CCC üyesi Bertrand Sassoye: Rojava, yeni ortaklıkların ve tartışmaların doğmasına izin verdi – Komün Röportaj

Komün Dergi olarak, 1980’li yılların ortalarında, Belçika’da silahlı eylemler gerçekleştiren Komünist Savaşçı Hücreler (Cellules Communistes Combattants – CCC) örgütü üyesi Bertrand Sassoye[1] ile yaptığımız röportajı siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.

Bertrand Sassoye ve önde gelen üç CCC kadrosu, 1985 yılında tutuklanır. Bertand Sassoye ve üç arkadaşı, Belçika devleti tarafından mahkeme öncesi maruz bırakıldıkları yoğun tecrit politikalarına ve hücre hapsine karşı açlık grevi eylemi yaparlar. 1988’de ömür boyu hapis cezasına çarptırılırlar. Bertrand Sassoye, 2000 yılında tahliye olur. O günden bugüne bir Marksist-Leninist olarak yaşamını sürdürmektedir. 2008’de İtalya’da silahlı mücadele yürüten devrimci bir örgütle ilişkisi olduğu iddiası ile bir kez de İtalya’da gözaltına alınır, ancak bu iddia kanıtlanamaz ve sadece sahte belgeler için suçlanır.

T. Derbent imzasıyla yayınlanmış; “Clausewitz et la guerre populaire”, “Giap et Clausewitz”, “La Résistance communiste allemande”, “De Foucault aux Brigades Rouges” isimli dört kitabı bulunmaktadır.[2] Bugün “Class Contre Classe” (Sınıfa Karşı Sınıf)[3] örgütü içerisinde, siyasal faaliyetlerine devam etmektedir.


Belçika’da, Komünist Savaşçı Hücreler (Cellules Communistes Combattants – CCC) bildiğimiz kadarı ile 80’li yıllarda açığa çıkıyor. Avrupa’daki benzer hareketlerin çıkış süreçleri 1968 hareketinin sonrasına tekabül ediyor. CCC, hangi tarihsel koşullarda, sınıfsal, toplumsal hangi çelişki ve çatışmaları öne çıkartarak kendisini var etti? İlk çıkış sürecinizi biraz anlatır mısınız?

Bizler “ikinci kuşak” üyeleriz. Başka bir ifadeyle, 1983 yılının başında CCC’yi kurduğumuzda, Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) ve İtalya’daki Kızıl Tugaylar deneyimlerinden faydalandık. Bizden önceki oluşumların deneyimlerinden faydalandığımız için örgütümüz, hem politik hem stratejik hem de askeri anlamda olgunlaştı. CCC’nin kurucu üyelerinin birçoğu eylemlerine RAF’ı ya da Filistin solunu destekleyerek başlamıştı.

CCC, hem RAF’ın hem de onu eleştirenlerin mirasçılarıdır. RAF, silahlı mücadele, devrimci faaliyet, revizyonizmden ve onun Avrupa’daki yöntemlerinden kopuş gibi meseleleri yeniden masaya yatırmıştır. RAF, kuruluşundan itibaren Marksist Leninist ilkelerden ve hatta Maoizm’den çok etkilenmişse de, hızlı bir dönüşüm yaşamıştır: Anti-emperyalist direniş gibi, mahpusların savunulması da merkezi bir sorun haline gelmiştir. Bu noktadan itibaren devrimci proletarya projesi gözden düşmeye başlamış ve yavaş yavaş terk edilmiştir.

Bilgi, o zamanlar günümüze kıyasla çok daha yavaş dolaşıyordu ve Kızıl Tugaylar’ın metinlerinin Fransızca çevirilerinin yayılmaya başlaması için 1980’leri beklemek gerekti. RAF’la zaten ilişki içinde bulunan ve politik konumlarını bu deneyime göre belirlemiş kişiler, Marksist Leninist ilkelerle silahlı mücadele stratejileri arasında direkt ve sağlam bağlantılar kurabildiler. Kızıl Tugaylar’ın teorik katkılarıyla RAF’a yöneltilen bu eleştiriler birleştiğinde CCC doğdu: Kızıl Tugaylar’dan gelen bu teorik katkılar olmasaydı ya olduğumuz yerde kalırdık ya da RAF’a katılırdık.

