“Doğduğumuz, büyüdüğümüz bu ülkede kalacağız!”* – Ceren Güneş

Anadolu toprakları anlatılırken hep derler ki medeniyetlerin beşiğidir; coğrafyası, kültürü, dili çeşit çeşittir. Değme ırkçısı bile bunu övünç kaynağı olarak dillendirir. “Evvel zaman” içinde bu topraklarda Ermeniler, Rumlar, Gürcüler, Türkler, Ezidiler, Süryaniler, Kürtler… hep birlikte yaşarlarmış. Kimse de sonrasında şunu sormaz; peki nerde şimdi bu halklar? Ezidi ve Süryani köyleri bomboş ve neredeyse bir iz bile kalmamış o topraklarda? Karadeniz civarındaki Rumlar ve Gürcüler yok. Kuzey Kürdistan’da Van, Ağrı etrafında yerleşik olan Ermeniler yok. Ne Ege’de ne Akdeniz’de Rum kalmamış. Nerde olduğunu merak mı ediyoruz? O zaman tarihte bugüne -6-7 Eylül’e- bi’ bakalım. 6-7 Eylül bir pogromun tarihidir. İstanbul merkezli Rum, Ermeni ve Yahudilere dönük devlet eliyle bir pogrom gerçekleştirildi. Evlerinden sürüldüler ve katledildiler. Dükkanlar, kiliseler ve okullar yağmalandı. Onlarla birlikte bir toplum ve kültür de… Sokaklarda yakılan, hallaç pamuğuna çevirilen yataklar, eşyalar değil; bir tarihti.

Bir insan için derler ki; kendini unutursa, geçmişine ve toprağına sırt çevirirse her şeyini kaybeder. Bu halk sözü, aslında tarih bilincinin ta kendisidir. Tarih ne zaman unutulur, geçmişle bağ kurulmaz olursa toplum da belleğini yitirmiş insan misali, ne yaptığını, ne yapacağını, kim olduğunu bilmez olur. Belleksizleşir, kimliksizleşir, gücünü ve özgürlüğünü kaybeder. Egemenlerin egemenliklerini sürdürmelerini sağlayan en önemli araçlardan biridir tarihin silinmesi. Kendi zamanlarını yaratırlar, bir önceki zamanı tümden silerek. Bunun için de sınırsız bir şiddete ihtiyaçları vardır. Tüm iktidarlar, bizleri, bugüne dek insanlık tarihinin esas yazıcılarını, inşa edenlerini, şimdiki zamanın tüketimine mahkum ederler. Bu mahkumiyet anda gelen her şeye normallik ve çaresizlik işler, onun kabulünden başka bir seçenek bırakmaz. Tam da bu noktada tarihle buluşmanın, bugünle geçmişi buluşturmanın acısını ve ihtiyacını hissederiz.

6-7 Eylül’de olan neydi?

gece saat oniki / korku çekmiş perdeleri öyle ki / ne coşkusu çocukların ne cırcırböcekleri”

Tarih, 2. Dünya Savaşı sonrası. İnsanlık, faşizmin yok edici tehdidi karşısında direnişler sergilemiş; antifaşist savaşlar ve emperyalist savaş sonrası… Türkiye’de Adnan Menderes öncülüğünde tarım ve ticarete dayalı sermaye grubunun geliştiği yıllar…

1955 Eylül’ünde, tüccar ve büyük çiftlik sahiplerinin sermayesinin bayrağını taşıyan Menderes zamanında bu ülkede bir pogrom gerçekleştirildi. Bir topluluğun siyasi, etnik ya da dini nedenlerle yok edilmesi demek olan “pogrom”, Rumlara -ve eser miktarda kalmış olan diğer Gayrimüslimlere- karşı İstanbul ve İzmir merkezli yaşandı. Gelişi önceden belli olan ırkçı yükseliş sonucunda faşist güruhlarca 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Rumlar başta olmak üzere Gayrimüslimlere ait ne varsa talan edildi. Aslında talan edilen bundan daha fazlası; tüm bir toplum, bir kültür, Anadolu topraklarının o güne dek biriktirdiğiydi.

“Şimdi” ancak geçmişin içerisinde anlamına ulaşır. Geçmişiyle birlikte var olur. Bugünü anlamak, önceki yaşananların anlaşılması ve kavranmasıdır. Bu nedenledir ki tarih bilinciyle örülmeyen her tavır, kurulmayan her bir söz boşlukta sallanacaktır. 2019 Eylül’ü, bir tarihin, muhasebesi yapılmayan katliamların, hesabı sorulmayan pogrom ve soykırım suçlarının izleği içerisinde anlaşılır olabilir ancak. ‘55’in Eylül’ü bu tarihsel izleğin önemli momentlerinden birisidir.

