorlar. Olmayan insanları nasıl ödüllendirebiliriz ki?”
-“Onlar kahramanlar! Onlar göklerde kimsenin ulaşamadığı yerlere tırmandılar. Ve yıllar geçse de, insanlar onları hatırlıyor olacak, sanki bugün hayattalarmış gibi. Sen örneğin onları çabuk unutur musun?”
-“Hayır muhtemelen asla unutmayacağım.”
-“Gördün mü, sonuç olarak hala yaşıyorlar.”
-“Anlıyorum, unutulmayanlar hala hayattadır.”
-“Anne kahraman ne demek? Aslında biliyorum ama tam olarak değil.”
-“Kahraman, insanları mutlu edebilmek için, her zaman cesur olabilen ve ölmekten korkmayandır.”
Tanya’nın düşmanla kavgasının birçok farklı evresinde, karşılaştığı zorluklar iradesini kuşattığında, çocukluğundaki bu anı direnme gücü verir ona. Benim de, şehitlerimizi bir çocuk bilincinin saflığında anlamanın vesilesi olmuştur bu sahne. İbrahim’i anma vesilesiyle aktarma ihtiyacı duydum.
İbrahim yoldaşın şahadet haberini aldığımda, kendime ağlamayacağıma dair bir söz vermiştim ve başardım da… Ama utanma duygusunun önüne geçmeyi başaramadım. Geçmişi tekrar tekrar yeniden kurdum kafamda. Kimi zaman birbirimizi kırdığımız anlar için kızdım kendime. Kimi zaman kahkahalarla güldüğümüz anlarla serinledi içimdeki ateş. En çok da utandım, devrimci faaliyetimizin çok daha üretken sonuçları olabileceğini düşünerek. O günleri değerli kılan şey, o günlere duyduğum özlem, o anları tekrar yaşamak arzusu değil, bir daha yaşanamayacak olmasından kaynaklanıyordu elbette. “Keşke”lerin, “ben”i melankolinin dibine çekmek gibi bir yanı olduğu gibi, tamamlanmamış olanı tamamlamak için “biz”i devindiren bir yanı da vardır. Devrimci “keşke”nin cevabı, gelecek zaman kipi kullanarak kurduğumuz cümlelerde şaşmaz bir kesinlik taşır, “gelecek mutlak sosyalizm”. Şimdiki zaman kipini kullanacak olursak cevabı, “yarını bugünden kuracaksın, o senin tarihin olacak”tır. Geçmiş zaman kipi kullandığımızda “geçmişe ağlamak fayda vermez” olur.
Ve bu cevapların diyalektik bağı, olgusalcı yaklaşımın “melankoli”ye kapı aralayan “keşke”leri ile hiçbir biçimde yan yana gelemez. Olgusalcı yaklaşım olanı olduğu gibi kabullenmemizle maluldür. Bu kavrayış şehitlerimizi mevcut gerçekliğin fantastik bir tezahürü olarak biçimlendirir. Bu fantastik tezahürde onlar başka bir dünyanın sıra dışı kahramanları oluverirler. Onların ulaşılmazlığı bizim zavallılığımızın dışavurumudur. Duyduğumuz saygı, kaş yaparken göz çıkartır bu durumda. Diyalektik materyalist kavrayış ise şehitlerimizi doğru anlamımızı sağlar. Onlar kendi imkan ve sınırlılıkları içerisinde bilinci şekillenen (bilinçten kasıt duygularda dahil olmak üzere tüm üstyapısal kavrayıştır) ve bu bilinçle kendi imkan ve sınırlılıklarını aşan eylem insanlarıdır. Şehitlerimiz, Cadiz’i fethettiğinde İskender heykeli önünde durup, “kırk yaşındayım ve hala ölümsüz olmak için bir şey yapamadım” diyen büyük Sezarlar değildir. Şehitlerimiz büyük bir işi başaran sıradan insanlardır. Devrim “küçük insanların yaptığı büyük bir iştir.” Onların ölümü yenebilen bilinci, sömürüye karşı duydukları öfke değil, sömürünün olmadığı bir dünyaya dair maddesi olan imanlarıdır. Ne kastettiğimi üç örnekle açıklayayım.