Devrim perspektifinizi açabilir misiniz? RAF ve Fransa’daki Doğrudan Eylem (Action Direct) ile kimi benzer yanlarınız olsa da mücadele programı olarak oldukça farklı bir çizginiz var. Benzerliklerinizi ve ayrım noktalarınızı nasıl tanımlarsınız?

CCC’nin stratejisi şu gerçeğe dayanır: Silahlı mücadele ilk etapta ve uzun süre boyunca düşman kuvvetleri yok etme işlevine sahip değildir. Özünde politik bir faktördür, bir propaganda faktörüdür, politik ve ideolojik bir faktördür. Pratiğimize başlarken devletin yeniden yapılandırma kapasitesinin bizim yok etme kapasitemizden çok daha yüksek olduğunu biliyorduk. Özünde iletişim modeliydi, devrimci komünist bir grupla sınıfın öncüleri arasında bir propaganda aracıydı.

CCC kurulduğunda, burjuvazi paradigmasını yeni değiştirmişti, Keynesçi politikalardan neoliberal politikalara geçmişti. 1983 krizinin başlarında Belçika proletaryası çok önemli bir işsizlik oranıyla karşı karşıyaydı. O zamana kadar işsizlik yardımları, maaşların %90’ına endekslenmişti ve maaşlara henüz dokunulmamıştı. Hala ekonomiyi tüketimle canlandırmak adına, kamusal teşvik politikaları uygulanıyordu. Topluma, özellikle memurlar üzerinden para enjekte edilirse, bu paranın yeniden harcanacağı ve böylece üretimin canlanacağı ve bunun iş alanı yaratacağı fikri savunuluyordu.

1970’li yılların sonunda, ilk önce kar oranlarını yeniden artırmayı hedeflemek gerektiğini ve yatırımları ve hatta istihdamı ve alım gücünü artıracak şeyin de tam olarak bu olduğunu iddia eden yönelimde değişimler başladı. 1980’lerin başlarında, Belçika’da bir yandan sendikal örgütlerin savaşçılığıyla bir yandan da Belçika burjuvazisinin sıkışmış olması ve pazar paylarının gittikçe düşüyor olmasıyla işaretlenmiş verimli mücadeleler vardı: Belçika proletaryasının sömürü oranındaki artış, proletarya için ölüm kalım meselesiydi. Böylece aylar süren ve kapanmalarla sonlanan grevler yapıldı; işçi sınıfı büyük kayıplar verdi.

Proletarya hala ekonomik büyüme dönemlerinde gelişen düşünce akımından etkileniyordu. Sendika delegeleri ve sınıf mücadelesi militanları bir blokajla karşı karşıyaydı: Mücadelede kararlıydılar- ve zaten çok mücadele etmişlerdi- ama stratejik açıdan çıkmaz bir yola sapmışlardı. Devrimci komünistler için devrimci bir hipotez önerme zamanı gelmişti; özellikle de başka bir akım, toplumu devletle ve burjuvaziyle çok derin çelişkiler içine sürüklüyorken.

O zamanlar Reagan ABD yönetimindeydi ve Amerikan emperyalizmi yalnızca tahakküm altındaki ülkelerde değil, Sovyetler Birliği sınırlarında bile, Avrupa topraklarında gerçekleşecek bir savaşa dair çok somut projelerle karşı saldırıya geçmeyi hedefliyordu. Bu projeler kapsamında, savaş silahlarının -sınırlı mühimmatlı fark edilmesi zor taktik silahlar-, caydırıcı karakterdeki nükleer silahların yerini almasına karar vermişlerdi. NATO’nun 1979’da Belçika’ya bu tür silahlar yerleştirme kararı alması, toplumun tamamında emperyalist bir savaş tehlikesine karşı bir bilinç uyandırmıştı. Bu da çok büyük ve eşi benzeri görülmemiş bir hareket doğurdu.