6-7 Eylül pogromu, bize Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteristik özelliklerini çok iyi anlatmaktadır. İşgalci, şoven-faşist, gaspçı, sömürgeci yanlarını apaçık göstermektedir. Bu devlet, bir halkı yok etmek istemiş, bunu bütün kurumlarıyla ustaca planlamıştır. Mezarlardan sokaklara, Rumlara ait olan her yer talan edilmiş, işgal edilmiş, el koyulmuş ya da yok edilmiştir. Bu ne ilkti ne de son olacaktı. Anadolu’yu vereden halklar bundan önce azınlık konumuna getirilmiş, sonrasında ise azınlıkların neredeyse yok edilme süreci işletilmiştir. 1915 Ermeni Soykırımı da bunun bir örneğidir. Rum Mübadelesi, Pontus Katliamı, göçe zorlanan, kıyımdan geçirilen Ezidiler, Süryaniler, yıllardır sömürgeleştirilerek yakılan yıkılan Kürdistan bunun örnekleridir. Ulus devlet milliyetçiliği için her unsur bir tehlikedir ve bu tehlikenin ortadan kaldırılması gerekir. Bu korkunun kaynağı ancak “tehlikeyi” yaratan ulus devlet şiddetinin her an daha yükseltilmesi ile sağlanabilir.

Nazi Faşizmi’nden siyasal, hukuksal, ekonomik, örgütsel her açıdan oldukça beslenen Türk Devleti, 1940’lı yıllarda Varlık Vergisi’ni uygulamaya koymuştu. Şiddetin bir ekonomi politiği vardır. Şiddetin geliştiği zemini anlamak bu nedenle önemlidir. Varlık Vergisi, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı’dan beridir hesaplaşamadığı bir sorunu ortadan kaldırmanın, Gayrimüslimlerin ellerinde tuttukları sermaye temsiliyetini ele geçirmenin bir aracı olarak tasarlanmıştı. Varlık Vergisi, Türk burjuvazisinin şekillendirilmesi, milli burjuvazinin geliştirilmesi tasarısıydı. Varlık Vergisi’nin devamı olan hamle de 6-7 Eylül oldu.

Sıradanlaşan şiddetin sınırsızlığı

…içinde yaşanılan zamanın bütün teknik araçlarını, mülkiyet koşullarını koruyarak harekete geçirmeyi yalnızca savaş sağlayabilir.”

Bugün AKP-MHP faşist ittifakının savaş çığırtkanlığının nedeni de burada gizlidir. Türk Devleti doğası gereği işgal, sömürü ve talanla kendini var edebilir ve bunun en kolay yolu da savaş konseptidir. Egemenler, olağanüstü hali daim kılarak, sürekli bitmezcesine düşmanlar ve tehditler yaratarak, kendilerini tartışmasız ve muktedir kılarlar. Olağanüstü hal, çok uzun zamandan beridir tüm dünyada bir tedbir olmaktan çıkmış, bir yönetim, bir idare biçimine dönüşmüştür.

Türk devleti için artık Bakur ve Başur Kürdistanı’nda yürüttüğü rutinleşen savaş bugün ona yeterli dozajı sağlayamamaktadır. İçeride Kürtlere, kadınlara, azınlıklara, Suriyeli mültecilere dönük uygulanan şiddeti her yönüyle artırmaya, kitlesel linç girişimleri örgütlemeye ihtiyacı var. Bu alışılageldik biçimiyle yaşanmak zorunda değildir. Rutinleştirilerek, yer yer krizi büyüterek, siyasi, hukuksal, ekonomik bir şiddet kuşatması yaratarak da bunu sağlar. İlla bu toprakların alıştığı haliyle göç yolları, Maraş, Çorum, Madımak katliamlarının benzerlerini yapmak zorunda değildir. Elbette bu biçime ihtiyaç duyduğunda -10 Ekim, Suruç gibi- sayısız katliamların yeni örneklerini yine gerçekleştirebilir. Ancak bu yolu her seferinde tekrarlayamaz çünkü yaratacağı reaksiyonu her zaman istediği şekilde kontrol altında tutamayabilir.

Faşizm, yeni oluşan, proleterleşmiş kitleleri, bu kitlelerin ortadan kaldırılmasını istediği mülkiyet ilişkilerine dokunmadan örgütleme çabasındadır. Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya asla yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.”