Judas, Hz İsa’ya para için ihanet etmemiştir. Hayal kırıklığı yaşamanın öfkesiyle Romalılara ihbar etmiştir. Hz İsa “göklerin krallığını” vaaz ederken, Judas onu Yahudileri Romalıların esaretinden kurtaracak kral sanmış ve coşkuyla saflarına katılmıştır. Oysa “göklerin krallığının” ne olduğunu hiç anlamamıştır. Judas, İsa’yı Romalılara karşı savaş için ikna etmeye çalışırken İsa ona “Benim ellerim kılıç tutmak için çok narin, asa tutmak için çok kaba. Sen göklerin krallığını, yeryüzünün karınca yuvasına benzeyen çabasıyla nasıl bir tutarsın” diye cevap verir. Ve Judas yaşadığı hayal kırıklığının öfkesi ile İsa’yı Romalılara ihbar eder.
James O’Connoly daha 1897 yılında İrlanda’nın kurtuluşunu şöyle betimlemiştir. “İngiliz ordusu hemen yarın İrlanda’dan kovulup, yeşil bayrağımız Dublin kalesine dikilse bile ülkemiz, sosyalist bir cumhuriyet kurulmadıkça, İngiliz kapitalistleri, toprak beyleri ve bankacıları ile, yani annelerimizin gözyaşları ve kahramanlarımızın kanları ile beslenmiş bu ekonomik ve bireysel baskı sistemi ile egemenliğini sürdürürdü.” demiştir.
Bhagat Sing, İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele kararı aldıkları parti kongresinde, kast sisteminin devam ettiği Müslümanlar ve Budistlerin çatıştığı bir Hindistan’ın kurulsa bile bunun gerçek bir kurtuluş olmadığını, bu nedenle ülkenin o günkü bilinç düzeyi ve etnik çatışmalara rağmen geleceğin Hindistan inşasına sosyalist bir kavrayışla başlanması gerektiğini savunmuş ve partilerinin adının Hindistan Sosyalist Partisi olarak değiştirilmesini önermiştir. Ve önerisi kabul edilmiştir.
İşte şehitlerimizin ölümü küçülten kahramanlıkları, kaynağını bu kesintisiz tarih bilinci ve ahlaktan almaktadır. Bu bilinç ve ahlak burjuva ideologları, sanatçıları, medyasının iddia ettiği gibi gerçek dünyanın blokajına çarparak kırılan soyut metafizik bir bilinç ve ahlak değildir. Bunun somut ispatı sömürünün ortadan kalkması için canlarını veren yüz milyonlarca insandır. Yüz milyonlarca insanı istisna olarak gösterip “insan doğası” zırvasıyla bizi ikna çabasına girişen burjuvazinin karşısındaki İbrahim’ler, tarihin akışı önündeki o baraja inen balyoz darbeleridir. Olgusal yaklaşım hala barajı görüp hiçbir şeyin değişmeyeceğini zannedebilir. Hatta barajın yıkılmadığı her an kendi haklılığının göstergesidir. Bu cehalet ve çoğu zaman statükoyu koruma çabası sol cenahında bir kısmının dahil olduğu dünyada, reformizmden muhafazakarlığa kadar geniş bir düşünsel yelpaze içerisinde karşılığını bulur. Kimi barajı sağlamlaştırmaya çalışır, kimi iyileştirmeler yeterlidir der, kimi suyun tazyikine rağmen barajın etrafından dolaşacağını zanneder. Bizler suyun tazyikinin farkındalığıyla o baraja darbeler vuruyoruz. Barajı yıkacak olan gücün ise suyun tazyiki olduğunu biliyoruz. Bizim görevimiz ise o suyun en güçlü tazyik noktasından bir yol açmaktan ibarettir. Devrimci olmayan akıl(sız), suyun debisi gibi bir değişkenin devinimini göremez ve koca barajın duvarını balyoz darbesi ile yıkmaya çalışan akılsız vandallar olarak lanetler bizi, hadi en iyimserleri nafile çabamıza saygı duyar!