Orada bile, kendisini reformistliği ve yasa yanlılığıyla tanıtan ve bu kapsamıyla parlamenterleri etkileyeceğine inanan bu hareket, tüm burjuva organları tarafından ezilmiş ve küçük görülmüştü. Sonuç olarak on parlamenterin sekizi Belçika topraklarına yerleştirilecek füzeler lehinde oy kullandı. Sonradan öğrendik ki Amerikalılar, Belçika parlamentosunun onayını beklemeden füzeleri yerleştirmişlerdi bile…

Bu dönem, bütün toplum için, burjuva demokrasisinin gerçek doğası hakkında bir ders oldu. Bu da devrimci söylemleri ve sınıf mücadelesini ön plana çıkarmak için uygun bir zamandı.

Komünist Savaşçı Hücreler, kendi silahlı propaganda kampanyalarını iki alanda sürdürdüler: Devlete, siyasi partilere, patronlara ve bankalara saldırmak suretiyle sınıf mücadelesi ve Belçika ordusuna ve emperyalist savaşın gerektirdiği altyapıya saldırmak suretiyle savaş karşıtlığı.

Hareket tarzı örgütlenmeye benzer, otonom örgütlenmeye yakın bir örgütlenme yapınız olmasına rağmen siz önünüze sınıfın partisini örgütlemeyi koyuyorsunuz. Bu anlamı ile Kızıl Tugaylar ile benzerlikleriniz nelerdi?

Evet, bakış açımız Kızıl Tugaylar ile benzerlik gösteriyor (çünkü onlardan esinlendik) ama gerçekliğimiz farklıydı, örgütümüz ve acil hedeflerimiz başkaydı. Kızıl Tugaylar gibi, CCC de sıkı sıkıya Marksist Leninist’tir. Gerçek bir devrimci komünist partinin kurulması temel hedefti. Devrimci sürecin ilk adımlarında yürütülen silahlı mücadelenin özünde politik bir işlevi olduğu için, bu görevi savaşçı bir forma bürünen parti üstlenmeliydi (“askeri” bir örgüt değil). Öte yandan Parti, stratejik analizlerde ortaklaşan bir avuç komünistten fazlasıdır.

En iyi anlamıyla, objektif bir öncü (sınıf menfaatlerini gözeten bir çizgide) olması umut edilen herhangi bir örgütü “komünist parti” olarak isimlendiren mevcut solcu refleksine sahip olmadığımızı göstermek istiyoruz. Artık sıradanlaşmış bir sözcük olan partiye hak ettiği önemi verme amacıyla, partinin “kuruluşunu”,  sübjektif öncülüğe eriştiğimiz ana kadar erteliyoruz. Sübjektif öncülük, yalnızca “doğru çizgiye” sahip olmak değil, aynı zamanda sınıfın kendisi tarafından sınıf çıkarlarını temsil eden sınıf öncüleri arasında olduğumuzun tanınması ve bu öncülerin en bilinçli ve en kararlı kesimlerini örgütlemeye başlamamızdır. Yani iki şey arasındaki gerilimle karşı karşıyayız: Bir yandan oldukça çetin siyasi-örgütsel bir hedef, sınıf içerisindeki çok sınırlı ilişkilerin var olduğu gerçeği; diğer yandan bu az sayıdaki ilişkileri geliştirme ve yenilerini kurma zorunluluğunun devrimci gizlilik sebebiyle zorlaşması.

Bunun için, merkezileşmiş bir sınıf partisi kurma hedefiyle, otonom bir dönemden başlayarak dolambaçlı bir süreç önerdik. Hücreler; kendilerini hiçbir zaman sayısal olarak yeteri kadar büyüdüğünde parti evresine geçecek bir parti merkezi, bir parti embriyosu olarak görmedi (ve bu konuda kendilerini açıkça ifade etti). Her bildirinin sonuna yazılan “Bin yeni hücre doğsun” sloganının yalnızca retorik bir etkisi yoktu: Bu bir programdı. Devrimcilere ve bilinçli proleterlere gönderilen mesaj şuydu: Otonom bir şekilde örgütlenin, bize bel bağlamayın, bizimle iletişime geçmeyi beklemeyin. Sadece ikinci bir adımda, bağlantı kurma ve bir araya gelme süreci, meşru bir şekilde parti olduğunu iddia eden şeyin kurulmasına izin verebilirdi.