Aylardır süren Rojava’yı işgal tehditleri/planları, iktidarın politikasını icra edebilmesi için gerek duyduğu savaş, kitleleri mobilize etmek içindir. Erdoğan’ın Rojava ısrarı Kürt halkına dönük imha politikasının yan sıra güncel açıdan böylesi bir anlam da barındırmaktadır. İçinde olduğu siyasal, örgütsel, ekonomik krizini, meşruiyet sorununu aşmanın tek yolu, ezilenlerin mevcut düzene biat etmesini sağlayacak bir çerçeve içerisinde seçenekler yaratmaktan geçiyor. Suriyelilere dönük şovenist yönlendirmeler, 15 Temmuz örneği gibi iktidarın karşısında duran -eski ittifak da olsa- öbeklere dönük sınırsız şiddet ya da sınır ötesi operasyonlar ve Kürt halkına dönük siyasal, askeri imha savaşının tırmandırılması vb. bunun en hızlı uygulanabilir ve en alışılmış seçeneklerindendir.

Yılların şoven refleksi, söz konusu Gayrimüslimler ve Kürtler olunca tüm unsurları yek vücut haline getirmiştir, getirecektir de. AKP’ye demokrasi ve özgürlükler cephesinden eleştiri getirenler, ekonomik krizin faturasından hesap soranlar mevzubahis savaş olduğunda ise iktidara sundukları destekleriyle AKP’nin elini güçlendirmekten geri durmadılar. Şartsız koşulsuz, insanların sefaletten ve yoksulluktan kıvrandığı bir ülkede, hiçbir özgürlüğe yer bırakılmayan bir ülkede işgalci savaşa karşı durmak, bu savaşın piyadesi olmayı reddetmek ve kendi savaşımızın neferi olmak gerek. Bugün ülkede kimsenin can güvenliği yoksa, geleceğe dair beklentisi kalmamışsa, insan aklının kabul edemeyeceği kadın katliamları ardı ardına yaşanıyorsa, bu ülkede yaşanacak hal bırakılmamışsa bunun sorumlusu Erdoğan’dır, AKP–MHP faşist iktidarıdır, devlettir. Bugün en büyük tehdit unsuru bu faşist ittifaktan başkası değildir. Savaşımız da faşist devlete ve onun iktidarına karşıdır.

Ahları, ekmek; ofları, katık eden” bu coğrafyanın zulasında ne var peki?

kimdi her gün boğuşulan o düşman / her gün yenik düştükleri o kimdi / dev miydi deve miydi neydi o/ yedi başlı ejder miydi kimdi o/ niçin hep birlikte vurmuyorlardı/niçin vurup hep birlikte o canavarı/ dağların ardına atmıyorlardı?”

Durmaksızın kendini yeniden üreten şiddetin karşısına onu yıkacak ve parçalayacak ezilenlerin devasa şiddetini niye koyamıyoruz? Denklemi tersine çevirmek için yine ve yeniden tarihle buluşmak ve yüzleşmek gerekli. Egemenlerin tarih anlatımında ezilenler ancak kurban ya da suçlu olarak vardır. Bu anlatım yine egemenlerin sarsılmazlığının ve değişmezliğinin ifadesidir. Tarih acıların çetelesinden ibaret değildir. Eli sopalı Türk bayraklı linç güruhunun karşısına çıkıp “Biz bu toprakların parçasıyız!” diyenler de elinde kezzap şişesinden bıçağı, ne bulmuşsa silah niyetine, evinin kapısında nöbet tutanlar da 6-7 Eylül’ün bir diğer tarihidir. Ve aynı “mağdurlar” ne pahasına olursa olsun; “Kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız, doğduğumuz, büyüdüğümüz bu ülkede kalacağız!” diyerek umudu ve cesareti ortaya koymuşlardır. Yaşamları boyunca sayısız 6-7 Eylül vakasını yaşayacaklarını bilerek/yaşadıkları halde. Ve böylesi Türklüğün utancından Rum komşusunun yüzüne bakamayan, onlarca Rum’u kendi evinde saklayan Türkler de vardır bu tarihte. Çorum’da -devrimcilerin öncülüğünde- Aleviler, faşistlere karşı örgütlenmeyi, onlara karşı savaşmayı öğrenmişler ve kendilerini savunmayı bilmişlerdir. Sayısız katliamdan, tecritten, kırımdan geçirilen Kürt halkı hiç vazgeçmeden varoluş mücadelesini özgürlükle taçlandırma arayışındadır.

Anılar değildir tarih, ateşten iz bırakanlardır.

*15 Eylül 1955 tarihli Rumca Embros Gazetesi başyazısından: “Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın ‘şimdi kırık dökük de olsa’ mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. O kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. (…) Sesimizi yükselteceğiz ve başımıza gelen bu felâketin gelmemiş olması gerektiğini haykıracağız. Burada kalacağız.”

7 Eylül 2019

Kaynak: Komün Gücü