Biz unutmadığımız sürece İbrahim’ler yaşamaya devam edecek. Unutmak ise bireysel bir tercih değildir. İnsan hayatı an be an yüzleşmeler bütünüdür. İbrahim’leri en çok unutturmak isteyen burjuvazi ve onun ilişkiler ağı, paradoksal biçimde bize sürekli İbrahim’leri hatırlatır. Çocuğunun gülümsemesinin hazzından burjuvazinin mahrum ettiği işçi baba, “fark yaralarının” sevdiğini elinden aldığı genç kız-erkek, paranın değişim değeri ile kurulmuş imgeler dünyasında nesneye dönüşerek gadre uğramış kadın, İstiklal Caddesi’ndeki kuş sürüsünün dışında bırakılan Tarlakuşu Kürt… Hayatın gerçekliği ile kendi varoluşlarının her kesişme ve yüzleşme anında başka bir imgeyi, henüz bilincinde bir biçim kazanmamış İbrahim’ler imgesini imdada çağırırlar. Bu işlenmemiş saf imge Parti’nin elinde öyle ya da İbrahim’ler formuna dönüşecektir. O gün geldiğinde Ad ve Samud’ların, Firavun’ların, Roma İmparatorluklarının, yanına gömülecektir burjuvazi. Hıristiyan mitinde mahşer gününden önce sırasıyla dört atlının ortaya çıkacağına inanılır. Burjuvazi, kıyamet alametlerinin tamamlandığı son ortaya çıkan at, mahşerin dördüncü atlısıdır. İbrahim Yoldaş şahsında şehitlerimiz ise, beyaz ata binen kral olarak gelen “altın çağ”ın müjdecisidir.
Bergamotlu çay ve yürüyen merdivenin işlevine dair kavgalarımız, ve bir de Hacı Taşan’dan “Perişan kısmeti bana mı verdin” türküsünün güzelliğine dair uzlaşımız… Eğer payıma düşen anılardan bahsedecek olursam bunlar geliverir hemen aklıma. Başka ne anlatabilirim ki, sen “büyük işler başaran sıradan bir insansın” İbrahim.
Sana Brecht’ten bir şiir hediye etmek istiyorum. Büyük olasılıkla okumuşsundur ama okumamışsan okuyunca pek seveceğini düşünüyorum. Seni anlatıyor şiir.
Devrim askeriyle alay ediliyor ve devrim askerinin yanıtı 1. Çizmeleri su alan general, de bana: Kimden gelir bu buyruklar? Laf aramızda: Bugün öğle yemeği yedin mi? Kafanda planlar var mı? Miden boş sadece? Bir bayrağım var, dersin, ama ordun hani nerde? Tek pantolonlu devlet adamı, bir ütü tahtası ister misin? Bakanların nerde toplanırlar? Yoksa köprü altında mı? Papaz oğlanı alır, as alır papazı. Adın tarihe geçer ama kimliğin nerde hani? Dört ediyorsa iki kere iki, tamam, güç sende olacak, (ayaklar baş olacak) ama: Bu gece bir yatağın var mı yatacak? 2. Eğer ben, su almayan çizmeler giymek istiyorsam bir gün, çünkü parmaklarımı bile örtmüyor şu ayağımdakiler, kovmalıyım bana çizme vermeyenleri, ve tüm deri piyasasını düzenlemeliyim. Pantolonum dökülüyor. Kıçıma bir pantolon gerek kışı geçirebilmem için zar zor. Onun için, pantolonların nerde olduğunu bilmeliyim ilk peşin, ve tüm tekstil sanayini düzenlemeliyim Eğer istiyorsam has ekmek yemek, önce kırmalıyım tahıl borsasını ve gidip görüşmeliyim çiftçiyle ben kendim ve traktörler göndermeliyim tarlalara, ve ekini geniş çapta üretmeliyim. İstemiyorsam beni hor görenlerin savaşlarında askerlik yapmak, onların laflarına gülüp geçmeliyim ve kendi bayrağımı açmalıyım, ve savaşımı ilan etmeliyim onlara.