Devrim programınızı nasıl tanımlıyorsunuz, silahlı mücadele bunun neresinde? (Silahlı mücadelenin nasıl bir misyonu var?)

Devrimci güçlerin çok büyük bir güvenilirlik sorunu var. Güç dengeleri burjuvaziyi o kadar destekliyor ki devrimci perspektif imkânsız görünüyor. Ne kadar küçük ölçekli olursa olsun devrimci pratik, bu güvenilirlik problemine göğüs germenin tek yöntemidir.

Yani ilk etapta, silahlı mücadelenin temel mesajı mücadelenin kendisidir: Mücadelenin mümkün olduğu gerçeği. Düşmanın kadiri mutlak olmadığı… Devrimci yola sıkı sıkıya bağlı ve emperyalist burjuvazi, onun devleti, onun silahlı kuvvetleri ve yine onun iktidarını pratiğe döken diğer bütün temsilcileri vb. gibi kitlelerin düşmanlarına savaş açarak ve herhangi bir müzakere alanına açık kapı bırakmadan, rejimle tamamıyla yolları ayıran bir kuvvetin var olduğu gerçeği…

Fakat silahlı mücadele, silahlı propaganda gibi özgün bir form aldığında, aynı zamanda devrimci güçlerin siyasi ve ideolojik söylemleri için olağanüstü bir vektör teşkil eder.

Silahlı mücadelenin askeri rolü yalnızca ikinci evrede ortaya çıkar: Düşman kuvvetlerinin yok edilmesi. Marx’tan İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar, komünistler, işçi sınıfının iktidarı ayaklanma yoluyla ele geçireceği tezini savundular. Ekim Devrimi’nin başarısından destek alan bu tez, Komünist Partilerin kitleleri bilinçlendirme ve örgütleme politikalarını bu hedefe göre -ki bu legal ya da “illegal” yollardan olabilir- geliştirmeleri gerektiğini savunan Komintern anlayışında merkezi bir rol oynamıştır.

Ayaklanmayı, “hazır” olunması gereken uzak bir hedefi gözeterek daha iyi günlere saklayan bu tez, adım adım, yıldan yıla, “Ortodoks” komünistleri, sebeplerinin ortaya çıkaracağı sonuçları gözden yitirmeye doğru götürdü. Yasal “bilinçlendirme” faaliyetleri, bu partilerin bütün eylemlerini kapsayacak kadar semirdi. Böylece yalnızca burjuva yasalarının sınırları içerisinde dolaşmaya yani onun dengesine aktif olarak katılmaya başladılar.

Eğer gözlerimiz ta en başından hedefe, yani proletaryanın şiddet sürecinde iktidarı ele geçirmesine ve vadenin dolacağı güne kilitli kalmazsa, eğer yaptığımız her harekette bunu gözetmezsek, vadenin dolacağı o gün bizden uzaklaşacaktır.

Ayrıca askeri anlamda, dünün ayaklanmacı stratejisi geçerliliğini kaybetmiştir. Emperyalizmin ezici kuvveti, onun geleneksel karşı-ayaklanma örgütleri, “önleyici karşı-devrim” politikası aracılığıyla devrimci girişimler karşısında daima gözlerini açık tutuşu, burjuva iktidarının yasal çerçevesi içerisinde gerçek bir devrimci faaliyet yürütmeyi imkânsız kılmaktadır. Çünkü emekçi sınıfın iktidarı ele geçirme sürecinin nihai evresinin, kitlenin şiddetle ayaklanması olduğu doğruysa da, öncülere ve devrimci güçlere bu nihai hedefe kadar rehberlik edecek strateji, bu amaçta yapılan “yasal” siyasi hazırlıklar olamaz.

İşte bu yüzden, revizyonizme ve onun ihanetlerine kapıları kapatmak, işçileri onları sömürenlerle karşı karşıya getirecek son anı göz önünde bulundurarak somut olarak örgütlemek için, CCC genel olarak devrimci mücadelenin ve özelinde silahlı mücadelenin, uzun süreli devrimci savaş stratejisi formunu alması gerektiğini savunur.

Devrimci savaş, çünkü savaşan taraflar arasında paylaşılacak hiçbir şey olmadan, arabuluculuk için herhangi bir alan olmaksızın, tam bir antagonizma ilişkisidir. Uzun süreli savaş, çünkü kitleler arasında iyi karşılanmış olsa da bir azınlık parıltısından, devrimci gerilladan halk ayaklanmasına kadar uzun bir yol, kayıplardan ve zaferlerden oluşacak uzun bir süreç bulunur.

Hangi sınıf kesimine dayanıyorsunuz? Örneğin RAF öğrenci hareketi içerisinde şekillenmiştir. Keza Türkiye’de radikal devrimci bir çıkışı örgütleyen devrimci akımlar ve önderleri de öğrenci hareketinden gelir. CCC, hangi toplumsal kesim ve mücadeleler içerisinde kendisini var etmiştir?

Genel anlamda bizim “toplumsal temelimiz”, militanlıktı, militan mücadele hareketiydi; mücadelenin farklı komitelerine, kolektiflere ve cephelere aktif olarak katılmış kadınlar ve erkeklerdi. Öğrenciler yok, işçiler çok az ya da işte tam olarak kendilerini hareketin içinde eğitmiş öğrenciler ve işçiler var. Önceden, 70’lerde militan hareketin kitlesel bir karakteri olduğunu hatırlatmak gerekir: Birçok politik örgüt vardı ama özellikle de belirli bir tema etrafında bir araya gelen gruplar bulunuyordu (kürtaj hakkı, Filistin’le dayanışma vb.). Sonra 1979’dan itibaren, daha önce de söylediğim gibi, Belçika’ya yerleştirilecek Amerikan nükleer füzelerine karşı çok büyük örgütlenmeler yaşandı. 400.000 kişilik eylemler; yani Belçika’daki 20 kişiden biri sokaktaydı.

Antiemperyalist mücadele ile kurduğunuz ilişki nasıl? Örneğin; RAF, adeta faşizme karşı mücadele etmeyen anne ve babaların çocukları olarak, bu tarihin kefaretini ödemeyi hedefler.

Antiemperyalizm ve antifaşizme karşı duyarlılığının bir ayağını da bu oluşturur. CCC’de ise güçlü bir antikapitalist mücadele damarı da var. Sınıf örgütünü/partisini inşa etmeyi önüne koyuyor.

Bizim analizimize göre, emperyalist merkezlerde enternasyonalist olarak görevlerimizi yerine getirmenin en iyi yolu, buralarda güçlü bir devrimci hareket geliştirmekti. “Ulusal” olan adına enternasyonali “kurban etmek” ya da anti-kapitalizm için emperyalizm karşıtlığını kurban etmek söz konusu değildi: Daha üstün bir algı yaratılmalıydı, diyalektik olarak daha üstün, hem enternasyonalizm hem de emperyalizm karşıtlığı hakkında.

Bu, emperyalizm karşıtlığını ya da enternasyonalizm sorunlarını olabildiğince güçlü temalar olarak formüle etmemizi engellemedi. Bunun en görünür olduğu nokta NATO saldırısıydı: NATO’ya saldırmak ve NATO’yu hareketin bir hedefi olarak belirlemek (bizim silahlı propaganda kavrayışımızda ikisi birbirinden ayrılmıyordu). NATO’nun hem “dış savaş” (SSCB karşıtı savaş planları, yeni sömürgeci seferler) hem de “iç savaş” (Türkiye’deki ‘80 darbesinde olduğu gibi, önleyici karşı-devrim politikaları) teşkil ettiği konusu üzerinde çok durduk. NATO saldırısı hem ulusal hem de uluslararası planda devrim/karşı devrim arasındaki güç dengesini etkiliyordu. Aynı zamanda Avrupa ve dünyadaki farklı savaşçı kuvvetlerin pratiklerini birleştiren, çabalarını ortaklaştıran ve etkilerini arttıran (askeri anlamda ve özellikle de siyasi anlamda) bir şiardı.

NATO karşıtı bunca eylem gerçekleştirmemizin sebebi buydu ve en iddialı faaliyetlerimiz arasındalar (mesela aynı gece NATO petrol borularının altı noktasını dinamitle patlattık, böylece Varşova Paktı karşısında Almanya’da konumlanmış Amerikan kuvvetlerine enerji ulaşmasını engelledik). 

Türkiye’deki silahlı mücadele deneyimini biliyor musunuz? Hangi siyasi akımları tanıyorsunuz? Türkiye devrimcilerini nasıl görüyorsunuz?

Türk devrimcilerle bir bağımız vardı. 1980 darbesinden sonra Batı Avrupa’ya farklı örgütlerden çok fazla kişi geldi. Ama bu, polisin şimdiye kadar aydınlatmadığı bir alan olduğu için, Hücreler’in mahkûmları tarafından alınan karara bağlı kalarak, o zamanlar sessizliğe gömdüğümüz konular hakkında bir şey söylemek istemiyorum.

Bugün, Belçika’da devrimci bir odağın, komünist bir öznenin inşa edilmesi hedefi doğrultusunda hareket eden hareket/örgütler var mı? Siz bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben farklı akımlardan (Leninist, Anarşist ve Otonomcu) gelen eylemcileri hem daha kapsamlı (çünkü bu üç akımdan gelenlerin birlikte mücadele yürütmesine olanak tanıyor) hem de daha belirgin bir mücadele çerçevesinde bir araya getiren “Class Contre Classe” [Sınıfa Karşı Sınıf]’ta örgütlüyüm. Bu bir cephe değildir, ilkeleri net (devlet ve kurumlarla antagonist ilişkiler, sınıf analizi ve konumu vs.), stratejik bir çizgiye sahip ve buna uygun yöntemler belirleyen gerçek bir örgüttür.

Örgütün üyeleri, temelinde farklı siyasi kimliklere sahiptir ama:

1) Sahiplendikleri akımın hataları ve sınırları konusunda eleştirel bir bakış açısına sahiptirler.

2) Herkesin birbirinin deneyimlerinden öğreneceği bir şeyler olduğunu savunurlar.

3) Belçika toplumunun değiştiğini (örneğin sanayisizleşme) ve bu değişimin devrimcileri yeni yollar keşfetmeye zorladığını (örneğin: işletme tarzı örgüt yerine yerelde köklenen bir örgüt) kabul ederler. Ve bu yollar şu ya da bu akıma özgü değildir: Sınıf mücadelesinin objektif ve sübjektif şartlarının sıkı bir analizidir bize bunları gösteren.

Avrupa’da ML siyasetler daha çok şablonik ve oldukça katı ideolojik çizgiye sahip. Bugün antikapitalist mücadele bağlamında anarşist çevreler daha aktif. Komünistler, burjuva demokrasilerinin olduğu Avrupa ülkelerinde bugün nasıl bir mücadele hattı çıkarmalıdır?

Avrupa homojen bir gerçeklik değildir. Bunu Covid-19 kriziyle yeniden gördük; Belçika’da hükümet önlemleri yüzünden (mağazaların, restoranların, eğlence mekanlarının kapatılması vb.) çalışamayan kişiler, maaşlarının %70’i kadar işsizlik maaşı aldılar- İtalya’da ise işlerini kaybedenler sefalete sürüklendi. Bu farklılıklardan dolayı Avrupa’nın güneyinde kuzeyine oranla çok daha antagonist tepkiler yükseldi. Bu nedenle, İtalya, Fransa, Belçika’da devrimci politika doğal olarak farklılık gösterir.

Yine de birkaç temel nokta belirleyebiliriz:

– Devlete ve kurumlara karşı antagonist sınıf ilişkileri geliştirmek;

– Her türden halk örgütlenmelerini desteklemek (ekonomik, dayanışmacı, kültürel, sağlıkla ilgili vb.);

– Geçmişin deneyimlerini ve bugünün karakteristik özelliklerini; strateji, yöntem, organizasyon ve taktik seçimleri konusunda ince eleyip sık dokuyabilme amacıyla analiz etmek;

– Çatışmanın tırmanışını (politik, moral, maddi ve örgütsel anlamda) öngörebilmek. Bu tırmanış “mücadele > baskı > direniş > daha üstün bir mücadelenin gelişmesi” diyalektiğini izleyecektir;

– Devrimci grupları güçlendirmek ve birlikteliklerini değerli kılmak.

Rojava devrimine dair düşünceleriniz neler? Kürt devrimine dair bilginiz var mı?

Bu konuda çok şey öğrendik. Zaten bu deneyimi önemli gördüğümüzdendir ki mümkün olan en gerçekçi resmi çizebilmek için büyük çabalar sarf ettik (birçok yoldaşımız oraya gitti, bazen uzun süre kaldı ve farklı faaliyet alanlarına katıldı).

Belçika’daki gerçeklikle (ekonomik, toplumsal, kültürel) Rojava’daki gerçeklik arasında çok büyük bir fark var. Bu yüzden Rojova’da verilen belirli kararların büyük çoğunluğunun buraya uygulanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Fakat, Rojava’da yapılan seçimler genel olarak oldukça yerinde gibime geliyor, bu seçimleri ortaya çıkaran metotların incelenmesi bana zorunlu gözüküyor.

Bu metotlar arasında:

-Merkezi ve öncü siyasi oluşumlarla merkezi olmayan, otonom, halkçı ve temel toplumsal yapılar arasındaki ilişkileri belirleyenler (neye, kim karar veriyor ve nasıl?);

-Devrimci güçler arasındaki ilişkileri belirleyenler – özellikle belli bir oluşum diğerlerinden çok daha kuvvetli olduğunda;

-Strateji ile taktik arasındaki ilişkiyi belirleyenler (gerici veya emperyalist güçlerle ortaklıklar kurulmasının zorunlu olduğu durumlardan geçildiğinde devrimci duruş nasıl korunur?).

Ayrıca sübjektif anlamda, Rojava deneyiminin Avrupa’daki devrimciler için nefes alınabilir bir hava yarattığını söylemek gerekir.

Rojava, devrimci seçeneğin güvenilir, canlı, güncel bir seçenek olarak değer kazanmasını sağladı. Ayrıca devrimci akımlar arasında bağlantılar kurulmasına da izin verdi. Anarşist akımın çok büyük bir kısmıyla Leninist akımının büyük bir kısmını, karşılıklı ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye götürdü:

-En azından devrimi somut bir hedef olarak tanımlayan, seçimlerin soyut ilkelerin süzgecinden değil de imkanların somut analizinin süzgecinden geçmesi gerektiğini savunan anarşistler arasında.

-En azından, her ne pahasına olursa olsun siyasi hegemonyayı tesis eden geleneklerinin ters etki yaptığını anlayan Leninistler için. Rojava, her biri aynı şekilde ortaya çıkan güncel sorunlar etrafında yeni ortaklıkların, yeni tartışmaların doğmasına izin verdi (farklı süzgeçlerden geçirilse, farklı öncelik sıralamaları vb. ile yaklaşılsa bile). Önceleri, sabit, steril, yüzyıl öncesinin deneyimlerine dayanan ve herkes tarafından farklı şekilde mitleştirilmiş konumlara indirgenmiştik (1917-1920 Rusya, 1936-1939 İspanya …).

Evet, aslında Rojava deneyimi çok kıymetlidir- o kadar kıymetli ve heyecan vericidir ki maalesef Rojava’yı tek ufuk çizgisi olarak gören bazı yoldaşları saplantılı hale getirdi.

Bizimle bu röportajı yaptığınız için teşekkürler…

Ben teşekkür ederim ve 2021’in iyi bir yıl olmasını diliyorum. Savaşçılarınızı selamlayın, ölülerinizi onurlandırın, devrimci tutsaklarınıza cesaret verin ve yaralılarınızı hızlı bir şekilde iyileştirin!


[1]              https://nl.wikipedia.org/wiki/Bertrand_Sassoye

[2]              https://www.tderbent.org/index.html

[3]              http://komundergi4.com/devrimci-orgut-sinifa-karsi-sinifin-classe-contre-classe-kurulus-metni-komun-ceviri/


Doğrudan Eylem ve Komünist Savaşçı Hücreler hakkında tarihsel adımlar – Arpen Alasia | Komün 6. Sayı